7 Nisan 2020 Salı

BETTE VE JOAN: HOLLYWOOD'UN EN KANLI YILDIZ SAVAŞININ ENTRİKALI PERDE ARKASI


Bazen iki insanın birbiriyle geçinemiyor olmasının yeterli bir açıklaması yoktur. Belki yıldızları bir türlü barışmamıştır, kanları ısınmamıştır, birinin hareketi diğerine çok itici geliyordur ya da sadece kafa yapıları uyuşmuyordur. Ama mevzubahis Joan Crawford ve Bette Davis olduğunda, böyle bir durum söz konusu bile değil. Onların birbirlerinden hoşlanmamak, hatta birbirlerinden nefret etmek için nedeni çok. Bir zamanlarki Hollywood'un en ünlü iki yıldız aktrisi, birbirlerinin ayağını kaydırmak için ellerinden geleni yapmaya yemin etmiş, en sivri kılıçlarını kuşanmış ve içinde oldukları ezeli rekabete kendilerini fazlasıyla kaptırmış halde. Böyle bir tablodan ya oluk oluk kan, ya fokur fokur kaynayan bir dedikodu kazanı ya da şöyle ağız tadıyla izleyebileceğiniz entrikası bol bir dizi çıkar. Neyse ki bugünkü yazımın konusu, üçüncüsü. 

İçinde bulunduğumuz şu koronavirüs günleriyle ilgili yazıp çizmekten fazlasıyla bıkmış bir halde, sizi biraz farklı bir zaman dilimine götürmek için bilgisayarımın başına oturdum. Her dönem için gelecek bilinmez ve belirsiz olduğu için şüphelidir, eski olansa daha güvenilir ve tatlı gelir. Bizi büyük ihtimalle korkunç bilim kurgu filmlerinden hallice bir gelecek beklediğini düşünecek olursak, biraz nostalji yapmanın kimseye zararı olmaz diye düşünüyorum. Şahsen ben de sanırım daha naif, daha siyah-beyaz yıllarda, edebiyat ve sinemanın el üstünde tutulduğu bir dönemde yaşamayı tercih ederdim. Bu denli sosyal medya çılgınlığının olmadığı, insanların yolda karşılaştıklarında kafalarını telefonlarına gömmek yerine birbirlerine selam verdiği, cazın hala çok popüler olduğu, analog fotoğraf makinelerinin telefon kameralarına yenik düşmediği, çizgi romanların sadece sahaflarda bulunmadığı, matbu kelimesinin anlamını herkesin bildiği, gazetelerin mürekkebinin insanların elini boyamaya devam ettiği, kitapların story’ye koymak için satın alınmadığı ve fotoğrafların instagram’da paylaşmak için değil de gerçekten o an’ı ölümsüzleştirmek için çekildiği yıllar beni kesinlikle daha çok mutlu ederdi. Evet, her ne kadar sosyal medyayı son derece aktif bir şekilde kullanmam belki bunun tam tersini gösteriyor gibi olsa da, bu çağın yapaylığına uygun bir insan olamadım pek. Retro ve vintage gibi kelimeler bile beni mutlu etmeye yetiyor. Özellikle de şöyle ağzıma layık retro esintili bir dizi buldum mu, kaçırmadan içine dalıveriyorum. Bu, Alfred Hitchcock'un Psycho'sunun öncesindeki olayları anlatan ve modernize edilmiş şekliyle günümüzde geçmesine rağmen yine de buram buram vintage kokan (beş sezonluk dizide karakterlerin ellerine akıllı telefon alıp birbirleriyle mesajlaştığı sahne sayısı beşi geçmez) Bates Motel ya da farklı tarihlerde yaşamış üç farklı ev kadının aslında aynı dertten mustarip olduğunu gözler önüne seren, blog’umda sizlere daha önce tanıttığım Why Women Kill gibi bir dizi olabileceği gibi, bir zamanlar Hollywood'da yaşamış iki ünlü yıldızın çekişmesini anlatan yarı belgesel türündeki Feud: Bette and Joan gibi bir dizi de olabilir pekala.




Feud: Bette and Joan'dan size birkaç yazı önce kısaca bahsetmiş ve kesinlikle izlemenizi önerdiğim bir dizi olduğunu söylemiştim. Sekiz bölümlük bu mini dizi, aslında "feud", yani rekabet/kan davası olarak planlanan temalarda, her sezon iki ünlü kişinin rekabetini ele alarak çekilmek üzere planlanan bir antolojiBu serilere örnek olarak bir zamanların The Twilight Zone’unu verebileceğimiz gibi, daha güncel örneklerden Black Mirror’ı, her sezon farklı kadınların “neden” öldürdüğünü açıklayacak olan Why Women Kill’i ya da Netflix’in korkunç izlenme oranları nedeniyle büyük ihtimalle ikinci sezonu asla gelmeyecek olan, Renée Zellweger’e yazık eden What/If’i sayabiliriz. Feud'un ikinci sezonu için her ne kadar Prens Charles ve Prenses Diana'nın ele alınması planlanmış olsa da, bu sezon hiçbir zaman gelmeyecek gibi görünüyor. 2017'nin Mart’ında FX’te gösterilmiş olan böylesine kaliteli bir dizinin nasıl ve neden yeterli dikkati çekmediğini anlamak hayli güç. Herhalde insanlar tembel bir şekilde Netflix’te önlerine konan dizileri izlediği için, başka ne var arayışına girmeyip diğer kanallardaki dizilere bakmıyor bile. Bense tam tersine, hala Netflix'te olmayıp da internetin derinliklerinde olan birbirinden ilginç diziler olduğu görüşündeyim. Yine de dizi yurt dışında gayet popülarite kazandı, bu iki ünlü oyuncunun rekabetini yeniden gündeme getirdi ve hatta davalara konu oldu (yazının ilerleyen bölümlerinde değineceğim).

Dizi, aralarında kıyasıya bir rekabet olan ve dönemlerinin iki önemli Hollywood yıldızı Bette Davis ve Joan Crawford'un "What Ever Happened to Baby Jane?" filmini çektikleri sırada yaşadıkları rekabeti anlatıyor. Bizim Hande Yener-Demet Akalın gibi bir çekişme gelmesin sakın aklınıza; çok daha sahici, göze göz-dişe diş, entrikaların havada uçuştuğu ve tüm bunların gerçek olduğuna inanamayacağınız, en iyi senaryolara taş çıkaran gerçek bir öykü buİkisi de bir zamanlar Hollywood'un yıldızı olan ama birbirlerinden hiç hoşlanmayan bu iki oyuncunun, artık yavaş yavaş unutulmaya yüz tuttuklarında, aynı film projelerinde yer almalarını konu alıyor. Davis ve Crawford filmde iki oyuncu kız kardeşi canlandırıyor (oyuncuların oyuncuları canlandırdığı filmler kalp ben). İki kadın arasındaki drama ve entrika o biçim! Birbirlerinden rol çalmak için yapmayacakları şey yok. Öyle ki, Yasak Elma'daki kurgu ürünü entrikalar, Crawford ve Davis'in tamamen yaşanmış gerçek entrikalarının yanında çocuk oyuncağı gibi kalıyor. Joan Crawford'u canlandıran Jessica Lange ve Bette Davis'i oynayan Susan Sarandon, kelimenin tam anlamıyla gerçek bir oyunculuk dersi veriyor. İkisi de tek kelimeyle muhteşem. Bayıldım. Dizinin arka fonuysa 1960'lı yılların Hollywood'una ışık tutuyor. Dizi muazzam oyunculuk performanslarının yanı sıra, sırf o dönemin müzikleri, kostümleri ve dekorları için bile izlenebilir. Dizide izlediğim olayların bir zamanlar gerçekten yaşanmış olduğuna inanmakta fazlasıyla güçlük çektim. 

ÖLÜMÜNE REKABETİN İKİ BAŞROLÜ 


Joan Crawford. Döneminin parmakla gösterilen Hollywood yıldızı. Sessiz sinema döneminde başladığı kariyerinde kısa sürede ünlenmiş ve melodramlardan müzikallere, romantik komedilerden suç filmlerine, birkaç korku, bilim kurgu ve western filmi de dahil olmak üzere değişik türlerde onlarca filmde oynamış. Tabii esas olarak romantik melodramların aranan yüzü. Böylesine yıldız bir oyuncunun tek bir Oscar’ının olması, Hollywood’un ironilerinden biri olsa gerek! 1904 doğumlu oyuncunun 1970 yılında, 73 yaşında ölümünden 7 yıl önce Altın Küre Cecil B. DeMille Yaşam Boyu Başarı Ödülü’ne sahip olması, 1999 yılında Amerikan Film Enstitüsü tarafından Klasik Hollywood Sineması’nın en iyi aktrisleri listesinde gayet üst sıralardan biri olarak söyleyebileceğimiz onuncu sıradan giriş yapması ya da 1937’te dönemin ünlü dergisi Life tarafından Queen of the Movies olarak adlandırılan ilk oyuncu olması gibi pek çok unvanı bulunuyor. Meraklısı için, Clark Gable’la birlikte tam sekiz filmde oynadığını da belirtmeli. Metro-Goldywn-Master (MGM) ve sonrasında Warner Bros’un en önemli yıldızlarından olan Crawford, 1943 yılının Temmuz ayında MGM’yi bırakıp WB’ye transfer olunca, halihazırsa WB’de bulunan Bette Davis’le de rakip haline gelmiş oluyor. (Eh, bu iş hala gerek dünyada gerekse ülkemizde az çok böyledir. Bizde bu anlamda sinema değil, dizi sektörü açısından bu durum geçerlidir –hoş artık dünyada da sinema değil dizi piyasasından bahsetmek mümkün. Bir yapım şirketinin belli başlı oyuncuları vardır ve sonradan transfer edilen bir başka oyuncu, diğer gözde başrol oyuncu tarafından potansiyel bir tehdit olduğu için ona çok da hoş gözle bakılmaz. Hoş günümüzde ve bizim dizi piyasamızda, Joan ve Bette arasında olduğu türden kıyasıya bir rekabet olduğunu sanmıyorum –yine de kim bilir, belki oluyordur.)


Bette Davis de, 1908-1989 yılları arasında yaşamış; yani ezeli rakibi Joan Crawford’un ölümünden sonra 12 yıl daha yaşamış. Onun Crawford’un aksine bir değil, iki adet Oscar’ı var ve Amerikan Film Enstitüsü tarafından verilen Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nü kazanan ilk aktris olmuş (umarım bu ödül takdimi Crawford’un vefatından sonra olmuştur). Kendisi ayrıca Katherine Hepburn ve Meryl Streep ile beraber, 10’dan fazla Oscar’a aday gösterilmiş üç kadın oyuncudan biriDavis "Ben oyuncu olucam!" diyerek Hollywood'un yolunu tuttuğunda, takvimler 1930'u gösteriyordu. Crawford kariyerine ondan çok daha önce, 1925'te, sessiz sinema döneminde başlamıştı ve Davis sinema piyasasına girdiğinde o çoktan tanınan bir aktristi. Ancak Davis kısa sürede onunla yarışır hale geldi. Bunda biraz da kendi kişiliğinin payı vardı; çünkü Davis de en az Crawford kadar, hatta belki ondan daha da fazla tuttuğunu koparan, istediğini yaptırmayı başaran ateşli bir oyuncuydu. 1937 yılında, yapımcılara kendisine "alelade" roller verilmemesi için sözleşmesinde değişiklik yapılmasını talep etmek suretiyle kafa tutacak kadar asi ve gözüpekti. Hoş sinema kariyerinin çok başında olan Davis bu davayı kaybetti, yine de bu olay hem sektör hem de onun hırslı olduğunu kanıtlaması açısından önemli. Ayrıca bununla ilgi çekti ve tanındı, kariyeri de bu dönemde yükselişe geçti. 1943 yılında Olivia de Havilland’ın benzer bir sözleşme konusuyla ilgili olarak yapımcısına açtığı davayı kazandığını da hemen not düşeyim. Zaten bu iki kadının pek çok ortak noktası bulunuyordu ve daha başından beri birbirlerinin arkasını kollayacakları sağlam bir dostluk içinde oldukları belliydi. 

Feud: Bette and Joan, her iki oyuncunun da kariyerinin sönmeye başladığı ve artık yapımcılardan istedikleri rolleri bulamayarak unutulup gideceklerine dair bir endişe içine girdikleri 1962 yılında, "What Ever Happened to Baby Jane?" (Bebek Jane'e Ne Oldu?) filminin çekimine doğru giden süreçte başlıyor. Dizide kadınların hayatlarındaki erkekler, kızlarıyla olan sorunlu ilişkiler veya daha başka diğer sorunlar hiç ele alınmıyor. Dizi bunların hiçbiriyle ilgilenmiyor. İki kadının hayatındaki spesifik bir döneme odaklanıyor ve sadece starlık iddiaları üzerinden nasıl kapıştıklarını göstererek çok da iyi yapıyor. Ama ben, hazır bu iki ünlü oyuncudan söz etmişken, sadece dizide anlatılan olayları ele almakla yetinmek istemiyorum. Kendi yaptığım araştırmaların da yardımıyla, bu iki sinema efsanesinin arasındaki rekabete yol açan olayları şöyle derinlemesine ele almak istiyorum. Evet, bu yazı daha şimdiden, son zamanlarda blog'da yazdığım en uzun yazılardan biri olmaya başladı bile! Ama söz konusu Hollywood sineması, dedikodu ve kadın entrikasıysa, buna kimin itirazı olabilir ki?

EZELİ DÜŞMANLIK NASIL BAŞLADI?

1933 yılında Bette Davis’in talihi sonunda dönmek üzereydi. Adının afişlerde yazdığı ilk büyük filmi Ex-Lady vizyona girmişti ve filmin yapımcısı Warner Bros bu yeni yıldızın adını kamuoyuna duyurma kampanyası için kesenin ağzını iyice açmıştı. Davis’in en mutlu günü olacaktı, yani eğer Joan Crawford ilk kocası Douglas Fairbanks Jr’dan boşandığını duyurmak için tam da o günü seçmeseydi. Ertesi gün tüm gazeteler Davis’in filminden bahsetmek yerine Crawford’un büyük bir magazin olayı olan boşanması hakkında yazıp çiziyordu. Reklam kampanyası kelimenin tam anlamıyla arada kaynayıp giden film asla ses getirmedi ve daha da kötüsü, düşük bilet satışları nedeniyle vizyonda ancak bir haftacık kalabildi. Crawford’un ileriki yıllarda ikili arasında bir savaş başlamasına neden olacak bu hamlesi benim fikrimi soracak olursanız kasıtsızdı ve yalnızca bir tesadüftü. Ancak yıldızı daha parlamadan sönmüş olan Davis’in Crawford’a olan bilenmesi daha yeni başlıyordu.

Dizi için Entertainment Weekly'ye Bette (sol) ve Joan (sağ) olarak poz veren Susan Sarandon (sol) ve Jessica Lange (sağ). 

1935 yılına gelindiğinde Bette Davis, ona ilk Oscar’ını kazandıracak olan Dangerous filminin setinde tanıştığı rol arkadaşı Franchot Tone’a körkütük aşık oldu. Bunun karşılıksız bir aşk olacağını biliyordu, yine de Crawford daha filmin çekimleri devam ediyorken Tone ile doludizgin bir ilişkiye başlayıp onu nikah masasına oturtunca, kaynar sular Bette’in başından aşağı dökülüverdi. Bette daha sonra şu acı itiraflarda bulunacaktı: “Tone ona çok aşıktı. Her öğle molasında buluşuyorlardı ve sete döndüğünde yüzünde ruj izleri oluyordu. Bu kadar büyük bir yıldızın ona aşık olmasından onur duyuyordu. ... Joan onu benden aldı. Bunu kasten ve tamamen acımasız bir şekilde yaptı. Onu hiçbir zaman affetmedim ve affetmeyeceğim.” Bu röportajı verdiğinde yıl 1987’ydi ve Crawford çoktan ölmüştü. Eh, Davis’in bu açıklamaları onun gazete okuyup sabah kahvesini keyifle yudumlayacağı bir zamanda yapacak hali yok.

Aynı film sayesinde En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’ne aday olduğu 1936’daki Oscar törenine Davis, ödülü kazanacağına ihtimal vermediği için son derece düz, basit ve gösterişsiz bir elbiseyle katılmıştı. Törene biricik kocacığı Tone'u koluna takarak gelen Crawford bir kez daha onun başarısını gölgede bırakmayı başarmıştı ama filmin yapımcısı Jack Warner, tüm gücüyle Davis’in yanındaydı. Törende ödülü kazandığı kendisinin bile hiç beklemediği bir şekilde anons edilince Davis’i kucaklayarak tebrik eden ilk kişinin Tone’dan başkası olmaması, tahmin edebileceğiniz üzere Crawford’un pek de hoşuna gitmedi. Crawford yerinden bile kıpırdamazken, bu tabloyu görmemek için iddialara göre başını bile çevirdi. Tone’un Crawford’a bu yaptığının çok kaba olduğunu söylemesi üzerine o, yine bir iddiaya göre, Davis’e döndü ve "Ah, Bette! Ne hoş bir elbise!" diyerek onu iki kat utandırdı. Bugünkü magazin olsa bu olay nasıl da köpürtülür ve gündem olurdu, bir düşünsenize!

Davis, yapımcı Jack Warner'la 1936'daki Oscar töreninde. Evet yüzü gülüyor, ama sevdiği adamı Crawford'a kaptırdığı için içi kan ağlıyor!

1943 yılında Joan Crawford, yapım şirketini değiştirerek MGM’den Warner Bros’a transfer olmuştu; bir devler liginden başka bir devler ligine. Ve Warner Bros, artık oyunculukta rüştünü iyiden iyiye ispatlamış ve yıldızlaşmış olan Bette Davis anlamına geliyordu. Crawford’un bu yapım şirketine gelişi, az önce yukarıda da bahsettiğim gibi, tam da Olivia de Havilland’ın Warner Bros’la olan anlaşmazlığı ve sözleşmesini sonlandırması olayından sonraydı. Bu arada Jack Bros pek çok açıdan ikili, üçlü, hatta dörtlü beşli oynayan bir yapımcı tabii; kaç aktrise mavi boncuk dağıttığını “Tanrı bilir”! Ama Havilland olsun veya olmasın, Davis on yılı aşkın bir süreden beri Warner Bros’taydı ve Crawford’un yeni girdiği bir yapım şirketinde şirinlikler yapıp kendine müttefikler bulması gerekiyordu (o da haklı). 

1945 yılında Davis, ilk önce kendisine giden Mildred Pierce filmindeki başrol teklifini reddetti. Rol için teklif giden ikinci ismin Crawford olacağını, Crawford’un bu teklifi kabul edeceğini ve hatta ve hatta bu rolle kariyerindeki ilk ve tek Oscar’ını kazanacağını bilseydi, bahse girerim asla reddetmezdi (bol filmli kariyeri boyunca tek bir Oscar'ının olması onun hiç dinmek bilmeyen, sürekli kanayan, sızlayan yarası). Rakibine resmen kendi elleriyle kazandırdığı Oscar’ın Davis’i pek de memnun etmediğini anlamak çok zor olmasa gerek. 

YATAKTA KAZANILAN BİR OSCAR

Oscar töreninden hemen önce zatürre olduğunu açıklayan Crawford'sa törene gitmek yerine sıcacık evindeki yatağında kalıp çekirdek çitlemeyi tercih etmişti. Ödülü onun yerine alan yönetmen Michael Curtiz, törenden hemen sonra ödülünü teslim etmek -ve son dedikoduları vermek üzere- evinin yolunu tuttu. Tabii bu arada birdenbire iyileşiveren Crawford çoktan gazetecilere poz veriyordu: "Gözyaşlarım benim adıma konuşuyor. Bu hayatımın en önemli anı." Oscar ödülünüzü nasıl arzu edersiniz? Yatakta! Kızımız biraz sansasyonu seviyor mu ne? (Bazı iddialara göre, Crawford törene ödülü kazanamamaktan korktuğu için gitmemiş. Aman duymasın.)

Evet şekerim, ilk Oscar'ımı yatakta alayım dedim. Ne? Ah, bir saniye, kapatmam gerek, basın geldi. Evet çocuklar, hangi kameraya gülümsüyorum? 

1947 yılında, Davis için hazırlanan suç draması Possessed filmi, Davis’in sonrasında arasının "ilgisizlik ve kariyerini onun yüzünden boşlama" nedeniyle kötü olacağı kızı Barbara Davis Sherry'ye hamile kalması nedeniyle Joan Crawford tarafından kapılıyor (ki o da evlatlık edindiği çocuklarıyla aynı problemleri çok yaşamış). Crawford bu film ile de Oscar’a aday gösteriliyor, ne var ki kazanamıyor. Eh, birileri Davis'in yanlış seçimleri nedeniyle Crawford'un bir kez Oscar kazandığı yeter, diye düşünmüş olmalı.

1950 yılında Warner Bros, kamuoyunda birbirlerine olan düşmanlıkları artık açıkça bilinen Davis ve Crawford'u, Caged adlı bir film için birlikte oynatmayı ilk kez düşünüyor. Crawford, Davis'le başrol oynama fikrine sıcak baksa da, Davis filmin konusunu bahane ederek oynamayı reddediyor. Sonuçta ikisi de filmde yer almıyor.

1952 yapımı The Star filminde Davis, Joan Crawford’dan esinlenilerek yaratıldığı basında defalarca yazılıp çizilen, yıldızı sönmekte olan bir film yıldızını canlandırıyor! (Bugünkü Seren Serengil'in sinemada Gülben Ergen'in hayatını canlandıracağı bir film teklifine "evet" dediğini bir düşünsenize!) Davis'in Joan'ın adına leke sürmeye çalışan bir karakteri oynayacağı film teklifini tereddütsüz kabul edip sözleşmeyi yüzünde zafer kazanmış bir edayla imzaladığı anı gözümde canlandırmakta zorlanmıyorum.

Kızlarımız okuma provasında... 

Ve nihayet takvimler, dizinin de kendine başlangıç olarak seçtiği 1962 yılını gösteriyor... O zamanlar Joan Crawford, Pepsi-Cola CEO'su olan kocası Alfred Steele'in ölümünden sonra setlere dönüp yeni bir Oscar kazanma hevesindeBüyük ve boş malikanesinde bir başına oturup yaşlılığını vurgulayan can sıkıcı senaryoları okumaktan bıkmış bir halde, yardımcısı Mamacita’yı kitapçılara gönderip filme uyarlanmaya uygun olacak bir kitap bulması üzerine görevlendiriyor. Ve o kitaplardan bir tanesi onda tam da "Bu çok güzel film olur, ben de oynarım" hissi yaratıyor. Kitap bir psikolojik gerilim romanı olan "What Ever Happened to Baby Jane?". 1960 yılında büyük ses getiren Alfred Hitchcock imzalı Psycho filminin ardından, Hollywood sinemasında korku ve gerilim türünde yepyeni bir sayfa açılmış ve Crawford, bu filmin de aynı izleyici kitlesine hitap edip ses getirebileceğini düşünerek soluğu yönetmen Robert Aldrich’in kapısında alıyor (daha doğrusu, onu ayağına getirtiyor). Crawford, yönetmen Robert Aldrich'i Davis'i ikna etmesi için ikna ediyor ve tıpkı Crawford gibi uzun zamandır yapımcılardan istediği başrol teklifi bir türlü gelmemiş olan Davis, bu teklifi görünürde yarı gönülsüzce ama içten içe hevesle kabul ediyor. Ancak iki şartla: Filme adını veren ana karakter Jane'i kendisi oynayacak ve Aldrich, Crawford'la herhangi bir ilişki yaşamayacağına dair ona garanti verecek. Bunu daha sonradan şöyle anlatıyor: "Onun veya ötekinin özel hayatıyla ilgilendiğimden değil, yalnızca Aldrich'in çekimlerde Crawford'a benden daha çok close-up yapmasını istemiyordum." 


İki sansasyonel ve düşman aktrisi sonunda bir araya getirmeyi başaran Jack Warner'ın göz bebekleri, "gelsin milyoncuklarım" dercesine ışıldıyor.

Yani film seti başladığında zaten çoktan kızışmış bir Bette-Joan ilişkisi var. Ama yaşları nedeniyle sektörde unutulmaya yüz tuttukları bir zamanda, her iki oyuncu da bu filmin onların son kurtuluşu olduğunu biliyor. Film tutarsa onlar da yeniden doğacak, ama tutmazsa ikisi de sonsuza dek kaybolacak. Bunun bilincinde, yönetmen Robert Aldrich iki oyuncuyu da ayrı ayrı "gaza getiriyor" ve birbirlerinden nefret etmelerine rağmen filmdeki performanslarının iyi olması için uğraşıyor. Aslında iki aktris de sonunda birbirleriyle karşılıklı oynayacakları için ateşli, heyecanlı ve hırslı. Belki de bu prodüksiyonu her şeye rağmen bu yüzden kabul ediyorlar; performansıyla diğerini alt etmek için. Bu nefretin, ikisinin de en iyi olmak için filmdeki performanslarına yansıyacağını bilen Warner Bros şirketinin yöneticisi Jack Warner, krizi fırsata çevirmek istiyor ve bunu başarıyor da. Film o yılın en iddialı ve gişe rekortmeni filmi oluyor, beş dalda Oscar'a aday gösteriliyor. Tabii set başladığında bunu henüz kimse bilmiyor ve iki aktrisi de ayrı ayrı idare etmek zorunda olacak olan yönetmen Aldrich, bu projenin içine girdiği için daha şimdiden bin pişman. 

Kırgınlıkların ve düşmanlıkların geride kalması gerektiğini düşünen iki kadın, yüzlerinde yarım bir gülümsemeyle el sıkışıp savaşın bittiğine dair sessizce anlaştıklarını düşünüyor ve film sete çıkıyor. Ama o da ne? Bu anlaşma geçici, gülümsemeler sahte ve savaş daha yeni başlıyor.

CEHENNEMDEN HALLİCE BİR HOLLYWOOD SETİ 

Setin başladığı o ilk gün kameraya gülümserken akıllarından kim bilir ne geçiyordu? - Seni küçük yılan. 
- Seni bir kaşık suda boğacağım. - Yönetmeni yatağa atmaya çalışırsan seni mahvederim. (Eh, sanırım bundan farklı değildi.)

Daha prodüksiyonun ilk gününden itibaren aktrislerimizin restleşmesi başlıyor. Çekimler başlamadan önce Crawford set ekibine hediyeler göndererek onların gönlünü kazanmayı amaçlıyor. Tabii onun bunu çekimlerde daha güzel görünmek için bir torpil olarak yaptırdığını bilen Davis öfkeden köpürüyor. Davis, kocası nedeniyle Pepsi-Cola'nın reklamını yapmak durumunda olan Crawford'ın damarına basmak için setteki soyunma odasına jetonlu bir Coca-Cola makinesi koyduruyor. Yine filmdeki meşhur bir sahne gereği Davis, Crawford'ın kafasına tekme atıyor. Bu öyle sert bir tekme oluyor ki, Davis kendini "Sadece şöyle bir dokundum" diyerek savunsa da, Crawford'ın kafasına tam altı dikiş atılıyor. Ah, olayların böyle olacağını bilen Crawford o sahne için cansız bir manken kullanılmasını talep etmişti ama işte... Neyse ki intikamını, Davis'in kendisini kucağında taşıması gereken bir sahnede ceplerine kaya parçacıkları doldurarak, beline gizlice bir halterci kemeri sarıp kendini ağırlaştırarak ve sahneyi kasıtlı olarak kötü oynayıp defalarca kez tekrar aldırtarak alıyor. Belini sakatlayan Davis'e "geçmiş olsun" dese de içten içe "oh olsun" dediğine eminim. (Bu arada, film çekimleri sırasında Davis'in kendi makyajını kendisinin yaptığını, bu grotesk makyajın karaktere çok uygun düştüğünü de hemen belirtelim. Filmi ben de henüz izlemedim ama bugünlerde mutlaka izleyeceğim.)

Film çekimleri, iki başrol oyuncusunun birbirini karşılıklı olarak sabote ettiği küçük küçük olaylarla, güç bela da olsa tamamlanıyor. Yönetmen Aldrich "kurtuldum" diye düşünüp rahat bir nefes alacağını zannetse de, kadınlarımızın rekabeti çekimlerin bitmesinin ardından azalmak bir yana, daha da artıyor. Her iki oyuncu da birbirleri hakkında kamuoyunda atıp tutmaya başlıyor. Tansiyon artıyor, gerilim tırmanıyor. Davis'in film çekimleri sırasında yaşadığı en keyifli anın, Crawford'u merdivenden aşağı ittiği sahne olduğunu dile getirmesi de buna dahil. (Yani bugünkü Onur Tuna-Tuvana Türkay olayı, o günkü skandalların yanında çok hafif kalıyor.)

Ama film öyle başarılı olur ki, bu beklenmedik başarı onları bile şaşırtır. O yılki Oscar adaylarının açıklanmasını her ikisi de kendi köşesinde nefeslerini tutarak bekler: Ancak sonuç yalnızca birinin yüzünü güldürür. Davis, Jane Hudson rolüyle En İyi Kadın Oyuncu dalında Oscar’a aday olarak gösterilen beş isimden biri olurken, aynı kategoride kendisinin de aday olmasını bekleyen Crawford'ın adı açıklanmaz. Ancak bu yenilgiyi kabul etmemeye kararlı olan aktrisimiz içine girdiği kısa çaplı bir depresyon ve hüsran bulutunun ardından, kafasında çoktan tilkileri döndürmeye başlar. Davis Oscar kazananları açıklanana kadar bir yerlere saklansa iyi olur. 

OSCAR TÖRENİNDEKİ AKILALMAZ ENTRİKA: JOAN 1 - BETTE 0!


Savaş daha yeni başlıyor.

Crawford'un ilk hamlesi, elbette aday gösterilmeyince yaşadığı hezimetin verdiği ilk şokun ardından, gerekli kişilerle görüşerek En İyi Yönetmen Ödülü'nü verecek olan ismin kendisi olmasını ayarlamak olur. Ancak bununla da yetinmeyen entrikalar kraliçemiz, işini sağlama almak adına Davis'in aleyhinde bir kampanya yapar ve diğer dört Oscar adayıyla tek tek görüşerek, onlara ödül törenine katılıp katılmayacaklarını, eğer katılmayacaklarsa ödülü onlar adına almaktan memnuniyet duyacağını belirtir. Bu görünüşte bir rica olsa da, daha çok tatlı bir emirdir belki de. O yılın diğer aday isimleri olan Katherine Hepburn, Lee Remick, Geraldine Page ve Anne Bancroft bunu kabul eder. Herhalde hiçbiri Crawford gibi usta bir oyuncuyu reddetmeye cesaret edemedi veya durumu bildiklerinden ona cidden yardımcı olmak istediler –ama Crawford hepsiyle tek tek görüşürken karşılarında gerçekten küçülmüş olmalı, yani bu onun için de kolay olmamıştır diye tahmin ediyorum. 

Eğer Davis bu Oscar'ı kazansaydı, Oscar tarihinde üç ödül birden kazanan ilk aktris olmuş olacaktı. Ne var ki arkasından dönen dolaplardan haberi yoktu. Oscar gecesi geldiğinde, o da ne, sahne arkasında Crawford’u gören Davis şaşırdı kaldı. Onun aday bile olmadığı bir ödül töreninde ne işi vardı? Üstelik inanılmaz göz kamaştırıyordu. Öyle ki, saçlarına gümüş tozu bile serpiştirmişti ve gerçekten de karlar kraliçesi gibi görünmekteydi. Crawford En İyi Yönetmen Ödülü’nü verince, Davis onun ödülü verip gideceğini düşünür. Sıra En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü almaya geldiğindeyse, Anne Bancroft'un adı açıklanır. Ödülü kazanamadığı için darbe alan Davis, asıl yıkımıysa, sahneye Bancroft'un ödülünü almak için çıkan Crawford'u gördüğü an yaşar. Crawford, aday bile olmadığı En İyi Kadın Oyuncu dalındaki Oscar'ı alarak kameralara mutluluk pozu verir. Davis deliye döner, sinir küpü olur. Eh, zamanında kendi Oscar’ını yatakta almış olan Crawford da böylece hem sahneye çıkıp Oscar heykelciğini kucaklama hazzını yakalamış hem de Davis'i deli etmiş olur. 

Ateşkes ilan edilecek mi? Hiç sanmıyorum. 

Oscar törenindeki entrikası bol skandalın ardından Davis o sinir krizinden bu sinir krizine girerken, Crawford'un neşesi gayet yerindedir. 1964'te yönetmen Aldrich, Davis ve Crawford’u yeniden bir araya getirmek ister. Bu seferki film, "What Ever Happened To Baby Jane?"in devamı niteliğindeki "Hush... Hush, Sweet Charlotte"tur ve ilk filmdeki roller değişecektir. Bu sefer kötü karakteri Crawford, masumu ise Davis oynayacaktır. Aslında ne yönetmen ne de set ekibi bir daha onlarla çalışmak istemektedir, ama ilk filmin başarısı adına yapımcının baskısıyla herkes yeniden bir araya gelmeyi kabul eder. Ancak hezimete uğradığı Oscar töreninin acısını hala içinde taşıyan Davis, bu sette Crawford'un anasından emdiği sütü burnundan getirmeye kararlıdır. Üstelik sözleşmeye şartını da koydurmuştur: Filmin yaratıcı kadrosunda yer alacaktır, yani Crawford’un istediği sahnesini ve repliğini atabilecek, ona müdahale edebilecektir. Kısacası Davis yönetmen Aldrich'in iplerini hem profesyonel anlamda hem de romantik ilişki anlamında eline alır. Crawford sette hep diken üstünde kalır çünkü Davis tüm seti ona karşı dolduruşa getirmektedir. 

Filmin çekileceği eyalete gittiğinde Crawford'u havaalanında karşılamaya kimse gelmemiştir. Bu durumdan şüphelenen Crawford, otel ve settekilerin de soğuk tavırlarıyla karşılaşır. Set çekimleri sırasında istirahate çekildiği karavandan çıktığında gece olup herkesin onu sette bırakıp gittiğini gördüğündeyse, Davis'in ona kurduğu tuzağı anlar. Davis'in intikamı gerçekten acı olmuştur. Hollywood'daki sete geri döndüklerinde, Davis bu kötü tutumunu sürdürmeye ve onun repliklerinde rolünü baltalamak adına değişiklikler yapmayı sürdürünce, Crawford hasta olduğunu söyleyerek hastaneye kaldırılır ve filme devam edemeyeceğini duyurur. Bununla, Aldrich'i yeniden kendi tarafına çekmeyi amaçlamaktadır ama başarılı olamaz. Davis onun gerçekten hasta olduğuna inanmadığını söyler ve film yapımcıları Crawford'u incelemesi için özel bir dedektif bile tutar. Ve sonunda hasta olmadığı anlaşılan Crawford, sözleşmesini gereksiz yere bozduğu için tazminat ödemeye mecbur kalır. Dahası, blöflerinin hiçbiri tutmaz: Davis, Crawford'un oynayamayacağı karakteri, eski arkadaşı Olivia de Havilland’ın oynamasını önerir ve yönetmen Aldrich, Havilland’ın İsviçre’deki dağ evine giderek onu ikna eder. Crawford filmde kendisinin yerine getirilen yeni oyuncunun Havilland olduğunu hastanedeki yatağındaki radyodan öğrenir ve yaptığı rol gerçeğe dönüşerek gerçekten hasta olur. Üstelik onun oynadığı küçük bir taksi sahnesi de filmden çıkarılmaz. 

Davis, Crawford'un anasından emdiği sütü burnundan getirmeye yemin ediyor. 

Joan Crawford, kafanda yine ne tilkiler dolanıyor kuzum?

KALABALIKLAR İÇİNDE YALNIZ BİR STARIN SONU

Diziyi ben nedense Crawford açısından izledim, hep onu haklı gördüm, hep ona üzüldüm. Ya da hepsini geçtim, ben onu anladım. Bir hikayede karaktere hak verip vermemekten daha da önemlisi, onu anlamaktır zaten. Anladığınız karakteri, dünyanın en kötü karakteri olsa da haklı bulur ve seversiniz. Aşk-ı Memnu'nun Bihter'inin yaptıklarını hiçbirimiz tasvip etmiyorduk ama yine de onu seviyorduk, çünkü onu anlıyorduk. Joan Crawford o büyük ve boş malikanesinde yalnızdı, kocasızdı, erkeksizdi, öz çocuğu yoktu, sonradan evlatlık edindiği çocuklarıyla pek güçlü bağları olmadı, çıkarcı bir magazin yazarı dışında arkadaşsızdı, tek gerçek dostu yıllardan beri yanında çalışan hizmetlisi Mamacita'ydı ama bir yerden sonra artık o da onu terk etti. Üstelik iki aktris arasından ilk ölen de Crawford olunca, onun ardından cidden üzüldüğümü fark ettim. Davis nasıl olsa bir şekilde devam ederdi ama Crawford kalabalıklar içinde gerçekten yalnızdı. Üstelik Jessica Lange'in şapka çıkarılası muazzam Joan Crawford portresinin de katkısıyla, yaptığı tüm entrikalara rağmen ben Crawford'cuyum. Şeytan tüyü olan sevimli ve tatlı Joan'la dost olup iki lafın belini kırasım geldi. 

- Tanrı aşkına, beni bu filmde oynamaya ikna eden menajerimin kellesini istiyorum. Neyse bari en azından kola bedava!

Bana kalırsa dizinin yapımcısı Ryan Murphy de dizide ağırlık olarak %55 Crawford'a, %45 Davis'e yer vermiş. Bununla birlikte Murphy'nin içten içe Davis’e pozitif ayrımcılık yaptığını hissettiğim sahneler de olmadı değil, özellikle de Crawford'un cidden kötü biri gibi gösterildiği birkaç sahnede -Davis’in yaşlılığında onunla tanışıp beş on dakika konuşma fırsatı olmuş Murphy'nin. %55'e 45 diyorum, mesela Davis'i Crawford'un olmadığı bir film çekimi sahnesinde hiç görmedik. Ama Crawford'un, hiç içine sinmeyerek başrolünde yer aldığı "saçma sapan" bir bilim kurgu-korku filmi olan Trog'un çekimleri sırasında, bir gece yarı sarhoş, üzgün, kırgın, yıkık ve bedbaht bir halde Hollywood'daki gösterişli stüdyolara hiç benzemeyen "uyduruk" bir sete gidip, Trog'un o kıllı çirkin kafa maskesini kafasına geçirdiği sahneyi unutmak mümkün mü? 1970 Ekim'inde vizyona giren film, aktrisin yer aldığı son film olarak kayıtlara giriyor. 

Crawford'un film çekimi için Amerika'dan İngiltere'ye giderken prodüksiyonun eşlikçisi Mamacita'nın uçak biletini bile karşılamaması, sette Crawford'a karavan yerine üstünü değiştirmek için doğru dürüst perdesi bile olmayan uyduruk bir minibüs verilmesi ve Crawford'un sonrasında "düşük bütçeli bir film" ve "kostümlerimin çoğunu kendi şahsi gardırobumdan getirdim" demesi beni üzdü, düşündürdü. Joan Crawford, her dediğini adeta parmak şaklatarak anında yaptırabildiği o forslu günlerinden çok uzaktaydı artık. 

Filmin yapımcısı Herman Cohen de, Crawford'un çekimler sırasında kimi zaman sarhoş olduğundan dert yanmış: "Sete içinde Pepsi-Cola olduğunu söylediği bir bardakla geliyordu, ama içinde votka vardı!" Yönetmen Freddie Francis bile kendi çektiği film için "korkunç bir filmdi, çektiğim için pişmanım" demiş! Crawford'un yer aldığı son filmin daha kendi ekibi tarafından bile böyle yerden yere vurulması iç sızlatıyor. Francis sonrasında aynen şöyle demiş: "Bu filmde Crawford yer alacağı için yer aldım. Zavallı Joan o zamanlar yaşlı üzgün bir kadındı. Yaptığı en son şeydi ama yapmamalıydı. Ben de yapmamalıydım. Hiç arkadaşı yoktu, ölene kadar bana ve karıma üzgün mektuplar yazmayı sürdürdü."

"What Ever Happened to Baby Jane?" filmindeki meşhur bir sahne gereği Crawford'un kafasına tam altı dikişle sonuçlanacak olan bir tekme atan Davis kendini, "Sadece şöyle bir dokundum" diyerek savunuyor. 

Joan Crawford'un 1959 yılında Eve Arnold tarafından çekilen fotoğrafı. Entrikalar kraliçesi veya Hollywood'un kraliçesi, bu kadında star ışığı olduğu kesin!

Crawford'un ölümünü izleyen günlerde, Davis telefonlarını ve kapısını aşındıran basına bu konuyla ilgili tek bir söz söylemiyor. Her ne olursa olsun, Crawford’a büyük bir oyuncu olarak aslında içten içe hep saygı duyuyor. Nahoş bir "mişmiş"e göre, Davis kendisini arayan bir basın mensubuna konuyla ilgili çok açık ve net bir yorumda bulunmuş: "Ölülerin arkasından asla kötü konuşulmaz. Ben de iyi bir şey söyleyeceğim: Joan öldü." 

Her yıldız bir gün parlar, parlama süresi uzun veya kısa olabilir, ama bir gün solar. Eğer şanslılarsa yanlarında çocukları ve torunları vardır, yoksa belki arkadaşları ya da Mamacita gibi candan bir hizmetlileri vardır veya belki kendi köşelerinde bir başlarına verirler son nefeslerini... Yine de, bu aktrisler görkemli zamanlarda yaşadılar, şık kıyafetler giydiler, sevgili ve arkadaşlarıyla eğlendiler ve popüler kültürde ikonlaşarak dizilere, filmlere, kitaplara, şarkılara, posterlere, afişlere, çantalara konu oldular. Ama görünen parıltılı Hollywood yaşantısının ardındaki durum, rekabet ve stres de bu. Çok zor işleri var. 

Yan karakterlerden biri olarak dizide kendine yer bulan ünlü aktris Olivia de Havilland, ki kendisine en az onun kadar ünlü olan Catherine Zeta-Jones hayat veriyor, dizide ilk başta anlatıcı, daha sonra bizzat olayların içindeki karakterlerden biri olarak karşımıza çıkıyor. 2016 yılında 100. yaşını kutlayan gerçek Havilland (hala yaşamını sürdüren en yaşlı Oscar kazananı), "benim adımı benden izinsiz kullandınız" diyerek dizinin gösterimini bir süreliğine durdurmuş ama sonra bu sorun ortadan kalkmış. 

Beni asıl düşündüren, bizim Yeşilçam oyuncuları hakkında böyle bir film çekilebilir miydi? Kıyamet kopmaz mıydı? Tazminat davaları ve "beni kötü göstermeye çalışıyorsunuz, kariyerimi karalıyorsunuz" cümleleri havada uçuşmaz mıydı? Yorumu size bırakıyorum... 

Dizinin sonu, "Yani biz bunca zaman aslında arkadaş olabilir miydik?" diye, kalp yaralayıcı bir mesajla bitiyor. Hep böyle değil midir zaten: Her şey boşuna mıydı yani? Alın size bir Güllerin Savaşı durumu daha... 

"Yani biz bunca zaman aslında arkadaş olabilir miydik?"

Pek de uzun lafın kısası olmadı ama yine de uzun lafın kısası, Feud: Bette and Joan harika bir dizi. Bir kere, Hollywood'da gerçek bir film çekimi sırasında yaşanmış gerçek olayları anlatan bir dizi yapma fikri bile mükemmel. Yani bu filmi sinema öğrencisiyseniz izleyin, o dönemin Hollywood filmlerine merakınız varsa izleyin, entrika seviyorsanız izleyin, kadın rekabeti görmek istiyorsanız izleyin ya da sadece dizi olarak izleyin işte... Jessica Lange ve Susan Sarandon karakterlerini göz kamaştırıcı performanslarla canlandırıyorlar. Zaten Oscarlı olan oyuncular Lange ve Sarandon kelimenin tam anlamıyla döktürüyor, karşılıklı devleşiyorlar. En son Bates Motel'de Vera Farmiga'nın Norma Bates ve Why Women Kill'de Ginnifer Goodwin ve Lucy Lui'nin performansları karşısında ağzım böyle açık kalmıştı. Dizinin çok sayıda alt mesajı da var: Hollywood'da kadın olmak (hele de erkek egemen 50'li-60'lı yıllarda, hoş hala öyle), kalabalıklar içinde yalnız olmak ya da her ne olursa olsun iki düşman kadını bile günün sonunda gene en iyi birbirlerinin anlayacağı gerçeğiDizinin hikayesi, senaryosu, kostümleri, dekoru, ışığı her şeyi mükemmel. İzleyin yani, daha ne diyeyim? 

Dizinin pek çok fragmanı bulunuyor. İlginç trailer'ları derleyen bir fragmanı şuraya bırakıyorum:


Dizinin bizdeki Ufak Tefek Cinayetler'e ilham veren şahane illüstratif jeneriğine da aşağıya bırakıyorum, diziyi izledikçe anlam kazanan detaylar muhteşem:


Dizinin nefis soundtrack'ini de dinlemek isteyebilirsiniz: 


Evet, yazıyı buraya kadar bıkmadan, usanmadan ve ilgiyle okuyanlarınız olduğunu biliyorum. Buraya kadar okuduğunuz için gerçekten tebrik ve teşekkür ederim. Uzun zamandır yazmadığım kadar uzun, makale gibi bir yazı oldu, umarım hata yapmamışımdır! Bu yazıya uygun düşen birkaç şarkıyı da buraya, şuraya ve oraya bırakıyorum. 

Bana kitap tavsiyesinin yanı sıra çok fazla dizi tavsiyesi de soruyorsunuz... Henüz izlemediğim ama izlemeyi düşünebileceğim yeni yabancı diziler:


The Outsider (Kitabı nasıl uyarladıklarını görmek için, ki gerçek bir polisiye gibi görünürken son anda olayı doğaüstü güçlere bağlayıp kurguyu berbat etmeseydin iyiydi Stephen King, bu nedenle belki de izlemem, çünkü gayet iyi giden drama-görünümlü bir diziyi son anda "aslında işin içinde yaratıklar vardı" gibi bir fantastik açıklamayla rezil etmenin ne anlamı var)


The Undoing (Başrolünde oynayan Nicole Kidman’ın canlandırdığı karakter her zamanki gibi sıradan, ama yine de bir şekilde ilgi çekici göründüğü için, ah klasik Nicole işte, izletiyor kendini bir şekilde)

Hollywood (En çok bunu merak ediyorum! Ryan Murphy, yeni bitirdiğim Feud: Bette and Joan’da da 1960’lı yıllarda Hollywood’da geçen harika bir dönem draması - yarı belgesel yaptığı ve tadı damağımda kaldığı için, ki bu sefer 1940’lı yıllarda geçen kurgu ürünü bir hikaye anlatacak, ama bu kurmaca senaryo Bette Davis ve Joan Crawford’un gerçek entrikalarla dolu yaşanmış hikayesi kadar iyi olacak mı, göreceğiz)


Sosyal medya hesaplarıma bakmadan geçmeyin:

instagram: @ofluoglumert (özellikle story'lerde pek çok dizi, kitap, film ve şarkı önerisinde bulunuyorum)

twitter: @ofluoglumert

facebook: @ofluoglumert 

Kendinize iyi bakın... Yorumlarınızı bekliyorum! 

10 yorum:

  1. aralarındaki husumeti biliyor ama neden olduğunu bilmiyordum çok iyi anlatmışsın..

    YanıtlaSil
  2. Selamlar sizleri takipteyim sizde son yazıma yorum yapıp takip ederseniz çok ama çok mutlu olurum :)

    YanıtlaSil
  3. kitap okuma alışkanlığım yok inşallah olur bir gün.

    YanıtlaSil
  4. kadınlardan korkun,valla votkayı kola diye de yutturabiliriz ;) :D valla sonuna kadar ilgiyle okudum. çok güzel bir yazı olmuş,favv! 5 kere fav!

    YanıtlaSil
  5. Leyleğimle ben de geldim:)
    İyiki de geldim.
    Emeğinize, kaleminize sağlık

    YanıtlaSil
  6. Sevmek zor iş aslında kolay gözüksede

    YanıtlaSil
  7. Why women kill'in 1.bölümünü izledim. Çok iyi dizi

    YanıtlaSil
  8. İzleme listeme aldım bile. Derinlemesine anlatmışsınız. Kaleminize sağlık.

    YanıtlaSil
  9. Çok güzel anlatmışsınız, mutlaka izleyeceğim :)

    YanıtlaSil

Gmail hesabı olmayanlar, anonim seçeneği ile yorum yapabilir... Yorumlarınız için çok teşekkür ederim!

NAKANO ESKİCİ DÜKKANI VE ÇOKSATAN KİTAP PROBLEMATİĞİ

Genelde kitapçıların çoksatan raflarından uzak durup, aksine hiç satmayan, kimsenin ilgi göstermediği, kıyıda köşede kalmış kitapları arar b...