Evet, bir süredir aklımdaydı bu konu hakkında
yazmak, ancak yoğunluktan (romanlar, hikayeler, senaryolar, başka yazılar, başka şeyler) dolayı
ancak zaman yaratabildim ve işte nihayet bu yazıyı yazabiliyorum…
Finalinin üstünden kaç yıl geçmiş olursa olsun, Aşk-ı
Memnu tekrarlarıyla, özellikle de yaz aylarında mutlaka ekranda oluyor ve
görünüşe bakılırsa en az bir on yıl daha ekranda olmaya, tekrarları bile çok
izlenmeye devam edecek…
Üstelik seyircinin ekranda en çok olduğu zaman
diliminde yayınlanıyor, ana haber öncesinde. Ve hala çok yüksek reyting alıyor.
Artık her bir sahnesini ve repliğini ezbere bilmemize rağmen izliyoruz. Öyle
görünüyor ki popülaritesi hiçbir zaman bitmeyecek bir dizi, belki gündem
yaratmada onu geçecek bir dizi daha çekilirse… Gelmiş geçmiş en iyi yerli
dizimiz Aşk-ı Memnu diyor muyum, bilmiyorum, ama son 20 yılı şöyle bir
düşününce, ilk 5’te yer aldığı kesin (Yine o dönemin dizilerinden Yaprak Dökümü’nün
ilk iki sezonu, Öyle Bir Geçer Zaman Ki’nin ilk iki sezonu da fazlasıyla alkışı
hak ediyor mesela, daha şimdi aklıma gelmeyen çok iş var. Kaldı ki bu sezon da
hayli iyi 1-2 dizi vardı, yani “artık iyi dizi yapılmıyor” demiyorum, aksine
artık çok dizi var ve izleyici hangisini seçeceğini şaşırıyor). Yani Aşk-ı
Memnu aradan geçen neredeyse 10 yıla rağmen hala popüler, hala rağbet görüyor
ve hala izleniyor. Peki nedir bu başarısının sırrı? Bunun tılsımı ne? Aşk-ı Memnu neden ve nasıl bir efsane oldu?
Öncelikle, yaz ekranında neden hala çok izlendiğine
bir bakalım… Sorun şu ki, son birkaç yıldır yaz ekranları eskisi kadar dolu ve
bol seçenekli değil. Kaliteli yaz dizileri yok (mesela, kalitesi tartışılsa da, Güllerin Savaşı yazın
başlayıp iki sezon devam eden bir dramdı)… Sakar, güzel kızla kaslı, üç
sahneden birinde çıplak gördüğümüz erkeğin oynadığı klişe yaz dizileri yine
başrolde… Onun dışında sezon dizilerinin tekrarları… Yani yeni hiçbir şey yok.
TLC’deki ev dekore etme, ev satın alma programları, yemek programları, DMAX,
Sony Channel ve Kelime Oyunu da olmasa, yaz ekranı cidden bomboş… Televizyonu
açıp da şöyle keyifle izleyebileceğiniz hiçbir şey yok!
Peki bundan neredeyse 10 yıl önce, ta 2008’de çekilmiş olan Aşk-ı Memnu’yu neden hala izliyoruz? Hatta belki yeni dizilerden
bile daha çok, özlemle izliyoruz?
Cevap basit bir “Önümüze koyuyorlar, izliyoruz”
değil elbette (öyle olduğu da olur ama Aşk-ı Memnu için geçerli değil bu)…
1) Bir kere zamansız bir dizi. Dokunmatik
telefonların yeni yeni çıktığı bir dönemde çekilmiş olsa da, Behlül’le
Bihter’in yasak aşkı evrensel bir konuyu işliyor ve dünyanın her yerinden
izleyiciye sahip. İzleyici, Aşk-ı Memnu'daki karakterlerle çok rahat empati kurabildi. Karakterlerin
davranışlarını doğru bulsa da bulmasa da, en azından onları anladı, ki seyirci
açısından “karakteri anlamak”, o dizinin izlenmesi için temel faktördür.
2) Dizi çok özenilmiş. Özenilerek çekilmiş. Bir
kitap uyarlaması bildiğiniz gibi (Halit Ziya Uşaklıgil). Başı sonu belli, yola çıkarken planlaması çok
iyi yapılmış. Gidişatı, hangi duraklara uğrayarak büyük finalde nereye varacağı
belli olduğu için, dizinin iki sezonu boyunca dolu dolu bir hikaye akışı
izliyoruz. Arada elbette yan hikayelerle zenginleştirilmiş bir senaryo
görüyoruz (Ece Yörenç ve Melek Gençoğlu'nu anmadan geçmek olmaz). Dizinin hikayesi oldukça başarılı. Bu da, gidişatının baştan belli
olmasından kaynaklı diye düşünüyorum.
Ben yıllar önce, 2015 yılında yayımlanan ilk kitabım
Ters Düz’ün (Bozbalık Üçlemesi’nin ilk kitabı) ilk cümlesini yazarken, henüz
yazmadığım 3. kitabın yani final kitabının son sahnesinde neler olacağımı bile
belirlemiştim. Yoksa öbür türlü, bugün Ufak Tefek Cinayetler’de olduğu gibi ne
yapacağınızı bilemeyip ilk üç bölümdeki o iddialı vaatleri çorbaya dönüştürür,
dizide zaten hiçbir işlevi olmayan ve varlığıyla ya da yokluğuyla kimsenin
zaten ilgilenmediği bir yan karakteri öldürerek seyirciyi hayal kırıklığına
uğratırsınız (oysa en azından birkaç polisiye kitap okumuş olsanız bile böyle
bir hataya düşmezdiniz ya, neyse). Demek istediğim şu ki, hikayeyi planlayarak
yola çıkmak bir dizi için de, bir kitap için de büyük önem taşıyor. Yarı yolda
rota değiştirmektense, önceden belirlenmiş rotanızda giderseniz mantık hataları
yapmıyor, karakterler arasındaki çatışmaları boş ve doldurma değil, sağlam
temeller üzerine kuruyorsunuz.
3) Diyaloglar inci gibi… Hiçbir karakter boş
konuşmuyor. Az ama özler. Bir de sırf diyalogları izleyerek takip ederseniz, ne
demek istediğimi anlayacaksınız. Firdevs Hanım, Bihter, Matmazel hep lafı
gediğine oturtmuyorlar mı? Repliklerin bugün hala dilimizde olmasının sebebi bu
değil mi? Cidden, sosyal medyada Firdevs Hanım’ın “Aptallık etme!”leri hala
havada uçuşuyor (tabii bunda o dönem sosyal medyanın yaygın olarak
kullanılmaması da bir gerçek, kullanıcılar şimdi acısını çıkarıyor!). Karakterlerin
ağızlarından çıkan sözler, onları yansıtıyor. Bir cümleyi kimin ağzından
çıktığını bilmeden kağıda yazsanız, o lafı Matmazel’in mi, Nihal’in mi, yoksa
Katya’nın mı dediğini çok rahat anlayabilirsiniz.
4) Yukarıda da dediğim gibi, karakterlerin
inandırıcılıkları çok yüksek. Bir hikayede karaktere hak verip vermemekten daha da önemlisi, onu anlamaktır zaten. Anladığınız karakteri, dünyanın en kötü karakteri olsa da haklı bulur ve seversiniz. Beren Saat'in canlandırdığı Bihter'inin yaptıklarını hiçbirimiz tasvip etmiyorduk ama yine de onu seviyorduk. Çünkü onu anlıyorduk. Ayrıca bu dizide, her ne olursa olsun karakterlerin birbirlerine
saygıları var. İğnelemelerini, aba altından sopa göstermelerini bile hep bu
saygı çerçevesinde yapıyorlar. Zarafet var. Hayranlıkla izliyorsunuz en
şiddetli atışmaları bile. Natürellik var, gerçekçilik var. Evin hizmetçileri, şimdi
dört diziden en az üçünde izlediğimiz gibi burnu büyük zengin ev sahibi
tarafından hiçbir zaman azarlanmadı Aşk-ı Memnu’da. Yeri geldi Adnan Bey,
Süleyman Efendi’nin masasına oturup çay içti. Yeri geldi Nihal, Şaheste Hanım’ın
yanağına öpücük kondurdu. Katya Bihter’le Firdevs’e beş çaylarını getirirken
mesafesini koruyarak da olsa odayı toparlamaya devam etti (sahi Katya da çok
iyi bir karakter oyuncusuydu, ne oldu şimdi ona?). Bir burnu büyüklük yoktu.
Ama tabii laçkalık da yoktu, herkes sınırını, çizgisini doğal bir içtenlikle
biliyordu. Çünkü gerçek hayatta da böyle evlerde böyle olur. Dizi, kendi
gerçekliğini yaratırken aslında yine gerçek hayattan ilham alıyordu. “Hizmetçisin
sen hizmetçi kal” mantığı yeri geldiğinde buz kesen Firdevs Hanım’da bile
yoktu. Bihter Matmazel’e “Aşağıya mı daha yoksa yukarıya mı daha yakınsınız,
tarafınızı seçin” derken bile yoktu.
5) Dizinin yönetmeni olan Hilal Saral, karakterlerin
duygularını, duygusallıklarını, hislerini, gerilimlerini, korkularını,
entrikalarını bize muazzam hissettirdi. O an sanki biz de o evin o odasında, o
karakterlerin yanında bir görünmezlik pelerininin altındaymışız gibi izledik.
Sahneler, çekimler, sahnelerin şıklığı, dekorlar, küçük ayrıntılar, her şey
muhteşemdi… Aşk-ı Memnu’yla ilgili hoşuma giden bir şey de kamera zoom’larıydı
(itiraf). Kameranın yavaşça kayarak karakterin yüzüne yaklaşması, eğer iyi
yapılmışsa aynı zamanda seyircinin de o karakterin duygularını yakalaması
açısından gayet iyi oluyordu (Mesela Hayat Şarkısı’nda da Hülya’nın sadece
gözlerini görerek zihnini okuduğumuz o muhteşem sahneleri hatırlayın). Şimdi
biraz geleneksel dizilerde, demode kalmış olabilir belki ama, bir
gerilim/şok/travma sahnesi olduğunda kameranın karakterin yüzüne zoom yapması
bence dozunda kullanıldığında hala işe yarar bir taktik (Ama Arka Sokaklar’daki
o titrek kameradan bahsetmiyorum, hayır, kesinlikle ondan bahsetmiyorum).
6) Şunu çok net söylenebilir ki Aşk-ı Memnu’yu ne
Kıvanç Tatlıtuğ’un kasları (zaten dikkatle bakarsanız, o dönem çok daha kilolu
olduğunu söyleyebilirsiniz-tabii Tatlıtuğ’un genelde “esmer erkek”leri seven
Türk toplumunda “sarışın erkek” tipini sevdirdiği de bir gerçek), ne de Beren
Saat’in güzelliği için izledik (ki çok, çok güzeldi). Aslında bunu hiçbir dizi
için söylemek pek doğru değil, hiçbir dizi sadece oyuncusu nedeniyle izlenmez,
izlense izlense bir-iki bölüm izlenir, sonra kapatılır. Ama hikayesi için
izlenir (buna yazımın sonuna doğru değineceğim). Muhteşem bir hikaye, sağlam
bir senaryo vardı ve onlar da Bihter’le Behlül’ü muazzam canlandırdılar.
Dolayısıyla senaryodan sonra en büyük alkış tabii ki oyunculara. Sırası
gelmişken söylemeden geçmemeli: Beren Saat’i ekranda görmeyi ne çok özledik… Hatırla Sevgili'den, Aşk-ı Memnu’dan, Fatmagül’ün Suçu Ne’den sonra (İntikam’la Kösem’i maalesef saymıyorum) aslında ortadan kayboldu Beren Saat. En uygun senaryo için
beklediğine eminim. En kısa zamanda güzel bir diziyle ekranlara döner umarım. O
bu ülkedeki en iyi 5-10 aktristen biri, belki de ilk 3’te. Tatlıtuğ da aynı
şekilde en iyi aktörlerden, her rolün altından başarıyla kalkıyor. Yoksa ikisi
yine aynı dizide mi yer almalı, Halit Ergenç’le Bergüzar Korel gibi? Bir ara
böyle bir proje var gibiydi ama sonra olmadı.
7) Aşkı Memnu’nun gizli başrolüyse hiç şüphesiz
olayların geçtiği “ev”di… Ev ister istemez hikaye doğuruyor, yaratıyor,
hikayenin ilerlemesine yardımcı oluyordu. Behlül’ün de dediği gibi, “elli
kapılı bir evde” sırf bu bile bir hikaye yaratacaktır. Ama tabii Aşk-ı Memnu bu
evi de çok iyi kullandı. Yoksa bugün “zengin dizilerinin” çoğunda geçen evler
de o ayarda ama hiçbir işe yaramıyor, sadece göstermelik orada duruyor. Aşk-ı
Memnu’daysa ev karakterlerle birlikte YAŞAYAN bir evdi. Kapıları dinlemek, saksının
arkasına saklanıp kulak misafiri olmak, pencereden bahçeyi gözetlemek bu tip
evlerde olağandır. Şimdiki “zengin dizileri” biraz da bu yüzden öyle evlerde
çekiliyor, o evler entrikaya uygun ortamı doğuruyor/sağlıyor, ama tek başına bu
yeterli mi? Asla.
8) Muhteşem hikayesi, senaryosu, natürel
oyunculukları, gerçekçi çatışması, harika çekimleri ve muazzam soundtrack’i…
Kısacası bunların hepsi birleşince, Aşk-ı Memnu hala unutulmaz bir dizi.
Aşk-ı Memnu’yu, Yaprak Dökümü’nü falan aklıma
getirince şöyle bir düşünmüyor değilim: Edebiyat uyarlamaları daha mı iyiydi
acaba? Eğer senaristler sıfırdan özgün senaryo yazamıyorsa (ki ben özgün
senaryo yazmaya çalışıyorum, bakalım), yeniden edebiyat uyarlamalarına
dönülebilir. Ama şimdilerde ekranda sadece güzel kız-yakışıklı erkek romantik
komedileri, Kore uyarlamaları ve Batı uyarlamaları var… Sıfırdan bizden olan hikayeler
çok az… Olanlar da, yine kendilerinden önceki başarılı örnekleri tekrarlayarak
tutunmaya çalışıyor…
GERÇEK BAŞROL HER ZAMAN HİKAYEDİR
Aşk-ı Memnu’nun hikayesi de, senaryosu da çok, çok iyiydi. Hikaye
ayrı bir şeydir, senaryo ayrı. İyi bir hikayeniz olabilir ama kötü diyalog
yazarsanız o hikaye çöp olur (geçtiğimiz sezonlarda bunun örneklerini çok
gördük ekranlarımızda). Unutmayın, başrol her zaman hikayenindir.
İstanbullu Gelin, hikayesi ve çatışmaları sağlam
olmasa iki sezon zor dayanırdı. Ama şimdi üçüncü sezonu gelecek. Çünkü her
karakterin söyleyecek bir sözü var. Özcan Deniz’i inanılmaz itici bulan seyirci
bile izliyor, çünkü orada onu değil, canlandırdığı karakteri izliyor, Süreyya’yla
olan ilişkisini izliyor. Bu da karakterin iyi yazılmasından kaynaklanıyor.
Bu sezon büyük isimlerin, starların, yıldızların ne
sinemada ne de televizyonda yüzleri güldü. Sinemadan başlayacak olursak; Murat
Boz, Barış Arduç, Burak Özçivit, Murat Boz, Elçin Sangu, Tuba Büyüküstün, Kenan
İmirzalığlu, Meryem Uzerli, Halit Ergenç, Kıvanç Tatlıtuğ gişede ne yazık ki
istedikleri başarıyı elde edemediler. Çünkü oynadıkları, inanmamızı
bekledikleri hikaye sağlam değildi. Bu sezon Yuvamdaki Düşman altıncı bölümde
bitti. “Salon kadını" Nebahat
Çehre’ye, Aslı Tandoğan’a oldu olan. Çünkü hikayesi ilk başta bir şeyler vaat
ediyor gibiydi ama senaryosu öyle, öyle kötü yazıldı ki, dizi sonunda
kısırdöngüye girerek kendi kendini imha etti. Artık hiçbir seyirci yalnızca
yakışıklı diye, güzel diye bir oyuncuyu izlemek istiyor. Ya da ilk beş
dakikadan sonra sıkılıp kanalı değiştiriyor.
Herkes şahane oynasa bile, hikaye olmadı mı olmuyor,
olmaz…
Benim hiç izlemediğim ama başarısı ortada olan Sen
Anlat Karadeniz’de İrem Helvacıoğlu ve Ulaş Tuna Astepe ünlü isimler miydi?
Ufak Tefek Cinayetler’i başta Gökçe Bahadır, Mert Fırat ve Aslıhan
Gürbüz için mi izledik? Yasak Elma’ya Şevval Sam için mi baktık? Çukur, Aras
Bulut İynemli için mi izleniyor sanıyorsunuz? Kadın'ın yıldız oyuncusu Özge Özpirinççi miydi? İstanbullu Gelin’i üçüncü sezona
götüren Aslı Enver mi, Özcan Deniz mi? HAYIR! İyi hikayeleri. İyi bir hikaye
varsa, dizinin başarı şansı hep yüksek olur. Oyuncunun kim olduğu hiç önemli
değildir denemez ama bu ikinci, üçüncü plandadır. Hiç tanınmamış isimler, eğer
hikaye de güzelse, çok daha başarılı bile olabilir. Gerçek başrolün hikaye
olduğu unutulmamalı…
Bakalım Eylül ayında bu altın kuralı hatırlayarak mı
yapılacak projeler? Yoksa yine risk almadan, kısırdöngü içindeki benzer, klişe
işler mi seyircinin önüne konulacak? Hep beraber göreceğiz…
Sevgiler!
instagram.com/ofluoglumert
twitter.com/ofluoglumert
facebook.com/ofluoglumert