O günlerde Şişli'de ucuz bir oda bulmak, kumların
arasında altın tanesi bulmak kadar imkansız olduğundan, Beşiktaş’a razı gelmek
zorunda kalmıştım. Hiç unutmam, sene 90’dı, milenyuma daha on yıl vardı, Ekim’in
ortasında hala pastırma yazı sürüyordu ama kış kapıdaydı: En kısa sürede başımı
sokacak bir yer bulmam gerekiyordu. Her şeye rağmen içimde bir umut kırıntısı
vardı ve beni en çok şaşırtan da buydu; zira genç yaşımda dibe vurduğumu
hissediyordum. Kendi kendime defalarca "Ölmek istiyorum... Ölmek istiyorum...
Ölmek istiyorum!" diye tekrarlayıp dursam da, kendimi öldüreceğim falan yoktu.
Öyle bir yürek yoktu bende ya da o deli aklı. Yirmi üç yaşında yazar olmaya
çabalarken, aslında dalgalara karşı yüzmeye çalıştığımın farkındaydım. Ama
nafile: Bu ateş içime düşmüştü bir kere. Ne var ki artık kalem oynatamıyordum.
Aslında uzun zamandır kafamda dönüp duran bir roman konusu vardı ama bir türlü
daktilonun başına geçip yazamıyor, yazsam da yazdıklarımı birkaç paragraftan
öteye götüremiyordum. Bitirdiğim ve tamı tamına on bir yayınevinden ret cevabı
alan polisiye romanım, ki yaklaşık iki yüz altmış sayfaydı, masaüstündeki diğer
sayısız roman taslağım gibi, unutulmaya yüz tutmuştu. Ama en son yazdığım o
olduğundan sürekli olarak bana göz kırpıyor, "Beni yayımlamak üzere yazdığın
halde neden bundan vazgeçtin?" dercesine bakıp duruyordu. Haklıydı. Onu yırtıp
çöpe atamıyordum, ateşe veremiyordum, ama açıp okumak ya da başka yayınevlerine
göndererek yeni bir ret cevabı almak da istemiyordum. Onunla ne yapacağım
konusunda kararsızdım. Ben de hiçbir şey yapmamaya karar vermiştim.
Kendimi bir çay fincanına batırılan ve çıkarmaya
zamanında yetişilemediği için fazla ıslanmaktan mütevellit çayın içine düşüp
onlarca parçaya ayrılan bir bisküvi gibi hissediyordum. Gecenin beşinde
uyandım, çıplak ayaklarımı yataktan aşağı sarkıtarak bunu düşündüm. Son
zamanlarda hayatımda hiçbir şey yolunda gitmemişti ve bu olumsuzluklar daha ne
kadar sürecekti, merak ediyordum. İçimde gittikçe büyüyen huzursuzlukla
yataktan kalkıp pencerenin yanındaki yazı masama oturdum, daktiloma bakarak
hüzünle bir sigara yaktım. Issız ve çıplaktım. Sanki asırlardır süregelen bir
karanlığa gömülmüş olan ruhumun tek düşmanı, ısırılmayı bekleyen parlak bir
elmayı andıran ayın yaydığı ışıktı. Parmaklarımın ucundaki sigaradan derin bir
nefes çektim, sonra dumanı havaya üfledim; o duman bulutunun içinde yok olup gitmeyi
diledim.
Halet-i ruhiyem inanılmaz derecede yerle yeksandı. İşten ayrılmıştım, çok az param vardı ve kendi kendimi odalara hapsetmiştim. İnsan yüzü göresim yoktu! Dahası, kendi yüzümü bile göresim yoktu ve bu yüzden yaşadığım yerdeki aynaların üstünü kalın örtülerle örtmüştüm. Romanımın her seferinde yayımlanacakmış gibi olup bir türlü yayımlanamaması ve bana "Kitabını basacağız" dedikten sonra ortadan kaybolan kadın editörün attığı kazık bir yana (Bugün ona beni sorsanız herhalde, "Aa, o çocuk mu? Evet, ona kitabını basacağımızı söyledim. Sonra canım istemedi, fikrimi değiştirdim. Bir süre umutla bana mektup atmaya devam etti. Ama cevap alamayınca ümidi kesti. Yaşasın kötülük!" filan diyecektir), beni şu eski siyah beyaz melodramlardaki gibi yatak döşek hasta eden bir aşktan yeni çıkmıştım. Aslında karşılıklı bir aşk bile değildi, tek taraflıydı, daha çok benim tarafımdan bir takıntı halini alan, hastalıklı bir şeydi. Kızın benim yoğun duygularımdan, daha doğrusu ona karşı duygularımın bu denli yoğun olduğundan haberi bile yoktu. Gel gör ki aşktı işte, gökte süzülen bir taç yaprağıydı, kime konacağı belli olmuyordu. Belki de, sevdiğimin beni Boğaz kenarındaki pahalı bir restoranda değil ama, köşedeki pilavcının bir bacağı kırık taburesinde bırakıp giderken dediği gibi, kendimi, en azından yazdığım bir roman karakteri kadar ciddiye alsaydım, şimdi o soğuk odada yalnız başıma, acınası bir halde düşüncelere dalmış olmazdım. Onu hala unutamamıştım, bu nedenle de onunla sınırlı sayıdaki anımın olduğu Şişli’yi terk etmem, neresinden bakarsanız bakın isabetli bir karardı.