14 Eylül 2019 Cumartesi

BLOG'UM KAFA DERGİ 10 YAŞINDA!


Tarih, Eylül 2009. Daha on dört yaşında bir çocuğum. Ortaokul bitmiş, liseye başlayacağım yaz tatilinin son günleri. Ama okuma yazmayı öğrendiğim birinci sınıftan beri, saman kağıtlara ellerimle yazıp çizerek yaptığım dergileri postayla ülkenin bir ucundan diğer ucundaki akrabalarıma, tanıdıklarıma yollamaktan bir an olsun vazgeçmemişim. Hatta bu insanlar, küçük bir çocuğun hayal gücünü ve inancını kırmayıp o dergilere aylık abone bile olunca, ne çok sevinmişim! Her hafta yeni dergiler yapıp yollamışım onlara, çocukluktan beri bir şekilde hep kendi dergimi çıkarmışım, "yayıncılık dünyasının" içinde büyümüşüm yani.

Ve o yaz yine bu akrabalarımdan biri sayesinde, blogspot uzantılı blog'larla tanışmışım. Emekler vererek yazdığım çizdiğim, sonra fotokopicide çoğalttığım, zarfların içine koyarak postaneden uzaklara gönderdiğim bu el yapımı dergilerimin karşısında, güçlü bir alternatif belirmiş: İnternet. Blog açarsam yazılarımı herkesin her an oradan okuyabileceğini öğrenince, yazı masamın çekmecesinde deste deste duran saman kağıtlarım, rengarenk kurşun ve tükenmez kalemlerim yerini "okurlara" daha kolay ulaşabilmek adına blog dünyasına bırakmış. Kafa Dergi. Blog'umun adı bu. Seyahat ettiğim yerlerden okuduğum kitaplara, izlediğim dizilerden o an güncel olan ne varsa ona dair yazdığım yazılara, arkası yarın gibi kaleme aldığım hikaye serilerime, yaptığım çizgi romanlarıma; bazen kendi dertlerimi, çarkları bir türlü durmayan kafamdan geçenleri aktardığım, bazen benim gibi düşünenlere ulaşmak istediğim o blog dünyam, bugün, yani Eylül 2019'da, tam dolu dolu 10 yılını geride bırakıyor. İnanılır gibi değil! Bu su gibi geçip giden 10 yıl boyunca, binlerce yazı yazdım ve bugün ilk kez bu yazı için istatistiklere girip bakınca gördüm ki, yazılarım bir milyondan fazla okura ulaşmış. Üstelik günümüzün sosyal medya dünyası için uzun, çok uzun paragraflar, yazılar bunlar... Çünkü bir konu hakkında şöyle doya doya yazmak gibisi var mı? 

Tam 10 yıldır yazdığım hiçbir yazıdan tek kuruş para almadım. Yaptığım bir kitap önerisini de, bir dizi ya da albüm tavsiyesini de, şehrin birindeki bir kafe tanıtımını da, tamamen kendi içimden geldiği için yaptım. Sadece kendimin değil, blog'larda yazan çoğu insanın da blog yazmaktan para kazanmadığına, bunu sırf yazmayı sevdiği için yaptığına eminim. Blog'ların samimiyeti bambaşka. Ne instagram ne twitter ne de başka bir şey benim için blog'un yerini tutabilir. Önemli olan yazmayı sevmek burada... Bugün, saman kağıtlara yazılar yazıp akrabalarına yollayan on dört yaşındaki o çocukla, bilgisayarının karşısında klavyesine yazıp yazılarını blog'unda yayımlayan yirmi dört yaşındaki bu çocuk arasında hiçbir fark yok. Çok şey değişti, dönüştü belki, ama tek bir şey hiç değişmedi: Yazmaya olan tutkusu, bağlılığı, aşkı. Benim büyümeme tanıklık eden en güzel şey, blog'um Kafa Dergi'dir. 

Yıllar boyunca yanımda olan, yazdığım her yazıyı okuyan, yorumlayan, beni sonuna kadar destekleyen ve hiçbirini tanımadığım, ama kalpten kalbe bağlarını hissettiğim siz güzel okurlarıma en içten teşekkürlerimle...

Ve yazmaya devam... sonuna kadar!

Not (Böyle bir açıklamayı 5 yıldır ilk ve son kez yapıyorum): Bildiğiniz üzere, benim 10 yıllık Kafa Dergi blog'umun, blog'umun adında bir dergi çıkaran 5 yıllık Kafa Dergi ile hiçbir alakası yoktur. :) 

Sosyal medya hesaplarıma göz atmak isterseniz:

11 Eylül 2019 Çarşamba

TRENLE ODUNPAZARI MODERN MÜZE'NİN AÇILIŞINA GİTTİM


Cumartesi günü, Odunpazarı Modern Müze'nin yani OMM'un açılışı için İstanbul'da Söğütlüçeşme'den kalkan yüksek hızlı tren ile Eskişehir'e gittim. Bu, hızlı trene ikinci binişimdi. Genellikle eski romanlarda ve filmlerde görmeye alışık olduğumuz, benim çok sevdiğim tren maceraları, günümüzde hem biraz nostaljik hem de sizi farklı bir döneme ait hissettiriyor... Tren, doğası ve kökeni, tarihçesi gereği hep bir parça nostaljik. Eski filmleri, kültleşmiş romanları hatırlatır hep bana. Agatha Christie'nin Doğu Ekspresi'nde Cinayet'ini mesela. Neyse ki bir polisiye romana konu/atmosfer olamayacak kadar güzel bir hava, sıcak bir cumartesi günüydü. Açılış için hazırlanan insanlarla birlikte, dört numaralı vagondaki yerimi alıyorum.


Koleksiyoner Erol Tabanca'nın kurduğu OMM, ünlü Japon mimar Kengo Kuma'nın elinden çıkan harika bir mimari tasarıma sahip. Müzenin içindekiler kadar kendi binası da görülmeye değer. Müzenin ilk sergisi "Vuslat", küratörü ise Haldun Dostoğlu. Müzede eseri olan çoğu sanatçı da Eskişehir'deki açılıştaydı. Japon bambu sanatçısı Tanabe Chikuunsai IV de, müzeye özel ürettiği dev bambu enstalasyonuyla oradaydı. OMM'da iki tane eseri sergilenen Erdil Yaşaroğlu da, eşi Begüm Kütük'le birlikte müzenin açılışındaki isimlerdendi. (Belki fotoğrafımızı instagram story'lerimde görmüşsünüzdür.) Ve daha sayamadığım nice isim...


Müze bahanesiyle, Eskişehir'e de ilk kez gitmiş oldum. Bisikletleri, parkları, Porsuk Çayı ve yaşadıkları şehirden son derece mutlu görünen insanlarıyla Eskişehir'de gerçekten aklım kaldı. Kenti turlamak için yalnızca bir saatim vardı, dolayısıyla pek fazla gezemedim. Bir program yapıp -belki gelecek baharda- Eskişehir'e mutlaka yeniden gideceğim!

Beni sosyal medyadan takip etmek için:

3 Eylül 2019 Salı

4 YENİ YABANCI DİZİ

WHY WOMEN KILL 


Bayıla bayıla izlediğimiz Desperate Housewives'in yapımcılarından, 15 Ağustos'ta başlayan ve henüz sadece üç bölümü yayınlanan bir dizi: Why Women Kill. Aşklar, aldatmalar, entrikalar, henüz kimin öldüğünü bilmediğimiz bir cinayet ve kara komediyle dolu dizinin Marc Cherry'nin elinden çıktığı her türlü belli.


Başrolde üç ev kadını ve dizi üç farklı dönemde geçiyor: 1960'lar, 1980'ler ve 2019. Dizi bu açıdan This Is Us ve Desperate Housewives'taki formülü bir araya getirmiş gibi. 1960'lardaki kocasına sadık ev kadını Beth Ann rolüyle Ginnifer Goodwin ve Desperate Housewives'ta Eva Longoria'nın oynadığı Gabrielle'in 1980'lerdeki versiyonunu andıran Simone ile Lucy Lui, üçlü ana cast'taki iki koltuğun hakkını fazlasıyla veriyor. Oynadıkları karakterlerde fazlasıyla inandırıcı, samimi ve başarılılar. 2019 yılındaki Taylor'u canlandıran Kirby Howell-Baptiste'e ise şimdiye dek izlediğim üç bölüm için pek fazla ısınamadığımı belirtmeliyim. Bunda senaryonun da etkisi var: 1960 ve 80'lerde geçen hikaye hayli gerçekçiyken, dizinin günümüzde geçen kısmı pek de sürükleyici değil.

Dizinin enerjisini ve klişe olmakla birlikte fikrini (üç farklı zamanda geçen üç farklı aldatma) o kadar sevdim ki, keyifle izliyorum. Tam bir soap opera, pembe dizi. Bu Amerikan dizisinin bir iki yıl içinde bize uyarlandığını görürseniz şaşırmayın. Zira radarına takılırsa bir yapımcı Türk televizyonlarındaki adaptasyonu için kolları kesinlikle sıvayacaktır. Fragmanını aşağıya bırakıyorum.


THE SINNER


Polisiye dizi olayına farklı bir açıdan yaklaşan The Sinner, katilin bilindiği, ancak cinayetin neden işlendiğinin bilinmediği bir vakayı ele alıyor. Başrolünde Jessica Biel'in oynadığı dizi, bir yaz günü Cora Tannetti'nin göl kıyısında kocası ve çocuğuyla güneşlenirken bir anda birini öldürmesinin ardındaki nedenleri işliyor. Psikolojik bir yanı olan dizi merak uyandırıcı. Sonunda "acaba ne çıkacak" diyorsunuz. 

THE ACT


Anne-çocuk arasındaki ilişkiyi ele alması bakımından Bates Motel'in kadın versiyonu olarak özetleyebileceğim dizi, aşırı koruyucu bir anne olan Dee Dee ile küçük kızı Gypsy'nin karanlık ve dramatik hikayesini ele alıyor. Tekerlekli sandalyeye bağlı ve kurallarla yaşayan hasta Gypsy, annesinin ondan sakladıklarını öğrenince, iş bir cinayete kadar varıyor. Peki olaylar bu noktaya nasıl geldi? İçinde hem polisiye hem de drama ögeleri barındıran The ActJoey King ve Patricia Arquette'in olağanüstü performansıyla göz dolduruyor. Kadroda yan rollerden biriyle de olsa Chloë Sevigny'nin bulunması da cabası. 

WHAT/IF


Oscar'lı ünlü oyuncu Renee Zellweger'in Anne Montgomery adında güçlü, zengin, cazibeli ve şeytani bir kadını muhteşem bir şekilde canlandırdığı What/If, bir Türk dizisi klişesiyle başlıyor: "Ahlaksız teklif"le. Tabii bizim dizilerimizde "ahlaksız teklif" kurbanları genelde kadınlar olur, ama burada bir adam oluyor. Ya da karısıyla birlikte olduğunu düşünürsek bir çift. Anne Montgomery, tıbbi teknoloji startup'ı için para arayan Lisa'ya 80 milyon dolar teklif ediyor. Ama küçük bir şartla: "Kocanı bir geceliğine bana ver, parayı al." Lisa ve Sean, kararsızlıklarının ardından, Anne'in teklifini kabul ediyor ve hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı dizimiz başlıyor. Tahmin edilebilir ve yavan senaryosunun yanı sıra, dizinin çıkış noktasında da ciddi dramatik boşluklar var. En üstü kapalı şekilde söyleyecek olursam: Anne Montgomery tüm bunları Lisa Donovan'a neden yaptı? Gerekçesi neydi? Değer miydi? Bu sorulara hiç tatmin edici yanıtlar alamadan dizi bitiyor. Yine de iki kadın başrol oyuncusu, entrikalar, şık sahneler, harika müzikler ve genel olarak yaratmayı başardığı atmosfer diziyi bir şekilde izlettiriyor. 

KÜÇÜK BEYAZ YALANLAR 2


Bir de bonus olarak, bu filmden bahsedip yazıyı bitireyim. Geçenlerde Başka Sinema'da canım Bennu (Yıldırımlar) Abla ile izlediğim Küçük Beyaz Yalanlar 2, Fransız sinemasının tanınan oyuncularını bir araya getiren bir seyirlik. İlkini ikimiz de izlememiştik. Ama zaten buna gerek de yokmuş. Fransa'nın Atlas Okyanusu sahillerindeki Bordeaux kıyısında yazlık bir evde (ki tesadüf bu ya, bu ay Atlas Glober'a yazdığım seyahat rotalarından biri tam da burasıydı) geçen hikaye, Marion Cotillard'dan François Cluzet'e, Benoit Magimel'den Pascale Arbillot'a tanınmış oyuncuları aynı kadroda buluşturuyor. Uzun, keyifli masalar... Kahkahalar, gözyaşları... Film bir yere de bağlanmadan bitiyor. Yaz sonunun hüznüne uygun, rahat, telaşsız bir film.

Sosyal medya adreslerim: 

2 Eylül 2019 Pazartesi

YAZ BİTTİ.


"Yazın son günleri, bazen insan duyguları da tıpkı mevsimin hala yaz devam ediyor mu yoksa sonbahar geldi mi diye tereddüt etmesi gibi, ince bir çizgide gidip gelir. Yağmak ve açmak arasında, işte insan da hava gibi böyle kararsızdır, ağlamak ve gülmek arasında. Yazın son günleri hava sıcaktır, fakat artık güneş çekilmiştir grilerin arkasına. Gökyüzü bulutludur, ama tek damla yağmur yağmaz. Bu günler insanın sinirine dokunacak kadar durağan ve hareketsizdir, neredeyse yaşamıyordur, adeta ölüdür. İnsanın aklını başından alır bu günler; insan bu günlerde daha sonra pişman olacağı işler yapar."

Blog'da yazdığım (tüm bölümler burada) Mürekkep Kokunu İçime Çektim'in final bölümünden. 


Eylül geldi... Yaz bitti. 

Sosyal medya adreslerim: 

SİNEMADA İKİ FİLM

Son günlerde sinemada iki filme gittim. İlki, The Substance. Yani Cevher. Bence mutlaka görülmesi gereken, ama son derece rahatsız edici bir...