Kitap, senaryo, blog ve diğer işler koşuşturmacası derken, blog’da (neredeyse her hafta yazı yazmama rağmen) uzun zamandır tiyatro eleştirisi yazmadığımı fark ettim. Üstelik daha bu ay içinde şimdiden üç oyuna gittiğim halde! Ama cuma akşamı, yani dün akşam seyrettiğim 2 saat 45 dakikalık bir oyun var ki, daha eve döner dönmez küçük küçük aldığım notları birleştirme arzusuna karşı koyamadım. Bahsettiğim oyun Bir Peri Masalı: Radyum Kızları... Ertesi gün de (bugün) Müslüm filmine gidecektim (gittim), ama gözler daha bu oyunu izlerken yaşlanmaya başlamıştı bile.
Devlet Tiyatroları’nın oyunlarını seviyorum. Epey seviyorum hem de... Oyun seçimleri genelde ilgi çekici oluyor. Trabzon DT’nin oyunları favorimdir mesela. Ama ayda bir, bilemedin iki yeni oyun ancak çıkıyor orada. İstanbul’daysa çeşitlilik bol tabii. Ama onları da seyredip bitiriyorsunuz ve yine yeni oyun istiyorsunuz seyirci olarak. Böyle talep olması da tiyatro adına iyi bir şey. Şu sıralar şansıma hep üç saatlik oyunlar izliyorum. Önce Cevahir Sahnesi’nde Narnia Günlükleri, ardından Üsküdar Tekel Sahnesi’nde Bir Peri Masalı: Radyum Kızları. Biliyorsunuz birkaç gündür hava inanılmaz soğudu İstanbul'da. Dün de yağmurlu, buz gibi bir geceydi. Öyle ki, insanı dışarı çıkmaktan alıkoyacak bir hava vardı. Biletleri birkaç hafta öncesinden almıştım. Tabii ki evde kalıp İstanbullu Gelin izlemeyecektim. Dönüşte de taksiyle dönerim dedim, çıktım yola. Üsküdar Tekel Sahnesi küçük mü küçük, bir evin oturma odası gibi olan bir sahne... Belki biletler biraz da bu yüzden bulunmuyor, koltuk sayısı az ve hemen satılıyor. Sahneyle seyirci iç içe, seyirci de sahnede gibi adeta, o nedenle iyice sıcak, samimi bir atmosfer var. Daha başlar başlamaz, dışarıdaki fırtınayı anında unutturuyor Bir Peri Masalı: Radyum Kızları.
Oyunun belki ilk etapta düşünüldüğünde öyle çok enteresan olmayan bir konusu var. Bir fabrikada işçi olarak çalışan kızlar. Ama... ama bu kızların bir özelliği var. Onlar radyum kızları. İşte oyunun sarsıcı ve iyi işlenmiş, dramatik olay örgüsü bu noktada devreye giriyor. Neyin ne olduğunu anladığınız andan itibaren, kızlarla birlikte gittikçe hayrete, şaşkınlığa, eğlenceye ve korkuya düşerek izliyorsunuz oyunu. Siz de oyuna, o işçi fabrikasındaki kızların birlikte oturduğu tahta sandalyelerde gizlice aralarına karışarak kulak kabartıyor, muhabbetlerine öyle içten dahil oluyorsunuz sanki.
Oyunun çıkış noktası olan gerçekliği şöyle bir hatırlamalı: Polonyalı fizikçi Marie Curie radyumu bulduğunda, tarih 21 Aralık 1898... Hatta bu keşfiyle 1903 yılında fizik alanında Nobel ödülü alan ilk kadın kendisi. 1934’te de, radyumdan kaynaklanan anemi sonucu hayatını kaybetti. Radyum... ölümcül radyum! Waterbury Saat Fabrikası’nda çalışmaya başlayacak olan gencecik kızlarınsa, kendilerini bekleyen felaketten haberleri yok! Evet, oyun tarihsel bir gerçekliğe dayanıyor. Hem de ne trajik bir yaşanmışlık öyküsü bu! İtiraf etmeliyim ki, dün akşam 20 ile 22.45 arasında oyunu heyecanla izlerken, sahnedeki Radyum Kızları’nın bir zamanlar gerçekten yaşamış olduklarını bilmiyordum. Yani tamam, 1920’li yıllarda radyumun zararlarının henüz bilinmediği aşikardı ama, sahnede dertlerine ortak olduğumuz karakterlerimiz Mae, Quinta, Katherine ve diğer hepsinin gerçekten yaşamış olduklarını nereden bilebilirdim! Oyundan çıktıktan sonra internette yaptığım kısa bir araştırma sonucunda, bu karakterlerin tarihte yaşamış gerçek karakterler olduğunu öğrenip bir kez daha sarsıldım.
Oyuna ilham kaynağı olan olaylar zinciri, gerçek hayatta birebir yaşanmış... Oyunda Çiğdem Aygün’ün canlandırdığı, daha sadece 18 yaşında bir genç kız olan Mae, 1924’te kendisi gibi genç kızların çalıştığı Waterbury Saat Fabrikası’nda işe gerçekten girmiş. İşi ise sadece şu: Kol saati kadranını bir fırça ile karanlıkta parlayan boya ile boyamak… 1. ve 2. Dünya Savaşı arasında ABD’deyiz. O dönem, son teknoloji ürünü olan karanlıkta parlayan saatler moda olmuş, şimdi hala var böyle saatler. Waterbury Saat Fabrikası pek çok yeni elemanı işe almış. Ama Mae, onunla aynı yaşlarda olan arkadaşlarının radyumla saat boyama işini neşeyle yapmalarına karşın, bu işten kısa sürede hoşnutsuz kalmış. Çünkü saat fabrikasındaki bu kızlara, boyaya batırdıkları fırçanın ucunu dudakları yardımıyla inceltip rakamları öyle boyamaları gerektiği söyleniyor. Ama Mae, arkadaşlarının aksine, bir şeylerin ters gittiğinin farkında. İğrenç bir tadı olan o boyayı ağzına sokmak istemiyor! Arkadaşlarıysa, işleri bittikten sonra ellerinde kalan fazla boyayı, yani radyumu, ciltlerinin parlaması için yüzlerine, ellerine, hatta saçlarına bile sürüyor! Radyumlu suların “sağlıklı” diye satıldığı 1920’li yıllardan bahsediyoruz... Düşününce korkunç... Böylece Mae boyama işini bırakıp yine aynı fabrikada, ustabaşı diyebileceğimiz bir pozisyonda işe giriyor (hatta kendisinden önce o pozisyonda çalışan kadının ayağını kaydırdığını bile söyleyebiliriz, ama Waterbury Saat Fabrikası entrikalarla dolu bir köşkte geçen bir televizyon dizisi olmadığı için, bu konu kaşla göz arasında gerçekleşip kapanıyor).
Ama boyama işine devam eden arkadaşları... birer birer gizemli hastalıklara yakalanmaya başlıyor. Ağızlarında yaralar çıkıyor, dişleri dökülüyor, elleri kolları tutmaz hale geliyor... Fabrikada çalışan kızları teşhis eden doktor, çeşitli değişik teşhisler, mesela frengi teşhisi koyarak konuyu kapatmaya çalışıyor. Fabrikada artan hastalık ve ölüm olayları baş göstermeye başlıyor, kimsenin aklına da radyumdan şüphelenmek gelmiyor!
Bu korkunç ve dehşete düşürücü tablo, aslında günümüz için de çok tanıdık değil mi? Bugün kullandığımız telefonlar, saatlerce karşısında oturduğumuz bilgisayarlar, gözümüzü bile kırpmadan izlediğimiz ekranlar, sanal dünyalar... Teknoloji gün geçtikçe ilerledikçe, üretilen “akıllı” cihazların hepsi radyasyon yaymaya devam ediyor. Şimdiki nesil de ileride böyle anılacak belki, eyvah!
Neyse ki hem gerçek hayatta hem de oyunda kızlarımız akıllı, cesur ve gözü açık genç kadınlar. Kendilerine zarar verenin radyum olduğunu anlıyorlar ve böylece bir hak mücadelesine girişiyorlar: Tıpkı Fatmagül’ün Suçu Ne’de olduğu gibi (aklıma niye bu örnek geldiyse şimdi), fabrikaya dava açıyorlar, kendilerinden çalınan sağlıklarını, hayatlarını geri kazanma pahasına bir mücadeleye girişiyorlar. Ve halk, toplum, basın onlara bir isim takıyor: “Radyum Kızları”... İşte oyun, Radyum Kızları’nın verdiği hak mücadelesini anlatıyor ve o mücadelenin sonucunu bile göremeden... neyse neyse, bu trajik ve çarpıcı oyunu gidip kendiniz izlemelisiniz.
Muazzam... Muazzam bir oyun... Film gibi! Aa, yok, yok, ben uzun zamandır böyle bir performans izlemedim! Hani yalan yok, insan oyunun süresi 3 saate yakın, acaba sıkılır mıyım diye giriyor salona... Ama hayranlıkla çıkıyorsunuz! Oyunda duygu geçişleri muazzam.
Hikaye çok sarsıcı. Müzikler, kayan sahne, makyajlar mükemmel. Fosforlar, ışıklar, gölgeler çok iyi kullanılmış. Tempo bir an olsun düşmüyor. Belki başta içine girmekte zorlanıyorsunuz ama, sonra o dünya sizi kendine çekiyor. Arada, bazen diyaloglar dağınıklaşmaya başlayınca, ilgi minik minik kopuyor gibi oluyor ama sonra çok geçmeden toparlanıyor. Katherine başta olmak üzere kızların dansları ve şarkılarıyla yer yer müzikali de andırıyor. Ama müzikal olsa aynı durmayacak karanlıkta ve kararlılıkta, sert, duygusal bir oyun izliyoruz. Tik tak... Tik tak... Çarpıcı diyaloglar ve monologlar... Gerçekçi karakterler...
Genç radyum kızları seyirciyi neşelerine de dertlerine de doğallıkla, başarıyla dahil ediyor.
Oyunda Katherine Schaub karakterini canlandıran Merve Şeyma Zengin’in altını çizmeli. Hem de iki kere. Ben çoktan femma fatale bir rol düşünmeye başladım bile onun için. İlk perdede neşeli, hayat dolu, bir reklam filminde rol alma hevesleri kuran fabrika işçisi Katherine’in hayat doluluğunundan ikinci perdede o güzeller güzeli kızın çöküşüne gözleriyle, mimikleriyle, nefesiyle öyle bir dahil ediyor ki bizi Merve Şeyma, oyun bittikten sonra bile bir süre akılda kalmaya devam ediyor. İnsanın gözü de bir yerden ısıtıyor gibi onu. Çokça Ayşe Hatun Önal’a, az biraz da Arzum Onan’a benzettim ben. Kendisi gibi harika bir iş çıkaran bir diğer karakter de Quinta’yı canlandıran Deniz Danışoğlu. O da Yuvamdaki Düşman’ın Ceren’ine benziyor. Ama hakkını yemeyelim, cast baştan aşağı muhteşem, radyum kızlarının her biri birbirinden başarılı! Bu kadroyla film bile çekilir!
Sistemi, tüketim toplumunu eleştiren bir oyun bu. Lafı çok uzattım ama, gerçekten daha söylenecek çok söz var bu oyunla, senaryoyla ve oyunculuklarla ilgili... Yeri gelmişken yazan Karden Kasaplar, yöneten Laçin Ceylan, bunu da belirtmeden geçmeyelim. Yazarın 1920’li yıllarda ABD’de geçen bir oyunu mesele edinip kaleme alması da ayrı bir ilginç detay. Film tadındaki bu uzun oyunun sonunda, radyumdan etkilenmeyen Mae de diğerleriyle aynı anda mı yoksa sonra mı ölüyor (gerçek hayattaki Mae, 2014’te vefat etmiş), kızların arada birbirine düşer gibi olmalarının asıl nedenleri neden pek irdelenmeden geçiştiriliyor gibi birkaç ufak tefek detay seyircinin kafasında netleşmiyor değil ama o kadar da olur. Karakter sayısı fazla olan bir oyun, e birazcık da uzun, dolayısıyla her karakterle ve her gündemle eşit derecede ilgilenmemek de yönetmenin bir seçimi. Ama dava sahnelerini çok beğendiğimi de belirtmeliyim. Ben gerçek bir olaydan yola çıkan bu oyun sonrasında seyircilerin tüketim toplumuna, adalet ve hak arayışına, maddiyatçı düşüncelere, teknolojinin zararlarına karşı biraz olsun düşüneceğini tahmin ediyorum. Bu muhteşem oyunu izlemenizi kesinlikle tavsiye ediyorum. Tekrar ediyorum, herkesin adını yazamasam da oyunculuklar muhteşem! Oyuna puanım: 9.5/10.
Not 1: Bugün evlerimizde bu fosforlu saatlerden hala var. Umarım radyumdan yapılmıyorlardır.
Not 2: Müslüm’ü de bugün izledim. Zaman bulabilirsem en kısa sürede yazabilmeyi umuyorum.
Beni sosyal medyada şu adreslerde bulabilirsiniz:
instagram.com/ofluoglumert
twitter.com/ofluoglumert
facebook.com/ofluoglumert
hıhım piku aklımda olsuuun :)
YanıtlaSilHatırlatma için teşekkürler, iyi oldu doğrusu.
YanıtlaSilHarika bir tanıtım yazısı olmuş, teşekkürler..
YanıtlaSil