Bildiğiniz gibi blog'umda zaman zaman hikaye serileri başlatıp bitiriyordum... Ters Düz çıktığından beri böyle bir seri yapmamıştım... Şimdi tekrar başladım... Çok heyecanlıyım... Yaklaşık 6000 kelimelik mürekkep kokulu bir ilk bölüm… Ve artık sizindir!
Bölüm şarkısı: Feist - My Moon My Man
Pencerenin yanındaki yazı masasına oturmuştu, ıssız ve çıplaktı. Sanki asırlardır süregelen bir karanlığa gömülmüş olan ruhunun tek düşmanı, ısırılmayı bekleyen parlak bir elmayı andıran ayın yaydığı ışıktı. Şimdi o ay, boynunda ve kollarında bulunan dövmelerin üstünde ışıldıyordu. Daktilo tuşları şeklinde küçük desenlerdi bunlar ve o desenlerin içinde, adının baş harfleri kazılıydı. Olur da aynada gözüne ilişirlerse, işi gücü bırakıp saatlerce onu düşünmeye başlıyordu. Aslında hiçbir zaman aklından çıkmadığını o da biliyordu, unuttuğunu sandığında bile bilinçaltında hep onu yaşatıyordu. Askılıkta duran, I am not perfect but I am limited edition yazılı tişörte baktı. Bir zamanlar çok değer verdiği bir kız almıştı ona, “Yazar olacaksan, bunun gibi bir şeyler giymelisin” diyerek. Güzel günleri çağrıştıran bir anı olarak duruyordu şimdi odasında, her baktığında acı veren. Tekrar hissetti o acıyı. İlk günkü kadar derinden olmasa da, hala acı çekiyordu. Acı, özlem, öfke; hepsi birbirine karışmıştı sanki. Onu çok özlüyordu. Yaptığı tek bir hata, kendi ömrünün de geri kalanına mal olmuştu ve şimdi ne yaparsa yapsın, o gölgenin karanlığında yaşamaktan kurtulamıyordu. Parmaklarının ucundaki sigaradan derin bir nefes çekti, sonra dumanı havaya üfledi; o duman bulutunun içinde yok olup gitseydi keşke. Ölmeyi kaç kez istemişti, yapamamıştı ama. Hala, bırakıp gidemeyeceği değerli bir şey vardı. Tek bir şey. Masaya eğildi ve parmaklarını önündeki daktilonun üstüne koydu. Saman kağıtlara mürekkeple yazdığı cümleler çağırmıştı onu, nasıl kayıtsız kalabilirdi ki? Bu tip an’lar onunla buluşma an’larıydı. Hiç ayrılmamışlar gibi. Hiçbir şey onları ayırmaya yetmezmiş gibi. Hala birliktelermiş gibi. Hala. Birlikte.
-----------********------------
KENDİNİ, BİR ÇAY fincanına batırılan ve çıkarmaya zamanında yetişilemediği için fazla ıslanmaktan mütevellit çayın içine düşüp onlarca parçaya ayrılan bir bisküvi, bir kurabiye gibi hissediyordu. Gecenin beşinde uyanmış, çıplak ayaklarını yataktan aşağı sarkıtarak bunu düşünmüştü. Son zamanlarda hayatında hiçbir şey yolunda gitmiyordu ve bu olumsuzluklar daha ne kadar sürecekti, merak ediyordu.
Yaz geride kalmıştı. Ne olursa olsun yaz, içinde umuda ve güzelliğe dair bir şeyler taşıyordu, ama sonbahar yalnızca kışın habercisiydi. Irmak gökyüzünde toplanan simsiyah bulutlara baktı ve çok geçmeden burnuna düşüveren bir yağmur damlasıyla serseme döndü. Şemsiyesini açması için çok çabuk davranması gerekiyordu: Neyse ki başarılı oldu ve aniden döken sağanakta ıslanmaktan son anda kurtuldu. O gün için yağmur beklendiğini hava durumunda dinlemiş, dışarı çıkarken çantasına küçük bir şemsiye atmayı ihmal etmemişti. Şimdi o büyük, kalabalık ve eğer kentlerin bir rengi olsa onunkinin hiç şüphesiz gri olacağına inandığı şehrin sokaklarındaki parklardan birinde –aslında parktan çok, etrafına birkaç bankın dizildiği bir çocuk bahçesiydi burası; ama o gün yağmurdan dolayı oldukça tenha ve ıslaktı– şemsiyesiyle birlikte bir ağacın altına sığınmış, Aslı’yı bekliyordu. Aslı onun en yakın arkadaşıydı. Bir zamanlar. Şimdilerde pek de iyi anlaşabildikleri söylenemezdi. Yıllardır her şeyini paylaştığı ve başından geçen en önemsiz olayları bile (denemek için kabine götürdüğü şortun yanlış beden olduğu ya da hafta sonu bir ev partisinde tanıştığı çocuğun ona nasıl da flörtöz bakışlar attığı gibi şeyleri yani) tüm detaylarıyla ona anlatmadan rahat edemediği Aslı, bunu açıkça söylemek istemese de, onunla arasına mesafe koyup ondan bir anda uzaklaşmıştı. Üstelik ortada bunun için elle tutulur hiçbir sebep yoktu. Onsuz kalınca bir anda sudan çıkmış balığa dönmüştü Irmak. Sevgilisi tarafından terk edilse kalbi bu kadar kırılmayacaktı hani. Şimdi ilişkilerinin böyle aniden sona erişi yüzünden, en az bir aşk acısı çekerkenki kadar acı çekiyordu. Kafasının içindeki yanıtsız sorulardan çıldıracak hale gelmiş, onu arayıp buluşmak istediğini söylemişti. Aslı bir an bile duraksamadan yeri ve zamanı sormuştu. Sanki onu bir anda terk eden kendisi değilmiş gibi, bu beklenmedik yanıtı doğrusu Irmak’ı şaşırtmıştı.
Eski en yakın arkadaşı, tam sözleştikleri saatte geldi. Onun parkın karşısından kararlı adımlarla kendisine doğru ilerlediğini gören Irmak derin bir nefes aldı, omuzlarını dikleştirdi. Aslı o gün de yine makyajlıydı. Belki fazla özenmemişti ama, dudaklarındaki ve yanaklarındaki, sanki geçip giden yazı biraz daha uzatmak istercesine sürülmüş gibi duran portakal turuncumsu renkler gözden kaçacak gibi değildi. Siyah beyaz çizgili bol paça bir pantolon giymiş, kol bileğine uçuş uçuş ince bir püskül dolamıştı. Irmak o gün dışarı çıkmak için giyinirken kıyafetini dert etmediğini, çünkü içinden bundan fazlasının gelmediğini fark etti. Ama gözüne zafer kazanmış bir savaşçı gibi görünen Aslı’ya bakınca en azından ruj sürdüğü için dua etti.
Aslında birbirlerine ne kadar da zıttılar, birbirlerinden ne kadar da farklı. Irmak onun kumral saçlarına baktı. Aslı’nın aksine o, tamamen siyah saçlıydı ve saçının rengiyle hiç oynamazdı. Aslı açık tenliydi, Irmak’ın teni daha buğday renkli. Aslı’nın boyu daha kısaydı, Irmak’ınki ondan daha uzun. İkisi de güzel kızlardı, bu yalnızca fiziki görünümlerinden dolayı böyle değildi; güzel bir kalpleri ve iyi niyetleri vardı, bu yüzlerine de yansımıştı. Irmak insanların eğer kalpleri güzelse yüzlerinin de güzel olacağına inanırdı (tabii yüzü her güzel olanın kalbinin de güzel olacağı anlamına gelmiyordu bu). Ama aralarındaki farklılık yalnızca dış görünüşlerinden ibaret değildi, karakterlerinde de zıtlıklar vardı. İlgi alanları, hayata bakış açıları çok başkaydı. Irmak şimdi düşünüyordu da, aslında tek ortak yanları kitap okumaya olan düşkünlükleri denebilirdi. Yine de ortaokuldan liseye ve şimdi üniversite birinci sınıfa dek bunca zaman oldukça iyi bir arkadaşlık sürdürmeyi başarmışlardı.
"Ne kadar berbat bir hava," dedi Aslı. Aniden döken yağmurda sırılsıklam ıslanmış, omzundan astığı el çantasına sıkı sıkı yapışmıştı. İçinde bir kitap görür gibi oldu Irmak.
"Şemsiyenin altına gelsene.
Yaz geride kalmıştı. Ne olursa olsun yaz, içinde umuda ve güzelliğe dair bir şeyler taşıyordu, ama sonbahar yalnızca kışın habercisiydi. Irmak gökyüzünde toplanan simsiyah bulutlara baktı ve çok geçmeden burnuna düşüveren bir yağmur damlasıyla serseme döndü. Şemsiyesini açması için çok çabuk davranması gerekiyordu: Neyse ki başarılı oldu ve aniden döken sağanakta ıslanmaktan son anda kurtuldu. O gün için yağmur beklendiğini hava durumunda dinlemiş, dışarı çıkarken çantasına küçük bir şemsiye atmayı ihmal etmemişti. Şimdi o büyük, kalabalık ve eğer kentlerin bir rengi olsa onunkinin hiç şüphesiz gri olacağına inandığı şehrin sokaklarındaki parklardan birinde –aslında parktan çok, etrafına birkaç bankın dizildiği bir çocuk bahçesiydi burası; ama o gün yağmurdan dolayı oldukça tenha ve ıslaktı– şemsiyesiyle birlikte bir ağacın altına sığınmış, Aslı’yı bekliyordu. Aslı onun en yakın arkadaşıydı. Bir zamanlar. Şimdilerde pek de iyi anlaşabildikleri söylenemezdi. Yıllardır her şeyini paylaştığı ve başından geçen en önemsiz olayları bile (denemek için kabine götürdüğü şortun yanlış beden olduğu ya da hafta sonu bir ev partisinde tanıştığı çocuğun ona nasıl da flörtöz bakışlar attığı gibi şeyleri yani) tüm detaylarıyla ona anlatmadan rahat edemediği Aslı, bunu açıkça söylemek istemese de, onunla arasına mesafe koyup ondan bir anda uzaklaşmıştı. Üstelik ortada bunun için elle tutulur hiçbir sebep yoktu. Onsuz kalınca bir anda sudan çıkmış balığa dönmüştü Irmak. Sevgilisi tarafından terk edilse kalbi bu kadar kırılmayacaktı hani. Şimdi ilişkilerinin böyle aniden sona erişi yüzünden, en az bir aşk acısı çekerkenki kadar acı çekiyordu. Kafasının içindeki yanıtsız sorulardan çıldıracak hale gelmiş, onu arayıp buluşmak istediğini söylemişti. Aslı bir an bile duraksamadan yeri ve zamanı sormuştu. Sanki onu bir anda terk eden kendisi değilmiş gibi, bu beklenmedik yanıtı doğrusu Irmak’ı şaşırtmıştı.
Eski en yakın arkadaşı, tam sözleştikleri saatte geldi. Onun parkın karşısından kararlı adımlarla kendisine doğru ilerlediğini gören Irmak derin bir nefes aldı, omuzlarını dikleştirdi. Aslı o gün de yine makyajlıydı. Belki fazla özenmemişti ama, dudaklarındaki ve yanaklarındaki, sanki geçip giden yazı biraz daha uzatmak istercesine sürülmüş gibi duran portakal turuncumsu renkler gözden kaçacak gibi değildi. Siyah beyaz çizgili bol paça bir pantolon giymiş, kol bileğine uçuş uçuş ince bir püskül dolamıştı. Irmak o gün dışarı çıkmak için giyinirken kıyafetini dert etmediğini, çünkü içinden bundan fazlasının gelmediğini fark etti. Ama gözüne zafer kazanmış bir savaşçı gibi görünen Aslı’ya bakınca en azından ruj sürdüğü için dua etti.
Aslında birbirlerine ne kadar da zıttılar, birbirlerinden ne kadar da farklı. Irmak onun kumral saçlarına baktı. Aslı’nın aksine o, tamamen siyah saçlıydı ve saçının rengiyle hiç oynamazdı. Aslı açık tenliydi, Irmak’ın teni daha buğday renkli. Aslı’nın boyu daha kısaydı, Irmak’ınki ondan daha uzun. İkisi de güzel kızlardı, bu yalnızca fiziki görünümlerinden dolayı böyle değildi; güzel bir kalpleri ve iyi niyetleri vardı, bu yüzlerine de yansımıştı. Irmak insanların eğer kalpleri güzelse yüzlerinin de güzel olacağına inanırdı (tabii yüzü her güzel olanın kalbinin de güzel olacağı anlamına gelmiyordu bu). Ama aralarındaki farklılık yalnızca dış görünüşlerinden ibaret değildi, karakterlerinde de zıtlıklar vardı. İlgi alanları, hayata bakış açıları çok başkaydı. Irmak şimdi düşünüyordu da, aslında tek ortak yanları kitap okumaya olan düşkünlükleri denebilirdi. Yine de ortaokuldan liseye ve şimdi üniversite birinci sınıfa dek bunca zaman oldukça iyi bir arkadaşlık sürdürmeyi başarmışlardı.
"Ne kadar berbat bir hava," dedi Aslı. Aniden döken yağmurda sırılsıklam ıslanmış, omzundan astığı el çantasına sıkı sıkı yapışmıştı. İçinde bir kitap görür gibi oldu Irmak.
"Şemsiyenin altına gelsene.
"Böyle iyi."
Aslı ağacın
altına girmekle yetindi. Belli ki mesafeli durmakta kararlıydı ama Irmak onun bunu
sırf geri adım atmamak için, inadından yaptığını biliyordu.
"Ee, Uzay
nasıl?" dedi Aslı, söz açmış olmak için. "Her şey nasıl gidiyor? Doğum günü
hediyeni sevmiş mi?"
"Gelmediğin
doğum gününü mü diyorsun?" dedi Irmak.
"Biliyorsun
ki işlerim vardı."
"Ah tabii. O
sırada Uzay’ı sırtından bıçaklamakla meşguldün."
Aslı’nın
yüzünde bir soru işareti belirdi.
"Dün akşam
Uzay’la konuştum," diye devam etti Irmak. "Geçen haftadan beri ortalıkta
yaşayan bir ölü gibi dolaşan erkek kardeşimle."
"Ne
hakkında?"
"Bana her
şeyi anlattı."
“Nasıl her
şeyi?” diye sordu Aslı. Rengi daha şimdiden solmuş gibiydi.
“Olanlar.
Yani onu terk etmenin sebebi, başka bir çocukla beraber olmanmış. Bu doğru mu?”
Aslı bir süre
sessiz kalıp ne diyeceğini düşündü. Sonra, “Uzay’la sorunlarımız vardı,” dedi.
"Yani başkası
vardı… Bu doğru?"
"Irmak, biz
onunla hiçbir konuda anlaşamıyorduk. Evet… O dönem hayatıma başka biri
girmişti.” Susup uzaklara baktı, aklı başka bir yere kaymış gibiydi.
"Bunu bu
kadar basit bir şeymişçesine anlatmana tahammül edemiyorum!” dedi Irmak. Sesini
yükseltmişti, yüzü kıpkırmızıydı. Neyse ki parkta onlardan başka kimse yoktu,
yağmur başlayınca herkes bir anda dört bir yana kaçışmıştı. “Ayrıca çok eski
bir şeymiş gibi konuşmayı da kes! Ne olduysa birkaç hafta önce oldu. Tam da
üniversite sınavlarına hazırlandığı dönemde onu terk ediyorsun, üstelik bunu
olabilecek en kötü şekilde yapıyorsun: Başka biri için! Bunun onun canını ne
kadar acıtabileceğini hiç mi düşünemezsin?”
“Kardeşin çok
tatlı bir çocuk,” diyen Aslı sakinliğini koruyordu. Belli ki Irmak’a –bir nebze
de olsa– hak veriyordu ve haksız olacağı bir tartışmaya girmek istemiyordu.
“Ama ona karşı artık hiçbir şey hissetmiyorum.”
“Aslı, bak
bunu anlarım. Ama onu tam sınava hazırlandığı sene, bir başkası yüzünden terk
edemezsin. Evdeki durumu zaten biliyorsun… Bu onu tamamen alt üst edecek. Şimdi
hep seni düşünecek.”
“Ne yapabilirim
Irmak? Zorla onun yanında olmamı mı sağlayacaksın? Ona test çözdürüp başında
durmayacağım tamam mı? Ben bebek bakıcısı değilim, artık gerçek bir aşk
istiyorum.”
“Ha şimdi
öyle oldu demek,” dedi Irmak şaşkınlıkla. “Hani yaş farkı önemli değildi? Hem
aranızda alt tarafı üç yaş var! Günlerce bizim eve geldin, annemi ikna etmek
için ne taklalar attın… Ama artık bebek bakıcısı oldun, öyle mi?”
“Evet, öyle!”
dedi Aslı dayanamayıp.
"Ne var
biliyor musun?” dedi Irmak sonunda. “Uzay’la ayrılman umurumda bile değil. Ben
bize ne olacağını merak ediyorum. İkimize.”
Aslı bunun
cevabını bilmiyormuş ya da artık pek önemsemiyormuş gibi omuz silkti.
“Sessizliğinin
ne kadar kırıcı olduğunun hiç mi farkında değilsin?” Bunları söylemek Irmak’a
da acı veriyor gibiydi ama devam etmek zorundaydı. “Ben aramızdaki bir şeyleri
düzeltmeye çalışırken senin tek yaptığın öylece karşımda durmak... Bu gelgitli
hallerinden çok sıkıldım! Etrafındaki herkese, her şeye karşı bu umursamazlığın
artık sinirime dokunuyor.”
“Beni bu
havada buraya bu suçlamalar için mi çağırdın?”
Bunun üzerine
Irmak deliye döndü. Yaptıkları yetmiyormuş gibi, şimdi de müthiş bir küstahlıkla
konuyu çarpıtmaya çalışıyordu Aslı.
"Neden
kendini savunmuyorsun? Benim arkadaşım olan Aslı böyle bir kız değildi. Ben… Ben kendimi hiç olmadığım kadar yalnız ve
çaresiz hissediyorum."
“Böyle
hissettiğin için üzgünüm.”
“Tek söyleyeceğin
bu mu?”
“Evet.”
“Sende bir
haller var Aslı.”
“Hayır yok.”
Irmak bir
süre düşündü. “Bana bak, eğer Uzay’ı bırakıp gittiğin çocuk tanıdığım biriyse
seni öldürürüm!”
“Ya hayır!
Delirdin mi?”
“O zaman ne?
Aramıza giren ne? Seninle benim arama…”
“Irmak, sen
de biliyorsun ki bazı şeyler zamanla değişir. Seninle ben başta böyle değildik
ki. Sonra… Sonra çok şey oldu. Uzay’la çıkmaya başladım ve şimdi Uzay’la ben
ayrıldım. Bu bizim, yani seninle benim için de ister istemez bir şeyleri
değiştiriyor. Kardeşinle benim aramda bir taraf olmana gerek yok, sen tabii ki
onun yanında olacaksın. Bugün buraya geldim, çünkü bunları sana mesaj atarak söylemek
istemedim. Seni asla üzmek istemiyorum. Ama seninle… seninle artık eskisi kadar
sık görüşmek istemiyorum, tamam mı? Yani buna illa bir sebep aramana gerek yok.
Sadece soğudum.”
Irmak
şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı. Çok değil, birkaç hafta önce Aslı’nın günün
birinde ona bunları söyleyeceğini duysa asla inanmazdı. Biricik arkadaşının o
güzel gözlerinin içine bakıp tüm bunların gerçek sebebini görmeye çalıştı. Ne
var ki gördüğü tek şey ela renkli gözlerine yerleşen ve gittikçe açılmakta olan
mesafeydi. Uzay’la Aslı’nın ayrılığının, onların arkadaşlığının bitmesi için
bir sebep olmadığını çok iyi biliyordu. Ama of… neden böyle olmuştu? Sanki
yüzyıllardan beri Aslı vardı ve şimdi yılların dostluğu bir anda bitmiş
gibiydi. Hem de Irmak sebebini bulamıyordu. Bir an için ona sarılmak istedi,
tıpkı eski günlerdeki gibi. Ama yapmadı. Aslı’nın ona karşılık vermeyeceğini,
nihayetinde bunun hiçbir anlam ifade etmeyeceğini biliyordu. Aslı bak... Ben sensiz yapamam. Bunu sen de
biliyorsun. Peki bakalım, son bir haftadır yeniden antidepresan kullanmaya
başladım, bundan haberin var mı? Sözlerini kırılgan bir sessizlik
kalkanının arkasına sakladı. Hayal kırıklığını belli edemezdi. Kendini daha
fazla küçük düşüremez, gururunu daha fazla ayaklar altına alamazdı. Artık ona söyleyecek
hiçbir şeyi yoktu. Yağmur yağmaya, aralarındaki sessizlik uzayıp gitmeye devam
ediyordu. Gözleri belli belirsiz sulanmıştı. Zaman kazanmak için başını çevirip
yere düşmüş sonbahar yapraklarına baktı. İçlerinden birinin şeklini balığa
benzetti. Acaba balıklar da bir an önce dostken bir an sonra birbirlerine böyle
uzak, böyle düşman oluyor muydu? Sanmıyordu. Keşke bir süs balığı olsaydı. Düşündükleri
tek şey o cam fanusun içinde hayatta kalmaktı. Onlardan nefret ediyordu.
“Eğer
sorgulaman bittiyse,” diyerek saatine baktı Aslı.
“Şimdi nereye
gideceksin?” Irmak’ın gözü tekrar çantasındaki kitaba takıldı. Herhalde yeni
bir roman almıştı. Belki de ayrılıkları anlatan bir aşk romanıydı, okuyup
okuyup duracaktı şimdi.
"Okula.
Provalar var ve daha şimdiden çok geç kaldım.” Bir an için duraksadıktan sonra,
“Tabii senin beni sahneye hiç yakıştırmadığını biliyorum,” diye ekledi.
“Of, yapma Aslı…”
“O gün
dediğin lafı unutmadım Irmak. ‘Bu gidişle senden oyuncu olmaz!’ Tam olarak
buydu, değil mi?”
“Şimdi ne
diye o konuyu açıyorsun ki? Bir anlık kızgınlıkla ağzımdan çıkmış bir söz...”
“Çıkmamalıydı.
Hele de benim oyuncu olmayı ne kadar çok istediğimi biliyorken.”
“Tamam,
haklısın,” diye kabullendi Irmak. “Ama demin söylediklerinde bile benden bir
şeyler sakladığını o kadar açık ediyorsun ki. Uzay’la ayrılma sebebini
gizlemeye çalışman…” Kendi kendine, sinirle güldü. “Rol yapmayı hiç
beceremiyorsun. Oyunculuk konusunda kendini geliştirmeye ihtiyacın var. İşte o
gün kastettiğim buydu.” Aslı’nın yüzünde beliren hayret ifadesini görünce devam
etti. Ağızdan çıkan sözlerle can acıtma sırasının kendisine geçtiğini düşündü.
“Kusura bakma, dost acı söyler.”
Şimdi hırsla
parlayıp sönüyordu Aslı’nın gözleri. “Eğer birileri yeteneğime inanmasaydı, o
oyunda rol alamazdım, değil mi? Sonuçta onca adayın içinden başrolü ben
kaptım!”
“Alt tarafı
bir okul tiyatrosu,” diye burun kıvırdı Irmak. “Hatta kulüp etkinliği! Sahnelenip
sahnelenmeyeceği bile son an’a kadar belli olmayan... Küçümsüyorum sanma, ben
sana kendine daha büyük hedefler koymanı söylüyorum. Bak, sahnede gerçekten
iyisin, yani bir yeteneğin var. Ama kendini biraz daha geliştirmen gerek. Senin
iyiliğin için konuşuyorum, bana neden öyle bakıyorsun? Günün birinde başarılı
bir oyuncu olacağına en çok ben inanıyorum. Söyle bana, bugün televizyonda
gördüğümüz oyuncular senden daha mı iyi? Sadece biraz motivasyon eksikliğin
var. Empati kuramıyorsun, bir karaktere zor bürünüyorsun.”
“Öyle mi?
Göreceğiz bakalım.”
“Ne demek şimdi
bu?” dedi afallayan Irmak.
Söyleyecek
başka bir şeyi olmayan Aslı, elini hafifçe havaya kaldırarak veda edip yürümeye
başladı. Birkaç adım atmıştı ki Irmak arkasından seslendi:
“Aslı!”
Aslı durup
yarım hareketle döndü. Yüzünün yarısı büyük huş ağacının gölgesinde kalsa da,
diğer yarısında belli belirsiz bir keder görür gibi oldu Irmak. Acaba
sözleriyle çok mu ileri gitmişti?
“Biliyor
musun, söylenecek o kadar çok şey varken biz susmayı seçiyoruz. İşte her ne
oluyorsa bu yüzden oluyor.”
Aslı ona
baktı ve bir şey söylemeye hazırlanır göründü, ama sonra vazgeçti ve yoluna
devam etti. Irmak onu sokaktaki insan selinin arasına karışana kadar izledi.
Ona bunları moralini bozmak için söylememişti, ne geçen gün ne de şimdi, sadece
oyunculuğu ciddiye alıp daha sıkı çalışması için onu cesaretlendirmeye
çalışmıştı. Ama şimdi bunların bir önemi yoktu. Aslı Uzay’ı terk etmiş, ona da
sırt çevirmişti, en önemli konu buydu. Yine de Irmak söyleyebileceği her şeyi
söylemişti. Elinden daha fazla bir şey gelmiyordu. Belki de en iyisi Aslı’yı
bir süre kendi halinde bırakmaktı, sonra nasıl olsa araları bir şekilde
düzelirdi. Evet, evet, kesinlikle düzelir,
diye düşündü, yağmurda çizgi filmlerdeki gibi süratle yön değiştiren rengarenk
şemsiyelerin altında çoktan gözden kaybolan Aslı’nın gittiği ana caddeye doğru
ilerlerken. Aradan biraz zaman geçtikten
sonra nasıl olsa kendisi bana geri dönecek. Attığı her adımda gözü yerdeki
su birikintilerinden yansıyan yüzüne takıldı. Ne kadar da mutsuz görünüyordu.
Sanki nasıl görünmeyi bekliyordu ki? Üç ay önce annesiyle babası boşanmıştı ve
o da kendi kararıyla annesinin yanından okulun özel yurduna taşınmıştı. Aslı
dışında kafa dengi hiçbir arkadaşı yoktu. Yalnızdı. Hayır, değildi. Parkta
Aslı’yı beklerken Cem aramış ve o gün okula gitmeyeceğini, bütün gün evde
olacağını söylemişti. Bu zamanlaması muhteşem bir davetti. Cem’i görecek olmak
onu sevindirdi. Zaten bir tek o vardı artık. O da olmasa yapayalnız kalacaktı.
Birden, Aslı
gibi kitap almak istedi. Belki de içindeki şu kırık dökük ruh haline uygun bir
kitap bulabilirdi. O sırada döndüğü köşe başında seyyar bir sahaf tezgahı
kurulmuş olduğunu görünce hemen tentenin altına girip bakınmaya başladı. Daha o
an gözüne bir kitap ilişti, en üstte duruyordu: Atlas Kitabı. Evet, adı buydu. Bugünlerde çok satması beklenen bir
kitap için durağan, sıkıcı, hatta hayli vasat bir kitap ismiydi. Ama kitabın
böyle bir derdi yok gibiydi. Yalnızca adından dolayı değildi bu. Kapağında
tasarım adına hiçbir şey, bir resim, bir desen, hatta bir çizgi bile yoktu. Boş
kapak sarıydı, sanki kurumuş sonbahar yaprağı rengindeydi. Üstüne koyu maviyle Atlas Kitabı yazılmıştı. İşte hepsi bu
kadardı. En azından kapağında size doğru agresif bakışlar fırlatan yarı çıplak
bir erkek fotoğrafı yoktu, ki bu da kitaba bir şans vermek için yeterli bir
sebepti.
Fiyatını
sordu, üç liraydı. Irmak şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı. Eski bir ikinci el
olmalıydı. Ama hiçbir satış kaygısı taşımıyor gibi görünen bu kitap ilgisini
çekmişti. Yağmurdan biraz ıslanmıştı, neyse ki çantasına sığacak kadar küçüktü.
***
Cem, üniversitede Irmak’ın okuduğu sosyoloji
bölümündeki öğretim asistanlarından biriydi. İlişkileri yaklaşık beş ay önce, Irmak
daha Aslı’yla birlikte hazırlıktayken, bahar dönemindeki bir okul festivali sırasında
çimlerdeki renkli puflarda tesadüfen yan yana oturmalarıyla başlamıştı.
Öncesinde de birbirlerini tanıyorlardı ama aralarında yalnızca olması gereken
türden bir öğrenci-öğretmen ilişkisi vardı ve üstelik Irmak onu o dönemler
biraz fazla resmi buluyordu. İçinden böyle bir aşık çıkabileceğini kim tahmin
edebilirdi ki? O festival günü, Cem’in kendisine olan ilgisini fark ettiği bir
dönüm noktası olmuştu. Aslında bu fikri aklına sokan Aslı’dan başkası değildi; ona
sürekli Cem’in yan gözle kendisine baktığını söyleyip durmuş ve sonunda onu
Cem’in kendisinden hoşlandığına ikna etmeyi başarmıştı. Günün sonunda Aslı
festivalden erken ayrılınca, Irmak konseri yanında oturan Cem’le birlikte
izlemek durumunda kalmıştı. İki hafta sonraysa sevgili olmuşlardı, bu nasıl
olmuştu Irmak hala bilmiyordu. Önce iki arkadaşa dönüşmüşler, üstünde
konuşabilecekleri pek çok ortak konu olduğunu fark edince giderek daha da
yakınlaşmışlar ve nihayetinde aralarında öncekinden farklı bir ilişki geliştirmişlerdi:
hiç şüphesiz bunun adı aşktı. Tabii bu durumu okulda saklıyorlardı ya da en
azından göz önünde yaşamıyorlardı. Bu üstünde konuşup kararlaştırdıkları değil,
sessizce anlaşmaya vardıkları bir şeydi. Çünkü böyle olması gerektiğini ikisi
de biliyordu. Tamam, aralarında sadece yedi yaş fark vardı ve eğer lisede
olsalardı bu aşk “skandal” yaratabilirdi, şimdi öyle bir durum da yoktu, ama
yine de bunun başkaları tarafından duyulması kafada soru işaretlerine ve gereksiz
dedikodulara yol açabilirdi, bunlara ne gerek vardı? Sonuçta Irmak’ın ders notlarını
sisteme geçiren kişi Cem’di ve kendi çalışmaları sonucu başarıyla elde ettiği
notların sırf asistanla sevgili diye insanlarda kendisine torpil yapılıyormuş
gibi bir düşünce yaratmasını asla istemezdi Irmak. Cem açısından da uygun
değildi; zira o da akademisyenler tarafından öğrencilerine asılan biri gibi
görülebilir, bu hiçbir şeye yol açmasa bile onların gözünde imajı zedelenirdi. Kısacası
okuldayken, ilişkileriyle ilgili son derece titiz davranıyorlardı. Okuldan bir
tek Aslı biliyordu birlikteliklerini ve bunu hiç önemsemiyordu Irmak. Ama şimdi
arkadaşlıklarının bittiği de göz önüne alındığında, Aslı’nın bu ilişkiden keşke
hiç haberi olmasaydı diye düşünüyordu. Bu sırrı ona karşı kullanacağını
sanmıyordu, ama yine de Aslı’ydı bu. Son zamanlarda ondan beklenmeyecek o kadar
çok şey yapmıştı ki, bir sonraki adımının ne olacağını kestirmek mümkün
değildi.
Cem’i
gerçekten seviyordu Irmak. Öyle pek yakışıklı sayılmazdı, ama kesinlikle bir karizması
vardı. Zaten Irmak, “çirkinlik güzelliktir” felsefesini savunan bir kızdı.
Estetik operasyonlar sonucunda birbirine benzeyen insanları, özellikle de
hemcinslerini anlamakta güçlük çekiyordu. İnsana anlam katan yüzündeki bir ben,
kaşlarından birinin daha ince birinin daha kalın olması, kulağında bulunan bir
doğum lekesiydi. Irmak her zaman doğallıktan yana olmuştu. Mesela dişleri
lisede tel takıyorken çok düzgündü ama teli çıkardığı an arkadan bastıran
yirmilikler yüzünden tekrar bozulmuştu, fakat bunu yeniden düzeltilmesi gereken
bir kusur olarak görmüyordu. O böyleydi, böyle güzeldi. Cem’le ilgili en çok
sevdiği şey de, sağ elinin üstündeki kesik iziydi. Yurt dışında yüksek lisans
yaptığı günlerden kalmaydı, mutfakta yemek yaparken olmuştu. Onun yeteneklerini
ve ilgi alanlarını da çok karizmatik buluyordu Irmak. Üstünde çalıştığı
makaleler, dinlemekten keyif aldığı caz koleksiyonu ve engin sinema kültürü Irmak
için Cem’i her an pek çok şey öğrenebileceği donanımlı biri haline getiriyordu.
Üstelik belki yurt dışında okuduğu için yaşından öyle olgundu ki, adeta bir
aile babası kadar sakin ve anlayışlıydı. İlişkilerinde çoğu zaman alttan alan,
açıklayan ve yol gösteren o oluyordu. Geride bıraktıkları beş ay boyunca aralarında
pek ciddi bir tartışma bile yaşanmamıştı.
Evi, şehrin
orta halli insanlarının yaşadığı bir semtteki bir apartmanın dördüncü
katındaydı. Irmak’ın Aslı’yla buluştuğu parktan oraya gitmesi için bir otobüse
binmesi yeterli olmuştu. Sokak kapısının artık ezbere bildiği şifresini
tuşladı, içeri girip merdivenleri çıktı. İşte: Siyah saçları, kalın çerçeveli
kemik gözlüğü, ona muhteşem bir hava katan bıyığı ve gülümsemesiyle, Cem onu kapıda
bekliyordu. Buz mavisi, ince keten bir gömlek giymişti. Sarılıp yanak yanağa
öpüştüler.
"Dışarıda
yağmur mu yağıyor?" dedi Cem.
"Evet."
"Çalışmaya
dalmışım. Hiç farkında değilim."
Mutfağa
geçtiler ve fırında hazır bekleyen rokalı-çeri domatesli pizzayı ısıttılar. Sanki
hiç başlamamış gibi çabucak bitiveren yaz tatili, okuldaki yeni dönemin
başlangıcı ve Irmak’ın gelecek kaygısı hakkında sohbet ettiler. Mutfak
masasında yedikten sonra salona geçip ikili koltukta yan yana oturduklarında, Irmak
ona dönerek, “Bugün Aslı’yla konuştum,” dedi.
"Beklenen
konuşma sonunda gerçekleşti desene?"
“Yani…
Aramızda konuşacak pek de bir şey kalmamış gibi.”
Cem “ne demek
istiyorsun” dercesine bakınca ona, Irmak parkta yaptıkları konuşmayı özetledi.
“Ben şimdi
ikisinin arasında kalmış gibi oldum. Uzay’la Aslı’nın. Bu nedense ikisinin de
umurunda değil. En çok etkilenin ben olduğumu görmüyorlar.”
Cem bir süre
düşündükten sonra, “Aslı’nın takıldığı şu çocuk… Belki de okuldan biridir,” dedi.
“Sordum ama
hayır dedi,” diyen Irmak, bezgin görünüyordu. “Yani aslında öyle biri
olmayabilir de.”
“Ne demek
istiyorsun?”
“Bence işin
bahanesi bu… Aslı, Uzay’dan çoktan sıkılmıştı ve ondan ayrılmak için bir gerekçe
bulması gerekiyordu. Böylece başka bir çocuk olduğu yalanını uydurdu.”
“Hmmm… Haklı
olabilirsin,” dedi Cem, çenesini sıvazlayarak.
Bir süre
sessizlik oldu ve Irmak, Cem’in ağzının kenarında kalmış bir pizza kırıntısını
parmağıyla temizledi.
"Cem... Bizim
yüzde yüz oranında sevdiğimiz biri, bizi ancak yüzde yetmiş oranında seviyorsa
ve biz içimizi acıtsa da hala onu sevmeye devam ediyorsak, bu bir sorun mudur?"
"Bu bir
matematik problemi mi ki, hesap yapıyoruz?" diye sorusuna yeni bir soruyla
karşılık verdi Cem.
"Onu
özlüyorum," diye fısıldadı Irmak.
Cem, Irmak’la
Aslı’nın başından beri iki arkadaştan çok iki sevgili gibi birbirlerini
yıprattıkları bir ilişkileri olduğunu biliyordu. En çok yıpranan hiç şüphesiz
Irmak’tı ama bunu ona söyleyerek daha fazla üzülmesini istemiyordu. “Aslı’yla
bir de benim konuşmamı ister misin?”
“Hayır Cem! Onu
bir çocuk gibi sana şikayet ettiğimi düşünmesini istemiyorum. Onu o kadar da önemsiyormuş
gibi görünmek istemiyorum. Eğer sırf kardeşimden ayrıldı diye beni de defterden
silip atacaksa, kendi bilir. Ama bunun mümkün olmayacağını o da görecek.”
Pencereden baktı, yağmur şiddetini artırmıştı. “Tamam, her neyse, şu konuyu
kapatalım gerçekten.” Elini koltuğun kenarındaki çantasına soktu, çıkardığı
şeyi Cem’e uzattı. “Bak gelirken ne aldım.”
Cem kitabın
sadece Atlas Kitabı yazan ön ve hiçbir
şey yazmayan arka kapağına dikkatle baktıktan, sayfalarını şöyle bir
karıştırdıktan sonra, “Bir roman mı?” diye sordu.
“Öyle. Ve en
ilginci de, yazarının adı yok. Ama ismine bakılırsa ana karakteri erkek olan
bir hikayeyi anlatıyor.” Parmağıyla kapakta Atlas
Kitabı yazan yeri işaret etti.
Cem onayladı.
“Ama bunu niye aldın ki? Su içinde kalmış.”
“Evet, ama
çok ucuzdu. Adı da ilgimi çekti. Küçücük bir tezgahta gördüm. Kim bilir ne
kadar zamandır oradaydı.”
"Şu ergen
hikayelerinden değildir umarım. Hiç baktın mı?"
“Hayır, buna
vaktim olmadı,” dedi Irmak ve beraber okuyabilecekleri şekilde ona doğru
yaklaştı. “Doğruca otobüse binip buraya geldim. Yanımda oturan adam bacaklarını
iki yana öyle bir açtı ki, kitabı çantamdan çıkaramadım bile.” Doğrusu,
Irmak’ın yanında oturan kişi bir erkek değildi ve o bunu henüz bilmiyordu. Ama çok
geçmeden acı bir şekilde öğrenecekti.
Cem gözlüğünü
düzeltti. Ona büsbütün farklı bir hava katıyor, sanki zekasının altını bir kez
daha çiziyor gibiydi bu gözlük. Kitabın sayfalarını baştan sona hızla çevirirken
Irmak ne söyleyeceğini merak ederek onu izledi. Doksan sayfalık, ince bir
kitaptı. Sonunda içini çekti.
“Neyse ki adı
Aşıklar Lisesi, Aşık Sevgilim ya da ne bileyim işte, Çok Yakışıklı Çocuk 2 gibi bir şey değil.”
Cem’e hak
veren Irmak, onun kütüphanesinde duran kitaplara göz gezdirdi. Bilim kurgudan
çizgi romana, klasiklerden tarihi romanlara oldukça iddialı ve ciddi bir
koleksiyonu vardı. Raflardaki kitaplar arasında Cem’in Irmak’la Aslı’ya okumalarını
tavsiye ettiği bazı romanlar da vardı. Aslında Irmak bir kitabı çoğu zaman
Aslı’yla birlikte okurdu. Önce Aslı alırdı, Irmak’a verirdi. Ya da Irmak alır
ve Aslı’ya verirdi. Sonra da o kitap Cem’in eline geçerdi ve Cem onları bir
edebiyat eleştirmeni edasıyla eleştirir, bazen Aslı’yı, hatta itiraf etmek
gerekirse Irmak’ı bile sıkan uzun nutuklar atardı. Söz konusu okumak olduğunda,
iki kız arkadaş aynı zevk ve iştaha sahiptiler. Irmak, Aslı’yla aralarındaki
soğukluktan sonra kendi başına ilk kez bir kitap aldığını fark etti. Belki
buluştuklarında Aslı’nın çantasında gördüğü kitap da Aslı’nın aldığı ilk
kitaptı.
Atlas Kitabı
onu sahiden de bir atlas ya da coğrafya kitabı sanmanıza neden olan özensiz adı
ve kapağına rağmen, hayli gerçekçi bir romana benziyordu. Atlas adlı karakter sayfalar
boyunca hayatının adeta bir cehennem olduğunu, yaşamaktan sıkıldığını, ölmek
istediğini anlatıyordu. Kitap birinci tekil kişinin, yani Atlas’ın ağzından
yazılmıştı, daha çok bir günlüğü ya da mektubu andırıyordu. Bu, bir kişinin
ölümüne sebep olan Atlas’ın öyküsüydü. Böyle bakınca Atlas Kitabı başlığının coğrafi bir gönderme olmadığı netliğe
kavuştu. Kitabın beşinci sayfasında, bu ölümün ona çok yakın olan birinin ölümü
olduğu açığa çıkıyordu. Ama bu kişinin kim ve bunun nasıl bir ölüm olduğu
belirtilmiyordu. Yirmi üç yaşındaki Atlas çok sevdiği bu insanın kaybının
ardından bunalıma sürüklenmişti, onun ölümünden sürekli kendini sorumlu tutuyordu.
Kitap buraya kadar bir acı ve yas romanı gibiydi, ama otuzuncu sayfadan
itibaren devreye giren iki yeni karakterle birlikte kitabın atmosferi tamamen
değişiyordu. Ölen kişinin kimliği gibi, onların adından da hiç söz edilmiyordu.
İki erkek olduğu anlaşılan bu karakterler, ölen kişinin akrabaları olmalıydı ve
Atlas’ı sürekli istemediği şeyleri yapmaya zorluyordu. Bunlar ne tip şeylerdi,
hiçbir bilgi yoktu, ama Atlas istemediği halde bu işleri yapmaya mecburdu, çünkü
onu ölümle tehdit ediyorlardı. Gerçi ölmek Atlas için bir problem değil gibiydi,
ama zaman zaman Atlas’ın kendini onların söylediklerini yapmaya borçlu ya da
zorunlu hissettiği de belli ediliyordu. Bazı sayfalarda sık sık gittiği mezarlıktan
bahsediyordu. Öldürdüğü kişinin mezarıydı bu ve Atlas oraya gidip ağlıyor, ona
çiçekler götürüyordu. Sonra o çiçeklerin solduğunu anlatıyordu, tıpkı ruhunun
da yavaş yavaş solup gitmekte olduğu gibi. Kitap bir sonuca bağlanmadan
bitiyordu. Karakterler yalnızca Atlas, yaşamını yitiren kişi ve Atlas’ın
dediklerini yapmaya mecbur olduğu şu kötü iki adamdı. Zaten ince bir kitaptı
ama çoğu sayfa günlüğü andıran paragraflardan oluştuğundan, bir saat bile sürmeden
bitirdiler.
“Bu ne biçim
son böyle,” dedi Cem, kitabın son sayfasını çevirdiklerinde. “Bunları
okumaktansa lisede geçen ergen öykülerini tercih ederim.”
“Atlas’ın
annesi, babası ya da kardeşi falan yok mu peki?” Irmak, kitaba mesafeli durup
eleştirel yaklaşan Cem’in aksine, kendini hikayeye iyice kaptırmış gibi görünüyordu.
“Ailesinden hiç söz edilmiyor. Onlar hakkında tek bir kelime bile yok.” Düşünceli
görünüyordu. Kitabı tekrar eline alıp karıştırdı, altmış sekizinci sayfadaki
paragrafı işaret etti.
Yalnızım.
Çok yalnızım. Onsuz hayat boş ve anlamsız. Zaman saniyeleri, dakikaları,
günleri, haftaları, ayları sayarak geçiyor. Benim elimde kalan tek şey, onun
öldüğü gerçeği. Orada bir prenses gibi yatıyor şimdi. Sık sık ziyaretine
gidiyorum. Bir bilse, onu daha önce hiç bu kadar çok sevmedim.
Atlas’ın acı
dolu sözleri, bir roman için rahatsız edecek derecede gerçekçiydi. Irmak
paragrafın devamını gösterdi.
Acı
çekiyorum. Ama onlar, bu acıyı çekmeme bile izin vermiyor. Benden nefret
ettiklerini biliyorum. Nefes alacak oksijenim kalmadı sanki.
“Onlar”… Bu
çok garipti. Irmak, uzaktan, adeta kitabın sayfalarının arasından gelen bir
ürpertinin sırtından aşağı doğru indiğini hissetti. Kitapta onu huzursuz eden
bir şey vardı. Sanki kötü bir korku filmi izlemiş de, gece kabusuna girecekmiş
gibi.
“Prenses gibi
dediğine göre, öldürdüğü kişi sevgilisi olmalı,” dedi Cem. “Ona dünyayı dar
edenler de kızın akrabaları herhalde… Eh, biraz aceleye getirilmiş gibi, ama
değişik bir kitap. Gerçekten tuhaf… Yazarın adı yok, hiçbir bilgisi yok…
Yayınevi de şu kendi kitabını kendi bastırdığın butik yayınevlerinden birine
benziyor. Belki de bunu pazarlama hilesi olarak yapmışlardır.”
“Onu merak
ettim,” dedi Irmak.
“Kimi?”
“Yazarı.
Acaba nasıl biri? Onu bulmak istiyorum.”
Cem ona
tereddütle baktı. Irmak’ın şaka yaptığını düşünüyordu. Belli belirsiz bir
gülüşle karşılık verdi. “Başka bir işin yok herhalde?”
“Hayır, Cem,
ciddiyim. Bu kitabı kimin yazdığını öğrenmek istiyorum.”
“Bence onun
hedeflediği de tam olarak buydu. Kendi yazdığı kitapta adı bile olmayan
birinden bahsediyoruz. Gayet iyi bir satış taktiği bu. Gizemli yazar…” dedi
Cem.
Haklı
olabilirdi. Irmak son zamanlarda her şeyi kendine dert edinmeye fazlasıyla
meyilliydi. Yolda hiç tanımadığı birinin ona ters ters baktığını bile görse
bunun altında derin imalar arayabiliyordu. Gece geç saatlerde yatıp sabah
erkenden gözünü açması, uyku sorunu yaşaması da cabasıydı. Aslı, Uzay, anne babası
derken, şimdi bir de gizemli bir yazarı kafaya takmak üzereydi. Cem onu rahatlatmak
için, dizüstü bilgisayarını kucağına aldı.
"Yayınevine
e-posta atalım mı?"
“İyi fikir,”
dedi Irmak memnun bir şekilde. “Ama dur. Kendi e-postamdan yazmam daha iyi
olur. Yani cevap direkt bana gelsin.” Böylece telefonunu eline aldı ve yayınevinin
mail adresini buldu. Birlikte düşünüp taşındıktan sonra, ikna edici olması için
içine bir yalan da katarak yazdıkları şeyler şunlar olmuştu:
“Merhaba.
Adı ‘Atlas Kitabı’ olan kitabınızı okudum ve okul dergisinde çıkacak bir
röportaj için yazara ulaşmak istiyorum. Acaba mail’ini bana vermeniz mümkün
müdür? Teşekkürler, iyi günler.”
“Gönder”
tuşuna bastıktan sonra bir an için öylece durdu, ardından elleriyle yüzünü
kapattı.
“Irmak, iyi
misin?” dedi Cem.
Ağlamaklı
olan Irmak, “Hayatımda her şey o kadar berbat ki, unutmak için böyle saçma
sapan şeylere sarıyorum,” dedi.
“Ah, gel
buraya,” dedi Cem ve onu kollarının arasına çekti. Irmak onun kollarına sokulur
sokulmaz ağlamaya başladı. Cem başını göğsüne yaslamış ağlayan genç kıza baktı,
ona sımsıkı sarıldı.
***
Irmak üniversitenin özel yurdunda, tek kişilik bir
odada kalıyordu. Odası yurdun en üst katındaydı, manzarası iyiydi. Yani, şehrin
gecekondu mahallerine ve daha arkadaki gökdelenlere bakan, tezatlıkların
çarpıştığı kötü bir metropol manzarasıydı nihayetinde, ama yine de önünde
perdeleri sıkı sıkı kapatmasına neden olacak kadar yakın bir bina olmadığı için
yaşadığı yerden memnundu. Burayı üç ay önce, evi terk ettiğinde tutmuştu. Aylık
iki buçuk bin liraya yakın olması biraz can sıkıcıysa da babası “tamam”
demişti. Tek kötü yanı banyo ve tuvaletlerin odaların dışında, tek kişilik
odalarda kalan on iki kişinin ortak kullanımında olmasıydı. Başlarda tuvalete
gittiğinde ya da duşa girdiğinde banyoya başka birinin daha girmesi
ihtimalinden biraz rahatsız oluyordu, şimdi çoktan alışmıştı gerçi. Bir diğer
sıkıntı da odalarda ya da katta mutfak olmamasıydı. Buzdolabı bile yoktu. Irmak
açtığı bir sütü ya da yoğurdu, aynı gün içinde bitirmek zorunda kalıyordu. Bir
de duvarların inceliği ve ses yalıtımsızlığı vardı tabii. Duvarlar resmen kağıt
gibiydi: Birisi üç oda öteden bile hapşırsa, onu çok rahatlıkla
duyabiliyordunuz. Çok yaşa, alerjik
Yasemin. Ya da asla kulak misafiri olmamanız gereken konuşmaları sanki
sizin odanızda yapılıyormuşçasına net bir şekilde dinleyebiliyordunuz. “Sonra da çocuk elini sutyenimin içine soktu
ve...” Öte yandan, orayı seviyordu. Yurdun yemekhanesinde çalışan ve odaya
temizliğe gelen kadınlarla da samimi bir ilişkisi vardı. Her sabah sekiz gibi
kalkar, derse gitmeden önce dizüstü bilgisayarında bir dizi açıp gökdelen
manzaralı koltuğunun önünde yoğurtlu müslisini yerdi. Bazı sabahlar Aslı da ona
eşlik ederdi, tabii bu bir daha hiç tekrarlanmayacak bir ritüeldi. Bazı
şeylerin geride kalması ne yazıktı.
O gün de
kahvaltıdan önce yarım saat WhatsApp mesajlarını kontrol etti. Kişisel birinden
mesaj yoktu, gruplardan gelen mesajlardı, çoğunu okumadı bile. Aslı’ya baktı,
çevrimiçi görünüyordu. Ona mesaj atmak istedi, ama sonra bunu yapacak cesareti
kendinde bulamadı. Çevrimiçi olan bir diğer isim kardeşi Uzay’dı ve tam o
sırada Irmak’a bir mesaj gönderdi: “Irmak,
beyaz tişörtümün yurda götürdüğün bavula karışmış olma ihtimali yüzde kaç?” Irmak
mesajı görmezden gelip cevap yazmadı. İnternetten o dönemki ders seçimini yapıp
meyveli müslisini yemekle meşguldü. Evden ayrıldığında, bunun beyaz
peynir-zeytinli kahvaltı sofralarına veda etmek anlamına geldiğini biliyordu
ama sorun değildi, müsli yemeyi seviyordu. Beş dakika sonra telefonu tekrar
öttü, yine Uzay’ın yazmış olduğunu düşündü. Yanılıyordu, bu seferki Cem’dendi: “Selam fıstık. Şu gizemli yazardan haber var
mı? Seni seviyorum.”
“Selam fıstık” mı?
Irmak kendi kendine gülümsedi. Cem mesajlarda fazla romantik ve imalı
olabiliyordu ama gerçek hayatta daha pragmatik ve realist biriydi. Cevap yazdı:
“Daha bakmadım.” Cem tekrar yazdı: “Kahvaltıya bana gelsene.” Böylece
Irmak kendini dışarı çıkmak için hazırlanırken buldu. Aynı zamanda Uzay’ın
beyaz tişörtünü de bulmuştu. Ona, “Evet,
bana karışmış, bir ara getiririm,” diye mesaj attı. Tam o sırada annesinin
mesajı geldi: “Irmak, akşama seni yemeğe
bekliyoruz.” Bu da nereden çıkmıştı şimdi? Belki de Uzay sırf tişörtüne bir
an önce kavuşabilmek için annesinden onu akşam yemeğe çağırmasını istemişti. Fazla
düşünmeden “Tamam” diye yazıp gönderdi. Yurttan çıkıp otobüs
durağına doğru yürürken izlendiği hissine kapıldı ama bunun üstünde fazla durmadı.
Cem’in evine
gittiğinde Cem duştan yeni çıkmıştı, kapıyı bornozuyla açtı. Neden böyle bir
şey giydiğini Irmak asla bilmiyordu, onu en az on yaş daha yaşlı gösteriyordu.
Onun okuldaki asistan halinden çok daha farklıydı karşısındaki bu Cem
görüntüsü. Okulda, normal bir öğretmen gibi ve mesafeli davranıyordu ama
sevgili konumunda ve evdelerken çok daha sürprizli ve çekiciydi. Hatta bazen
fütursuz. Mesela kapıyı kapatır kapatmaz, Irmak’a attığı adeta şuh bir bakış
eşliğinde bornozunun kemerini çözer gibi yapması gibi. Sonra gülmüş ve “Hemen
dönerim!” deyip giyinmek üzere odasına gitmişti.
Beş dakika
sonra döndüğünde yalnızca ona çok yakışan bir ev eşofmanı giymemiş, aynı
zamanda çok güzel kokan bir parfüm de sürünmüştü. Daha çok kolonyayı andıran
bir kokuydu bu. Sanki şu lüks porselen mağazasında satılan serinin çay, incir
ve leylak kolonyalarını karıştırıp, yeni bir öz elde etmiş gibiydi. Irmak dayanamayıp
onu yanağından öpüverdi. Sonra gülümsedi.
“Felaket
güzel kokuyorsun. Ama istediğim seçmelide yer kalmadı diye o dersi
seçemiyorsam, üniversiteden bir asistanla sevgili olmamın ne anlamı var ki?”
Cem ağız
dolusu bir kahkaha attı. Kahvaltılarını yaptıktan sonra masayı toplarlarken Irmak
e-postasını açtı ve önceki akşam geç saatte yayınevinden gelen mail’i gördü.
“Merhaba,
kitabı sevdiğiniz için teşekkürler. Yazarı sizin mail’inizden haberdar ettik.
Başka kitaplarda buluşmak dileğiyle, iyi günler dileriz.”
Irmak’ın
suratı düşmüştü. “Yalnızca bu kadar yazmışlar… Ben de oturmuş ciddi ciddi cevap
bekliyordum. Keşke hiç mail atmasaydım.”
“Dert etme,
alt tarafı bir e-posta. Hem işte yazarı haberdar etmişler. Eğer sana yazarsa,
belki onunla buluşursun.”
“Bilmiyorum.
Aslında onu takmıyorum. Şu anda şu aptal dünyada taktığım en son kişi o,” dedi
Irmak, Aslı’yı düşünerek.
Cem güldü.
“Bence sen onunla tanışmak istiyorsun. Bir yazarın kitabını okudun ve
etkilendin, itiraf et.”
“Ne?”
“Elbette
öyle. Benden saklayamazsın. Bu çok gizemli bir durum. Bir sahafta hakkında
hiçbir bilgi edinemediğin birinin yazmış olduğu bir kitap buluyorsun. İnsan
böyle bir durumda yazarının kim olduğunu öğrenmeyi tabii ki ister. Çünkü arada
ister istemez bir okur-yazar bağı kurulur.”
Irmak cevap
vermedi. Yanaktan öpme sırası Cem’deydi.
“Biliyor
musun, sen de acayip güzel kokuyorsun. Ama ben bu kokunun parfüm ya da başka
bir şey olmadığını biliyorum. Bu senin kendi kokun. Çağıl çağıl akan bir ırmak
kadar taze, ferah bir koku.”
Irmak işte o
zaman gülümsemeden duramadı. Cem’in iltifatlarında sahici olduğunu biliyordu,
ama bunları şairane bir üslupla söyleyerek kendisini alaya aldığının da
farkındaydı. “Tamam, merak etme, benim favori yazarım sensin,” diyerek ona sarıldı.
Birkaç saat sonra Cem, asansöre binmeden önce
kendisine son bir kez bakan Irmak’a gülümsedi ve ardından sokak kapısını
kapattı. Kahve suyu koymak için mutfağa giderken, Acaba güzel, genç bir kız için kariyerimi tehlikeye mi atıyorum?
diye düşündü. Ama bu ırmağın her bir damlası için değerdi.
Irmak çok
güzeldi. Yalnızca güzel değil, aynı zamanda akıllıydı da. Okulda Cem’in ağzının
içine bakan yüzlerce öğrenci vardı ama hepsi de güzellikle ve sosyal medyayla
kafayı bozmuştu; içleri boştu, çarpım tablosunu ezbere bilmezlerdi ve en önemli
edebiyatçıları sorduğunuzda bile “O kim? Yeni bir single mı çıkarmış?” diye
soracak kadar bilgisizdi. Oysa Irmak öyle değildi. Aynı anda hem bir masal
prensesi gibi ışıl ışıldı hem de elinde kitapları ve okumalarıyla zamanını
kütüphanede geçiriyor, ders notlarını önemsiyordu. Derslere sırf yoklamada imza
atmak için gelen çoğunluktan da, “kısa yoldan ünlü olayım, herkes beni tanısın”
diye düşünen zamane gençlerinden de değildi. Çok daha farklı, hayatta başka
meseleleri olan bir kızdı.
Aslında,
Irmak’la ilgili uzun vadeli planları vardı Cem’in. Bu planlardan bazıları bir
sahil kasabasında beraber yaşlanmaya dek gidiyordu. Irmak’ın ihtiyacı olan tek
şey sevgiydi ve Cem, onun hayatında bunu bilen tek kişiydi.
***
Irmak evine on dakika mesafedeki durakta otobüsten
indiğinde, üstü başı az önce bir savaştan çıkmış gibi dağılmıştı. Otobüs o
kadar sıkış tıkış ve havasızdı ki, bir daha en uzak mesafeye bile yürüyerek
gideceğine yemin etti. Yürürken hava alacakaranlıktı, evinin kapısına
vardığındaysa çoktan karanlık bastırmış, sokak lambaları yanmıştı. Yıllarca
annesi, babası ve kardeşi Uzay’la birlikte işte burada yaşamıştı. Şimdi annesi
ve Uzay yaşıyordu sadece. Irmak o akşam yemeğe çağırılmıştı. Anne babası
boşandıktan sonra ikisiyle de pek görüşmez olmuştu, ama en çok annesiyle görüştüğü
söylenebilirdi. En son bir ay önce, bir kafede buluşup öğle yemeği yemişlerdi. Tamamen
zoraki bir buluşmaydı.
Evi –eski
evi– şehrin gürültüsünden ve trafiğinden uzak bir mevkideydi. Üç katlı, lüks denebilecek
bir villaydı. Büyük ön bahçesinde havuzu vardı ama Irmak o havuza en son ne
zaman girmişti hatırlamıyordu bile. Belki Uzay dokuz-on yaşlarındayken… Mutsuz
anne babalarının her şey yolundaymış gibi göstermeye çalıştıkları
evliliklerinin adeta bir simgesi olarak, her zaman dolu ve bakımlıydı o havuz.
Hiç girmeseler bile. Eğer yaz tatilinde bir plan yapmayıp şehirde kalmışlarsa
her sabah bakıma gelen sevimli havuzcuyla, evdekilerden daha çok muhabbeti olmuştu
Irmak’ın.
Kapıyı Uzay
açtı. Son derece salaş bir hali vardı; eşofmanının ipleri aşağı sarkıyordu,
tişörtünün bir omzu tamamen kaymıştı. “Selam.”
Irmak içeri
girdi. “Al bakalım, tişörtünü getirdim,” deyip çantasından çıkardığı tişörtü
Uzay’a uzattı.
“Sağ ol,
annem mutfakta,” diyen Uzay tişörtü alıp koridorda gözden kayboldu.
Aslı onu terk
ettikten sonra Irmak kardeşi Uzay’a acıyor mu yoksa oh olsun mu diyordu, emin
değildi. Hiçbir şey olmadan, yani anne babaları boşanmadan ya da Aslı onu terk
etmeden önce de Uzay’la çok yakın iki kardeş oldukları söylenemezdi. Ama ne
olursa olsun Uzay iyi bir çocuktu ve üniversite sınavlarına hazırlandığı sene aile
sorunlarıyla boğuşup üstüne bir de aşk acısı çekmeyi hak etmiyordu.
Irmak onun
dünyasını gitar (“hem de elektronik”), futbol topu, bilgisayar ve kulağına
taktığı küçük metal küpeyle özetleyebilirdi. Aslı’nın da dediği gibi hoş, tatlı
bir çocuktu. Yakışıklı mıydı? Yani, kendine göre bir havası vardı ve dalgalı
saçlarıyla (bir de gitarıyla tabii) kızların ilgisini çekmeyi başardığı su
götürmez bir gerçekti. Aslı’yla sevgililik oyunu dokuz ay önce başlamış, geçen
haftalarda da sonlanmıştı. Aslında kendine kızıyordu Irmak, Uzay’ın Aslı için
bir heves olduğunu başından tahmin edemediği ve buna müsaade ettiği için.
Trençkotunu
portmantoya asıp mutfağa gitti. Sahiden de oradaydı annesi. Ocağın başında,
sevgili çocuklarına yemek hazırlamakla meşguldü. Menüde domates soslu makarna
ve baharatlı tavuk vardı. Kızının geldiğini duyunca ona dönmeden, gözlerini
yapmakta olduğu yemeğinden ayırmadan sordu: “Selam, nasıl gidiyor bakalım?”
Irmak sanki dışarıdan, sokaktan değil de içerideki odadan gelmiş gibi
davranıyordu. Sanki en son bir ay önce görüşmemişler gibi. Bunu sırf onunla öpüşmek,
temas etmek zorunda kalmamak için yaptığını biliyordu Irmak. Yemekten sonra gitme
vakti geldiğinde de herhalde koşa koşa tuvalete gider ya da telefonu çalmış
numarası yapardı.
"İyi."
“Bu kadar
basit mi?”
“Evet. Senin
bana bir hoş geldin dememen, zahmet edip yüzünü dönmemen kadar basit,” dedi
Irmak. Ama sonra bu kadar sert konuştuğu için pişman oldu.
Odasından
Uzay’ın öksürüğü duyuldu. Bunun bir uyarı işareti olduğunu ikisi de biliyordu.
“Tamam Irmak,
konuyu burada kapatalım,” dedi annesi. “Yoksa her zamanki gibi farklı
kişiliklerimize dair bir konuşmayla sonlanacak. Sanki seni ben doğurmamışım
gibi.” Şimdi yüzünü ona hafifçe dönmüştü.
“Evet, bazen
bundan ben bile şüpheleniyorum biliyor musun?”
“Babana sor
istersen!”
“Görürsem sorarım!”
Irmak öfkeyle soludu.
Uzay tam o
sırada mutfağa geldi. “Yemek hazır mı? Artık dayanamıyorum da…” Açlığa mı,
yoksa onlara mı netliğe kavuşturmadı gerçi.
Annesi
Irmak’a doğru bir adım attı. “Babanla ilişkini sürdürmek senin elinde Irmak.
Sırf siz boşanmış bir ailenin çocukları olmayın diye o adamla daha fazla evli
kalamazdım!”
“Sana evli
kal diyen oldu mu anne?”
“O zaman
neden bana bir suçluymuşum gibi davranıyorsun?”
“Öyle
davrandığım falan yok. Ben sadece… Neyse ya.”
Artık
ocaktaki yemeği boş vermiş, tamamen Irmak’a bakıyordu Zuhal. “Sen bizi bırak da
kardeşinle ilgilen biraz. Şu arkadaşın Aslı… Uzay’ı parmağında oynatıp bir
kenara fırlattı! Şimdilerde okula gitmek yerine odasına kapanıp ağlıyor,
biliyor musun?”
“Anne! Hayır
Irmak, ondan ayrıldığım için ağladığım falan yok!” dedi Uzay hemen.
“Aslı’nın
Uzay’ı terk etmesinin sorumlusu da mı ben oldum şimdi?”
“İşte senin
problemin bu, Irmak! Etrafındaki insanların durumlarını bencilce
eleştiriyorsun. Ben ve baban, kardeşin ve sevgilisi… Sen mutlu ol da, dünya
yıkılsa bile umurunda değil, yalan mı?”
“YETER
ARTIK!” diye bağırdı Irmak. Sesi öyle gür çıkmıştı ki, neredeyse kendisi bile
korktu.
“Sakin ol
Irmak,” dedi Uzay.
“Görüşürüz
Uzay!” dedi Irmak ve mutfaktan çıkıp trençkotunu aldı.
Annesi
arkasından seslendi: “Dur!” Irmak tam kapıyı açmıştı ki onu yakaladı. “Tüm gün
sizin için yemek yaptım! Şimdi yemeden hiçbir yere gidemezsin!”
“Ya anne sen
şaka mısın? Benimle dalga mı geçiyorsun?” Irmak burnundan soluyordu.
Annesi
sinirle güldü. “İçimizde şaka gibi olan tek ben miyim acaba?” Sakinleşti. “Irmak,
tamam. Sana söylediklerimi unut gitsin. Uzay o kıza hala aşık. Hem de deliler
gibi.”
“Benim
yapabileceğim bir şey yok! Aslı’yı artık ben de tanıyamıyorum.”
“Şimdi içeri
gelip bizimle yemeğe oturacak mısın?”
“Hayır anne.”
Ayakkabılarını giyip dışarı çıktı.
"Peki nereye
gidiyorsun?"
“Cem’e. Bir
tek o anlıyor beni!” Neden doğruyu söylemişti ki sanki?
“Tamam! Ama
sakın bir hata yapıp da bana gelme kızım!” dedi annesi ve kapıyı küt diye
çarparak arkasından kapattı.
Irmak evin
bahçesinden çıktığında öfkeden titriyordu. Şu
işe bak, diye düşündü. Beni yemeğe
davet ediyor ve tamamen kibarlık olsun, belki aramızda bazı şeyler hallolur
diye gidiyorum ama her şey daha da berbat oluyor ve ben aç aç yurda geri
dönüyorum! Sakinleşmeye ihtiyacı vardı, hayatını bilen birinin onu
sakinleştirmesine. Cem’i aramak için telefonunu eline aldı. Tam o sırada e-postasına
gelen mail bildirimiyle irkildi.
Zamanlama
bundan daha mükemmel olamazdı... Mail şu gizemli yazardan gelmişti. Gözü e-posta
adresine takıldı: atlassiyah@gmail.com. Biraz uydurma bir adres gibi duruyordu.
Belki de sırf bu mailleşme için açılmış geçici bir hesaptı. Irmak bir an
telefonu çantasının derinliklerine fırlatmayı düşündü, ama hayır, onun ne
yazdığını baya baya merak ediyordu. Mail’de yazılanlar yalnızca o geceki
uykusunu kaçırmakla kalmayacak, hayatını da tamamen değiştirecekti:
"Her
şeyden önce teşekkürler. Kitabımı beğenmenize sevindim. Ama işin aslı şu ki, ben
o kitabı okumuş olmanızı istemezdim. Zaten yüz adet basılmıştı ve bulabildiğim
doksan dokuz tanesini toplamayı başardım. Geriye tek bir tane kalmıştı, her yerde
onu aradım. Yok etmek için. Onu yok edin lütfen. Teşekkür eder, saygılarımı
sunarım. / Atlas Siyah"
1.bölüm sonu, devam edecek
-----------********------------