29 Eylül 2017 Cuma

MÜREKKEP KOKUNU İÇİME ÇEKTİM - 1. BÖLÜM

Bildiğiniz gibi blog'umda zaman zaman hikaye serileri başlatıp bitiriyordum... Ters Düz çıktığından beri böyle bir seri yapmamıştım... Şimdi tekrar başladım... Çok heyecanlıyım... Yaklaşık 6000 kelimelik mürekkep kokulu bir ilk bölüm… Ve artık sizindir!

Bölüm şarkısı: Feist - My Moon My Man
Pencerenin yanındaki yazı masasına oturmuştu, ıssız ve çıplaktı. Sanki asırlardır süregelen bir karanlığa gömülmüş olan ruhunun tek düşmanı, ısırılmayı bekleyen parlak bir elmayı andıran ayın yaydığı ışıktı. Şimdi o ay, boynunda ve kollarında bulunan dövmelerin üstünde ışıldıyordu. Daktilo tuşları şeklinde küçük desenlerdi bunlar ve o desenlerin içinde, adının baş harfleri kazılıydı. Olur da aynada gözüne ilişirlerse, işi gücü bırakıp saatlerce onu düşünmeye başlıyordu. Aslında hiçbir zaman aklından çıkmadığını o da biliyordu, unuttuğunu sandığında bile bilinçaltında hep onu yaşatıyordu. Askılıkta duran, I am not perfect but I am limited edition yazılı tişörte baktı. Bir zamanlar çok değer verdiği bir kız almıştı ona, “Yazar olacaksan, bunun gibi bir şeyler giymelisin” diyerek. Güzel günleri çağrıştıran bir anı olarak duruyordu şimdi odasında, her baktığında acı veren. Tekrar hissetti o acıyı. İlk günkü kadar derinden olmasa da, hala acı çekiyordu. Acı, özlem, öfke; hepsi birbirine karışmıştı sanki. Onu çok özlüyordu. Yaptığı tek bir hata, kendi ömrünün de geri kalanına mal olmuştu ve şimdi ne yaparsa yapsın, o gölgenin karanlığında yaşamaktan kurtulamıyordu. Parmaklarının ucundaki sigaradan derin bir nefes çekti, sonra dumanı havaya üfledi; o duman bulutunun içinde yok olup gitseydi keşke. Ölmeyi kaç kez istemişti, yapamamıştı ama. Hala, bırakıp gidemeyeceği değerli bir şey vardı. Tek bir şey. Masaya eğildi ve parmaklarını önündeki daktilonun üstüne koydu. Saman kağıtlara mürekkeple yazdığı cümleler çağırmıştı onu, nasıl kayıtsız kalabilirdi ki? Bu tip an’lar onunla buluşma an’larıydı. Hiç ayrılmamışlar gibi. Hiçbir şey onları ayırmaya yetmezmiş gibi. Hala birliktelermiş gibi. Hala. Birlikte.
-----------********------------ 
KENDİNİ, BİR ÇAY fincanına batırılan ve çıkarmaya zamanında yetişilemediği için fazla ıslanmaktan mütevellit çayın içine düşüp onlarca parçaya ayrılan bir bisküvi, bir kurabiye gibi hissediyordu. Gecenin beşinde uyanmış, çıplak ayaklarını yataktan aşağı sarkıtarak bunu düşünmüştü. Son zamanlarda hayatında hiçbir şey yolunda gitmiyordu ve bu olumsuzluklar daha ne kadar sürecekti, merak ediyordu.

Yaz geride kalmıştı. Ne olursa olsun yaz, içinde umuda ve güzelliğe dair bir şeyler taşıyordu, ama sonbahar yalnızca kışın habercisiydi. Irmak gökyüzünde toplanan simsiyah bulutlara baktı ve çok geçmeden burnuna düşüveren bir yağmur damlasıyla serseme döndü. Şemsiyesini açması için çok çabuk davranması gerekiyordu: Neyse ki başarılı oldu ve aniden döken sağanakta ıslanmaktan son anda kurtuldu. O gün için yağmur beklendiğini hava durumunda dinlemiş, dışarı çıkarken çantasına küçük bir şemsiye atmayı ihmal etmemişti. Şimdi o büyük, kalabalık ve eğer kentlerin bir rengi olsa onunkinin hiç şüphesiz gri olacağına inandığı şehrin sokaklarındaki parklardan birinde –aslında parktan çok, etrafına birkaç bankın dizildiği bir çocuk bahçesiydi burası; ama o gün yağmurdan dolayı oldukça tenha ve ıslaktı– şemsiyesiyle birlikte bir ağacın altına sığınmış, Aslı’yı bekliyordu. Aslı onun en yakın arkadaşıydı. Bir zamanlar. Şimdilerde pek de iyi anlaşabildikleri söylenemezdi. Yıllardır her şeyini paylaştığı ve başından geçen en önemsiz olayları bile (denemek için kabine götürdüğü şortun yanlış beden olduğu ya da hafta sonu bir ev partisinde tanıştığı çocuğun ona nasıl da flörtöz bakışlar attığı gibi şeyleri yani) tüm detaylarıyla ona anlatmadan rahat edemediği Aslı, bunu açıkça söylemek istemese de, onunla arasına mesafe koyup ondan bir anda uzaklaşmıştı. Üstelik ortada bunun için elle tutulur hiçbir sebep yoktu. Onsuz kalınca bir anda sudan çıkmış balığa dönmüştü Irmak. Sevgilisi tarafından terk edilse kalbi bu kadar kırılmayacaktı hani. Şimdi ilişkilerinin böyle aniden sona erişi yüzünden, en az bir aşk acısı çekerkenki kadar acı çekiyordu. Kafasının içindeki yanıtsız sorulardan çıldıracak hale gelmiş, onu arayıp buluşmak istediğini söylemişti. Aslı bir an bile duraksamadan yeri ve zamanı sormuştu. Sanki onu bir anda terk eden kendisi değilmiş gibi, bu beklenmedik yanıtı doğrusu Irmak’ı şaşırtmıştı.

Eski en yakın arkadaşı, tam sözleştikleri saatte geldi. Onun parkın karşısından kararlı adımlarla kendisine doğru ilerlediğini gören Irmak derin bir nefes aldı, omuzlarını dikleştirdi. Aslı o gün de yine makyajlıydı. Belki fazla özenmemişti ama, dudaklarındaki ve yanaklarındaki, sanki geçip giden yazı biraz daha uzatmak istercesine sürülmüş gibi duran portakal turuncumsu renkler gözden kaçacak gibi değildi. Siyah beyaz çizgili bol paça bir pantolon giymiş, kol bileğine uçuş uçuş ince bir püskül dolamıştı. Irmak o gün dışarı çıkmak için giyinirken kıyafetini dert etmediğini, çünkü içinden bundan fazlasının gelmediğini fark etti. Ama gözüne zafer kazanmış bir savaşçı gibi görünen Aslı’ya bakınca en azından ruj sürdüğü için dua etti.

Aslında birbirlerine ne kadar da zıttılar, birbirlerinden ne kadar da farklı. Irmak onun kumral saçlarına baktı. Aslı’nın aksine o, tamamen siyah saçlıydı ve saçının rengiyle hiç oynamazdı. Aslı açık tenliydi, Irmak’ın teni daha buğday renkli. Aslı’nın boyu daha kısaydı, Irmak’ınki ondan daha uzun. İkisi de güzel kızlardı, bu yalnızca fiziki görünümlerinden dolayı böyle değildi; güzel bir kalpleri ve iyi niyetleri vardı, bu yüzlerine de yansımıştı. Irmak insanların eğer kalpleri güzelse yüzlerinin de güzel olacağına inanırdı (tabii yüzü her güzel olanın kalbinin de güzel olacağı anlamına gelmiyordu bu). Ama aralarındaki farklılık yalnızca dış görünüşlerinden ibaret değildi, karakterlerinde de zıtlıklar vardı. İlgi alanları, hayata bakış açıları çok başkaydı. Irmak şimdi düşünüyordu da, aslında tek ortak yanları kitap okumaya olan düşkünlükleri denebilirdi. Yine de ortaokuldan liseye ve şimdi üniversite birinci sınıfa dek bunca zaman oldukça iyi bir arkadaşlık sürdürmeyi başarmışlardı.

"Ne kadar berbat bir hava," dedi Aslı. Aniden döken yağmurda sırılsıklam ıslanmış, omzundan astığı el çantasına sıkı sıkı yapışmıştı. İçinde bir kitap görür gibi oldu Irmak.

"Şemsiyenin altına gelsene.

"Böyle iyi."

Aslı ağacın altına girmekle yetindi. Belli ki mesafeli durmakta kararlıydı ama Irmak onun bunu sırf geri adım atmamak için, inadından yaptığını biliyordu.

"Ee, Uzay nasıl?" dedi Aslı, söz açmış olmak için. "Her şey nasıl gidiyor? Doğum günü hediyeni sevmiş mi?"

"Gelmediğin doğum gününü mü diyorsun?" dedi Irmak.

"Biliyorsun ki işlerim vardı."

"Ah tabii. O sırada Uzay’ı sırtından bıçaklamakla meşguldün."

Aslı’nın yüzünde bir soru işareti belirdi.

"Dün akşam Uzay’la konuştum," diye devam etti Irmak. "Geçen haftadan beri ortalıkta yaşayan bir ölü gibi dolaşan erkek kardeşimle."

"Ne hakkında?"

"Bana her şeyi anlattı."

“Nasıl her şeyi?” diye sordu Aslı. Rengi daha şimdiden solmuş gibiydi.

“Olanlar. Yani onu terk etmenin sebebi, başka bir çocukla beraber olmanmış. Bu doğru mu?”

Aslı bir süre sessiz kalıp ne diyeceğini düşündü. Sonra, “Uzay’la sorunlarımız vardı,” dedi.

"Yani başkası vardı… Bu doğru?"

"Irmak, biz onunla hiçbir konuda anlaşamıyorduk. Evet… O dönem hayatıma başka biri girmişti.” Susup uzaklara baktı, aklı başka bir yere kaymış gibiydi.

"Bunu bu kadar basit bir şeymişçesine anlatmana tahammül edemiyorum!” dedi Irmak. Sesini yükseltmişti, yüzü kıpkırmızıydı. Neyse ki parkta onlardan başka kimse yoktu, yağmur başlayınca herkes bir anda dört bir yana kaçışmıştı. “Ayrıca çok eski bir şeymiş gibi konuşmayı da kes! Ne olduysa birkaç hafta önce oldu. Tam da üniversite sınavlarına hazırlandığı dönemde onu terk ediyorsun, üstelik bunu olabilecek en kötü şekilde yapıyorsun: Başka biri için! Bunun onun canını ne kadar acıtabileceğini hiç mi düşünemezsin?”

“Kardeşin çok tatlı bir çocuk,” diyen Aslı sakinliğini koruyordu. Belli ki Irmak’a –bir nebze de olsa– hak veriyordu ve haksız olacağı bir tartışmaya girmek istemiyordu. “Ama ona karşı artık hiçbir şey hissetmiyorum.”

“Aslı, bak bunu anlarım. Ama onu tam sınava hazırlandığı sene, bir başkası yüzünden terk edemezsin. Evdeki durumu zaten biliyorsun… Bu onu tamamen alt üst edecek. Şimdi hep seni düşünecek.”

“Ne yapabilirim Irmak? Zorla onun yanında olmamı mı sağlayacaksın? Ona test çözdürüp başında durmayacağım tamam mı? Ben bebek bakıcısı değilim, artık gerçek bir aşk istiyorum.”

“Ha şimdi öyle oldu demek,” dedi Irmak şaşkınlıkla. “Hani yaş farkı önemli değildi? Hem aranızda alt tarafı üç yaş var! Günlerce bizim eve geldin, annemi ikna etmek için ne taklalar attın… Ama artık bebek bakıcısı oldun, öyle mi?”

“Evet, öyle!” dedi Aslı dayanamayıp.

"Ne var biliyor musun?” dedi Irmak sonunda. “Uzay’la ayrılman umurumda bile değil. Ben bize ne olacağını merak ediyorum. İkimize.”

Aslı bunun cevabını bilmiyormuş ya da artık pek önemsemiyormuş gibi omuz silkti.

“Sessizliğinin ne kadar kırıcı olduğunun hiç mi farkında değilsin?” Bunları söylemek Irmak’a da acı veriyor gibiydi ama devam etmek zorundaydı. “Ben aramızdaki bir şeyleri düzeltmeye çalışırken senin tek yaptığın öylece karşımda durmak... Bu gelgitli hallerinden çok sıkıldım! Etrafındaki herkese, her şeye karşı bu umursamazlığın artık sinirime dokunuyor.”

“Beni bu havada buraya bu suçlamalar için mi çağırdın?”

Bunun üzerine Irmak deliye döndü. Yaptıkları yetmiyormuş gibi, şimdi de müthiş bir küstahlıkla konuyu çarpıtmaya çalışıyordu Aslı.

"Neden kendini savunmuyorsun? Benim arkadaşım olan Aslı böyle bir kız değildi. Ben…  Ben kendimi hiç olmadığım kadar yalnız ve çaresiz hissediyorum."

“Böyle hissettiğin için üzgünüm.”

“Tek söyleyeceğin bu mu?”

“Evet.”

“Sende bir haller var Aslı.”

“Hayır yok.”

Irmak bir süre düşündü. “Bana bak, eğer Uzay’ı bırakıp gittiğin çocuk tanıdığım biriyse seni öldürürüm!”

“Ya hayır! Delirdin mi?”

“O zaman ne? Aramıza giren ne? Seninle benim arama…”

“Irmak, sen de biliyorsun ki bazı şeyler zamanla değişir. Seninle ben başta böyle değildik ki. Sonra… Sonra çok şey oldu. Uzay’la çıkmaya başladım ve şimdi Uzay’la ben ayrıldım. Bu bizim, yani seninle benim için de ister istemez bir şeyleri değiştiriyor. Kardeşinle benim aramda bir taraf olmana gerek yok, sen tabii ki onun yanında olacaksın. Bugün buraya geldim, çünkü bunları sana mesaj atarak söylemek istemedim. Seni asla üzmek istemiyorum. Ama seninle… seninle artık eskisi kadar sık görüşmek istemiyorum, tamam mı? Yani buna illa bir sebep aramana gerek yok. Sadece soğudum.”

Irmak şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı. Çok değil, birkaç hafta önce Aslı’nın günün birinde ona bunları söyleyeceğini duysa asla inanmazdı. Biricik arkadaşının o güzel gözlerinin içine bakıp tüm bunların gerçek sebebini görmeye çalıştı. Ne var ki gördüğü tek şey ela renkli gözlerine yerleşen ve gittikçe açılmakta olan mesafeydi. Uzay’la Aslı’nın ayrılığının, onların arkadaşlığının bitmesi için bir sebep olmadığını çok iyi biliyordu. Ama of… neden böyle olmuştu? Sanki yüzyıllardan beri Aslı vardı ve şimdi yılların dostluğu bir anda bitmiş gibiydi. Hem de Irmak sebebini bulamıyordu. Bir an için ona sarılmak istedi, tıpkı eski günlerdeki gibi. Ama yapmadı. Aslı’nın ona karşılık vermeyeceğini, nihayetinde bunun hiçbir anlam ifade etmeyeceğini biliyordu. Aslı bak... Ben sensiz yapamam. Bunu sen de biliyorsun. Peki bakalım, son bir haftadır yeniden antidepresan kullanmaya başladım, bundan haberin var mı? Sözlerini kırılgan bir sessizlik kalkanının arkasına sakladı. Hayal kırıklığını belli edemezdi. Kendini daha fazla küçük düşüremez, gururunu daha fazla ayaklar altına alamazdı. Artık ona söyleyecek hiçbir şeyi yoktu. Yağmur yağmaya, aralarındaki sessizlik uzayıp gitmeye devam ediyordu. Gözleri belli belirsiz sulanmıştı. Zaman kazanmak için başını çevirip yere düşmüş sonbahar yapraklarına baktı. İçlerinden birinin şeklini balığa benzetti. Acaba balıklar da bir an önce dostken bir an sonra birbirlerine böyle uzak, böyle düşman oluyor muydu? Sanmıyordu. Keşke bir süs balığı olsaydı. Düşündükleri tek şey o cam fanusun içinde hayatta kalmaktı. Onlardan nefret ediyordu.

“Eğer sorgulaman bittiyse,” diyerek saatine baktı Aslı.

“Şimdi nereye gideceksin?” Irmak’ın gözü tekrar çantasındaki kitaba takıldı. Herhalde yeni bir roman almıştı. Belki de ayrılıkları anlatan bir aşk romanıydı, okuyup okuyup duracaktı şimdi.

"Okula. Provalar var ve daha şimdiden çok geç kaldım.” Bir an için duraksadıktan sonra, “Tabii senin beni sahneye hiç yakıştırmadığını biliyorum,” diye ekledi.

“Of, yapma Aslı…”

“O gün dediğin lafı unutmadım Irmak. ‘Bu gidişle senden oyuncu olmaz!’ Tam olarak buydu, değil mi?”

“Şimdi ne diye o konuyu açıyorsun ki? Bir anlık kızgınlıkla ağzımdan çıkmış bir söz...”

“Çıkmamalıydı. Hele de benim oyuncu olmayı ne kadar çok istediğimi biliyorken.”

“Tamam, haklısın,” diye kabullendi Irmak. “Ama demin söylediklerinde bile benden bir şeyler sakladığını o kadar açık ediyorsun ki. Uzay’la ayrılma sebebini gizlemeye çalışman…” Kendi kendine, sinirle güldü. “Rol yapmayı hiç beceremiyorsun. Oyunculuk konusunda kendini geliştirmeye ihtiyacın var. İşte o gün kastettiğim buydu.” Aslı’nın yüzünde beliren hayret ifadesini görünce devam etti. Ağızdan çıkan sözlerle can acıtma sırasının kendisine geçtiğini düşündü. “Kusura bakma, dost acı söyler.”

Şimdi hırsla parlayıp sönüyordu Aslı’nın gözleri. “Eğer birileri yeteneğime inanmasaydı, o oyunda rol alamazdım, değil mi? Sonuçta onca adayın içinden başrolü ben kaptım!”

“Alt tarafı bir okul tiyatrosu,” diye burun kıvırdı Irmak. “Hatta kulüp etkinliği! Sahnelenip sahnelenmeyeceği bile son an’a kadar belli olmayan... Küçümsüyorum sanma, ben sana kendine daha büyük hedefler koymanı söylüyorum. Bak, sahnede gerçekten iyisin, yani bir yeteneğin var. Ama kendini biraz daha geliştirmen gerek. Senin iyiliğin için konuşuyorum, bana neden öyle bakıyorsun? Günün birinde başarılı bir oyuncu olacağına en çok ben inanıyorum. Söyle bana, bugün televizyonda gördüğümüz oyuncular senden daha mı iyi? Sadece biraz motivasyon eksikliğin var. Empati kuramıyorsun, bir karaktere zor bürünüyorsun.”

“Öyle mi? Göreceğiz bakalım.”

“Ne demek şimdi bu?” dedi afallayan Irmak.

Söyleyecek başka bir şeyi olmayan Aslı, elini hafifçe havaya kaldırarak veda edip yürümeye başladı. Birkaç adım atmıştı ki Irmak arkasından seslendi:

“Aslı!”

Aslı durup yarım hareketle döndü. Yüzünün yarısı büyük huş ağacının gölgesinde kalsa da, diğer yarısında belli belirsiz bir keder görür gibi oldu Irmak. Acaba sözleriyle çok mu ileri gitmişti?

“Biliyor musun, söylenecek o kadar çok şey varken biz susmayı seçiyoruz. İşte her ne oluyorsa bu yüzden oluyor.”

Aslı ona baktı ve bir şey söylemeye hazırlanır göründü, ama sonra vazgeçti ve yoluna devam etti. Irmak onu sokaktaki insan selinin arasına karışana kadar izledi. Ona bunları moralini bozmak için söylememişti, ne geçen gün ne de şimdi, sadece oyunculuğu ciddiye alıp daha sıkı çalışması için onu cesaretlendirmeye çalışmıştı. Ama şimdi bunların bir önemi yoktu. Aslı Uzay’ı terk etmiş, ona da sırt çevirmişti, en önemli konu buydu. Yine de Irmak söyleyebileceği her şeyi söylemişti. Elinden daha fazla bir şey gelmiyordu. Belki de en iyisi Aslı’yı bir süre kendi halinde bırakmaktı, sonra nasıl olsa araları bir şekilde düzelirdi. Evet, evet, kesinlikle düzelir, diye düşündü, yağmurda çizgi filmlerdeki gibi süratle yön değiştiren rengarenk şemsiyelerin altında çoktan gözden kaybolan Aslı’nın gittiği ana caddeye doğru ilerlerken. Aradan biraz zaman geçtikten sonra nasıl olsa kendisi bana geri dönecek. Attığı her adımda gözü yerdeki su birikintilerinden yansıyan yüzüne takıldı. Ne kadar da mutsuz görünüyordu. Sanki nasıl görünmeyi bekliyordu ki? Üç ay önce annesiyle babası boşanmıştı ve o da kendi kararıyla annesinin yanından okulun özel yurduna taşınmıştı. Aslı dışında kafa dengi hiçbir arkadaşı yoktu. Yalnızdı. Hayır, değildi. Parkta Aslı’yı beklerken Cem aramış ve o gün okula gitmeyeceğini, bütün gün evde olacağını söylemişti. Bu zamanlaması muhteşem bir davetti. Cem’i görecek olmak onu sevindirdi. Zaten bir tek o vardı artık. O da olmasa yapayalnız kalacaktı.  

Birden, Aslı gibi kitap almak istedi. Belki de içindeki şu kırık dökük ruh haline uygun bir kitap bulabilirdi. O sırada döndüğü köşe başında seyyar bir sahaf tezgahı kurulmuş olduğunu görünce hemen tentenin altına girip bakınmaya başladı. Daha o an gözüne bir kitap ilişti, en üstte duruyordu: Atlas Kitabı. Evet, adı buydu. Bugünlerde çok satması beklenen bir kitap için durağan, sıkıcı, hatta hayli vasat bir kitap ismiydi. Ama kitabın böyle bir derdi yok gibiydi. Yalnızca adından dolayı değildi bu. Kapağında tasarım adına hiçbir şey, bir resim, bir desen, hatta bir çizgi bile yoktu. Boş kapak sarıydı, sanki kurumuş sonbahar yaprağı rengindeydi. Üstüne koyu maviyle Atlas Kitabı yazılmıştı. İşte hepsi bu kadardı. En azından kapağında size doğru agresif bakışlar fırlatan yarı çıplak bir erkek fotoğrafı yoktu, ki bu da kitaba bir şans vermek için yeterli bir sebepti.

Fiyatını sordu, üç liraydı. Irmak şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı. Eski bir ikinci el olmalıydı. Ama hiçbir satış kaygısı taşımıyor gibi görünen bu kitap ilgisini çekmişti. Yağmurdan biraz ıslanmıştı, neyse ki çantasına sığacak kadar küçüktü.

***

Cem, üniversitede Irmak’ın okuduğu sosyoloji bölümündeki öğretim asistanlarından biriydi. İlişkileri yaklaşık beş ay önce, Irmak daha Aslı’yla birlikte hazırlıktayken, bahar dönemindeki bir okul festivali sırasında çimlerdeki renkli puflarda tesadüfen yan yana oturmalarıyla başlamıştı. Öncesinde de birbirlerini tanıyorlardı ama aralarında yalnızca olması gereken türden bir öğrenci-öğretmen ilişkisi vardı ve üstelik Irmak onu o dönemler biraz fazla resmi buluyordu. İçinden böyle bir aşık çıkabileceğini kim tahmin edebilirdi ki? O festival günü, Cem’in kendisine olan ilgisini fark ettiği bir dönüm noktası olmuştu. Aslında bu fikri aklına sokan Aslı’dan başkası değildi; ona sürekli Cem’in yan gözle kendisine baktığını söyleyip durmuş ve sonunda onu Cem’in kendisinden hoşlandığına ikna etmeyi başarmıştı. Günün sonunda Aslı festivalden erken ayrılınca, Irmak konseri yanında oturan Cem’le birlikte izlemek durumunda kalmıştı. İki hafta sonraysa sevgili olmuşlardı, bu nasıl olmuştu Irmak hala bilmiyordu. Önce iki arkadaşa dönüşmüşler, üstünde konuşabilecekleri pek çok ortak konu olduğunu fark edince giderek daha da yakınlaşmışlar ve nihayetinde aralarında öncekinden farklı bir ilişki geliştirmişlerdi: hiç şüphesiz bunun adı aşktı. Tabii bu durumu okulda saklıyorlardı ya da en azından göz önünde yaşamıyorlardı. Bu üstünde konuşup kararlaştırdıkları değil, sessizce anlaşmaya vardıkları bir şeydi. Çünkü böyle olması gerektiğini ikisi de biliyordu. Tamam, aralarında sadece yedi yaş fark vardı ve eğer lisede olsalardı bu aşk “skandal” yaratabilirdi, şimdi öyle bir durum da yoktu, ama yine de bunun başkaları tarafından duyulması kafada soru işaretlerine ve gereksiz dedikodulara yol açabilirdi, bunlara ne gerek vardı? Sonuçta Irmak’ın ders notlarını sisteme geçiren kişi Cem’di ve kendi çalışmaları sonucu başarıyla elde ettiği notların sırf asistanla sevgili diye insanlarda kendisine torpil yapılıyormuş gibi bir düşünce yaratmasını asla istemezdi Irmak. Cem açısından da uygun değildi; zira o da akademisyenler tarafından öğrencilerine asılan biri gibi görülebilir, bu hiçbir şeye yol açmasa bile onların gözünde imajı zedelenirdi. Kısacası okuldayken, ilişkileriyle ilgili son derece titiz davranıyorlardı. Okuldan bir tek Aslı biliyordu birlikteliklerini ve bunu hiç önemsemiyordu Irmak. Ama şimdi arkadaşlıklarının bittiği de göz önüne alındığında, Aslı’nın bu ilişkiden keşke hiç haberi olmasaydı diye düşünüyordu. Bu sırrı ona karşı kullanacağını sanmıyordu, ama yine de Aslı’ydı bu. Son zamanlarda ondan beklenmeyecek o kadar çok şey yapmıştı ki, bir sonraki adımının ne olacağını kestirmek mümkün değildi.

Cem’i gerçekten seviyordu Irmak. Öyle pek yakışıklı sayılmazdı, ama kesinlikle bir karizması vardı. Zaten Irmak, “çirkinlik güzelliktir” felsefesini savunan bir kızdı. Estetik operasyonlar sonucunda birbirine benzeyen insanları, özellikle de hemcinslerini anlamakta güçlük çekiyordu. İnsana anlam katan yüzündeki bir ben, kaşlarından birinin daha ince birinin daha kalın olması, kulağında bulunan bir doğum lekesiydi. Irmak her zaman doğallıktan yana olmuştu. Mesela dişleri lisede tel takıyorken çok düzgündü ama teli çıkardığı an arkadan bastıran yirmilikler yüzünden tekrar bozulmuştu, fakat bunu yeniden düzeltilmesi gereken bir kusur olarak görmüyordu. O böyleydi, böyle güzeldi. Cem’le ilgili en çok sevdiği şey de, sağ elinin üstündeki kesik iziydi. Yurt dışında yüksek lisans yaptığı günlerden kalmaydı, mutfakta yemek yaparken olmuştu. Onun yeteneklerini ve ilgi alanlarını da çok karizmatik buluyordu Irmak. Üstünde çalıştığı makaleler, dinlemekten keyif aldığı caz koleksiyonu ve engin sinema kültürü Irmak için Cem’i her an pek çok şey öğrenebileceği donanımlı biri haline getiriyordu. Üstelik belki yurt dışında okuduğu için yaşından öyle olgundu ki, adeta bir aile babası kadar sakin ve anlayışlıydı. İlişkilerinde çoğu zaman alttan alan, açıklayan ve yol gösteren o oluyordu. Geride bıraktıkları beş ay boyunca aralarında pek ciddi bir tartışma bile yaşanmamıştı.

Evi, şehrin orta halli insanlarının yaşadığı bir semtteki bir apartmanın dördüncü katındaydı. Irmak’ın Aslı’yla buluştuğu parktan oraya gitmesi için bir otobüse binmesi yeterli olmuştu. Sokak kapısının artık ezbere bildiği şifresini tuşladı, içeri girip merdivenleri çıktı. İşte: Siyah saçları, kalın çerçeveli kemik gözlüğü, ona muhteşem bir hava katan bıyığı ve gülümsemesiyle, Cem onu kapıda bekliyordu. Buz mavisi, ince keten bir gömlek giymişti. Sarılıp yanak yanağa öpüştüler.

"Dışarıda yağmur mu yağıyor?" dedi Cem.

 "Evet."

 "Çalışmaya dalmışım. Hiç farkında değilim."

Mutfağa geçtiler ve fırında hazır bekleyen rokalı-çeri domatesli pizzayı ısıttılar. Sanki hiç başlamamış gibi çabucak bitiveren yaz tatili, okuldaki yeni dönemin başlangıcı ve Irmak’ın gelecek kaygısı hakkında sohbet ettiler. Mutfak masasında yedikten sonra salona geçip ikili koltukta yan yana oturduklarında, Irmak ona dönerek, “Bugün Aslı’yla konuştum,” dedi.

"Beklenen konuşma sonunda gerçekleşti desene?"

“Yani… Aramızda konuşacak pek de bir şey kalmamış gibi.”

Cem “ne demek istiyorsun” dercesine bakınca ona, Irmak parkta yaptıkları konuşmayı özetledi. 

“Ben şimdi ikisinin arasında kalmış gibi oldum. Uzay’la Aslı’nın. Bu nedense ikisinin de umurunda değil. En çok etkilenin ben olduğumu görmüyorlar.”

Cem bir süre düşündükten sonra, “Aslı’nın takıldığı şu çocuk… Belki de okuldan biridir,” dedi.

“Sordum ama hayır dedi,” diyen Irmak, bezgin görünüyordu. “Yani aslında öyle biri olmayabilir de.”

“Ne demek istiyorsun?”

“Bence işin bahanesi bu… Aslı, Uzay’dan çoktan sıkılmıştı ve ondan ayrılmak için bir gerekçe bulması gerekiyordu. Böylece başka bir çocuk olduğu yalanını uydurdu.”

“Hmmm… Haklı olabilirsin,” dedi Cem, çenesini sıvazlayarak.

Bir süre sessizlik oldu ve Irmak, Cem’in ağzının kenarında kalmış bir pizza kırıntısını parmağıyla temizledi.

"Cem... Bizim yüzde yüz oranında sevdiğimiz biri, bizi ancak yüzde yetmiş oranında seviyorsa ve biz içimizi acıtsa da hala onu sevmeye devam ediyorsak, bu bir sorun mudur?"

"Bu bir matematik problemi mi ki, hesap yapıyoruz?" diye sorusuna yeni bir soruyla karşılık verdi Cem.

"Onu özlüyorum," diye fısıldadı Irmak.

Cem, Irmak’la Aslı’nın başından beri iki arkadaştan çok iki sevgili gibi birbirlerini yıprattıkları bir ilişkileri olduğunu biliyordu. En çok yıpranan hiç şüphesiz Irmak’tı ama bunu ona söyleyerek daha fazla üzülmesini istemiyordu. “Aslı’yla bir de benim konuşmamı ister misin?”

“Hayır Cem! Onu bir çocuk gibi sana şikayet ettiğimi düşünmesini istemiyorum. Onu o kadar da önemsiyormuş gibi görünmek istemiyorum. Eğer sırf kardeşimden ayrıldı diye beni de defterden silip atacaksa, kendi bilir. Ama bunun mümkün olmayacağını o da görecek.” Pencereden baktı, yağmur şiddetini artırmıştı. “Tamam, her neyse, şu konuyu kapatalım gerçekten.” Elini koltuğun kenarındaki çantasına soktu, çıkardığı şeyi Cem’e uzattı. “Bak gelirken ne aldım.”

Cem kitabın sadece Atlas Kitabı yazan ön ve hiçbir şey yazmayan arka kapağına dikkatle baktıktan, sayfalarını şöyle bir karıştırdıktan sonra, “Bir roman mı?” diye sordu.

“Öyle. Ve en ilginci de, yazarının adı yok. Ama ismine bakılırsa ana karakteri erkek olan bir hikayeyi anlatıyor.” Parmağıyla kapakta Atlas Kitabı yazan yeri işaret etti.

Cem onayladı. “Ama bunu niye aldın ki? Su içinde kalmış.”

“Evet, ama çok ucuzdu. Adı da ilgimi çekti. Küçücük bir tezgahta gördüm. Kim bilir ne kadar zamandır oradaydı.”

"Şu ergen hikayelerinden değildir umarım. Hiç baktın mı?"

“Hayır, buna vaktim olmadı,” dedi Irmak ve beraber okuyabilecekleri şekilde ona doğru yaklaştı. “Doğruca otobüse binip buraya geldim. Yanımda oturan adam bacaklarını iki yana öyle bir açtı ki, kitabı çantamdan çıkaramadım bile.” Doğrusu, Irmak’ın yanında oturan kişi bir erkek değildi ve o bunu henüz bilmiyordu. Ama çok geçmeden acı bir şekilde öğrenecekti.

Cem gözlüğünü düzeltti. Ona büsbütün farklı bir hava katıyor, sanki zekasının altını bir kez daha çiziyor gibiydi bu gözlük. Kitabın sayfalarını baştan sona hızla çevirirken Irmak ne söyleyeceğini merak ederek onu izledi. Doksan sayfalık, ince bir kitaptı. Sonunda içini çekti.

“Neyse ki adı Aşıklar Lisesi, Aşık Sevgilim ya da ne bileyim işte, Çok Yakışıklı Çocuk 2 gibi bir şey değil.”  

Cem’e hak veren Irmak, onun kütüphanesinde duran kitaplara göz gezdirdi. Bilim kurgudan çizgi romana, klasiklerden tarihi romanlara oldukça iddialı ve ciddi bir koleksiyonu vardı. Raflardaki kitaplar arasında Cem’in Irmak’la Aslı’ya okumalarını tavsiye ettiği bazı romanlar da vardı. Aslında Irmak bir kitabı çoğu zaman Aslı’yla birlikte okurdu. Önce Aslı alırdı, Irmak’a verirdi. Ya da Irmak alır ve Aslı’ya verirdi. Sonra da o kitap Cem’in eline geçerdi ve Cem onları bir edebiyat eleştirmeni edasıyla eleştirir, bazen Aslı’yı, hatta itiraf etmek gerekirse Irmak’ı bile sıkan uzun nutuklar atardı. Söz konusu okumak olduğunda, iki kız arkadaş aynı zevk ve iştaha sahiptiler. Irmak, Aslı’yla aralarındaki soğukluktan sonra kendi başına ilk kez bir kitap aldığını fark etti. Belki buluştuklarında Aslı’nın çantasında gördüğü kitap da Aslı’nın aldığı ilk kitaptı.

Atlas Kitabı onu sahiden de bir atlas ya da coğrafya kitabı sanmanıza neden olan özensiz adı ve kapağına rağmen, hayli gerçekçi bir romana benziyordu. Atlas adlı karakter sayfalar boyunca hayatının adeta bir cehennem olduğunu, yaşamaktan sıkıldığını, ölmek istediğini anlatıyordu. Kitap birinci tekil kişinin, yani Atlas’ın ağzından yazılmıştı, daha çok bir günlüğü ya da mektubu andırıyordu. Bu, bir kişinin ölümüne sebep olan Atlas’ın öyküsüydü. Böyle bakınca Atlas Kitabı başlığının coğrafi bir gönderme olmadığı netliğe kavuştu. Kitabın beşinci sayfasında, bu ölümün ona çok yakın olan birinin ölümü olduğu açığa çıkıyordu. Ama bu kişinin kim ve bunun nasıl bir ölüm olduğu belirtilmiyordu. Yirmi üç yaşındaki Atlas çok sevdiği bu insanın kaybının ardından bunalıma sürüklenmişti, onun ölümünden sürekli kendini sorumlu tutuyordu. Kitap buraya kadar bir acı ve yas romanı gibiydi, ama otuzuncu sayfadan itibaren devreye giren iki yeni karakterle birlikte kitabın atmosferi tamamen değişiyordu. Ölen kişinin kimliği gibi, onların adından da hiç söz edilmiyordu. İki erkek olduğu anlaşılan bu karakterler, ölen kişinin akrabaları olmalıydı ve Atlas’ı sürekli istemediği şeyleri yapmaya zorluyordu. Bunlar ne tip şeylerdi, hiçbir bilgi yoktu, ama Atlas istemediği halde bu işleri yapmaya mecburdu, çünkü onu ölümle tehdit ediyorlardı. Gerçi ölmek Atlas için bir problem değil gibiydi, ama zaman zaman Atlas’ın kendini onların söylediklerini yapmaya borçlu ya da zorunlu hissettiği de belli ediliyordu. Bazı sayfalarda sık sık gittiği mezarlıktan bahsediyordu. Öldürdüğü kişinin mezarıydı bu ve Atlas oraya gidip ağlıyor, ona çiçekler götürüyordu. Sonra o çiçeklerin solduğunu anlatıyordu, tıpkı ruhunun da yavaş yavaş solup gitmekte olduğu gibi. Kitap bir sonuca bağlanmadan bitiyordu. Karakterler yalnızca Atlas, yaşamını yitiren kişi ve Atlas’ın dediklerini yapmaya mecbur olduğu şu kötü iki adamdı. Zaten ince bir kitaptı ama çoğu sayfa günlüğü andıran paragraflardan oluştuğundan, bir saat bile sürmeden bitirdiler.

“Bu ne biçim son böyle,” dedi Cem, kitabın son sayfasını çevirdiklerinde. “Bunları okumaktansa lisede geçen ergen öykülerini tercih ederim.”

“Atlas’ın annesi, babası ya da kardeşi falan yok mu peki?” Irmak, kitaba mesafeli durup eleştirel yaklaşan Cem’in aksine, kendini hikayeye iyice kaptırmış gibi görünüyordu. “Ailesinden hiç söz edilmiyor. Onlar hakkında tek bir kelime bile yok.” Düşünceli görünüyordu. Kitabı tekrar eline alıp karıştırdı, altmış sekizinci sayfadaki paragrafı işaret etti.

Yalnızım. Çok yalnızım. Onsuz hayat boş ve anlamsız. Zaman saniyeleri, dakikaları, günleri, haftaları, ayları sayarak geçiyor. Benim elimde kalan tek şey, onun öldüğü gerçeği. Orada bir prenses gibi yatıyor şimdi. Sık sık ziyaretine gidiyorum. Bir bilse, onu daha önce hiç bu kadar çok sevmedim.

Atlas’ın acı dolu sözleri, bir roman için rahatsız edecek derecede gerçekçiydi. Irmak paragrafın devamını gösterdi.

Acı çekiyorum. Ama onlar, bu acıyı çekmeme bile izin vermiyor. Benden nefret ettiklerini biliyorum. Nefes alacak oksijenim kalmadı sanki.

“Onlar”… Bu çok garipti. Irmak, uzaktan, adeta kitabın sayfalarının arasından gelen bir ürpertinin sırtından aşağı doğru indiğini hissetti. Kitapta onu huzursuz eden bir şey vardı. Sanki kötü bir korku filmi izlemiş de, gece kabusuna girecekmiş gibi.

“Prenses gibi dediğine göre, öldürdüğü kişi sevgilisi olmalı,” dedi Cem. “Ona dünyayı dar edenler de kızın akrabaları herhalde… Eh, biraz aceleye getirilmiş gibi, ama değişik bir kitap. Gerçekten tuhaf… Yazarın adı yok, hiçbir bilgisi yok… Yayınevi de şu kendi kitabını kendi bastırdığın butik yayınevlerinden birine benziyor. Belki de bunu pazarlama hilesi olarak yapmışlardır.”

“Onu merak ettim,” dedi Irmak.

“Kimi?”

“Yazarı. Acaba nasıl biri? Onu bulmak istiyorum.”

Cem ona tereddütle baktı. Irmak’ın şaka yaptığını düşünüyordu. Belli belirsiz bir gülüşle karşılık verdi. “Başka bir işin yok herhalde?”

“Hayır, Cem, ciddiyim. Bu kitabı kimin yazdığını öğrenmek istiyorum.”

“Bence onun hedeflediği de tam olarak buydu. Kendi yazdığı kitapta adı bile olmayan birinden bahsediyoruz. Gayet iyi bir satış taktiği bu. Gizemli yazar…” dedi Cem.

Haklı olabilirdi. Irmak son zamanlarda her şeyi kendine dert edinmeye fazlasıyla meyilliydi. Yolda hiç tanımadığı birinin ona ters ters baktığını bile görse bunun altında derin imalar arayabiliyordu. Gece geç saatlerde yatıp sabah erkenden gözünü açması, uyku sorunu yaşaması da cabasıydı. Aslı, Uzay, anne babası derken, şimdi bir de gizemli bir yazarı kafaya takmak üzereydi. Cem onu rahatlatmak için, dizüstü bilgisayarını kucağına aldı.

"Yayınevine e-posta atalım mı?"

“İyi fikir,” dedi Irmak memnun bir şekilde. “Ama dur. Kendi e-postamdan yazmam daha iyi olur. Yani cevap direkt bana gelsin.” Böylece telefonunu eline aldı ve yayınevinin mail adresini buldu. Birlikte düşünüp taşındıktan sonra, ikna edici olması için içine bir yalan da katarak yazdıkları şeyler şunlar olmuştu:

“Merhaba. Adı ‘Atlas Kitabı’ olan kitabınızı okudum ve okul dergisinde çıkacak bir röportaj için yazara ulaşmak istiyorum. Acaba mail’ini bana vermeniz mümkün müdür? Teşekkürler, iyi günler.”

“Gönder” tuşuna bastıktan sonra bir an için öylece durdu, ardından elleriyle yüzünü kapattı.

 “Irmak, iyi misin?” dedi Cem.

Ağlamaklı olan Irmak, “Hayatımda her şey o kadar berbat ki, unutmak için böyle saçma sapan şeylere sarıyorum,” dedi.

“Ah, gel buraya,” dedi Cem ve onu kollarının arasına çekti. Irmak onun kollarına sokulur sokulmaz ağlamaya başladı. Cem başını göğsüne yaslamış ağlayan genç kıza baktı, ona sımsıkı sarıldı.

***

Irmak üniversitenin özel yurdunda, tek kişilik bir odada kalıyordu. Odası yurdun en üst katındaydı, manzarası iyiydi. Yani, şehrin gecekondu mahallerine ve daha arkadaki gökdelenlere bakan, tezatlıkların çarpıştığı kötü bir metropol manzarasıydı nihayetinde, ama yine de önünde perdeleri sıkı sıkı kapatmasına neden olacak kadar yakın bir bina olmadığı için yaşadığı yerden memnundu. Burayı üç ay önce, evi terk ettiğinde tutmuştu. Aylık iki buçuk bin liraya yakın olması biraz can sıkıcıysa da babası “tamam” demişti. Tek kötü yanı banyo ve tuvaletlerin odaların dışında, tek kişilik odalarda kalan on iki kişinin ortak kullanımında olmasıydı. Başlarda tuvalete gittiğinde ya da duşa girdiğinde banyoya başka birinin daha girmesi ihtimalinden biraz rahatsız oluyordu, şimdi çoktan alışmıştı gerçi. Bir diğer sıkıntı da odalarda ya da katta mutfak olmamasıydı. Buzdolabı bile yoktu. Irmak açtığı bir sütü ya da yoğurdu, aynı gün içinde bitirmek zorunda kalıyordu. Bir de duvarların inceliği ve ses yalıtımsızlığı vardı tabii. Duvarlar resmen kağıt gibiydi: Birisi üç oda öteden bile hapşırsa, onu çok rahatlıkla duyabiliyordunuz. Çok yaşa, alerjik Yasemin. Ya da asla kulak misafiri olmamanız gereken konuşmaları sanki sizin odanızda yapılıyormuşçasına net bir şekilde dinleyebiliyordunuz. “Sonra da çocuk elini sutyenimin içine soktu ve...” Öte yandan, orayı seviyordu. Yurdun yemekhanesinde çalışan ve odaya temizliğe gelen kadınlarla da samimi bir ilişkisi vardı. Her sabah sekiz gibi kalkar, derse gitmeden önce dizüstü bilgisayarında bir dizi açıp gökdelen manzaralı koltuğunun önünde yoğurtlu müslisini yerdi. Bazı sabahlar Aslı da ona eşlik ederdi, tabii bu bir daha hiç tekrarlanmayacak bir ritüeldi. Bazı şeylerin geride kalması ne yazıktı.

O gün de kahvaltıdan önce yarım saat WhatsApp mesajlarını kontrol etti. Kişisel birinden mesaj yoktu, gruplardan gelen mesajlardı, çoğunu okumadı bile. Aslı’ya baktı, çevrimiçi görünüyordu. Ona mesaj atmak istedi, ama sonra bunu yapacak cesareti kendinde bulamadı. Çevrimiçi olan bir diğer isim kardeşi Uzay’dı ve tam o sırada Irmak’a bir mesaj gönderdi: “Irmak, beyaz tişörtümün yurda götürdüğün bavula karışmış olma ihtimali yüzde kaç?” Irmak mesajı görmezden gelip cevap yazmadı. İnternetten o dönemki ders seçimini yapıp meyveli müslisini yemekle meşguldü. Evden ayrıldığında, bunun beyaz peynir-zeytinli kahvaltı sofralarına veda etmek anlamına geldiğini biliyordu ama sorun değildi, müsli yemeyi seviyordu. Beş dakika sonra telefonu tekrar öttü, yine Uzay’ın yazmış olduğunu düşündü. Yanılıyordu, bu seferki Cem’dendi: “Selam fıstık. Şu gizemli yazardan haber var mı? Seni seviyorum.”

“Selam fıstık” mı? Irmak kendi kendine gülümsedi. Cem mesajlarda fazla romantik ve imalı olabiliyordu ama gerçek hayatta daha pragmatik ve realist biriydi. Cevap yazdı: “Daha bakmadım.” Cem tekrar yazdı: “Kahvaltıya bana gelsene.” Böylece Irmak kendini dışarı çıkmak için hazırlanırken buldu. Aynı zamanda Uzay’ın beyaz tişörtünü de bulmuştu. Ona, “Evet, bana karışmış, bir ara getiririm,” diye mesaj attı. Tam o sırada annesinin mesajı geldi: “Irmak, akşama seni yemeğe bekliyoruz.” Bu da nereden çıkmıştı şimdi? Belki de Uzay sırf tişörtüne bir an önce kavuşabilmek için annesinden onu akşam yemeğe çağırmasını istemişti. Fazla düşünmeden “Tamam” diye yazıp gönderdi. Yurttan çıkıp otobüs durağına doğru yürürken izlendiği hissine kapıldı ama bunun üstünde fazla durmadı.

Cem’in evine gittiğinde Cem duştan yeni çıkmıştı, kapıyı bornozuyla açtı. Neden böyle bir şey giydiğini Irmak asla bilmiyordu, onu en az on yaş daha yaşlı gösteriyordu. Onun okuldaki asistan halinden çok daha farklıydı karşısındaki bu Cem görüntüsü. Okulda, normal bir öğretmen gibi ve mesafeli davranıyordu ama sevgili konumunda ve evdelerken çok daha sürprizli ve çekiciydi. Hatta bazen fütursuz. Mesela kapıyı kapatır kapatmaz, Irmak’a attığı adeta şuh bir bakış eşliğinde bornozunun kemerini çözer gibi yapması gibi. Sonra gülmüş ve “Hemen dönerim!” deyip giyinmek üzere odasına gitmişti.

Beş dakika sonra döndüğünde yalnızca ona çok yakışan bir ev eşofmanı giymemiş, aynı zamanda çok güzel kokan bir parfüm de sürünmüştü. Daha çok kolonyayı andıran bir kokuydu bu. Sanki şu lüks porselen mağazasında satılan serinin çay, incir ve leylak kolonyalarını karıştırıp, yeni bir öz elde etmiş gibiydi. Irmak dayanamayıp onu yanağından öpüverdi. Sonra gülümsedi.

“Felaket güzel kokuyorsun. Ama istediğim seçmelide yer kalmadı diye o dersi seçemiyorsam, üniversiteden bir asistanla sevgili olmamın ne anlamı var ki?”

Cem ağız dolusu bir kahkaha attı. Kahvaltılarını yaptıktan sonra masayı toplarlarken Irmak e-postasını açtı ve önceki akşam geç saatte yayınevinden gelen mail’i gördü.

“Merhaba, kitabı sevdiğiniz için teşekkürler. Yazarı sizin mail’inizden haberdar ettik. Başka kitaplarda buluşmak dileğiyle, iyi günler dileriz.”

Irmak’ın suratı düşmüştü. “Yalnızca bu kadar yazmışlar… Ben de oturmuş ciddi ciddi cevap bekliyordum. Keşke hiç mail atmasaydım.”

“Dert etme, alt tarafı bir e-posta. Hem işte yazarı haberdar etmişler. Eğer sana yazarsa, belki onunla buluşursun.”

“Bilmiyorum. Aslında onu takmıyorum. Şu anda şu aptal dünyada taktığım en son kişi o,” dedi Irmak, Aslı’yı düşünerek.

Cem güldü. “Bence sen onunla tanışmak istiyorsun. Bir yazarın kitabını okudun ve etkilendin, itiraf et.”

“Ne?”

“Elbette öyle. Benden saklayamazsın. Bu çok gizemli bir durum. Bir sahafta hakkında hiçbir bilgi edinemediğin birinin yazmış olduğu bir kitap buluyorsun. İnsan böyle bir durumda yazarının kim olduğunu öğrenmeyi tabii ki ister. Çünkü arada ister istemez bir okur-yazar bağı kurulur.”

Irmak cevap vermedi. Yanaktan öpme sırası Cem’deydi.

“Biliyor musun, sen de acayip güzel kokuyorsun. Ama ben bu kokunun parfüm ya da başka bir şey olmadığını biliyorum. Bu senin kendi kokun. Çağıl çağıl akan bir ırmak kadar taze, ferah bir koku.”

Irmak işte o zaman gülümsemeden duramadı. Cem’in iltifatlarında sahici olduğunu biliyordu, ama bunları şairane bir üslupla söyleyerek kendisini alaya aldığının da farkındaydı. “Tamam, merak etme, benim favori yazarım sensin,” diyerek ona sarıldı.

Birkaç saat sonra Cem, asansöre binmeden önce kendisine son bir kez bakan Irmak’a gülümsedi ve ardından sokak kapısını kapattı. Kahve suyu koymak için mutfağa giderken, Acaba güzel, genç bir kız için kariyerimi tehlikeye mi atıyorum? diye düşündü. Ama bu ırmağın her bir damlası için değerdi.

Irmak çok güzeldi. Yalnızca güzel değil, aynı zamanda akıllıydı da. Okulda Cem’in ağzının içine bakan yüzlerce öğrenci vardı ama hepsi de güzellikle ve sosyal medyayla kafayı bozmuştu; içleri boştu, çarpım tablosunu ezbere bilmezlerdi ve en önemli edebiyatçıları sorduğunuzda bile “O kim? Yeni bir single mı çıkarmış?” diye soracak kadar bilgisizdi. Oysa Irmak öyle değildi. Aynı anda hem bir masal prensesi gibi ışıl ışıldı hem de elinde kitapları ve okumalarıyla zamanını kütüphanede geçiriyor, ders notlarını önemsiyordu. Derslere sırf yoklamada imza atmak için gelen çoğunluktan da, “kısa yoldan ünlü olayım, herkes beni tanısın” diye düşünen zamane gençlerinden de değildi. Çok daha farklı, hayatta başka meseleleri olan bir kızdı.

Aslında, Irmak’la ilgili uzun vadeli planları vardı Cem’in. Bu planlardan bazıları bir sahil kasabasında beraber yaşlanmaya dek gidiyordu. Irmak’ın ihtiyacı olan tek şey sevgiydi ve Cem, onun hayatında bunu bilen tek kişiydi.

***

Irmak evine on dakika mesafedeki durakta otobüsten indiğinde, üstü başı az önce bir savaştan çıkmış gibi dağılmıştı. Otobüs o kadar sıkış tıkış ve havasızdı ki, bir daha en uzak mesafeye bile yürüyerek gideceğine yemin etti. Yürürken hava alacakaranlıktı, evinin kapısına vardığındaysa çoktan karanlık bastırmış, sokak lambaları yanmıştı. Yıllarca annesi, babası ve kardeşi Uzay’la birlikte işte burada yaşamıştı. Şimdi annesi ve Uzay yaşıyordu sadece. Irmak o akşam yemeğe çağırılmıştı. Anne babası boşandıktan sonra ikisiyle de pek görüşmez olmuştu, ama en çok annesiyle görüştüğü söylenebilirdi. En son bir ay önce, bir kafede buluşup öğle yemeği yemişlerdi. Tamamen zoraki bir buluşmaydı.

Evi –eski evi– şehrin gürültüsünden ve trafiğinden uzak bir mevkideydi. Üç katlı, lüks denebilecek bir villaydı. Büyük ön bahçesinde havuzu vardı ama Irmak o havuza en son ne zaman girmişti hatırlamıyordu bile. Belki Uzay dokuz-on yaşlarındayken… Mutsuz anne babalarının her şey yolundaymış gibi göstermeye çalıştıkları evliliklerinin adeta bir simgesi olarak, her zaman dolu ve bakımlıydı o havuz. Hiç girmeseler bile. Eğer yaz tatilinde bir plan yapmayıp şehirde kalmışlarsa her sabah bakıma gelen sevimli havuzcuyla, evdekilerden daha çok muhabbeti olmuştu Irmak’ın.

Kapıyı Uzay açtı. Son derece salaş bir hali vardı; eşofmanının ipleri aşağı sarkıyordu, tişörtünün bir omzu tamamen kaymıştı. “Selam.”

Irmak içeri girdi. “Al bakalım, tişörtünü getirdim,” deyip çantasından çıkardığı tişörtü Uzay’a uzattı.

“Sağ ol, annem mutfakta,” diyen Uzay tişörtü alıp koridorda gözden kayboldu.

Aslı onu terk ettikten sonra Irmak kardeşi Uzay’a acıyor mu yoksa oh olsun mu diyordu, emin değildi. Hiçbir şey olmadan, yani anne babaları boşanmadan ya da Aslı onu terk etmeden önce de Uzay’la çok yakın iki kardeş oldukları söylenemezdi. Ama ne olursa olsun Uzay iyi bir çocuktu ve üniversite sınavlarına hazırlandığı sene aile sorunlarıyla boğuşup üstüne bir de aşk acısı çekmeyi hak etmiyordu.

Irmak onun dünyasını gitar (“hem de elektronik”), futbol topu, bilgisayar ve kulağına taktığı küçük metal küpeyle özetleyebilirdi. Aslı’nın da dediği gibi hoş, tatlı bir çocuktu. Yakışıklı mıydı? Yani, kendine göre bir havası vardı ve dalgalı saçlarıyla (bir de gitarıyla tabii) kızların ilgisini çekmeyi başardığı su götürmez bir gerçekti. Aslı’yla sevgililik oyunu dokuz ay önce başlamış, geçen haftalarda da sonlanmıştı. Aslında kendine kızıyordu Irmak, Uzay’ın Aslı için bir heves olduğunu başından tahmin edemediği ve buna müsaade ettiği için.

Trençkotunu portmantoya asıp mutfağa gitti. Sahiden de oradaydı annesi. Ocağın başında, sevgili çocuklarına yemek hazırlamakla meşguldü. Menüde domates soslu makarna ve baharatlı tavuk vardı. Kızının geldiğini duyunca ona dönmeden, gözlerini yapmakta olduğu yemeğinden ayırmadan sordu: “Selam, nasıl gidiyor bakalım?” Irmak sanki dışarıdan, sokaktan değil de içerideki odadan gelmiş gibi davranıyordu. Sanki en son bir ay önce görüşmemişler gibi. Bunu sırf onunla öpüşmek, temas etmek zorunda kalmamak için yaptığını biliyordu Irmak. Yemekten sonra gitme vakti geldiğinde de herhalde koşa koşa tuvalete gider ya da telefonu çalmış numarası yapardı.

"İyi."

“Bu kadar basit mi?”

“Evet. Senin bana bir hoş geldin dememen, zahmet edip yüzünü dönmemen kadar basit,” dedi Irmak. Ama sonra bu kadar sert konuştuğu için pişman oldu.

Odasından Uzay’ın öksürüğü duyuldu. Bunun bir uyarı işareti olduğunu ikisi de biliyordu.

“Tamam Irmak, konuyu burada kapatalım,” dedi annesi. “Yoksa her zamanki gibi farklı kişiliklerimize dair bir konuşmayla sonlanacak. Sanki seni ben doğurmamışım gibi.” Şimdi yüzünü ona hafifçe dönmüştü.

“Evet, bazen bundan ben bile şüpheleniyorum biliyor musun?”

“Babana sor istersen!”

“Görürsem sorarım!” Irmak öfkeyle soludu.

Uzay tam o sırada mutfağa geldi. “Yemek hazır mı? Artık dayanamıyorum da…” Açlığa mı, yoksa onlara mı netliğe kavuşturmadı gerçi.

Annesi Irmak’a doğru bir adım attı. “Babanla ilişkini sürdürmek senin elinde Irmak. Sırf siz boşanmış bir ailenin çocukları olmayın diye o adamla daha fazla evli kalamazdım!”

“Sana evli kal diyen oldu mu anne?”

“O zaman neden bana bir suçluymuşum gibi davranıyorsun?”

“Öyle davrandığım falan yok. Ben sadece… Neyse ya.”

Artık ocaktaki yemeği boş vermiş, tamamen Irmak’a bakıyordu Zuhal. “Sen bizi bırak da kardeşinle ilgilen biraz. Şu arkadaşın Aslı… Uzay’ı parmağında oynatıp bir kenara fırlattı! Şimdilerde okula gitmek yerine odasına kapanıp ağlıyor, biliyor musun?”

“Anne! Hayır Irmak, ondan ayrıldığım için ağladığım falan yok!” dedi Uzay hemen.

“Aslı’nın Uzay’ı terk etmesinin sorumlusu da mı ben oldum şimdi?”

“İşte senin problemin bu, Irmak! Etrafındaki insanların durumlarını bencilce eleştiriyorsun. Ben ve baban, kardeşin ve sevgilisi… Sen mutlu ol da, dünya yıkılsa bile umurunda değil, yalan mı?”

“YETER ARTIK!” diye bağırdı Irmak. Sesi öyle gür çıkmıştı ki, neredeyse kendisi bile korktu.

“Sakin ol Irmak,” dedi Uzay.

“Görüşürüz Uzay!” dedi Irmak ve mutfaktan çıkıp trençkotunu aldı.

Annesi arkasından seslendi: “Dur!” Irmak tam kapıyı açmıştı ki onu yakaladı. “Tüm gün sizin için yemek yaptım! Şimdi yemeden hiçbir yere gidemezsin!”

“Ya anne sen şaka mısın? Benimle dalga mı geçiyorsun?” Irmak burnundan soluyordu.

Annesi sinirle güldü. “İçimizde şaka gibi olan tek ben miyim acaba?” Sakinleşti. “Irmak, tamam. Sana söylediklerimi unut gitsin. Uzay o kıza hala aşık. Hem de deliler gibi.”

“Benim yapabileceğim bir şey yok! Aslı’yı artık ben de tanıyamıyorum.”

“Şimdi içeri gelip bizimle yemeğe oturacak mısın?”

“Hayır anne.” Ayakkabılarını giyip dışarı çıktı.

"Peki nereye gidiyorsun?"

“Cem’e. Bir tek o anlıyor beni!” Neden doğruyu söylemişti ki sanki?

“Tamam! Ama sakın bir hata yapıp da bana gelme kızım!” dedi annesi ve kapıyı küt diye çarparak arkasından kapattı.

Irmak evin bahçesinden çıktığında öfkeden titriyordu. Şu işe bak, diye düşündü. Beni yemeğe davet ediyor ve tamamen kibarlık olsun, belki aramızda bazı şeyler hallolur diye gidiyorum ama her şey daha da berbat oluyor ve ben aç aç yurda geri dönüyorum! Sakinleşmeye ihtiyacı vardı, hayatını bilen birinin onu sakinleştirmesine. Cem’i aramak için telefonunu eline aldı. Tam o sırada e-postasına gelen mail bildirimiyle irkildi.

Zamanlama bundan daha mükemmel olamazdı... Mail şu gizemli yazardan gelmişti. Gözü e-posta adresine takıldı: atlassiyah@gmail.com. Biraz uydurma bir adres gibi duruyordu. Belki de sırf bu mailleşme için açılmış geçici bir hesaptı. Irmak bir an telefonu çantasının derinliklerine fırlatmayı düşündü, ama hayır, onun ne yazdığını baya baya merak ediyordu. Mail’de yazılanlar yalnızca o geceki uykusunu kaçırmakla kalmayacak, hayatını da tamamen değiştirecekti:

"Her şeyden önce teşekkürler. Kitabımı beğenmenize sevindim. Ama işin aslı şu ki, ben o kitabı okumuş olmanızı istemezdim. Zaten yüz adet basılmıştı ve bulabildiğim doksan dokuz tanesini toplamayı başardım. Geriye tek bir tane kalmıştı, her yerde onu aradım. Yok etmek için. Onu yok edin lütfen. Teşekkür eder, saygılarımı sunarım. / Atlas Siyah" 
1.bölüm sonu, devam edecek
-----------********------------
 




SİNEMADA İKİ FİLM

Son günlerde sinemada iki filme gittim. İlki, The Substance. Yani Cevher. Bence mutlaka görülmesi gereken, ama son derece rahatsız edici bir...