19 Eylül 2025 Cuma

Javier Marías'ın Son Kitabı

Bazen bir kitaba başlayıp o kitabı bitirene kadar geçen sürede kendi hayatınızda da pek çok şey olup bitiyor; hele de o kitap 527 sayfaysa ve şu kolay okunan, olay ağırlıklı değil, sizi arada bir durup düşünmeye sevk eden yoğun, yer yer denemeyi andıran romanlardan biriyse. Tomás Nevinson da, sultan papağanım Balım’ın kaybolduğu dönemde okuduğum bir kitap olarak hafızamdaki, okuduğum ilk Javier Marías romanı olarak da kitaplığımdaki yerini aldı. (Okuduğum ilk romanı olduğunu özellikle belirtiyorum çünkü kısa süre önce yazarın Can Yayınları'ndan çıkan Kötü Niyet Öyküleri adlı öykü kitabını okumuştum. Bu kitabı ise Yapı Kredi Yayınları'ndan 2025 yazında çıktı.)

Tomás Nevinson benim Marías’ın okuduğum ilk romanı ama, yazarın ölmeden önce yazdığı son kitap. Yani hep merak ettiğim yazarla tanışmam, yazdığı son kitaba saklanmış denebilir (öykü kitabını saymazsak). Aslında bu roman, yazarın Berta Isla romanındaki karakterleri içerdiğinden önce o da okunabilirmiş ama doğrudan bunu okumanızın önünde de bir engel yok, çünkü bağımsız bir kitap. 1990’larda İspanya’da geçen hikayede, Tomás, emekli bir casus. Fakat yıllar sonra “son bir iş” alıyor, hep öyle olmaz mı? Görevi, İspanya’nın küçük bir şehrine giderek, orada yaşayan bir öğretmen kılığına bürünüp, terör saldırılarında parmağı olduğu düşünülen bir teröristi bulmak ve öldürmek. Üç şüpheli var, üçü de kadın ve belki de aradıkları terörist üçü de değil. Bu durumda Tomás ne yapacak, nasıl bir karar verecek?

Uzun, yoğun bir eser. Bilinç akışı fazlaca kullanılmış. Özellikle ilk yüz-yüz elli sayfa, çok ağır, sadece düşünceler ve diyaloglar halinde ilerliyor. Casus lafını duyunca kitap boyunca olay ya da aksiyon beklemeyin, zira hiçbirine rastlamayacaksınız. Daha ziyade o casusun düşüncelerini, ikilemlerini, gelgitlerini bulacaksınız. Zihninde gezinmek gibi… Kitabın içine girmek kolay değil, suda yürümeye çalışmak gibi. Fakat suya alıştığınızda bu sefer dışarı çıkmak istemiyorsunuz. Tadına yavaş yavaş varılıp, bitmesin istenen kitaplardan birine dönüşüyor.

Kitabı okurken yaptığım paylaşımlarda “okumalı mıyım” diye soran çok mesaj aldım. Bu soruya yanıt vermek için soran kişinin ne tarzda kitaplardan zevk aldığını bilmek gerek. Kolay okunabilen, hafif bir şeyler arıyorsanız pek önermem ancak felsefi, edebi, doyurucu ve yoğun bir metin okumak istiyorsanız bu kitabı seveceksiniz.

16 Eylül 2025 Salı

Facebook'un Gücü ve Kayıp Sultan Papağanım

Beni Instagram veya X'ten takip edenleriniz biliyordur. Zira son on gündür başka hiçbir şey paylaşmaz oldum denebilir. Sultan papağanım Balım, geçtiğimiz günlerde Marmaris’te kayboldu (İstanbul’da değilim). Ve hala kayıp.

Bu yazıda ise başka bir şey anlatacağım.

Kuşlar genelde kaybolduğu yerden çok fazla uzağa gitmez. Ve küçük bir şehirdeyseniz yerel, niş sosyal medya hesapları sesinizi duyurmanıza tahmin ettiğinizden daha çok yardımcı olabilir.

Ben de araştırırken, Facebook’ta Marmaris özelinde kayıp hayvan grupları olduğunu gördüm (sizin yaşadığınız yerlerde de muhtemelen vardır). Böylece yıllardır girmediğim, üstü toz tutmuş Facebook hesabıma yeniden girdim ve gruplarda Balım’ın fotoğrafını paylaşıp kaybolmasına ilişkin detayları yazdım.

Bu sürecin sonunda üç şeyi anladım.

Birincisi: Sosyal medyanın, ama özellikle Facebook gruplarının gücü kesinlikle yabana atılmamalı. Bana gelen ihbarların neredeyse tamamı, Balım’ın fotoğrafını paylaştığım kayıp hayvan grupları üzerinden geldi. Bu ihbarlar işe yaradı mı, henüz değil, Balım hala kayıp, ama yine de Facebook’un ne kadar etkili olduğunu gördüm. Belki pek çoğumuz Facebook hesaplarımızı kapatmış olsak da, bu gibi durumlarda Facebook hala ilk müracaat noktası. Instagram ve X’ten görüp yazan pek kimse olmadı mesela. Balım’ın kaybolduğu Armutalan’a yapıştırdığım afişlerin bile hiçbir faydası olmadı (ki olabilirdi ve belki de olacaktır; basılı ilanların gücüne hala inanıyorum). İstanbul’da yaşayan, milyon takipçili hesapları olan ünlü arkadaşlarımdan paylaşanlar da olmuştu. Ama bu duyurunun hedef kitlesi Marmaris’ti. Arap ülkelerindeki veya Latin Amerika’daki Türk dizisi fanlarının bizim Balım’ın fotoğrafını görmesinin hiçbir katkısı olmadı (yine de, paylaşımı gören ve kendisi buralarda oturmasa da buralarda oturan bir tanıdığı olan birinin -mesela o ünlüyü takip edip bu paylaşımı gören siz Trabzon’da, İzmir’de, Ankara’da, Erzurum’da yaşıyorsunuzdur ama Marmaris’te yaşayan akrabalarınız veya arkadaşlarınız vardır- o kişiyle paylaşması ihtimali fena bir ihtimal değil). Doğrudan bu amaca hizmet eden Facebook gruplarıysa, hedef kitlesi kayıp hayvan sahipleri ve hayvanseverler olduğu için son derece etkili oldu. Sayısız iyi niyetli ihbar geldi. Kimi Balım’ı gördüğünü söylüyordu. Kimi evinin yakınlarında öten bir papağan sesi duyduğunu. Ne kadar arasak da tarasak da bulamadık tabii. Kuş bu. Her yerde olabilir. Kayıp sultan papağanını bulmak zor bir iş. 

İkincisi: İyi insanlar hala var. Yardımsever insanlar hala var. Kendisine faydası dokunmayan bir konu için harekete geçen insanlar hala var.  Böylesine iç karartıcı ve her şeyin yapaylaştığı bir dönemde, bu tür insancıl davranışlar ve yaklaşımlar belki de tutunacağımız yegane şey.

Üçüncüsü: Sandığınızdan -ve hatta benim de sandığımdan- çok daha fazla insan sultan papağanı besliyor. Bana kendi sosyal medya hesabımdan yazan pek çok insan, sultan papağanı beslediğinden ve kaybolmasının ne kadar üzüntü vermiş olabileceği yönündeki empatilerinden bahsettiler. Sokakta konuştuğum insanlar, kendilerinin de sultan papağanı olduğunu söylediler. Evcil hayvan deyince akla genelde kedi köpek geliyor, ama onların hemen ardından listenin üçüncü sırasında, çoğu zaman göz ardı ettiğimiz sultan papağanları (kuş cinsleri olarak da genelleyebiliriz) var. Hatta, World Population Review sitesinin 2025 yılı evcil hayvan araştırmasına göre, Türkiye’de en çok beslenen evcil hayvan 11.5 milyon ile kuşlarmış, ki bu beni bile şaşırttı. Kuşlar zirvede anlayacağınız. Onu 4.7 milyon ile kediler, 1.4 milyon ile köpekler izliyor. Evde kuş besleyen ülkeler sıralamasında dünyada üçüncü sıradayız. Bizden önce 191 milyon ile (NE?!) Brezilya (tamam, şimdi inandırıcı oldu) ve 12.9 milyon ile bize yakın olan İtalya var. Aynı araştırma Amerika’da 74.1 milyon evcil kedi, 69.9 milyon evcil köpek beslendiğini ve onları 8.3 milyon ile evcil kuşların izlediğini ortaya koyuyor. Forbes’in 2025 araştırmasında da, birbirini tam tutmasa da yakın rakamlar var.

Bir de elimizde artık bir değil, iki kayıp kuş var. :)

Bana gelen bir mesaj, "Papağan bulduk, sizin olabilir mi? Ofiste kafeste sahibinin bulunmasını bekliyor" diyordu (beni Facebook’tan bulmuşlardı). Bir an için, bir ümit, keşke Balım olsa, insanlar onu bulmuş, üstüne bir de kafese koymayı başarıp sahibini, yani beni arıyor olsa diye düşündüm. Bana Balım’ı gördüğünü veya sesini duyduğunu yazanlar olmuştu, fakat ilk kez bir mesaj, papağanınızı bulduk, hem de kafese koyduk diyordu! Gönderdikleri fotoğraf Balım’ın tarifine benzese de -grili beyazlı- o kuşun Balım olmadığını hemen anladım tabii. Yine de gittim onu da görmeye, çok sevimli, şirin bir şey o da, ben de paylaştım. Sahibi kısa sürede bulunacaktır diye düşünüyorum. Kuşu şimdi emin ellerde onu bekliyor.

Umarım herkes kayıp evcil dostuna kavuşur. Evcil dostlarımız da sahiplerine…

Balım’sa henüz bulunamadı. Kayıp sultan papağanı nasıl bulunur, bilmiyorum.

Kaybolmasının üstünden on günden çok geçtiği için artık hayatta mı değil mi onu bile bilmiyorum ama böyle ihbarlar gelmeye devam ettikçe, ümidim azalmışken tekrar artıyor. İyi insanlar hala var ve belki biri de Balım’ı bulmuş, sahibini, yani beni arıyor olabilir. 

Ola da buralarda oturan tanıdığınız varsa, iletişim için Instagram hesabımı biliyorsunuz.

instagram.com/ofluoglumert

instagram.com/mertinkitapkulubu

twitter.com/ofluoglumert

ofluoglumert.bsky.social (Evet, Blusky'da da yerimi aldım!)

En son çıkan romanımı incelemek için: https://www.remzi.com.tr/kitap/benim-kucuk-saheserim

Kitabı sesli kitap olarak dinlemek için: https://www.storytel.com/benim-kucuk-saheserim


19 Ağustos 2025 Salı

Kitap Kulübü Hazırlığı, Yeni Kitap Yorumu ve Öteki Şeyler

Kitap yorumlarıma hız kesmeden devam ediyorum.

İçinde doğadan, hayvanlardan bahseden, hatta bunları baş köşesine koyup kurgusunu tümüyle bu çerçeveye oturtan romanları pek seviyorum. Doğa sorunlarını, iklim krizini de ele aldı mı bu gibi kitaplara ekokurgu, ekolojik roman gibi isimler de veriliyor; bu romanda böyle bir tema yok tabii. Benim (şu anda piyasada baskıları bitmiş olan) ilk romanlarım Ters Düz ve Uçurum Zamanı Trabzon’un kurgu ürünü Bozbalık Köyü’nde geçtiğinden, arka plana Doğu Karadeniz’in bu köyündeki doğa yaşamından çeşitli tasvirler serpiştirmiştim. Gerald Durrell’in usta işi kaleminden (ve Alfa Kitap'tan) çıkan Ailem ve Öteki Hayvanlar’da ise, doğa ve hayvanlar tümüyle başrolde.

Müthiş bir romanla karşı karşıyayız. Çok çılgın, renkli Durrell ailesinin, dört çocuk ve annelerinin, İngiltere’nin havasından sıkılınca bir anda tası tarağı toplayıp Yunanistan’ın Korfu Adası’na taşınmalarıyla başlıyor macera. Hikayeyi, on yaşındaki Gerald’ın gözünden okuyoruz. Kitapta böceklerden kuşlara, kaplumbağalardan örümceklere aklınıza gelecek -ve gelmeyecek- her çeşit hayvanla ilişki kuruyor Gerald. Adadaki sonsuz hayvan çeşitliliğini okuyoruz. Hem bilgiler öğrenerek hem de kurgu edebiyatın tadına vararak yapıyoruz bunu. Mekan Korfu Adası olunca, romanı yazın okumak da ayrı bir keyif veriyor insana. En azından bana verdi.

Gerald Durrell deyince aklınıza Lawrence Durrell geldiyse, evet, kendisinin Lawrence’ın küçük erkek kardeşi olduğunu hemen belirtelim. Hatta kitaptaki karakterlerden biri de Larry kısaltmasıyla Lawrence’ın ta kendisi. Yazar kardeşlerin ikisinin de başarıları malumunuz aşikar. İskenderiye Dörtlüsü romanının ilk kitabı Justine’i de paylaşmıştım bu sayfada. Kardeşler adeta dünyayı kendi aralarında bölüşmüşler gibi. Sen Mısır’ı yaz. Tamam, ben de Yunanistan’ı yazacağım. Ama adaları da bölüşelim. Rodos’u sen al, Korfu’yu ben.

Durrell’ın o kadar eğlenceli, öylesine mizahi bir dili var ki, kendinizi satır aralarında kıkır kıkır gülerken bulabilirsiniz. Kitabın çevirisi (Ayşen Anadol) de çok iyi yapılmış. Sırada serinin diğer iki kitabı var. Bu bir yetişkin kitabı gibi görünse de, kesinlikle çocuklara da hitap edecek. Türsüz, yaşsız kitaplardan. Zaten başarısı da burada yatıyor. Herkese öneririm. (Balım’ın kafesine düşen büyük bir kuyruk tüyü eşliğinde kitabın kapağını kapadım. Tam kitabın fotoğrafını çekecekken tüyü görünce, böyle bir kare çekeyim dedim. Bu kitaba da bu kare yakışırdı.)

Romanın sahiden eğlenceli olduğunu, şu cümlelerle başlamasından bile anlayabilirsiniz: "Okuyacağınız kitap, ailemle birlikte bir Yunan adası olan Korfu’daki beş yıllık misafirliğimin hikayesidir. Yazmaya başlarken, adanın doğasını biraz nostaljik bir dille anlatmaya niyetlenmiştim; ancak kitabın ilk sayfalarında ailemi tanıtmak gibi bir yanılgıya düştüm. Bir kez kendilerini kağıt üzerinde bulunca iyice yerleştiler, çeşitli bölümlere dostlarını bile davet ettiler. Ancak tilki gibi kurnazca hareket ederek, büyük zorluklarla şurada burada birkaç sayfayı bütünüyle hayvanlara ayırmayı başardım."

Okumaya, yazmaya devam.


Ve Akyaka'da geçtiğimiz akşamüstü çekildiğim bu fotoğraf da, İstanbul'daki Mert'in Kitap Kulübü sonbahar buluşmaları için seçtiğim (ama duyurularını yapana kadar kendime sakladığım) kitapları düşünürken... Yüz yüze buluşmalarımızı, okuduğumuz aynı kitaplar hakkında başka yorumlarda bulunmamızı, hepimizin bambaşka detaylara dikkat ediyor oluşunu, karakterleri ve kurguyu heyecanla masaya yatırmalarımızı, samimi sohbetlerimizi, her birimiz nihayetinde farklı insanlar olduğumuzdan romanlarda işlenen temaları beğensek de yargılasak da bunu birbirimize karşı müthiş bir nezaket içinde yapışımızı, kısacası ne olursa olsun aynı sayfada buluşabilmemizi çok özledim doğrusu. 

İstanbul'da görüşmek üzere! 🤸🏻‍♂️📚🧡

instagram.com/ofluoglumert

instagram.com/mertinkitapkulubu

twitter.com/ofluoglumert

ofluoglumert.bsky.social (Evet, Blusky'da da yerimi aldım!)

En son çıkan romanımı incelemek için: https://www.remzi.com.tr/kitap/benim-kucuk-saheserim

Kitabı sesli kitap olarak dinlemek için: https://www.storytel.com/benim-kucuk-saheserim

12 Ağustos 2025 Salı

Karanlıkta Yüzmek ve Fellow Travelers

Politik ve toplumsal baskılar yüzünden bastırılan duygular üzerine bir roman okumak isterseniz, Tomasz Jedrowski imzalı Karanlıkta Yüzmek sizi bekliyor. Adına uygun olarak yaz tatilinde, Marmaris’te şezlong üstünde okuyup bitirdiğim roman, 1980’lerin başında Polonya’da geçiyor ve ülkenin o dönemki siyasi atmosferini arka fonuna alarak iki genç arasındaki gizli aşkı ele alıyor. Aslında buna aşk demek pek de mümkün değil; zira karakterlerden biri bir ilişki kurmak için çabalarken, diğerinin tek derdi ülkenin siyasi şartlarında kendine yer edinmek olarak kalıyor. Özdeşim kurduğumuz ana karakterin kalbinin kırılması ve yarım kalmış, buruk bir aşk hikayesinin kahramanına dönüşmesi kaçınılmaz oluyor haliyle; bu türdeki diğer kitaplarda da sıklıkla alıştığımız üzere, yine yeniden mutsuz sona doğru sürükleniyoruz. James Baldwin’in Giovanni'nin Odası'na değinmelerle başlayıp ilerleyen romanın bu yönünü sevdim. Ancak, duygu yoğunluğu bekleyerek okuduğum kitaptan o yoğunluğu pek de alamadım. Karakterlerin motivasyonları tam olarak oturmamış gibiydi. Örneğin, ana karakter annesini kaybediyor ama bununla ilgili karakterinin içsel düşüncelerinin, ne hissettiğinin üstünde hiç durmuyor yazar. Fakat bize onun hassas, duygusal biri olduğunu söylemişti. Bu gibi tutarsızlıklar/zayıflıklar, romanın gerçekliğine inanmayı okur için güç kılıyor. Oysa sunulan hikaye çok gerçek… Uzun lafın kısası, kitabın çıkış fikri umut vadediyor ama kurgusu ve dili benden çok geçemedi, doğruya doğru. Son sayfayı çevirdiğimde, bu malzeme ile daha iyi bir roman yazılabilirmiş diye düşündüm. Yine de, okunmayı hak eden kitaplardan mı? Kesinlikle. İthaki Yayınları'ndan çıktı. 

Karanlıkta Yüzmek’i okurken aklıma sıklıkla Fellow Travelers dizisi geldi (kitap uyarlaması, ama bizde yayımlanmadı), o nedenle birbirinden çok farklı olan bu kitapla dizi aslında bir yerden de birbirlerine çok yakınlar. Showtime yapımı dizinin başrol oyuncuları Matt Bomer ve Jonathan BaileyBu sefer Polonya’da değil, Amerika’dayız. Hem de farklı zaman dilimlerindeki, 1950’lerden 1980’lere çoğu halini gördüğümüz bir Amerika’dayız. Dizide de tıpkı kitapta olduğu gibi, iki kişi arasındaki bir gizli aşkı takip ediyoruz (duygusal yoğunluk bu sefer had safhada). Ama öte yandan politik kariyeri uğruna içindeki gerçek kimliği saklayanları, duygularını erteleyenleri, bastıranları ya da gözlerden uzakta yaşamak zorunda kalanları ve görünürde savundukları muhafazakar siyaset çizgisi gereği kameralar önündeki söylemleri başkayken özel hayatlarında bambaşka hayatlar yaşayan ikiyüzlü siyasetçileri de izliyoruz. Çok sert, müthiş bir dizi. İzlemeyenlere şiddetle önermiş olayım. Pişman olmayacaksınız.

Kitaptan bir alıntıyla bitireyim: "Hiç böyle hissettin mi? Gençken birini boşuna sevdiğini? Benimki gibi utanç duydun mu? Hep öyle olması gerektiğini, hayatını bu kadar da umursamaz geçiremeyeceğini varsaydım. Ama artık herkesin aynı şekilde acı çekmediğini düşünüyorum. Aslında herkes acı çekmiyor. En azından aynı şeylerden, aynı derecede acı çekmiyorlar. Bizi mümkün kılan da buydu, seninle beni."

instagram.com/ofluoglumert

instagram.com/mertinkitapkulubu

twitter.com/ofluoglumert

ofluoglumert.bsky.social (Evet, Blusky'da da yerimi aldım!)

En son çıkan romanımı incelemek için: https://www.remzi.com.tr/kitap/benim-kucuk-saheserim

Kitabı sesli kitap olarak dinlemek için: https://www.storytel.com/benim-kucuk-saheserim

1 Ağustos 2025 Cuma

Yunanlı Bir Kız Aranıyor: Görmek İstediklerimiz ve Görmezden Geldiklerimiz

Kara mizahı bol, yergisini sakınmadan yapan, düşündürücü, bir o kadar eğlenceli ve anlattığı her şey çok tanıdık bir metin okumak istiyorsanız, sizi İsviçre edebiyatının önemli isimlerinden Friedrich Dürrenmatt'ın 1955 tarihli kısa romanı Yunanlı Bir Kız Aranıyor'a davet etmeme izin verin. Kitabı okuyup Mert'in Kitap Kulübü'ne de gelebilirsiniz, zira sonbaharda İstanbul'daki yüz yüze buluşmalarımızda konuşacağımız kitaplardan biri kesinlikle kendisi olacak.

Bu sıcak yaz günlerini Marmaris'te yazarak, okuyarak geçiriyorum. Aynı anda üç-dört kitap okuyarak, haftada bir-iki kitap bitirerek, fena olmayan bir okuma temposu tutturduğumu söyleyebilirim. Okuduklarımı bildiğiniz üzere zaman zaman instagram hesaplarımda da paylaşıyorum zaten. Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkan Yunanlı Bir Kız Aranıyor da onlardan biri. Kitabın ülkemizde ilk baskısı 1966 yılında Bilgi Yayınevi tarafından yapılmıştı. Haziran ayında Yapı Kredi Yayınları'nca (çeviren: Akşit Göktürk) yeniden okurun ilgisine sunuldu. Bendeki de bu yeni baskısı. Bir oturuşta bitirebileceğiniz uzunlukta harika bir modern klasik... Ama benim gibi bitmesin diye azar azar da okuyabilirsiniz. Seçim sizin.

Arnolph Archilochos, ahlaki açıdan kendine örnek aldığı insanlardan oluşturduğu "dünya düzenine" göre harfiyen bağlı olduğu kurallar çerçevesinde yaşayıp giden, etliye sütlüye karışmayan, bu tekdüze yaşamından da son derece memnun olan biridir. Arnolph'un "dünya düzeninin" en tepesinde Cumhurbaşkanı yer alır. İkinci sırada, İsa'nın Son Havarilerinin Eski-Yeni Presbiteryenleri Piskoposu, üçüncü sıradaysa yardımcı sayman olarak çalıştığı Petit-Paysan Makine Fabrikaları sahibi Petit-Paysan vardır. Devlet-din-ekonomi sırasıyla başlayan liste uzayıp gider. Karakterimiz, fabrikada doğum pensleri üreten Forseps Bölümü'nde sıradan bir yardımcı sayman olarak çalışır. Ancak, benimsediği yüksek inanç ve ahlaki değerlere karşın, çalıştığı şirketin atom topu, savaş tankları ve makineli tüfekler üretmesinde de bir sakınca görmez. Nasılsa kendisinin işin o kısmıyla ilgisi yoktur. Müdavimi olduğu lokali işleten Madam Bieler bunu öğrenince, "Öyleyse ağzınıza sütle maden suyundan başka içki koymamanız, et yememeniz, hiçbir kadınla yatmamanız hep boşuna. Petit-Paysan boyuna orduları donatıyor, ordular donanınca da savaş er geç çıkacaktır. Değişmez yasadır bu" dese de (s. 11), Arnolph, müdürünün "gerçek bir Hristiyan" ve "dürüst bir adam" olduğunu söyler.

"Dünya düzeninin" sarsılışı

Günlerden bir gün, Madam Bieler'in iknası sonucu, artık evlenmesine gerektiğine kani olur ve gazeteye ilan verir: "Yunanlı bay Yunanlı bir kız arıyor." (Kitapta Yunanlı ifadesi kullanılıyor) Çünkü evleneceği kişi ancak bir Yunanlı olabilir, "o ülkede tıpkı onun gibi yalnızlık çeken biri". Ne olduysa bu ilandan sonra olur. Chloè Saloniki adında güzeller güzeli, nereden çıkageldiği belli olmayan genç bir kadın, ilanına cevaben onunla tanışmaya gelir. Böylesi bir kızın onun gibi şişman, yoksul, sıradan bir adamı seçmesi sonucu, kendisi başta olmak üzere herkes şaşkınlık yaşar. Chloè'nin gelişiyle birlikte, Arnolph'un toplumdaki saygınlığı ve popülaritesi, tabii refahı ve varlığı da artar. Kendi halinde, hatta silik bir adam olan Arnolph, "dünya düzenindeki" insanlardan sokak ortasında selam alma şerefine nail olmaya başlar: Cumhurbaşkanı, piskopos, büyükelçi, fabrika müdürü… hepsi, onu kolunda Chloè Saloniki varken selamlar. Arnolph, daha ne olduğunu bile anlamadan, kendini o güne dek hayranlıkla izlediği "dünya düzenindekilerin" arasında, giderek yükselirken bulur. Alt seviyede çalışan biriyken, Fabrikada Atom Topları Bölümü müdürlüğüne atanır. Piskopos tarafından Dünya Kiliseler Birliği Üyesi olarak seçilir. Yaşadığı izbe çatı katından, lüks bir otele taşınır. En iyi terzilere gitmeye, en iyi mağazalardan giyinmeye başlayınca kılık kıyafeti değişir. Ancak hiçbir şey umduğu gibi çıkmaz; işin içine girip, uzaktan başka türlü olduğunu zannettiği sistemi yakından gördükçe, sıkı sıkıya bağlı olduğu düzen ve değerler onu hayal kırıklığına uğratır. Kendisini seçtiğine bir türlü inanamadığı Chloè'nin gizemiyse, tam da düğün günü çözülür ve hikâyenin sonunda, ne olursa olsun sevgiye tutunmak gerektiği mesajı verilir.

111 sayfalık bu kısa roman, yazıda kısaca bahsettiklerimden çok ama çok daha fazlasını içeriyor elbette. Sürprizleri bozmamaya, gizemleri açık etmemeye çalışarak yazmaya özen gösterdim. Sonbaharda İstanbul'da kitap kulübümde yüz yüze konuşmak için sabırsızlandığımı itiraf edeyim. Kitap kulübü yine Anadolu Yakası'nda olacak. Eminim hepimiz yine çok farklı yerlere dikkat edecek, satır aralarındaki detayları bulup çıkaracağız. Leziz bir tartışma olacağını şimdiden görür gibiyim doğrusu!

Yazıyı Petit-Paysan'dan bir alıntıyla (s. 46) noktalayayım: "Toplum yararına birtakım işlere giriştim, anne babalara dinlenme evleri, spor salonları, aşevleri kurdum, sağlık hapları dağıttım, tiyatrolara, konserlere toplu gidişler düzenledim. Ama bütün bu çabalarıma karşılık, maddeciliğe gömülü bu dünya, gene de kör olası paraya tapmaktan vazgeçti mi?"

instagram.com/ofluoglumert

instagram.com/mertinkitapkulubu

twitter.com/ofluoglumert

ofluoglumert.bsky.social (Evet, Blusky'da da yerimi aldım!)

En son çıkan romanımı incelemek için: https://www.remzi.com.tr/kitap/benim-kucuk-saheserim

Kitabı sesli kitap olarak dinlemek için: https://www.storytel.com/benim-kucuk-saheserim

21 Haziran 2025 Cumartesi

Eskişehir: Mutlu İnsanlar Ülkesi

Nedense böyle tanımlayasım geldi Eskişehir’i.

Sokakta gördüğüm yüzler mutlu, insanlar kendiliğinden yardımsever, herkes çok nazikti çünkü.

Onlar mutlu olunca, ben de mutlu oldum ister istemez.

Mutluluk böyle bir şey çünkü. 

Bulaşıcı.

Yürüdüğünüz kaldırımdaki insanlar kibar, huzurlu, saygılı olunca, bu sizin tavırlarınıza, sizin duygu durumunuza da sirayet ediyor fark etmeden.

Ortamı bozmamak için, siz de uyum sağlıyorsunuz.

Çıkıntılık yapamıyorsunuz.

Yapsanız da sizi ciddiye alacak kimse yok. 

Seyirciniz yok.

Ve dikkat edin bakın, seyirci olmayan ortamlarda çıkıntılık yapılmaz genelde.

Büyük şehirlerin sorunu budur belki de. Her tipten, her çeşit insan var ve her an bir kargaşa çıkabiliyor, bir kavga patlak verebiliyor. 

Kaotikliğe müsait bir atmosfer hakim.

Oysa daha küçük yerlerde bu nispeten mümkün değil.

İnsanların genel duygu durumu neyse siz de onu kapıveriyorsunuz ve kavga çıkarmak, ortalığı karıştırmak için fırsat toplayan tipler de genelde aradığını bulamadığı için bunu yapamıyor. 

En basit örnek olarak, İstanbul'da toplu taşımaya bindiğimizdeki o kalabalığı düşünün. İtişmeler, birbirimize söylenmeler. Hatta iş daha da ileri giderse kavgaların, yumruklaşmaların çıktığını ana haberlerde görüyoruz, değil mi?

Ya da işte, "yan baktı" kavgası, "yol vermedi" kavgası...

Şu koca dünyada nedense bir tek bizim ülkemizde görürüz böyle saçma sapan haberleri!

"Bana bakışını sevmedim" diye aniden birbirini öldüren insanlar var. Korkunç.

Eskişehir'de belki en az on kez tramvaya bindim, hepsi de kalabalıktı, ama hiçbirinde böyle bir durumla, beni ittin-itmedin, söylendin-söylenmedin durumuyla karşılaşmadım.

Kimse kimseyle ilgilenmiyordu çünkü.

Herkes sadece kendiyle ilgileniyordu.

Kimse her an patlamaya hazır bir barut fıçısı gibi dolanmıyordu sokakta.

Sırf bu bile, bir Avrupa şehrindeymiş gibi hissetmeme yetti.

Daha bırakın Porsuk Nehri'ni, Venedik'i andıran gondolları, güzelim kafeleri, tramvayları...

Sadece sokaktaki insanlar bile bana Avrupa'da hissettirmek için kafi geldi.

Eskişehir'e gitmeden önce duyduğum şehir efsanesi buydu benim de.

"Avrupa şehri gibi."

Cidden öyleymiş, hatta az bile söylemişler.

Bunlara tespit bile diyemem elbette; olsa olsa naçizane gözlemlerim...

Bana katılmayanlar mutlaka çıkacaktır.

Eskişehir'de yaşayanlardan muhakkak itirazlar yükselecektir.

Ama Eskişehir'de birkaç gün geçiren bir turist olarak kentin bana verdiği duygu bu oldu: Huzur, dinginlik, sakinlik, mutluluk...

E bu da fena bir şey mi canım? Ne güzel işte!

Bu yüzden Eskişehir çok seviliyor, çok fazla turist ağırlıyor.

Yılmaz Büyükerşen kenti çok güzel tasarlamış, fotoğraflardan da görülüyordur. 

Bu yazıya başka türlü girecektim aslında.

Şimdi hatırı kalmasın diye, önden hazırladığım o girişi de paylaşıyorum.

Hatırlarsınız değil mi, pandemiden önce uçak dergileri vardı.

Hatırlayınız efendim.

Pandemiyle birlikte bu dergiler de sessiz sedasız kapandı gitti.

Oysa insanların interneti kapatıp bir şeyler okumaya en çok vakit ayırdığı yer -mecburi olarak- uçaklardı.

İşte ben 2018 yılında İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin Medya ve İletişim Sistemleri bölümünden mezun olunca, böyle bir dergide yazı işleri müdürü olarak çalışmaya başladım.

O zamanların büyük bir dergi grubunun ünlü bir havayolu için hazırladığı dergiydi (konuyu dağıtmamak üzere, meraklısını LinkedIn’e veya Instagram’ımda yüz fotoğraf aşağıya davet ediyorum).

Çok ama çok yoğun, gecesi gündüzü olmayan bir işti fakat şimdiye dek manevi tatmini en çok duyduğum, en keyif aldığım işlerimden biriydi; çünkü çocukluğumdan beri hayalim olan şeyi, dergi yayıncılığını, yazarak içerik üretme işini yapıyordum.

Seyahat yazıları, kültür-sanat dosyaları, röportajlar, araştırmalar, güncel haberler, neler neler…

İnsan ilişkilerini ve iletişimi sevdiğim için, pek çok farklı, alandan yepyeni insanlarla tanışma kısmı en sevdiğimdi.

Dergide çalıştığım dönem, 2019 yılının sonbaharında OMM Müzesi’nin görkemli açılışına davet edilmiş ve trenle Eskişehir’e gelmiştim.

Şimdi tam altı yıl sonra yeniden Eskişehir’de, yeniden OMM Müzesi’nde olunca o eski günlerimi hatırlamadan edemedim.

OMM Müzesi küçük bir müze tabii. Binanın dış cephesinin karakteristiği, içinde sergilenen eserlerden daha çarpıcı.

10-15 dakika gibi kısa bir zamanda gezip çıkıyor insanlar.

Bol bol fotoğraf çekerek.

Tarihe not: OMM Müzesi giriş ücreti 150 liraydı ben gittiğimde.

Hemen yanındaki Yılmaz Büyükerşen Balmumu Heykeller Müzesi'nin önünde muazzam bir kuyruk vardı. Hiç beklemeden geçtik orayı.

Burası tam bir müze kenti zaten. Gezilecek çok müze var!

İyi ki böyle güzel kentlerimiz, güzel müzelerimiz var.

Eskişehir'de gezilecek yerler nereler diyecek olursanız, say say bitmez... 

Ben iki buçuk gün kaldım, aklımsa gezmediğim yerlerde kaldı.

Porsuk Nehri boyunca yürümek harika zaten.

Odunpazarı evlerinin olduğu bölgeye de yarım gün ayırılmalı, bir kafede soluklanıp soğuk içecekler içilmeli, lületaşından hediyelik eşyalar satan dükkanlara girip çıkılmalı.

Sazova Parkı da mutlaka görülmeli. Özellikle çocuklu aileler sevecek, vakit geçirecektir. Masal Şatosu'na girmedim ben.

Yapay Aşk Adası var, oraya da vaktim kalmadı.

Şimdi az önce açtığım konuya dönecek olursam, her ne kadar resmen kapanıp gitmek üzere olan bir devir olsa da, iyi ki basılı dergicilik var ve ben o devri ucundan kıyısından da olsa yakalayabilmiş olduğum için şanslıyım.

Ama asıl, hala inatla dergi ve gazete almaya devam eden, bir şeyi matbu olarak okumanın, sayfaları parmak uçlarıyla hissederek çevirmenin keyfini bilen bizim gibi insanlar iyi ki var.

Tam yeri gelmişken söyleyeyim, Eskişehir'deki kitapçıları da gezdim.

Peki ne zaman gittim?

Havaların ters köşe yaparak beklenenden erken ısındığı bir Haziran günü, bayram vakti.

İstanbul’dan Eskişehir’e doğru yola çıkarken, beni cehennem sıcağıyla dolu bir Eskişehir turunun beklediğini bilmiyordum tabii.

Tek zorlayan bu oldu. Hava sıcaklığı. 

O nedenle gezemeyip otelde durduğum, dinlendiğim saatler de oldu.

Eskişehir'de nerede kalınır diyecek olursanız, ben Park Dedeman Eskişehir'de kaldım.

Küçük bir otel ama derli toplu.

Porsuk Nehri kenarındaki otellerden birinde kalmak istemiştik ama onların otoparkı yoktu.

Otoparkı olması sebebiyle Dedeman'ı seçtik.

Otele gittiğimizde tramvaya yakın olduğunu görünce de hoşumuza gitti.

Şehrin müthiş bir tramvay sistemi var. Her yere tramvayla gidebiliyorsunuz.

Eskişehir'i o ilk gelişimde pek gezememiştim.

Pek değil, hiç gezememiştim.

Açılışa katılıp, bir gece kalıp dönmüştük diye hatırlıyorum.

Şimdiyse keşfettim, doya doya gezdim, kente hayran kaldım, aşık oldum...

Balaban köftesinden/Balaban kebabından da yedim elbette.

Eskişehir'de balaban köfte nerede yenir sorusunun cevabı olarak Google size genelde Abdüsselam Balaban Kebap'ı öneriyor. Burası nehrin iç tarafında, bir ara sokakta. Ben de merak ederek gidip baktım ama önünde çok sıra vardı ve garsonlar yiyin de kalkın der gibi bakıyordu.

Hiç sevmem öyle stres altında yemek yemeyi.

Nehri gören başka bir kebapçıya oturduk, orada yedik biz. Sevdim. Pideli köfte gibi bir şey işte.

Sonraki gün başka bir yerde daha yedim, oradakini pek sevmedim.

Benim yediklerim 290-300 civarıydı. Abdüsselam'da ise 450'den filan başlıyormuş sanırım.

Neyse, yediğim içtiğim bana kalsın. (Birkaç ipucu isteyen, Instagram'da sabitlediğim Eskişehir hikayelerine bakabilir.)

Uzun lafın kısası; kentin muhteşem tasarlanmış planı, mimarisi ve bir İç Anadolu şehrinden beklenmeyecek yemyeşil ağaçlarla kaplı sokakları bir yana, sokaktaki insanların kendiliğinden gelen yardımseverlikleri ve nezaketleri de burayı adeta görmeyi unuttuğumuz bir mutlu insanlar ülkesine dönüştürüyor.

Eskişehir tren bileti hala nispeten uygun. 550 liraya döndüm. 1000 lira gibi bir rakama günübirlik bile Eskişehir'e gidip dönebilirsiniz. 

Eğer hala gidip görmediyseniz, benim gibi yapmayın.

Geciktirmeyin.

İlk fırsatta Eskişehir'i gidin, görün.

instagram.com/ofluoglumert

instagram.com/mertinkitapkulubu

twitter.com/ofluoglumert

ofluoglumert.bsky.social (Evet, Blusky'da da yerimi aldım!)

En son çıkan romanımı incelemek için: https://www.remzi.com.tr/kitap/benim-kucuk-saheserim

Kitabı sesli kitap olarak dinlemek için: https://www.storytel.com/benim-kucuk-saheserim

17 Mayıs 2025 Cumartesi

Kitap söyleşim nasıl geçti?

Dün, Remzi Kitabevi’nden çıkan romanım Benim Küçük Şaheserim çerçevesinde, kitaptaki olay örgüsü ve karakterleri, yazar ve okur olmayı, edebiyatın iyileştirici gücünü konuştuğumuz şahane bir söyleşide şahane insanlarla bir araya geldim. Booky Kitabevi’nin ev sahibi Buket Hanım’a nazik daveti için, söyleşinin moderatörü Betül Hanım’a harika hazırlanmış soruları için ve tüm katılımcılara pozitif enerjileri için teşekkür ederim. Kitabını derinlemesine okumuş, üstüne düşünüp sorular üretmiş ilgili ve samimi okurlarla birlikte olmak bir yazar için büyük şans… Şanslı günümdeydim. Detaylı fotoğraflar için instagram sayfama bakabilirsiniz.

instagram.com/ofluoglumert

instagram.com/mertinkitapkulubu

twitter.com/ofluoglumert

ofluoglumert.bsky.social (Evet, Blusky'da da yerimi aldım!)

En son çıkan romanımı incelemek için: https://www.remzi.com.tr/kitap/benim-kucuk-saheserim

Kitabı sesli kitap olarak dinlemek için: https://www.storytel.com/benim-kucuk-saheserim

Javier Marías'ın Son Kitabı

Bazen bir kitaba başlayıp o kitabı bitirene kadar geçen sürede kendi hayatınızda da pek çok şey olup bitiyor; hele de o kitap 527 sayfaysa v...