Bu yaz da bitiverdi
işte... Sonbaharın habercisi gibi begonviller dökülmeye, sıcaklıklar
azalmaya, güneş tepelerin ardında artık daha erken kaybolmaya başladı
-sinekler ve arılar arttıkça arttı ama. Yaz genel olarak yine evde,
verandada ve tabii bisiklet üstünde geçti. Bilgisayarımı açıp bir şeyler
yazdım, çalıştım; her zamanki Mert işte. Kalk, yaşıtların gibi barlara,
alemlere, partilere git, kop kop, di mi, ı-ıh, hiç yok bende o işler.
Ben dergimi kitabımı alır, gölge bir yerde okur, hayal alemlerine
dalarım. Genç olduğumu ele veren tek şey, bıkıp usanmadan kullandığım şu
sosyal medyam. Twitter ve Instagram hesaplarımdan beni takip edenlerle anbean paylaştım yine her şeyi. Paylaşımlarım yine daha çok edebiyat, kitaplar, filmler, şarkılar ve gündem hakkında oldu. Hani bu sosyal medyayı yoğun kullanımım da olmasa, sahi yaşlandım mı ben, diye kendimden
şüphe edeceğim. Etrafımda gördüğüm gençler gibi değilim çünkü pek. Daha farklı dertlerim, meselelerim, kaygılarım varmış gibi geliyor. Bilmiyorum ya, pek bu zamanın insanı değilim ben zaten...
Bu yaz mevsiminin önemli bölümünde yine Marmaris'teydim. 50 derece sıcakta, bir de bilgisayarın sıcağı,
vallahi de billahi de piştim yaz boyu. İki tane Rus komşu çocuk vardı, çok yaramazdılar, hep koşturup durdular, "Babuşka! Babuşka!" diye bağırdılar. Kate
Bush’ın şarkısı değil miydi o? Şimdi popüler bir diziyle yeniden moda olmuş
kadıncağız, ohoooo, ben onu taaa ne zamandır bilir, severim. Hatta son kitabım Uçurum Zamanı için hem kitabın içinde yer verdiğim hem de Spotify'da oluşturduğum şarkı listesinde Kate Bush da vardı. Eski, kıymetli,
değerli bir şeyin saçma sapan bir kapitalizm çılgınlığıyla yeniden dillere
düşmesine de sevineyim mi üzüleyim mi bilemiyorum, neyse. Çöl sıcaklarına
dönecek olursak, şikayetim var sanmayın sakın. Sonuçta yaz tatiline İzlanda’ya
gelmedim ki, Marmaris’e geldim, elbette sıcak olacak. Klima insanı olmadım
hiçbir zaman. Çalıştırmıyorum kardeşim klima falan. Ben buraya terlemeye
geldim.
Terlemeye
gelmişken, bir de gidip eski mekanları kontrol edeyim dedim, bakayım bu fiyat
zamlarını onlar neye ne kadar yansıtmış diye. Fiyat çılgınlığı artık ciddi
ciddi alıp başını gitmiş vaziyette. İki sene önce 35 liraya yediğim cheesecake,
şimdi olmuş 85 lira! 85 lira! Aynı yerde kahvaltı ise “sadece” 125 lira. Yani
bir oran/orantı problemi de var. Cheesecake yiyemeyen kahvaltı yapsın
dercesine… Kafenin sahibi olduğunu tahmin ettiğim yaşlıca adam da, girişteki
menüyü uzun uzun incelediğimi görünce, dönüp bana ne dese beğenirsiniz: “Seni
kim gönderdi?!” Şaştım kaldım. Aslında adamı iyice huylandırmak için “Beni
karşı pastane ajan olarak gönderdi!” demek vardı ya, neyse. “Turistim abicim
ben,” dedim, “Ben masumum polis bey!” edasıyla. Menüyü inceliyordum sadece…
Amca da sorgulayıcı işletmeci modundan bir anda müşteri velinimettir düsturuna
geçerek, “İyi tatiller, hayırlı günler efendim” demeye başladı. Bu numaraları
yemezler amca, o fiyata o cheesecake’i de yemezler. Ama yiyorlarmış.
“Yetiştiremiyoruz, kapış kapış gidiyor” diyor. “Oh oh kazanın kazanın, daha çok
kazanın” diyerek olay yerinden sakince uzaklaşıyorum. Bu arada kafama
takılıyor: 26 yıllık daimi turistim ama, gene de turist sayılırım, değil mi?
Bu pahalılık ne olacak böyle, bilmiyorum. Her şeyin fiyatı arttı, artıyor ve artacak. Maaşlarımızsa aynı ölçüde artmadı. Dahası, maaş filan da yok, işsiziz. Sabahları fırına gidip 5 liraya simit almak düşündürüyor beni... 10 lira da olsa, yine de alacakmışız gibi geliyor. Alıştık artık pahalılığa. Paketli bisküviler 1 liradan ne ara 10 liraya çıktı mesela? 1.5 kiloluk yoğurtlar 10-15 lirayken hangi ara çaktırmadan 39.99 lira oldu? Bu soruların yanıtını hem bilmiyoruz hem de çok iyi biliyoruz... Geçen yıl bu zamanlarda 6 liraya aldığım Tadım ay çekirdeği şu an 18 lira oldu. Bir yıl içinde 6-8-10-12-13-15-17-18 olarak değişimine bizzat tanıklık ettim. Daha çok da bu son 3-6 ay arasında oldu her şey. Artık her hafta fiyat artıyor. Haftaya da eminim 20 olur mesela. Dün televizyonda Aslı Şafak'ı izliyordum, Ayhan Sicimoğlu konuktu. Aslı Şafak bir ara ona, pahalılık bu kadar artmış gitmişken gezi programı gereği yiyip içerken ne hissettiği minvalinde bir şey sordu. Ayhan Sicimoğlu da, önce pazarları gezdiğini, pazarlarda bile insanların artık meyve sebzeye bakıp geçtiğini söyledi. "Meyve müzesi" gibi... Orada duruyorlar, sergileniyorlar ama senin satın almaya paran yok artık. Para, pul oldu. Ya otobüsler bile uçak fiyatı olmuşken, ne desek boş! Pegasus ve THY'de tek yön 2.500 liraya bilet gördü bu gözler yazın. Eskiden yurt dışına gittiğimiz uçak yolculuklarını şimdi yurt içi için ödüyoruz. Ya da ödeyemiyoruz. Her şey çok pahalı! Yine dün izlediğim programdan, bu sefer başka bir örnek: Sokak röportajında gençlere "300 yıl yaşasanız ne yapmak isterdiniz?" diye soruldu, stüdyodaki Şafak ve Sicimoğlu'nun da eleştirdiği bir cevap şuydu: "Fatih Terim'i yeniden Galatasaray başkanı yapmak!" Sana 3oo yıl yaşayacaksın diyorlar ve senin vizyonun bu mu? Belki de yazının başında kendimi zamane gençlerine benzetmeme sebeplerimden biri de budur. Yüzeyselcilik, paraya/şana/şöhrete düşkünlük, cebindeki 49 lirayı plastik bardaktaki kahveye verirken kitaba asla vermeme, dış görünüşe takıntılı olma, ama içi bomboşluk... Elbette vardır benim gibi hassas ruhlular da bir yerlerde... Vardır, değil mi?
Yazıyı bitirirken, önümden
Rus bir kadın bana gülücükler atarak geçiyor (ciddiyim). İki gündür de
benimle ilgileniyor, kaş göz ediyor, bir şeyler yapıyor sanki, garibim,
beni etkilemek için dış güzelliğin yetmeyeceğini bilmiyor. Ha bak
ressamım, yazarım, şairim, heykeltıraşım, tiyatrocuyum falan dese, yine
bir derece, ama orada da gözden kaçırdığı bir nokta var: Ablacım, benim
alın yazımda maskeli bir gelin var, o sen değilsin. Neticede korona
yeniden "pik", üstüne maymun çiçeği geldi, bir de domates gribi diye bir
şey okudum geçen haberlerde, iyi mi? Olmayan ruhsal sağlığımız bu
ekonomik ve toplumsal belirsizliklerle birlikte yeniden diplere vurdu.
Ne dersiniz, vakit, İstanbul'a dönünce -ki dün itibariyle döndüm- psikoloğa başlama vakti midir?
Sia
Kitap'tan çıkan Sözlerin Ağırlığı'nı bu yaz okudum, sosyal medyada da
oldukça bahsetmiştim kitaptan. Uzun zamandır okuduğum en derinlikli, en
yoğun kitaplardan. Şiddetle tavsiye.
İş Bankası Kültür Yayınları'ndan çıkan Meselenin Özü, Graham Greene ile tanıştığım kitap oldu.
Bu kitabın yazarını tanıyorum.
Uçaktan iner inmez Bağdat Caddesi'ndeki Penguen Kitabevi'ne gittim.
Marmaris'te pek kitapçı yok, olanlarda da hep aynı üç beş yazarın
kitabı yazılıyor, çeşit yok. Hoş, büyük kitapçılarda çeşit var da ne
oluyor? Hep aynı üç beş ismin kitapları görünürde, diğerlerini ara ki
bulasın. Bir insanın bir kitabevine gidip de yeni bir yazar keşfetme
şansı çok düşük. Zaten kafasında bir yazar ismi oluyor, doğrudan onun
kitabını almaya gidiyor. Başkasını bulmak, keşfetmek istemiyor, belki
öyle bir amacı da yok, belki de sırf "o günlerde o kitap popüler" diye
onu almak istiyor, başkası popüler olsaydı, o başkasını alacaktı.
Geçen gün, bir internet sitesinde, "sonbaharın öne çıkan kitapları" diye
bir liste gördüm. Böyle listeleri okuyarak (en azından yerli) yeni bir
yazar keşfetmenin imkanı yok. Hep bildiğimiz, popüler, ana akımda
zaten reklamları dolaşımda olan yazarların tanıtımı yapılıyor. Birisi de
demiyor ki daha alternatif/pek bilinmeyen yazarlara yer verelim. Yok.
Hep aynı, aynı, aynı isimler... Bu anlamda okurların büyük çoğunluğu da
biraz tembel galiba. Araştırmak istemiyor. Önüne sunulanı alıyor. Belki
de okurlar bu tembelliğe alıştırıldı.
Bu yaz, beni Twitter'dan takip eden bir hanımefendi, bakın o da beni zaten takip etmekte olduğu için, yani Mert Ofluoğlu diye bir yazarın varlığından haberdar olduğu için,
kitaplarımı almaya, Penguen'e gitmiş. Sormuş soruşturmuş, bulamamış.
Bana yazınca, ben de ona internette Kitapyurdu'nda bulabileceğini
söyledim, "Neyse, en azından kitapçı gezmiş oldunuz" notuyla. O da hemen
alıp okumuş. İkisini de. Üç günde bitirmiş. Şaşırdım kaldım hızına. Bir
yandan, böyle eline geçireni yalayıp yutan okurlar da var ve bu
mutluluk verici. Demek istediğim şu: Belki bir yerlerde
EceNilgünDumanKara adında bir yazar var, çok da iyi kitaplar yazıyor,
ama ne yapsın, görünür olamamış, onun kitapları öylece depolarda
bekliyor, o iyi metinlerinin yolu bir türlü iyi okurlarla kesişemiyor.
Onu okusa sevecek olan okurlar da, dönüp dolaşıp yine aynı üç beş
yazarın kitabını okuyor.
Haydi
kalın sağlıcakla. Ve tabii bol bol kitapla. Benimkileri okursanız
yorumlarınızı heyecanla bekeldiğimi söylememe gerek yok, değil mi? Daha
az önce 265 TL'lik kitap alışverişi yapmamışım gibi, şimdi yine kitap
almaya gideceğim... N'apayım, ben de tesellimi kitaplarda buluyorum. Sevgiler.
Edit: Tam bugün blog'uma yazdığım bu yazıda okur tarafından yeni bir yazarın keşfedilmesinin zorluğundan bahsederken, dün gelen bu mesajı gördüm. Okurumdan izin alarak paylaşıyorum. Benim hala umudum var! :)
Kitap linkleri
twitter.com/ofluoglumert
instagram.com/ofluoglumert