28 Ağustos 2016 Pazar

CAMILLA LACKBERG - YABANCI - KİTAP YORUMU


Yaz sıcağında en iyi buz gibi İsveç polisiyesi okunur.


İsveç polisiyesinin, Millennium Üçlemesi'nin yazarı Stieg Larsson kadar olmasa da tanınan isimlerinden biri olan Camilla Lackberg’in Yabancı kitabını yazacağım bu yazıda. Kitabı okumayı bitirdim. Ama öncelikle Doğan Kitap’ın düşen baskı kalitesinden bahsetmem gerek. Doğan Kitap'ın baskı kalitesi artık iyice düştü. Öyle ki, birkaç yıl önce bastığı kitaplarla şu an piyasada olan kitaplarının arasında hem kapak hem de sayfa kalitesi açısından ciddi fark var. Mesela, yayınevinin şu anki kitaplarının sayfaları incecik, arka sayfadaki yazıları görebiliyorsunuz. Dahası, sayfaya su damlasa sayfa ortadan delinmeye müsait. Gazete kağıdı gibi kağıtlara basıyorlar kitapları. Öte yandan, onlar da haklı. Artık kimse kitap okumuyor, basılı/matbu kitap alıp okuyan çok az kişi kaldık. Baskı maliyetini düşürerek kazançlarını artırmak istiyorlar. Ama baskı kalitesi düşünce hiç değilse fiyatların da düşmesini bekliyor insan. 300-400 sayfalık kitaplar 25-35 lira aralığında seyretmeye devam ediyor.

Bu nottan sonra, şimdi gelelim kitap yorumuna...

Serinin ilk kitabı olan Buz Prenses güzel bir başlangıç kitabıydı. Seri derken, bunu da şöyle belirtmekte yarar var: Aslında bu bir seri değil. Erica ve Patrik diye bir çiftimiz var ve kitaplar onların maceralarını anlatıyor. Ama her kitap temel olarak diğerlerinden bağımsız bir meseleyi ele alıyor. Mesela ben, ilk kitap olan Buz Prenses'i okudum ama sonra ikinci ve üçüncü kitapları okumadım. Şimdi bu yaz, dördüncü ve beşinci kitapları aldım.

BAŞKARAKTER OLMASI GEREKEN ERİCA, KİTABIN ANA KURGUSUNUN ÇOK DIŞINDA KALMIŞ

Buz Prenses'teki cinayeti Erica ve Patrik birlikte çözüyorlardı. Bu kitaptaysa Erica ve Patrik’in hikayeleri birbirinden bağımsız ilerliyor. İşlenen cinayetleri Patrik ve karakoldaki arkadaşları çözerken, Erica’nın bu konuda Patrik’e bir yardımı olmuyor, dolayısıyla Erica olayların fazlasıyla dışında kalıyor. Kısacası Erica kenar süsü gibi olmuş bu kitapta. Yaklaşan bir düğünü var ve büyüyen bebeği Maja ile ilgileniyor, onun meselesi sadece bu.

Kitabın arka kapağı kitabı iyi pazarlıyor. “Şehir bir reality show’a ev sahipliği yapmakta.” Bunu okuyunca heyecanlanmıştım. Ama bu reality show kısmı biraz sönük kalmış kitapta. Şova katılan karakterlerden, karakterlerin hikayelerinden çok az ve belli belirsiz bahsedilmiş. İçlerinden birinin adı da Mehmet; ama bu bizdeki çeviride mi değiştirilmiş yoksa İsveç’çedeki orijinal kitapta da mı adı Mehmet, bilmiyoruz. Herhalde orijinalinde de öyledir diye zannediyorum.

Kitabı sürekli “Tamam, herhalde asıl olay şimdi başlayacak, Erica da bir yerinden bu polisiye maceraya dahil olacak” beklentisiyle okudum ama bu hiç gerçekleşmedi. Ki bu büyük bir eksiklik. Dediğim gibi, Patrik ve Erica’nın hikayesi ayrı ayrı ilerliyor kitapta, bunun da kitaba hiçbir ama hiçbir katkısı yok. Bu serinin başkarakteri Erica, Patrik değil, ama bu kitapta Patrik %75 yer tutuyorsa, Erica yalnızca %15'lik dilimde var. Yani bu sanki Patrik'le ilgili, serinin bir yan kitabıymış gibi...

Karakolun amiri Mellberg, kitabın esprili karakterlerindendi yine. Onu sevdim. Ama diğer karakterler çok çok eksik kalmış. Camilla Lackberg niye böyle yapmış, cidden anlamadım. Kitabın adı niye Yabancı'ydı, bu bizdeki çeviriden mi kaynaklı, onu da anlamadım. 

POLİSİYENİN GEREKLİLİKLERİNE UYULMAMIŞ

Kitabın sonunda, cinayetlerin çözülmesi de öyle pat diye birdenbire oldu. Yazar sayfalar boyunca okuru bekletti bekletti ve sonra birkaç sayfalık açıklamanın ardından "Evet cinayet çözüldü, şimdi evlerinize dağılabilirsiniz" hayal kırıklığı yaşattı. Tabii okur hiç tatmin olmadı.

Evet, Camilla Lackberg İsveç'in o daha sert, daha karanlık polisiye yazarlarından değil, kurgusunun daha popüler ve günlük bir akışı var, ama polisiyenin de gerektirdiği bazı şeyler var. O nedenle bu kitap pek olmamış Lackberg'cim... Şimdi hiç ara vermeden, bu yaz çıkan beşinci kitaba, Saklı Çocuk'a başlıyorum. Bakalım o daha tatmin edici bir okuma sağlayabilecek mi?

İsim: Yabancı
Sayfa sayısı: 366
Fiyat: 25 TL
Puan: 7/10

Not: Bu kitabı ya da Lackberg'in herhangi başka bir kitabını okuyan var mı? Yorumlarınız nedir?

Not 2: Bir önceki yazımda merak edilen soruların cevabını bir sonraki Erasmus yazımda bulabilirsiniz

Not 3: Beni diğer sosyal medya hesaplarımdan da takip edebilirsiniz! 

instagram.com/ofluoglumert

twitter.com/ofluoglumert

facebook.com/ofluoglumert

26 Ağustos 2016 Cuma

HERKESTEN CEVAP BEKLİYORUM!


Merhaba!

Çok kısa bir konudan bahsedeceğim.

İkinci dönem, yani bahar dönemi Erasmus'a gitme planım var.

Ama evraklar, belgeler, prosedürler ve gerekli diğer işlemler o kadar göz korkutucu ki...

Yani sırf bu yüzden bir kez daha durup düşünüyorum.

Acaba gitsem mi yoksa yol yakınken vaz mı geçsem diye?

Gideceğim ülke ise...

Neyse, evet, tahminleri alalım! Sizce hangi ülkeye gidiyor olabilirim? İpucu: Polisiye sevdiğimi biliyorsunuz.

Ha bir de git/gitme diyenler yazın bana fikirlerinizi!

Bekliyorum!

instagram.com/ofluoglumert

facebook.com/ofluoglumert

twitter.com/ofluoglumert

21 Ağustos 2016 Pazar

50 LİRALIK MİNİK SOYGUN VAR!


Hani geçenki yazımda demiştim ya size 50 liranın çöpe gidiş hikayesini anlatacağım diye...

Daha doğrusu, 50 liram çöpe gitse ya da yere falan düşse daha az üzülürdüm diye...

İşte o hikaye bugün! 

Tür: Dram/Gerilim

Datça yolunda Karaincir diye bir koy var(mış).

Denizi aynı Kız Kumu'nunki gibi. Sığ mı sığ(mış)... Gidiyorsun gidiyorsun, denizin ortasında hop bir tümsek, bir tepe, kalk ayağa yürü, ya da istersen otur. Öyle bir yer. Ben pek sevmedim.

Öğlen 14'lerde oraya gidiyoruz.

Sahil tıklım tıkış. Meğer büyük bölümü halk plajıymış buranın... Şemsiyesini, seyyar sandalyesini kapan gelmiş.

Biz hazırlıksızız tabii. 

O güneşte sere serpe kuma uzanacak halimiz de yok...

Plajdaki birkaç "beach"in şemsiyeleri, şezlongları var. Gidip soruyoruz. Palm by Beach Hotel diye bir yer. Bir şemsiye + iki şezlong: 50 lira demesinler mi!

Hani normalde eğer o işletmede yemek falan yersen, şezlong parası almazlar...

Ki biz yemek de yiyeceğimizi söyledik...

Ama neymiş, şezlong parasını ille de alacaklarmış...

50 lirayı yahu... 

Yok artık!

Zaten duracağımız orada 2-3 saat...

Soygun... Resmen soygun...

Mecbur verdik 50 lirayı...

İşte böyle... Oteller 300-400 liraya aldıkları şemsiyelerin, şezlongların parasını bir günde çıkarıyorlar...

Sonra da insanları kazıklamaya devam ediyorlar... 

Bir daha da kimse bana Datça Karaincir ya da Palm by Beach Hotel demesin! 

instagram.com/ofluoglumert

twitter.com/ofluoglumert

facebook.com/ofluoglumert

17 Ağustos 2016 Çarşamba

ESKİ DATÇA VE SÜTLÜ BADEM KAHVESİ


Dün Datça'daydım. Hem de Eski Datça'da. Instagram'dan ya da Twitter'dan falan takip edenleriniz fotoğrafları görmüşsünüzdür. Datça, Marmaris'e 80 kilometre uzaklıkta. Yol 1 saat 10 dakika sürüyor. O virajlar gerçekten de söylendiği kadar var. Hatta yol bazı yerlerde öyle keskin dönüyor ki, eyvah diyorsunuz, işte şimdi uçurumdan aşağı yuvarlandık! Neyse ki öyle bir şey olmuyor ama Datça'nın virajlarının şehir efsanesi olmadığı da bir gerçek. 

Datça'ya daha önce gitmiş, tarihi Knidos'u görmüştüm. İlçenin enfes koylarından olan Palamutbükü falan da sürekli gittiğim yerlerdendi. Dünkü rotamızsa, Eski Datça'ydı.

Eski Datça, son birkaç yıldır adını duyurmaya başlayan bir yer. Yani yeni bir oluşum. Datça merkezine yakın bir mesafede, eski taş evler ve parke kaplı ara sokaklarla oluşturulan küçücük bir kasaba adeta. Hatta ben bir ara "Buradan güzel Bozbalık olur" diyorum. Yanımdaki ise, "Olmaz!" diye karşı çıkıyor. "Bozbalık'ta her şey var; havlucular, tekstilciler..." Ne olacak ki! Datça'da da tıpkı Marmaris ve Selimiye'deki gibi adım başı Migros Jet ve A 101 var. Bu tip turistik yerlerde zırt pırt market kurulmasına sinir oluyorum.

Eski Datça'da ilk olarak Orhan'ın Yeri'ndeyiz. Ben burada aşağıda fotoğrafını gördüğünüz sütlü badem kahvesi denen içeceği içiyorum ama açıkçası bildiğiniz süt bu. İçine de bir tane bademi dövüp atmışlar. Aldığınız tat süt tadı... Balla birlikte servis ediyorlar. Yine de sütlü badem kahvesi içmeden dönmek istemedim. 7.50 lira.



Orhan'ın Yeri'nin hemen yanında da Can Yücel'in sık sık gittiği yer var. Orayı da müzemsi bir yere dönüştürmüşler. Yani aslında Orhan'ın Yeri, Can Yücel'in yeri ve Karya Çay Bahçesi aynı yer diyebiliriz.

Ayraç koleksiyonum malumunuz... Buradan da ayraç alıyorum. Eski Datça evi kabartmalı ayraç, 5 lira. Zaten Eski Datça'da birkaç küçük mağaza var. Çoğu da sadece ayraç, magnet ve giysi türü şeyler satıyor. Klasik yani.

Datça'nın havası Marmaris'e göre daha kuru, bu nedenle hava çok bunaltmıyor ama öğlen güneşi tepede yakmaya başladı. Eski taş evlerin, oymalı kapıların önünde fotoğraf çektirdikten sonra denize girmek üzere dönüş yoluna geçiyoruz. 

Datça Köy Ürünleri mağazasına uğramadan gitmiyoruz elbette.

Burası, lüks bir yerel pazar aslında. İçeride neler yok ki? Zeytinyağları, zeytinler, bademler, dolmalık fıstıklar, sabunlar... Biz de gelmişken biraz ondan biraz bundan alıyoruz. Dediğim gibi, biraz pahalı ama organik bir yer burası. Aldıklarımız ortalama 150 lira tutuyor. Dükkandan çıkarken gördüğüm ahşap alışveriş sepetlerine ise ayrıca vuruluyor ve hemen onların da fotoğrafını çekiyorum.

Eski Datça turu böyleydi... Güzel geçti... Ama günün ilerleyen saatlerinde, kelimenin tam anlamıyla bir "soygun" yaşanacaktı! 50 liramı çöpe düşürsem daha az üzülürdüm yani... Peki başa gelen o olay ne mi? Eh, onu da sonraki yazıda anlatırım artık...

Sevgiler!




15 Ağustos 2016 Pazartesi

TENTEN VE LÄCKBERG


Merhaba!

Cumartesi günü gazetede Tenten hakkında yazılan yeni inceleme kitabı "Tenten ve Edebiyatın Gizemi"nden bahseden bir yazı görünce acayip bir şekilde kitap alasım geldi!

Onu ve iki yeni Läckberg kitabını hemen sipariş verdim! 


Normalde bakarak, seçerek ve evet, koklayarak kitapçıdan almayı seviyorum, biliyorsunuz, ama burada D&R yok! O nedenle internetten sipariş vermek zorunda kaldım. 


Bakalım idefix kaç günde getirecek? 


Not: 50 lira üzeri olunca kargo bedavaya geldi.


Ee, kim neler okuyor şu sıra?


instagram.com/ofluoglumert 


14 Ağustos 2016 Pazar

BİRİ HAFTADA 10.000 OKUYUCU MU DEDİ?


Günaydın! Bu pazar sizlere biraz blogumdan bahsedeceğim. 

Eylül 2009'dan beri blogspot’ta yazıyorum.

Tam 7 yıl olmuş.

O zamandan beri facebook, twitter, instagram derken blogspot çok gölgede kaldı. Dahası, blogspot kullanan pek çok kişi de işin kolayına kaçıp kendini daha mikro ve kolay olduğu için instagram sularına attı.

Bugün 100 kişiden belki sadece 1’i blogspot kullanıyor ama 100 kişinin 100’ünün de instagram’ı var. Dolayısıyla instagram'da takipçi yakalamak çok kolay. Aslında bu, bloglardan instagram'a kaçanların temel dürtüsü ve gerekçesi. "5 kişi okuyacak diye uzun uzun yazılar yazacağıma basit bir cümle yazar 1000 kişiye okuturum."

Ama ben blog sevdalısıyım, eminim benim gibi pek çok kullanıcısı da var blogspot'un. Instagram'da kitlelere ulaşmak daha kolay diye, blogumu bırakıp kapatacak halim yok. Dolayısıyla, instagram falan tamam ama (zaten ben instagram'a gireli daha bir yıl bile olmadı) blogspot’un yeri hep ayrı!

Neyse. Bu yazıyı neden yazdığımı az kalsın unutuyordum. Blogum artık haftada 10.000 okuyucuya ulaştı, onu diyecektim!

Bu ne demek?

Yani haftanın 7 günü, blogumun okunma sayısı 10.000'in üzerinde demek.

Hani şimdilerde bir moda tabir var ya...

1000 yerine K deniyor ya...

Hah, işte blogum 10K oldu benim!

Böyle bir ortamda, yani insanların instagram'a, twitter'a yöneldiği bir ortamda, blogspot'ta çok okuyucuya ulaşmak, açıkçası önemsenmeyecek bir başarı değil...

Bu yüzden, evet, mutluyum!

Bizler bloglarımızın hep diğer/başka bloggerlar tarafından okunduğunu düşünüyoruz, bu elbette doğru, ama herhangi bir internet kullanıcısının da blogumuzu ziyaret ettiğini hiç hesaba katmıyoruz.

Ben de televizyon, kitap, popüler kültür, seyahat, yemek, şehir, kendi yaşamım derken hemen her konuda yazıyorum.

Blogumun geleni gideni bu yüzden çok.

Bu yüzden başta sıkı takipçilerim ve yorumcularım sizler olmak üzere, herkese çok teşekkür ediyorum!

7 yıldır olduğu gibi, bundan sonra da tutkuyla yazmaya devam…

Hepinize mutlu pazarlar!



10 Ağustos 2016 Çarşamba

GHOSTBUSTERS'A GİDEMEYİŞİMİN HAZİN ÖYKÜSÜ


Bildiğiniz gibi hala tatilde, Marmaris'teyim. 

Deniz, havuz, bisiklet, yürüyüş, yemek... 

Dedim ki bir gün de sinemaya gideyim.

Hani burası küçücük, kasaba gibi şehir ama mini AVM'si, sineması yok değil (bir tek hala neden D&R yok onu anlayabilmiş değilim). 

Gitmek istediğim film de, baktım şu sıralar hiç güzel film yok, e dedim bari Ghostbusters (Hayalet Avcıları) olsun.

Bari dediğime bakmayın. Aslında bu filmin vizyon tarihini epeydir kolluyordum. Melissa McCarthy oynuyor sonuçta.

McCarthy'yle de geçen yıl yine yazın izlediğim Ajan filmiyle tanışmıştım.

O filmi de Paul Feig yönetiyordu.

Beklediğimden çok iyi, acayip komik bir filmdi. Blogda da yazmıştım hani.

Bu filmde de yönetmen Feig.

Dedim yine harika bir film çekmişlerdir kesin. 

Ama internette film hakkında çok eleştiri var, kadronun hepsi kadınlardan oluşuyor diye. Çünkü orijinal Hayalet Avcıları'nda ekip tamamen erkekti. Bu film yerden yere vuruldu. Atilla Dorsay 5 üstünden 1, Ömür Gedik 3 vermiş falan filan. Tabii ki bunlar hep 1980'deki orijinal filmle kıyaslandığı için. Yoksa 5 üstünden 1 ne yahu? İzdivaç programı mı bu?

Uzun lafın kısası, dedim ki Ghostbusters'a gidip görelim bakalım. 

Sen misin Marmaris'te sinemaya gitmek isteyen!

14'teki filme 13'te gittim, adam dedi ki: "Henüz hiç bilet satılmadı."

"Ee?"

"Filmi oynatamıyoruz."

Hoppala! 

"Hangi filmler var peki başka?"

"Afişler şurada işte."

"Hayır, bilet satılan ve oynattığınız filmler hangisi peki?"

Gişedeki bilgisayar ekranından açtı gösterdi filmi. Doraemon diye bir çocuk filmi. Onda da sadece iki koltuk renkli, salonun kalanı bomboş.

"Tamam," dedim. "Kalsın."

Bir sürü film afişi asmışsınız oraya, ama hiç bilet satılmadı diye gelen de boş dönüyor! 

Hüzünlü bir şekilde ayrıldım klimalı AVM'den... 45 derecede, denizsiz, havuzsuz, sokaktaydım işte... Önüme çıkan ilk markete gidip Magnum Mini mi Nogger Waffle mı derken ikincisini alıp serinlettim dumanlar çıkan kafamı...

Sonuç...

Ben bir hevesle sinemaya koştuğum Ghostbusters'a gidemedim... 3 boyutluydu üstelik... 

Hayalet Avcıları ne yaptı, Manhattan'ı kurtarabildiler mi hiç haberim yok... 

Giden varsa...

Bi' zahmet anlatabilir mi?

Sosyal medya hesaplarım çok eğlenceli, gelsene!





8 Ağustos 2016 Pazartesi

BU "ŞEY"İN MODASI DERHAL GEÇEBİLİR Mİ?!

"Moda" başlığı altında her yıl biraz daha değişiyor, kendimizi belki de "asla giymem" dediğimiz şeyleri giyerken buluyoruz...

Ama bazı şeyler de var ki, asla giymem diyorum ve asla da giymem!

Hatta, özellikle bu yaz herkeste (erkekler için konuşuyorum) görmeye başladığımız şu kolsuz tişörtler yok mu... 

Bu öyle bir tişört ki, koltuk altından bele kadar vücudun iki yanını da sergiliyor. Yani aslında sen yarı çıplakmışsın da bu kolsuz tişört seni biraz örtmüş gibi, tuhaf bir görüntü oluyor.

Mağazalar artık normal, klasik bir kolsuz tişört satmaz oldu... Yani o "eski" kolsuz tişörtlerden almak için boşuna mağaza mağaza gezmeyin... Artık üretmiyorlar... 

Bu yazın en vahim modası buydu bana sorarsanız (evet, o aynalı gözlüklerden bile daha vahim!). İnsanlar bunu çekici, karizmatik olmak, kas sergilemek niyetiyle giyiyor belki ama aksine pis ve salaş geliyor bana, hiç kusura bakmayın. Başından aşağı yırtık bir çuval geçirmenin nesi moda olabilir ki? 

Elbette önce yurt dışında moda oldu bu...

Bizde ise toplum bu tişörtü Survivor Atakan'la tanıdı diyebiliriz...



Hatırlayın, Atakan'ın o tişörtü koltuk altından beline kadar vücudunu açıkta bırakıyordu...


Şu sıralar sevgilisi Fahriye Evcen'le tatilde olan Burak Özçivit de bu modayı fazlasıyla yakından takip ediyor...  


İyice uç örnekleriyle bütünleşenler de var... 

Plajlarda, kumsallarda herkes bunlardan giyiyor. Sorsan kaslarını sergiliyor, kızlara hava atıyor. Bunu giyip ortalıkta çuval giymiş gibi dolaşacağına, hiçbir şey giyme, mayoyla dolaş daha iyi bir görüntü yani. Hayır bir de 45 derece güneşin altında bu kolsuz tişörtle dolaşmak dünyanın en kolay şeyiymiş gibi davranmak gibi zor bir işleri var. Yazık be. Bunu kendinize de, bu korkunç manzaraya bakmak zorunda olan bizlere de yapmayın. Hem sonra o dantel desenli güneş yanığı izleri ne olacak?

Evet... İşte moda böyle çıkarıyor insanları yoldan... 

Peki bunları giyerek modayı takip ettiğini ileri sürenler sahiden de moda sektörünün gizli kahramanları mı...

Yoksa kurbanları mı?




7 Ağustos 2016 Pazar

ENFES!


Yoksa bu blogger giderek bir #instafoodblogger'ına mı dönüşüyordu? İşte karşınızda, öğle alıştırmalığı için iki dakikada hazırlanan meyveli yoğurtlu müsli! Peki benim az önce yediğim fotoğraftaki bu müslinin içinde ne var? Öncelikle bir-iki kaşık müsli (çok da abartmamak gerek). Elbette yoğurt. Şeftali, elma, armut, erik, hatta karpuz dilimleri. Birkaç fındık ve ceviz. Üstüne de benim olmazsa olmazım vişne, kızılcık, çilek ve hamofta reçellerinden birini (ya da benim yaptığım gibi hepsini) gezdirebilirsiniz. İşte size nefis bir ara öğün. Afiyet olsun! 🍀

instagram.com/ofluoglumert 

4 Ağustos 2016 Perşembe

YA USTA, YA BİSİKLET TAMİRCİSİ...

Tatil beldelerinde usta bulmak bir dert sevgili okurlarım!

Elbette işini bilen, müşterinin ne istediğini anlayan, ona göre çözümler üreten ustalardan bahsediyorum...

Hele Marmaris'te, Bodrum'da falansanız daha da dert! 

Buralarda işinin ehli usta yok. Ya hiçbir şey bilmeyen, evi daha da kırıp döken ve berbat hale getiren usta var, ya da her şeyi bilirim diye dolaşan ukala usta... Arası yok. 

Ustalar çok pahalı çalışıyor. En ufak bir tamirat işinde bile dünyanın parasını istiyorlar. 

Eve gelen ustalar da öyle, bisiklet tamircileri de...

Bisiklet lastiğini şişirmek için bile 10 lira falan talep ediyorlar.

Hele geçen bisikletime komple bakım yaptırdım, resmen yeni bisiklet parası istedi adam! Şuraya da bi' bisiklet tamirine yeni bisiklet parası veren Mert'in 3 sezonluk dramını çizelim. 

Bu tip küçük yazlık yerlerde en çok müşteri yazın oluyor; e ustalar, bisiklet tamircileri, temizlikçiler vs. de bu müşteriyi kaçırmak istemiyor, fiyatları abarttıkça abartıyorlar... Ne de olsa onlara mecburuz... Ne derlerse, ne kadar para isterlerse vereceğiz... Çünkü başka şansımız yok! Çünkü ortada seçenek yok! Çünkü ortada gidebileceğimiz başka bir alternatif yok!

Hal böyle olunca...

Ben de karar verdim! Marmaris'te, Bodrum'da falan yaşayıp ya usta, ya bisiklet tamircisi olacağım! Yemin ediyorum en çok parayı bunlar kazanıyor! Mühendislik, doktorluk, sanatçılık gibi ustalık da başlı başına bir sektör böyle yerlerde... 

Neyse, tabii şaka yapıyorum... Instagram'a, Facebook'a, Twitter'a da gelsenize!

instagram.com/ofluoglumert

facebook.com/ofluoglumert

twitter.com/ofluoglumert 

1 Ağustos 2016 Pazartesi

BLOG HAYATIMDA 7. YILIM!

Facebook sağ olsun, hatırlattı, Kafa'da 3. yılımı, totaldeki blog hayatımdaysa 7. yılımı doldurmuşum. 

VAY! 

Blogspot'taki ilk post'umu Eylül 2009'da yazdım, 2009'dan 2013'e kadar hep aynı blogumda yazdım. Sonra tarihte bugün, 1 Ağustos 2013'te Kafa'yı açtım ve o gün bugündür de işte burada yazmaya devam ediyorum. Kafa benim ikinci blogum. Öyle sık sık blog değiştirenlerden değilim yani. 

Sürprizler için takipte kalın!

instagram.com/ofluoglumert

twitter.com/ofluoglumert

facebook.com/ofluoglumert 

SİNEMADA İKİ FİLM

Son günlerde sinemada iki filme gittim. İlki, The Substance. Yani Cevher. Bence mutlaka görülmesi gereken, ama son derece rahatsız edici bir...