İstanbul'da havalar ne kadar sıcak, değil mi? İşte o sıcak mı sıcak günlerden birinde, Kadıköy iskelesinden
kalkan vapura biniyorum. İstikamet: Heybeliada! Sabah vapuruyla gitmemize ve
hafta içi olmasına rağmen öyle bir kalabalık var ki, "Demek hafta sonu gelsek
ne olacaktı?" diye düşünmeden edemiyoruz. Tam bir saat süren vapur sırasıyla
Kınalıada ve Burgazada yolcularını indirdikten sonra, Heybeliada iskelesine
yanaşıyor ve kalabalığın arasına karışarak iniyoruz. Öğlen olmuş, güneş tam
tepede, etraf kaynıyor. Üstelik bu daha başlangıç! Neyse ki gölgesine
sığınabileceğimiz ağaçlar bol adada.
Bir yanımızdan bisikletliler, diğer yanımızdan
faytonlar geçerken, biz de yürüye yürüye adayı turlamaya başlıyoruz. Adada günübirlik
gelen turistlerin faytonlara ilgisi hala devam etse de, elektrikli bisikletler
de iyice yaygınlaşmış. Ada halkının kullanımında olan bisikletlere hemen her küçük
esnaf dükkanının önünde rastlayabiliyorsunuz. Ancak biz, çok sıcak olan o gün,
tam bir "yokuşlar kenti" olan Ada'yı yürüyerek gezme taraftarı oluyoruz. Zaten bisiklet
kiralamak üzere konuştuğumuzu gören bir esnaf da, gideceğimiz yerleri duyunca, "Oraya bisikletle çıkmanızı hiç tavsiye etmem!" diye lafa karışınca, kesin
kararımızı veriyoruz. Prens adalarının ikinci büyük adası ve en
yeşili olan Heybeliada (ya da eski adıyla Halki), yaz aylarında İstanbul'a çok
yakın bir kaçış noktası. Yunan filozofu Aritoteles'in anlatılarına göre, o
zamanlar Ada'da bakır madeni bulunuyormuş ve Yunanca bakır anlamına gelen Halki
adı da buradan gelmekte. Heybeliada ismini ise, heybeye benzeyen şeklinden
almış Ada.
|
En sevmediğim şey: Kapalı bir kitapçıyla karşılaşmak. |
Heybeliada'da bugün yaklaşık 7 bin kişi yaşıyor. Ancak nüfusu, yaz mevsiminde
50 bini aşabiliyor. Merkezdeki Aziz Nikola Rum Ortodoks Kilisesi, denizcilerin
koyurucu azizi olan Aziz Nikola’ya adanmış bir Bizans kilisesinin yıkıntıları
üzerine, 1857 yılında kurulmuş. Eskiden Ada halkının denizci ve balıkçı bir
nüfustan oluştuğu hatırlıyoruz. Kilisenin önünden ilerleyerek hediyelik
eşyalar, takılar ve çeşitli objelerin satıldığı el arabalarının önünden
geçiyoruz. Refah Şehitleri Caddesi’ndeki eski köşklerin her birinin önünde
duruyor, bir zamanlar o avlularda, verandalarda yaşanmış olan hayatların
hayaline dalıyoruz. Sokaktaki evlerin her biri fotoğraflık. Heybeliada
Sahafı’nın da, kapalı olsa da, vitrinine bakmadan geçmiyoruz. Birkaç yıl önce
açılan sahaf, Ada’daki kitabevi eksikliğini karşılamayı amaçlıyor.
Bu sokak üstündeki İsmet İnönü Müzesi’nde hummalı bir
restorasyon çalışması var. İsmet İnönü’nün 1950 sonrasında ailesiyle birlikte
tatil amaçlı yaşadığı köşk, günümüzde müze olarak ziyaret edilebilse de
gittiğimiz gün çalışmalardan dolayı kapalı. İnönü bu köşkü ilk olarak 1924
yılında yazlık ev olarak kiralamış, 1934 yılındaysa satın almış. Mobilyaları Atatürk
tarafından hediye edilen müzede, bugün hala aynı eşyalar görülmekte. Ayrıca
evin bahçesinde yaz aylarında konser ve atölye çalışması gibi çeşitli etkinlikler
de düzenleniyor. Aynı sokak üstünden dik bir merdivenle veya Ada’nın daha
yukarıki yollarından ulaşılabilen Hüseyin Rahmi Gürpınar Müzesi de, ömrünün son
otuz bir yılını Ada’da geçiren yazarın anısına ziyarete açık. Ancak orası da
şansımıza geçici olarak kapalıydı.
Önümüzdeki faytonların ve bisikletlilerin peşinden,
Ümit Tepesi’ndeki Ruhban Okulu’na doğru virajları döne döne yayan çıkmaya
başlıyoruz. 9. yüzyılda inşa edilen Aya Triada kilisesinin, 19. yüzyıl
ortalarında din adamı yetiştirmek amacıyla okula dönüştürülmesiyle yapılan
okulun ana binası, neo-klasik ve neo-Bizans tarzlarından izler taşıyor.
Ziyarete açık olan binaya girip duvarları yaşanmışlık izleri taşıyan
sınıflardaki uzun tahta sıralar ve kara tahtaların önünde, adeta geçmişe bir
yolculuk yapıyorsunuz. Okulun şimdilerde yeniden düzenlenmekte olan tematik
bahçesindeki masmavi tavus kuşları objektifimize poz veriyor. Bahçedeki
ortanca, manolya ve şakayık bitkileri, Türk ve Yunan bağışlarıyla alınmış.
Söz
Adalılarda
Ada halkı kendine has... Kim Adalı kim değil, şöyle
bir bakışla anlayabiliyorsunuz. İki tarafında eski evlerin sıralandığı bir
yokuştan, eli kolu alışveriş poşetleriyle dolu çıkmakta olan, hasır şapkalı
hanımefendiyi görünce kibarca yanına yanaşıyorum. Ada'dan konuşmak istiyorum. "Doğma büyüme adalıyım," diyerek başlıyor anlatmaya... Bu zaten Ada sokaklarına
fazlasıyla hakim yürüyüşünden bile öyle belli ki... "Eskiden adamız güzeldi, şimdi
yine güzel ama pek değil. O zamanlar Ada’da subay aileleri yaşardı. Ben de bir
subay kızıyım. Artan kalabalık ve insan çehresinin değişmesi her şeyi bozdu.
Eskiden geceleri anahtar kapının üstünde uyurduk. Herkes birbirine yardım
ederdi, hepimiz samimiydik; hoş hala samimiyiz, ama daha tedirgin..." Bunları
söylerken sanki yalnızca Ada’yı değil, İstanbul’u ve Anadolu’nun kentlerini de
tarif ediyor gibi. Kışın Ada rüzgarlı olduğundan İstanbul’a gittiğini,
yazlarıysa istisnasız yeniden Ada’ya yerleştiğini öğreniyorum ondan. Hafta içi
olmasına rağmen etraftaki kalabalıktan şaşırdığımdan bahsediyorum. “Yok canım,
bu da kalabalık mı? Bayramda biz Adalılar evden çıkmadık, üç dört gün kilitli
kaldık. Daha çok da Suriyeliler, Afganlar ve Araplar geliyor...” Faytonları da
soruyorum. “Faytonlar nostaljik, ama bu kadar fazla olmasına gerek yok.
Sayıları on taneyi geçmese daha iyi olurdu. Kokuya da alıştık artık. Şimdi
herkeste elektrikli bisiklet var. Gerçi bisiklete binmeyi bilmeyenlerin burada
onlara binmeleri de ayrı bir tehlike arz ediyor, artık çoluk çocuğu sokağa
bırakamıyoruz.” Son olarak Ada’da bir gününü nasıl geçirdiğini soruyorum. “Arkadaş
grubum var, kulübümüz var. Öğlenleri kulübe gidiyoruz (Su Sporları Kulübü),
denize giriyoruz. Adada plajlar bir iki yer haricinde hep ücretli.” Nerede
oturduğunu da öğrenmeden edemiyorum. "Eski bir köşkte... Dışarıdan bakınca hala
köşk ama içini bölüp apartman yaptık."
|
Ada'daki renkli evlerden biri... |
Dükkanının bahçesinde, öğlen güneşinde oturmuş, “İstanbul’a
gidince alınacaklar” listesini hazırlayan 72 yaşındaki elektrikçi Muharrem
Amca’nın yanına uğruyorum sonra. “Ben Heybeliada’ya 1972’de geldim, neredeyse
50 yıl olacak, o zamandan beri hep buradayım. İstanbul’a malzeme alışverişi
için gidip geliyorum. Adamız çok güzel, her bakımdan İstanbul’un en güzel yeri.
İstanbul İstanbul olmaktan çıktı artık. Bana ‘İstanbul’u sana vereceğiz’
deseler, buranın bir karış toprağını değişmem! Her yer yürüme mesafesi. İşim,
evim her şeyim burada. Ada’mızda samimiyet, dürüstlük, insanlık, birbirinin
malını koruyan kollama var. Biri düşecek olsa, daha düşmeden herkes gelir
kaldırır onu. Evden çıkıp çarşıya gelene kadar kimi görürsen selam verirsin
burada! Benimle bile gelip pat diye konuşabiliyorsun, sana hiç surat asmıyorum,
değil mi? Eskiden burası daha neşeliydi. İskelede sabah her vapur seferinde iki
tane asker, iki tane polis, iki tane zabıta nöbet tutar, her geleni karşılardı.
Aşağı yukarı 1985 yılına kadar sürdü bu.” Muharrem Amca’nın gülerek
anlattıklarına göre, o zamanlar vapurdan inenlere kime geldikleri sorulurmuş.
Eğer cevapları tatmin edici bulunmazsa işkillenip, bindikleri vapurla geri
gönderilirlermiş! “Son birkaç yılda akıllı bisikletler çıktı. Onlarla geceleri
bile Ada’yı, çamları dolaşabilirsin, çok güvenlidir. Burada akülü araba yasak.
Atatürk’ün koymuş olduğu bir kural bu.”
Ada insanlarıyla sohbetimden öğrendiğim kadarıyla,
Ada’da bir iki plaj haricinde ücretsiz plaj yok. Turistlere bisiklet kiralayan
Ekrem Bey, “Eskiden parasızdı, istediğiniz yerden girebilirdiniz. Ama artık her
yer paralı oldu. Bir misafirim gelse ben onları denize götüremeyeceğim. Ne var
ki denizde balık kalmadı! Eskiden iskeleden balıkları seyrederdik, şimdi yok.
Fotoğraflarda kaldı onlar…"
Ne
yemeli?
Adaya özgü bir yiyecek yok, ama yine de bunun için
kendinizi zorlarsanız size “Ada ponçiği”ni gösterebilirler. Yolumuzun üstüne çıkan
ilk fırına girerek adanın kendine has, elma marmelatlı poğaçası diyebileceğimiz
“Ada ponçiği”nin tadına bakıyoruz. Sahildeki balık restoranlarında balığın
envaiçeşidini ve sofranızı zenginleştirecek mezeler keşfedilmeyi bekliyor.
Ada’ya gelmişken dondurma da yemeden dönmek olmaz!
Beni sosyal medyadan takip etmek için: