17 Nisan 2020 Cuma

BUGÜNLERDE TELEVİZYONDA NE VAR?


Kendime göre, başrollerdeki starlardan yan rollerdeki gizli yeteneklere, gelmiş geçmiş en favori dizi cast'larımı sıralıyorum (ilk etapta aklıma gelenler, alfabetik sıraya göre):

Avrupa Yakası
Aşk-ı Memnu
Babil
Bir Zamanlar Çukurova
Cesur ve Güzel
Fatmagül’ün Suçu Ne
Güllerin Savaşı
Hanımın Çiftliği
Hayat Şarkısı
Kuzey Güney
Lale Devri
Merhamet
Muhteşem Yüzyıl
O Hayat Benim
Öyle Bir Geçer Zaman Ki
Paramparça
Ufak Tefek Cinayetler
Umutsuz Ev Kadınları
Yalan Dünya
Yaprak Dökümü
Yasak Elma
Yer Gök Aşk 

Atladığım mutlaka vardır, ama sadece ana kadroyu değil, yan karakterleri de düşününce ilk olarak aklıma gelenler bunlar oldu... 

Yeni dizilerin ve programların, Zuhal Topal'la Sofrada gibi birkaç istisna hariç hemen hemen hiç çekilmediği bu karantina günlerinde, Netflix filan açmayayım derseniz televizyon ekranı biraz boş kaldı. Bu nedenle de kanallar ellerinde olan eski dizileri rekrar tekrar vermeye başladı. Aşk-ı Memnu bininci kez yeniden başladı mesela. 2018 yılında, blog'umda Neden hala Aşk-ı Memnu izliyoruz diye bir yazı yazmış, dizinin tekrarlarının bile neden reyting aldığını kendimce açıklamaya çalışmıştım. İlgilenenleriniz okuyabilir.

Ben hala denk geldiğimde Yalan Dünya izliyorum mesela. Teve2 veriyor. Defalarca kez baştan sona başlayıp bitirmiş olmama rağmen. Evet, Avrupa Yakası'nı seyirci olarak başka bir yerde konumlandırmış olsak da, bence Gülse Birsel’in gizli başyapıtı Başyapıt İnşaat, şey pardon Yalan Dünya. Değeri yıllar geçtikçe daha da artan, pırlanta gibi bir dizi. Başlattığım herkes "Zamanında neden izlememişiz ki" diye hayıflanıyor şimdi. Başrolündeki isimlerden kafede görünen beyaz saçlı figüranına kadar hepsini seviyorum ya (hatta o figüranın hikayesini bile yazmıştım blog'umda). Ama mesela Jet Sosyete'yi bir türlü sevemedim, geçen yıl bununla ilgili karşılaştırmalı bir yazı yazmıştım. 

Bu arada, TRT2'nin yayın akışına da mutlaka bakmanızı öneririm. Güzel programlar oluyor. Mesela bu akşam konser olarak Operanın Sevgilileri'ni, yarın da The Morricone Duel-Danimarka Ulusal Senfoni Orkestrası'nı veriyor. Özellikle yarın akşamki kesinlikle kaçmaz. Ayrıca bu akşamki konserden sonra sessiz sinema döneminde geçen bir film olan, 5 Oscar ödüllü The Artist var! Geçenlerde "Ben bu filmi neden izlememişim" diye hayıflanmıştım, başka bir şey isteseydim olacakmış! 


Sosyal medya hesaplarıma bakmadan geçmeyin:

instagram: @ofluoglumert (özellikle story'lerde pek çok dizi, kitap, film ve şarkı önerisinde bulunuyorum)

twitter: @ofluoglumert


facebook: @ofluoglumert 


Kendinize iyi bakın... Yorumlarınızı bekliyorum! 

7 Nisan 2020 Salı

BETTE VE JOAN: HOLLYWOOD'UN EN KANLI YILDIZ SAVAŞININ ENTRİKALI PERDE ARKASI


Bazen iki insanın birbiriyle geçinemiyor olmasının yeterli bir açıklaması yoktur. Belki yıldızları bir türlü barışmamıştır, kanları ısınmamıştır, birinin hareketi diğerine çok itici geliyordur ya da sadece kafa yapıları uyuşmuyordur. Ama mevzubahis Joan Crawford ve Bette Davis olduğunda, böyle bir durum söz konusu bile değil. Onların birbirlerinden hoşlanmamak, hatta birbirlerinden nefret etmek için nedeni çok. Bir zamanlarki Hollywood'un en ünlü iki yıldız aktrisi, birbirlerinin ayağını kaydırmak için ellerinden geleni yapmaya yemin etmiş, en sivri kılıçlarını kuşanmış ve içinde oldukları ezeli rekabete kendilerini fazlasıyla kaptırmış halde. Böyle bir tablodan ya oluk oluk kan, ya fokur fokur kaynayan bir dedikodu kazanı ya da şöyle ağız tadıyla izleyebileceğiniz entrikası bol bir dizi çıkar. Neyse ki bugünkü yazımın konusu, üçüncüsü. 

İçinde bulunduğumuz şu koronavirüs günleriyle ilgili yazıp çizmekten fazlasıyla bıkmış bir halde, sizi biraz farklı bir zaman dilimine götürmek için bilgisayarımın başına oturdum. Her dönem için gelecek bilinmez ve belirsiz olduğu için şüphelidir, eski olansa daha güvenilir ve tatlı gelir. Bizi büyük ihtimalle korkunç bilim kurgu filmlerinden hallice bir gelecek beklediğini düşünecek olursak, biraz nostalji yapmanın kimseye zararı olmaz diye düşünüyorum. Şahsen ben de sanırım daha naif, daha siyah-beyaz yıllarda, edebiyat ve sinemanın el üstünde tutulduğu bir dönemde yaşamayı tercih ederdim. Bu denli sosyal medya çılgınlığının olmadığı, insanların yolda karşılaştıklarında kafalarını telefonlarına gömmek yerine birbirlerine selam verdiği, cazın hala çok popüler olduğu, analog fotoğraf makinelerinin telefon kameralarına yenik düşmediği, çizgi romanların sadece sahaflarda bulunmadığı, matbu kelimesinin anlamını herkesin bildiği, gazetelerin mürekkebinin insanların elini boyamaya devam ettiği, kitapların story’ye koymak için satın alınmadığı ve fotoğrafların instagram’da paylaşmak için değil de gerçekten o an’ı ölümsüzleştirmek için çekildiği yıllar beni kesinlikle daha çok mutlu ederdi. Evet, her ne kadar sosyal medyayı son derece aktif bir şekilde kullanmam belki bunun tam tersini gösteriyor gibi olsa da, bu çağın yapaylığına uygun bir insan olamadım pek. Retro ve vintage gibi kelimeler bile beni mutlu etmeye yetiyor. Özellikle de şöyle ağzıma layık retro esintili bir dizi buldum mu, kaçırmadan içine dalıveriyorum. Bu, Alfred Hitchcock'un Psycho'sunun öncesindeki olayları anlatan ve modernize edilmiş şekliyle günümüzde geçmesine rağmen yine de buram buram vintage kokan (beş sezonluk dizide karakterlerin ellerine akıllı telefon alıp birbirleriyle mesajlaştığı sahne sayısı beşi geçmez) Bates Motel ya da farklı tarihlerde yaşamış üç farklı ev kadının aslında aynı dertten mustarip olduğunu gözler önüne seren, blog’umda sizlere daha önce tanıttığım Why Women Kill gibi bir dizi olabileceği gibi, bir zamanlar Hollywood'da yaşamış iki ünlü yıldızın çekişmesini anlatan yarı belgesel türündeki Feud: Bette and Joan gibi bir dizi de olabilir pekala.

SİNEMADA İKİ FİLM

Son günlerde sinemada iki filme gittim. İlki, The Substance. Yani Cevher. Bence mutlaka görülmesi gereken, ama son derece rahatsız edici bir...