1 Şubat 2020 Cumartesi

ŞU SIRALAR NEDEN SIK SIK TRABZON'A GİDİYORUM VE NE YAPIYORUM?


Şu sıralar havalardayım. Havalardayım diyorsam, öyle havalara girdiğimi kastettiğimi sanmayın lütfen. Hoş beni havalara sokacak bir şey olduğu da yok, ama olsa da girmem, beni tanıyorsunuz (tanıyorsunuz, di mi?). Uçakla seyahat halindeyim demek istiyorum. Kuş misali. İstanbul-Trabzon, Trabzon-İstanbul arası gidip geliyorum. O şehirler arası uçuşlar hep 1 saat 15 dakika sürüyor da, İstanbul'da havaalanından eve gelmek uçak yolculuğunun kendisinden çok daha uzun ve zahmetli oluyor. 

Buluşmak için arayan arkadaşıma "Ama ben yeni Trabzon'a geldim" diyebiliyor, "Şu filmin galasına gelmek ister misiniz?" davetini "Keşke iki saat önce haber verseydiniz, ben uçağa biniyorum" diyerek geri çevirebiliyorum. Ya da tam tersi bir şekilde, "Seninle görüşmem gerek ama sen şehir dışındasındır şimdi"cileri, "Yok yahu, İstanbul'dayım ben, o şehrin tam da içindeyim!" diyerek şaşırtabiliyor, “Gelince bana bi' 'alo' desene" tayfasını "Gitmedim ki, buradayım"la sevindirebiliyorum. Yani havalarda geziyorum şu sıra derken kastettiğim tam da bu. İnsanların da kafası karışıyor, bu Mert nerede, şu an şu yazıyı nereden yazıyor, şu paylaşımı nereden yapıyor, "Arasak mı - Aman boş ver şehir dışındadır o şimdi", olan bana oluyor.

Gıcık Pegasus'u yine gide gele zengin ettik. 

Ama bazen de böylesi o kadar iyi geliyor ki. Hayalet gibi. Kimse senin tam olarak nerede olduğunu bilmiyor. Bu "kafama esti" seyahatleriyle ilgili cazip gelen bir şeyler var. Kayda değer bir yere de gitmiyorsun aslında, ülke içinde arı gibi uçuşup duruyorsun. O his güzel zaten. Hazırlanmadan, pat diye gidebilme lüksü. Şimdi yani, İngiltere'ye, Fransa'ya, İsveç'e filan gitsen iyi kötü bavul hazırlıyorsun, eşe dosta duyuruyorsun, e duyurmak zorundasın, başına bir hal gelmediğini bilsinler; hava atman gerektiğinden söylüyorsun ya da (bak gene "hava" kelimesi geçti). Oysa sürekli gidip geldiğin bir rotada seyahat edince, valiz bile almadan, bir küçük el çantanla taksiye biner gibi kafanın istediği anda o yere gidebiliyorsun. Biliyorsun nasıl olsa; orada o şehir, asla sırtından bıçaklamayacak eski bir dost gibi seni bekliyor. Onun kucağı öyle tatlı geliyor ki, oh yatayım da beni okşasın, sırtımı sıvazlasın, şöyle iki tatlı sözle gönlümü alsın istiyorsun.

İnsanın kafası dağılıyor, öteki şehirde şöyle bir ferahlayıp sonra beriki şehre geri dönüyor. Oradayken burayı, buradayken orayı özlüyor. Hatta bu şehirlere bazen üçüncü, dördüncü, beşinci bir şehir daha ekleniyor. Uçuş hatları çoğalıyor. Bazen yurt dışındaki bir şehir de olabiliyor bu. Bu tip kısa seyahatlerde bir tek kitaplarımı yanımda taşıyorum, bir de yazmak için dizüstü bilgisayarımı. O bilgisayarı X-ray'den geçerken illa temiz çantasından çıkarttırıp o lağımdan hallice (evet, bilimsel araştırmalara göre, tuvaletlerden daha çok mikrop varmış o kutularda!) kutulara tek başına koyduruyorlar, çünkü koydurmazsalar olmaz! Ah, bir de düşüncelerimi tabii. Yani bir de onları yanımda taşıyorum. Onlar her yere benimle birlikte geliyorlar. Düşünürken düşünürken ve diğer yolcuların hikayeleri hakkında kafamdan tahminler yürütürken, zaman geçiyor ve bir de bakmışım ki, uçak tanıdık bir şehre çoktan inmiş bile. Bu arada ille de uçak yolculuğu değil kastettiğim; araba, otobüs, tren de olabilir pekala.

Kitap ayracı koleksiyonumun küçük bir bölümü... 

Ocak ayını sevmedim. Neresinden bakarsan bak, sevmedim. Hangimiz sevdik ki? Dünyanın hali de ortada. Dolayısıyla ben Ocak'ı 2020'nin bir demo sürümü kabul ederek, yeni yılı Şubat’tan başlatmak istiyorum. Hazır bugün de 1 Şubat. Olur, di mi?

Hele şu koronavirüs. Baya ciddi. O ünlü kitabın adını "Koronavirüs Günlerinde Aşk" olarak değiştiriyorum. Bu virüs yüzünden hepimiz Galip Derviş gibi olacağız, demedi demeyin. Ülke ve dünya kıyamet sonrası filmlerine döndü, dönüyor... Bir de niye korona virüsü değil de koronavirüs, onu da anlamadım. İngilizceden direkt çevirince öyle oluyor diye, basın bu adı kullanıyor. Bu virüs başımıza ciddi anlamda bela olacak gibi hissediyorum. Umarım yanılırım. 

Geçen, İstanbul'da olduğum akşamlardan birinde, Bennu Abla ile (Bennu Yıldırımlar) bir tiyatroya gittik. Onun tiyatronun kapısından çıkarken gördüğü taksiye adeta bir Fransız filminden fırlamışçasına "Taksi!" diye elini zarifçe kaldırıp seslendiği sahneyi asla unutmayacağım. Epey güldük sonrasında. Ve benimle ilgili söylediği güzel sözleri de... Duymam gerekenleri duydum. (Yarın da Başka Sinema'dan bir filme gidiyoruz. Bal Ülkesi adlı bir belgesel.) 

Neyse konu dağılmasın, Trabzon'dan birkaç doğa fotoğrafı paylaşayım da gözümüz gönlümüz açılsın... 


İnsan, bir ressamın paletinden çıkmış tablo gibi bu manzaraların gerçek olduğuna inanamıyor. Hala kar yağmamış olsa da (gerçi bu fotoğraflar, Aralık ayının sonundaki gidişimden; şu an Trabzon'da yükseklere kar yağdı, ama o zaman inanılmaz ılık bir hava vardı), sonbahar-kış geçişindeki doğanın renkleri muazzam. 


Sık sık telefon değiştiren insanlardan biri asla değilim. Zaten tüketim çılgınlığını ne kadar gereksiz bulduğumu siz biliyorsunuz. Ancak, 1.5 yıl önce aldığım telefonum yere düşüp ekranı kırılınca ve düzelmeyince, üzüle üzüle yeni bir telefon almam gerekti. Yine Samsung aldım. Samsung'dan vazgeçmiyoruz efendim. Bu açıklamayı yapıyorum çünkü bu fotoğrafı da yeni telefonumun değişik objektifiyle çektim. Ondan böyle değişik bir fotoğraf oldu. 


Doğa yerinde, her şey yolunda...


Bu fotoğraftaki odunların sıcaklığına ise bayıldım, resmen oduncu olasım geldi. 

Peki şimdi gelelim, aklınızdaki o soruyu yanıtlamaya: Bu fotoğrafları Trabzon'un neresinde çektim? Elbette şehir merkezinde değil. Şehir merkezi İstanbul'dan farksız olan Trabzon'da bile doğayla buluşmak için dağlara doğru yolculuk yapmanız gerekiyor. Fotoğraflar, Trabzon'un Maçka ilçesindeki bir köyden... Bozbalık Üçlemesi'ni yazarken bana ilham veren bu nefis yere aşık olduğum doğrudur. 

Hani geçtiğimiz Haziran ayında (yarım yıl önce!), üçlemenin ikinci kitabının çıkacağını şu yazımda paylaşmıştım. İşte orada da bu Maçka'da çekildiğim fotoğrafları kullanmıştım. İkinci kitabımın çıkması şu an için biraz hayal oldu... Yayıncılık sektörü son birkaç yıldır çok kötü bir dönemden geçiyor ve yazdıklarımla ilgilenen yayınevleri bile (ki bunlardan bazıları büyük-güçlü yayınevleri) bir üçleme basmak istemiyor (malum, Bozbalık "Üçlemesi"). Adındaki "üçleme" kelimesi bile onları ürpertmeye yetiyor. Bunu bir risk olarak görüyorlar. Benden tek kitaplık bir roman bekliyorlar, elbette tek kitap olarak yazdığım/yazmakta olduğum romanlar da var ancak benim önceliğim ve isteğim, Bozbalık Üçlemesi'nin okurla buluşması. Yani Ters Düz'ün devamı, kitabı parayla bastırmadığım sürece çıkacak gibi görünmüyor. Ki böyle bir şeye de gerek var mı bilmiyorum.

Az çok yıllardan beri şahsi tecrübe ve gözlemlerimden anladığım kadarıyla durum şu: Bu ülkede oyuncu olmak isteseydim elli defa olmuştum, yazar olmak istediğim için yazar olamıyorum? Ya da yazar olmanın ön şartının şarkıcı, oyuncu, magazin figürü, sosyal medya fenomeni olmakta arandığı bu zaman diliminde yaşamak benim suçum mu?

Sözlüklere bu kelimeyi eklemek istiyorum: "Tupturuncu"!

Merak edenleriniz için söyleyeyim; bu yazıyı İstanbul'dan yazıyorum. Ben İstanbul'da yaşıyorum, ancak bazen hafta sonlarında veya çeşitli fırsatlarda Trabzon'a kaçıyorum. Bu arada, 20'lik dişlerimin çekilmesi gerektiğini öğrendim (ve bu pek hoşuma gitmedi). Aslında ağrı sızı yok ama çekilmesi gerekiyormuş. Dişini çektiren varsa, yorumlarda tecrübelerini alabilirim. Bu işlemi de büyük ihtimalle Trabzon'a gidip yaptıracağım.

Şimdilik havadisler kısaca böyle... Her zamanki gibi upuzun bir yazı oldu ve beni buraya kadar okuduğunuz için teşekkür ederim. Gündelik hayatıma, kitap/dizi-film/yemek tavsiyelerime blog'u beklemeden daha detaylı ve yakından tanık olmak için, beni instagram'da story'lerden de takipte kalabilirsiniz. Sevgiyle kalın!  

Sosyal medya hesaplarıma göz atmak isterseniz:

11 yorum:

  1. Ne güzel kaçış yapılabilecek bir yerin olması ve o yerin bu kadar güzel olması, fotoğrafları hayranlıkla izledim..

    YanıtlaSil
  2. Fotograflar harika hele gökyüzüne bayıldım.Kaçmak için güzel yerler...

    YanıtlaSil
  3. Fotoğraflara bayıldım. :) O anı yaşayıp hissedebilmişsiniz ne güzel. :)

    YanıtlaSil
  4. Maçkalıyım ama benden çok köyüme gidip geldiğini görünce ig de azcık haset etmiş olabilirim ama öyle ciddi bir hasetlikten bahsetmiyorum şu kadarcık bak işta uçağın beş on dakka rötar yapsın, çıkışta en son senin valizin çıksın en çok sen bekle falan kadarlık bir hasetlik 🤗 bu arada en kısa sürede kitaplarını okumayı not aldım kendi adıma ayıp bana dedim sevgiler ve kolaylıklar

    YanıtlaSil
  5. İnsan doğada kendini buluyor gerçekten. Aman virüse dikkat. 😂

    YanıtlaSil
  6. Vallahi şu yeni yıla Şubat ayından başlama fikrine bayıldım ve fotoğraflara da🤗Çok keyifli bir yazı olmuş, emeğinize sağlık 👍

    YanıtlaSil
  7. Bu uzun yazının sonunda, okuduğum için teşekkür ettiğinden dolayı mutlu oldum :) Neşeli sevgilerle :)

    YanıtlaSil
  8. Yolculuk yaparken kafanızın dağılması ne güzel belli ki yer değişimi sizi motive ediyor ben de 2 senedir sürekli yolculuk yapıyorum artık kendimi bir yere yapıştırma imkanım olsa yapıştıracağım.

    YanıtlaSil
  9. en güzeli kaçak geziler hıhıms :)

    YanıtlaSil
  10. harika bir yazı olmuş Mert'cim, Trabzon ne kadar güzel bir yer, resimlere bayıldım, eline sağlık, sevgiler:)

    YanıtlaSil
  11. Keyifli bir yazı olmuş kalemine sağlık, görseller de çok iç açıcı özellikle ayraçlarına bayıldım :)

    YanıtlaSil

Gmail hesabı olmayanlar, anonim seçeneği ile yorum yapabilir... Yorumlarınız için çok teşekkür ederim!

SİNEMADA İKİ FİLM

Son günlerde sinemada iki filme gittim. İlki, The Substance. Yani Cevher. Bence mutlaka görülmesi gereken, ama son derece rahatsız edici bir...