14 Temmuz 2018 Cumartesi

1.LİKLE MEZUN OLDUM!


Bölüm 1.si olarak ilk sıradan girdiğim üniversitemi (İstanbul Bilgi Üniversitesi), yine bölüm 1.si olarak yüksek onur derecesiyle tamamladım... 

Çok mutluyum!



Dün akşamki mezuniyetimden fotoğraflar... Tabii daha çok ve detaylıları instagram hesabımda yerini aldı...


Mezuniyet töreni Santral kampüsünde akşam 19'da başlayacak olmasına rağmen bizler 16.30 gibi okuldaki yerimizi almıştık... Hava çok sıcaktı ve cübbelerin içinde hem susadık hem bunaldık... Ama harika bir tören gerçekleşti...


Medya ve İletişim Sistemleri'nde bölüm 1.si olarak mezun oldum... 


Yazarlık, senaristlik, editörlük, dergicilik, gazetecilik, çizerlik, sosyal medyacılık ve televizyonculuk işleriniz itinayla yapılır.

Görüşmek üzere!

instagram.com/ofluoglumert
twitter.com/ofluoglumert
facebook.com/ofluoglumert 

7 Temmuz 2018 Cumartesi

NEDEN HALA AŞK-I MEMNU İZLİYORUZ? / GERÇEK BAŞROL HİKAYEDİR!

Evet, bir süredir aklımdaydı bu konu hakkında yazmak, ancak yoğunluktan (romanlar, hikayeler, senaryolar, başka yazılar, başka şeyler) dolayı ancak zaman yaratabildim ve işte nihayet bu yazıyı yazabiliyorum…

Finalinin üstünden kaç yıl geçmiş olursa olsun, Aşk-ı Memnu tekrarlarıyla, özellikle de yaz aylarında mutlaka ekranda oluyor ve görünüşe bakılırsa en az bir on yıl daha ekranda olmaya, tekrarları bile çok izlenmeye devam edecek… 

Üstelik seyircinin ekranda en çok olduğu zaman diliminde yayınlanıyor, ana haber öncesinde. Ve hala çok yüksek reyting alıyor. Artık her bir sahnesini ve repliğini ezbere bilmemize rağmen izliyoruz. Öyle görünüyor ki popülaritesi hiçbir zaman bitmeyecek bir dizi, belki gündem yaratmada onu geçecek bir dizi daha çekilirse… Gelmiş geçmiş en iyi yerli dizimiz Aşk-ı Memnu diyor muyum, bilmiyorum, ama son 20 yılı şöyle bir düşününce, ilk 5’te yer aldığı kesin (Yine o dönemin dizilerinden Yaprak Dökümü’nün ilk iki sezonu, Öyle Bir Geçer Zaman Ki’nin ilk iki sezonu da fazlasıyla alkışı hak ediyor mesela, daha şimdi aklıma gelmeyen çok iş var. Kaldı ki bu sezon da hayli iyi 1-2 dizi vardı, yani “artık iyi dizi yapılmıyor” demiyorum, aksine artık çok dizi var ve izleyici hangisini seçeceğini şaşırıyor). Yani Aşk-ı Memnu aradan geçen neredeyse 10 yıla rağmen hala popüler, hala rağbet görüyor ve hala izleniyor. Peki nedir bu başarısının sırrı? Bunun tılsımı ne? Aşk-ı Memnu neden ve nasıl bir efsane oldu?


Öncelikle, yaz ekranında neden hala çok izlendiğine bir bakalım… Sorun şu ki, son birkaç yıldır yaz ekranları eskisi kadar dolu ve bol seçenekli değil. Kaliteli yaz dizileri yok (mesela, kalitesi tartışılsa da, Güllerin Savaşı yazın başlayıp iki sezon devam eden bir dramdı)… Sakar, güzel kızla kaslı, üç sahneden birinde çıplak gördüğümüz erkeğin oynadığı klişe yaz dizileri yine başrolde… Onun dışında sezon dizilerinin tekrarları… Yani yeni hiçbir şey yok. TLC’deki ev dekore etme, ev satın alma programları, yemek programları, DMAX, Sony Channel ve Kelime Oyunu da olmasa, yaz ekranı cidden bomboş… Televizyonu açıp da şöyle keyifle izleyebileceğiniz hiçbir şey yok!

Peki bundan neredeyse 10 yıl önce, ta 2008’de çekilmiş olan Aşk-ı Memnu’yu neden hala izliyoruz? Hatta belki yeni dizilerden bile daha çok, özlemle izliyoruz?

Cevap basit bir “Önümüze koyuyorlar, izliyoruz” değil elbette (öyle olduğu da olur ama Aşk-ı Memnu için geçerli değil bu)…

1) Bir kere zamansız bir dizi. Dokunmatik telefonların yeni yeni çıktığı bir dönemde çekilmiş olsa da, Behlül’le Bihter’in yasak aşkı evrensel bir konuyu işliyor ve dünyanın her yerinden izleyiciye sahip. İzleyici, Aşk-ı Memnu'daki karakterlerle çok rahat empati kurabildi. Karakterlerin davranışlarını doğru bulsa da bulmasa da, en azından onları anladı, ki seyirci açısından “karakteri anlamak”, o dizinin izlenmesi için temel faktördür.

2) Dizi çok özenilmiş. Özenilerek çekilmiş. Bir kitap uyarlaması bildiğiniz gibi (Halit Ziya Uşaklıgil). Başı sonu belli, yola çıkarken planlaması çok iyi yapılmış. Gidişatı, hangi duraklara uğrayarak büyük finalde nereye varacağı belli olduğu için, dizinin iki sezonu boyunca dolu dolu bir hikaye akışı izliyoruz. Arada elbette yan hikayelerle zenginleştirilmiş bir senaryo görüyoruz (Ece Yörenç ve Melek Gençoğlu'nu anmadan geçmek olmaz). Dizinin hikayesi oldukça başarılı. Bu da, gidişatının baştan belli olmasından kaynaklı diye düşünüyorum.

Ben yıllar önce, 2015 yılında yayımlanan ilk kitabım Ters Düz’ün (Bozbalık Üçlemesi’nin ilk kitabı) ilk cümlesini yazarken, henüz yazmadığım 3. kitabın yani final kitabının son sahnesinde neler olacağımı bile belirlemiştim. Yoksa öbür türlü, bugün Ufak Tefek Cinayetler’de olduğu gibi ne yapacağınızı bilemeyip ilk üç bölümdeki o iddialı vaatleri çorbaya dönüştürür, dizide zaten hiçbir işlevi olmayan ve varlığıyla ya da yokluğuyla kimsenin zaten ilgilenmediği bir yan karakteri öldürerek seyirciyi hayal kırıklığına uğratırsınız (oysa en azından birkaç polisiye kitap okumuş olsanız bile böyle bir hataya düşmezdiniz ya, neyse). Demek istediğim şu ki, hikayeyi planlayarak yola çıkmak bir dizi için de, bir kitap için de büyük önem taşıyor. Yarı yolda rota değiştirmektense, önceden belirlenmiş rotanızda giderseniz mantık hataları yapmıyor, karakterler arasındaki çatışmaları boş ve doldurma değil, sağlam temeller üzerine kuruyorsunuz.

3) Diyaloglar inci gibi… Hiçbir karakter boş konuşmuyor. Az ama özler. Bir de sırf diyalogları izleyerek takip ederseniz, ne demek istediğimi anlayacaksınız. Firdevs Hanım, Bihter, Matmazel hep lafı gediğine oturtmuyorlar mı? Repliklerin bugün hala dilimizde olmasının sebebi bu değil mi? Cidden, sosyal medyada Firdevs Hanım’ın “Aptallık etme!”leri hala havada uçuşuyor (tabii bunda o dönem sosyal medyanın yaygın olarak kullanılmaması da bir gerçek, kullanıcılar şimdi acısını çıkarıyor!). Karakterlerin ağızlarından çıkan sözler, onları yansıtıyor. Bir cümleyi kimin ağzından çıktığını bilmeden kağıda yazsanız, o lafı Matmazel’in mi, Nihal’in mi, yoksa Katya’nın mı dediğini çok rahat anlayabilirsiniz.

4) Yukarıda da dediğim gibi, karakterlerin inandırıcılıkları çok yüksek. Bir hikayede karaktere hak verip vermemekten daha da önemlisi, onu anlamaktır zaten. Anladığınız karakteri, dünyanın en kötü karakteri olsa da haklı bulur ve seversiniz. Beren Saat'in canlandırdığı Bihter'inin yaptıklarını hiçbirimiz tasvip etmiyorduk ama yine de onu seviyorduk. Çünkü onu anlıyorduk. Ayrıca bu dizide, her ne olursa olsun karakterlerin birbirlerine saygıları var. İğnelemelerini, aba altından sopa göstermelerini bile hep bu saygı çerçevesinde yapıyorlar. Zarafet var. Hayranlıkla izliyorsunuz en şiddetli atışmaları bile. Natürellik var, gerçekçilik var. Evin hizmetçileri, şimdi dört diziden en az üçünde izlediğimiz gibi burnu büyük zengin ev sahibi tarafından hiçbir zaman azarlanmadı Aşk-ı Memnu’da. Yeri geldi Adnan Bey, Süleyman Efendi’nin masasına oturup çay içti. Yeri geldi Nihal, Şaheste Hanım’ın yanağına öpücük kondurdu. Katya Bihter’le Firdevs’e beş çaylarını getirirken mesafesini koruyarak da olsa odayı toparlamaya devam etti (sahi Katya da çok iyi bir karakter oyuncusuydu, ne oldu şimdi ona?). Bir burnu büyüklük yoktu. Ama tabii laçkalık da yoktu, herkes sınırını, çizgisini doğal bir içtenlikle biliyordu. Çünkü gerçek hayatta da böyle evlerde böyle olur. Dizi, kendi gerçekliğini yaratırken aslında yine gerçek hayattan ilham alıyordu. “Hizmetçisin sen hizmetçi kal” mantığı yeri geldiğinde buz kesen Firdevs Hanım’da bile yoktu. Bihter Matmazel’e “Aşağıya mı daha yoksa yukarıya mı daha yakınsınız, tarafınızı seçin” derken bile yoktu.

5) Dizinin yönetmeni olan Hilal Saral, karakterlerin duygularını, duygusallıklarını, hislerini, gerilimlerini, korkularını, entrikalarını bize muazzam hissettirdi. O an sanki biz de o evin o odasında, o karakterlerin yanında bir görünmezlik pelerininin altındaymışız gibi izledik. Sahneler, çekimler, sahnelerin şıklığı, dekorlar, küçük ayrıntılar, her şey muhteşemdi… Aşk-ı Memnu’yla ilgili hoşuma giden bir şey de kamera zoom’larıydı (itiraf). Kameranın yavaşça kayarak karakterin yüzüne yaklaşması, eğer iyi yapılmışsa aynı zamanda seyircinin de o karakterin duygularını yakalaması açısından gayet iyi oluyordu (Mesela Hayat Şarkısı’nda da Hülya’nın sadece gözlerini görerek zihnini okuduğumuz o muhteşem sahneleri hatırlayın). Şimdi biraz geleneksel dizilerde, demode kalmış olabilir belki ama, bir gerilim/şok/travma sahnesi olduğunda kameranın karakterin yüzüne zoom yapması bence dozunda kullanıldığında hala işe yarar bir taktik (Ama Arka Sokaklar’daki o titrek kameradan bahsetmiyorum, hayır, kesinlikle ondan bahsetmiyorum).  

6) Şunu çok net söylenebilir ki Aşk-ı Memnu’yu ne Kıvanç Tatlıtuğ’un kasları (zaten dikkatle bakarsanız, o dönem çok daha kilolu olduğunu söyleyebilirsiniz-tabii Tatlıtuğ’un genelde “esmer erkek”leri seven Türk toplumunda “sarışın erkek” tipini sevdirdiği de bir gerçek), ne de Beren Saat’in güzelliği için izledik (ki çok, çok güzeldi). Aslında bunu hiçbir dizi için söylemek pek doğru değil, hiçbir dizi sadece oyuncusu nedeniyle izlenmez, izlense izlense bir-iki bölüm izlenir, sonra kapatılır. Ama hikayesi için izlenir (buna yazımın sonuna doğru değineceğim). Muhteşem bir hikaye, sağlam bir senaryo vardı ve onlar da Bihter’le Behlül’ü muazzam canlandırdılar. Dolayısıyla senaryodan sonra en büyük alkış tabii ki oyunculara. Sırası gelmişken söylemeden geçmemeli: Beren Saat’i ekranda görmeyi ne çok özledik… Hatırla Sevgili'den, Aşk-ı Memnu’dan, Fatmagül’ün Suçu Ne’den sonra (İntikam’la Kösem’i maalesef saymıyorum) aslında ortadan kayboldu Beren Saat. En uygun senaryo için beklediğine eminim. En kısa zamanda güzel bir diziyle ekranlara döner umarım. O bu ülkedeki en iyi 5-10 aktristen biri, belki de ilk 3’te. Tatlıtuğ da aynı şekilde en iyi aktörlerden, her rolün altından başarıyla kalkıyor. Yoksa ikisi yine aynı dizide mi yer almalı, Halit Ergenç’le Bergüzar Korel gibi? Bir ara böyle bir proje var gibiydi ama sonra olmadı.

7) Aşkı Memnu’nun gizli başrolüyse hiç şüphesiz olayların geçtiği “ev”di… Ev ister istemez hikaye doğuruyor, yaratıyor, hikayenin ilerlemesine yardımcı oluyordu. Behlül’ün de dediği gibi, “elli kapılı bir evde” sırf bu bile bir hikaye yaratacaktır. Ama tabii Aşk-ı Memnu bu evi de çok iyi kullandı. Yoksa bugün “zengin dizilerinin” çoğunda geçen evler de o ayarda ama hiçbir işe yaramıyor, sadece göstermelik orada duruyor. Aşk-ı Memnu’daysa ev karakterlerle birlikte YAŞAYAN bir evdi. Kapıları dinlemek, saksının arkasına saklanıp kulak misafiri olmak, pencereden bahçeyi gözetlemek bu tip evlerde olağandır. Şimdiki “zengin dizileri” biraz da bu yüzden öyle evlerde çekiliyor, o evler entrikaya uygun ortamı doğuruyor/sağlıyor, ama tek başına bu yeterli mi? Asla.

8) Muhteşem hikayesi, senaryosu, natürel oyunculukları, gerçekçi çatışması, harika çekimleri ve muazzam soundtrack’i… Kısacası bunların hepsi birleşince, Aşk-ı Memnu hala unutulmaz bir dizi.

Aşk-ı Memnu’yu, Yaprak Dökümü’nü falan aklıma getirince şöyle bir düşünmüyor değilim: Edebiyat uyarlamaları daha mı iyiydi acaba? Eğer senaristler sıfırdan özgün senaryo yazamıyorsa (ki ben özgün senaryo yazmaya çalışıyorum, bakalım), yeniden edebiyat uyarlamalarına dönülebilir. Ama şimdilerde ekranda sadece güzel kız-yakışıklı erkek romantik komedileri, Kore uyarlamaları ve Batı uyarlamaları var… Sıfırdan bizden olan hikayeler çok az… Olanlar da, yine kendilerinden önceki başarılı örnekleri tekrarlayarak tutunmaya çalışıyor…

GERÇEK BAŞROL HER ZAMAN HİKAYEDİR

Aşk-ı Memnu’nun hikayesi de, senaryosu da çok, çok iyiydi. Hikaye ayrı bir şeydir, senaryo ayrı. İyi bir hikayeniz olabilir ama kötü diyalog yazarsanız o hikaye çöp olur (geçtiğimiz sezonlarda bunun örneklerini çok gördük ekranlarımızda). Unutmayın, başrol her zaman hikayenindir.

İstanbullu Gelin, hikayesi ve çatışmaları sağlam olmasa iki sezon zor dayanırdı. Ama şimdi üçüncü sezonu gelecek. Çünkü her karakterin söyleyecek bir sözü var. Özcan Deniz’i inanılmaz itici bulan seyirci bile izliyor, çünkü orada onu değil, canlandırdığı karakteri izliyor, Süreyya’yla olan ilişkisini izliyor. Bu da karakterin iyi yazılmasından kaynaklanıyor. 

Bu sezon büyük isimlerin, starların, yıldızların ne sinemada ne de televizyonda yüzleri güldü. Sinemadan başlayacak olursak; Murat Boz, Barış Arduç, Burak Özçivit, Murat Boz, Elçin Sangu, Tuba Büyüküstün, Kenan İmirzalığlu, Meryem Uzerli, Halit Ergenç, Kıvanç Tatlıtuğ gişede ne yazık ki istedikleri başarıyı elde edemediler. Çünkü oynadıkları, inanmamızı bekledikleri hikaye sağlam değildi. Bu sezon Yuvamdaki Düşman altıncı bölümde bitti. “Salon kadını" Nebahat Çehre’ye, Aslı Tandoğan’a oldu olan. Çünkü hikayesi ilk başta bir şeyler vaat ediyor gibiydi ama senaryosu öyle, öyle kötü yazıldı ki, dizi sonunda kısırdöngüye girerek kendi kendini imha etti. Artık hiçbir seyirci yalnızca yakışıklı diye, güzel diye bir oyuncuyu izlemek istiyor. Ya da ilk beş dakikadan sonra sıkılıp kanalı değiştiriyor.
Herkes şahane oynasa bile, hikaye olmadı mı olmuyor, olmaz…

Benim hiç izlemediğim ama başarısı ortada olan Sen Anlat Karadeniz’de İrem Helvacıoğlu ve Ulaş Tuna Astepe ünlü isimler miydi? Ufak Tefek Cinayetler’i başta Gökçe Bahadır, Mert Fırat ve Aslıhan Gürbüz için mi izledik? Yasak Elma’ya Şevval Sam için mi baktık? Çukur, Aras Bulut İynemli için mi izleniyor sanıyorsunuz? Kadın'ın yıldız oyuncusu Özge Özpirinççi miydi? İstanbullu Gelin’i üçüncü sezona götüren Aslı Enver mi, Özcan Deniz mi? HAYIR! İyi hikayeleri. İyi bir hikaye varsa, dizinin başarı şansı hep yüksek olur. Oyuncunun kim olduğu hiç önemli değildir denemez ama bu ikinci, üçüncü plandadır. Hiç tanınmamış isimler, eğer hikaye de güzelse, çok daha başarılı bile olabilir. Gerçek başrolün hikaye olduğu unutulmamalı…

Bakalım Eylül ayında bu altın kuralı hatırlayarak mı yapılacak projeler? Yoksa yine risk almadan, kısırdöngü içindeki benzer, klişe işler mi seyircinin önüne konulacak? Hep beraber göreceğiz…

Sevgiler!

instagram.com/ofluoglumert

twitter.com/ofluoglumert

facebook.com/ofluoglumert 

SİNEMADA İKİ FİLM

Son günlerde sinemada iki filme gittim. İlki, The Substance. Yani Cevher. Bence mutlaka görülmesi gereken, ama son derece rahatsız edici bir...