28 Temmuz 2020 Salı

TÜRKİYE’DE GENÇ BİR YAZAR OLMAK... YA DA OLAMAMAK.


Aslında bu yazı, yayımlamamaya karar verdiğim bir yazıydı. 16-17 Mayıs tarihlerinde yazılmıştı ve son anda paylaşmaktan vazgeçilip bilgisayarımın masaüstündeki diğer sayısız Microsoft Word taslağı gibi, unutulmaya yüz tutmuştu. Ama sürekli olarak bana göz kırpıyordu, "Beni yayımlamak üzere yazdığın halde neden bundan vazgeçtin?" dercesine bakıp duruyordu. Haklıydı. Onu silemiyordum, imleçle bir ucundan tutup çöp kutusuna gönderemiyordum, ama açıp okumak da istemiyordum. Onunla ne yapacağım konusunda kararsızdım. Ben de hiçbir şey yapmamaya karar vermiştim.

Tam iki ay sonra, 16 Temmuz’da, Martin Eden'i okumayı bitirdim ve yayımlamaktan son anda vazgeçtiğim bir yazı olan bu yazıyı, Eden'dan alıntılar ekleyerek aynen yayımlama kararı aldım. Aslında Martin Eden sınıf çatışması, felsefe romanı, aşk hikayesi gibi çeşitli başka açılardan da ele alınabilecek bir roman ancak ben bu yazımda ondan, bir yazarın yazma yolculuğunu ve yazar olma mücadelesini anlatması bakımından alıntılar yapacağım. Biraz uzun olduğu için kolay okunması açısından yazımı 8 bölüm halinde numaralandırarak yazmıştım. Aşağıdaki 8 bölüm, onları 17 Mayıs’ta yazdığım halleriyle duruyor. Şu anki hislerimle ilgili yazının sonuna bir 9. paragraf ekleyeceğim. Alıntılar da kitaptaki kronolojik sıralarına göre yazımın sonunda yer alacak.

1) Bildiğiniz gibi 18 yaşında yazdığım ilk romanım Ters Düz, 2015’in Kasım ayında, hem de doğum günümde, ben 20. yaşımı tamamlayıp 21'e girerken yayımlandı. Ters Düz henüz yayımlanmadan önce yazmaya başlayıp 2016 yılında bitirdiğim, bu kitabın devamı olan ikinci romanım içinse hala bir yayınevi bulabilmiş değilim. Yıllar içinde başka romanlar daha yazıp bitirdim ve çeşitli yeni romanlara başladım. Bugüne kadar bahsettiğim bu ikinci kitap için görüşmediğim yayınevi kalmadı diyebilirim (görüşmek: mail atmak, çok nadiren yüz yüze). Kitabımın basılmama sebebi edebi açıdan kötü veya yetersiz olması değil. Aksine, yayınevleri kitaplarımı iyi cümlelerle karşılıyor. Ancak her seferinde "İyi bir yazarsın, geleceğin de çok parlak ama..." diye başlayan buruk ret cümleleri alıyorum. İyi de, burada bir terslik yok mu? Bir kitabın yayımlanma şartı sadece iyi olup olmaması değil midir? Maalesef değil, en azından bugünlerde. Bundan bir on-yirmi yıl öncesinde durum daha farklı olabilirdi belki. Peki o zaman sorun ne, neden "fena da yazmayan" ve "geleceği parlak olan" genç bir yazarın kitapları bir türlü basılamıyor? Bugün size, ilk kitabım okurlar tarafından hatırı sayılır bir ilgi görmesine, bana kemik bir okur kitlesi kazandırmasına ve hatta dizi uyarlaması için birkaç yapımcının ilgisini çekmesine rağmen, yayınevlerinin beğendiği yeni kitabımın beş yıldır neden bir türlü çıkamadığını ve Türkiye’deki yayıncılık sektörünün perde arkasında yaşananları anlatacağım. Bunu, bana yeni kitabımın ne zaman çıkacağını soran ilgili ve destekleyici okurlarımın sorularına tatmin edici bir cevap vermiş olmak adına artık yapmam gerek. Konuyu asla kişiselleştirmeyeceğim, çünkü söylemek istediklerim kişisel bir mevzu olmanın çok ötesinde, yayıncılık sektöründe uzun zamandan beri ters giden bir şeyleri değiştirebilmeye yönelik. Peki değiştirebilecek miyim? Kesinlikle hayır. Bu içerikteki ve uzunluktaki bir yazının kaç kişi tarafından okunacağını bile kestiremiyorum. Yine de, siz okuyacak olanlarınıza, bunun için şimdiden teşekkür ederim.

2) Beni hiç tanımayanlar için kendimi yazma eylemini okuma yazmayı öğrendiği 1. sınıftan beri dur durak bilmeksizin yapan, yazmayı bir tutku ve bir yaşam amacı (nefes almak kadar doğal) olarak gören, henüz yazdığı kitaplardan sadece biri yayımlanabilmiş biri olarak tanımlayabilirim. Ve hemen burada en önemli olanın kesinlikle yazma eyleminin kendisi olduğunun altını çizmek isterim. "Yazar" unvanını, hayatında çok kitap yazmış ama hiçbiri yayımlanmamış birinin, piyasaya üç beş tane çoksatan kitap sunmuş birinden çok daha fazla hak ediyor olabileceğini hiçbir zaman akıldan çıkarmamalı. Çünkü yazmak, gerçek bir yazar için su içmek kadar ihtiyaç, uyku kadar gerekli ve tuvalete gitmek kadar acildir. Kitabını yayımlatıp yayımlatmama kararıysa başka bir meseledir. Ama yazıp biriktirdiği sayfalar dolusu metnin ardından bir yazarın bunları en azından tek bir okurla paylaşmak istemesi de en az yazmanın kendisi kadar ihtiyaç, gerekli ve acil olabilir. İşte ben tam olarak bu noktadayım ve bu satırları da artık bu birikmişlikle yazdığımın bilinmesini isterim.

3) Yazmak işin en keyifli kısmı. Ancak eğer yeni bir yazarsanız kitabınızı yayımlatma çabası tam bir savaş meydanı. Fırtınada rüzgara karşı yürümek, denizde dalgalara karşı yüzmek gibi. Bu ülkede sosyal medya fenomeni olmak, kendini bir yazar olarak ispatlamaya çalışmaktan çok daha kolay. Yazar olarak "ben buradayım" demeye çalışmak çok yorucu, zahmetli, yıpratıcı bir süreç. Elbette ben yazmaya hep devam ettim, hep ediyorum ve hep edeceğim. Ama heveslerimin kırıldıkça kırıldığı, umutlarımın tükendikçe tükendiği, hayallerimin suya düştükçe düştüğü de bir gerçek. Normalde kitaplarımı yazmaya vereceğim enerjiyi onları yayımlatma mücadelesine vermekten o kadar yoruldum ki, yirmi beş yaşında kendimi en az elli yaşında kadar yorgun hissediyorum. Artık kitabımın çıkmadığı her an bir yük gibi omzuma biniyor. Benim gibi genç yazarların, yolun başında olan kimselerin hevesini kırmak istemem. Ama bu benim yıllardır içimde büyüyen bir sorundu ve bugün de daha fazla içeride kalamayarak dışarı çıkıverdi. Hemen yazımın başında aklınıza gelmesi muhtemel şu sorunun yanıtını vermek istiyorum: Elbette eğer mükemmel bir kitap yazmış olsaydım, hiçbir yayınevi buna direnemezdi. Ben çok iyi yazdığımı iddia etmiyorum. Zaten 20'li yaşlarımdayım ve en iyi romanlarımın henüz yazmadıklarım olduğunu biliyorum. Ama kaleminin yetkinliği ortalama seviyede olan genç bir yazarın kitabını yayımlatacak bir yayınevi bulması bu kadar zor olmamalı. Kitapçıların “bestseller” raflarını dolduran popüler yayınevlerinin, ki bu piyasanın büyük kısmında onlar yer alıyor, kitaplarımla neden ilgilenmediğine birazdan geleceğim. Onların yanı sıra, bu ülkede yoluna iyi edebiyattan sapmadan devam eden çok kıymetli yayınevleri de hala var. Mesela sektörden benim adımı bildikleri için kitaplarımı isteyen saygıdeğer ve köklü bir yayınevi, kitaplarımın edebi açıdan yazdığım yaşa göre büyük bir başarı olduğunu, yayın kurulunda da övgüler aldığını, ancak tanınmamış bir yazarın bir köyde geçen üçlemesini basmak riskli olduğu için kitapları üzülerek reddettiklerini söyledi. Kimse tanınmamış bir yazarın üçlemesini basma riskini almak istemiyor, “Tek kitaplık bir romanından haber ver” diyor, elbette yayınevi politikalarına saygı duyuyorum (anlayacağınız bu devirde bir üçleme yazmış olmak da pek akıl karı değil, ama bu yola çıkmış bulundum bir kere). Şu yaşım itibariyle yazdığım romanlar, bu çizgideki diğer yayınevlerinin beklentisini karşılayacak romanlar değil (ya da kalemimi beğendikleri halde yayın programı dolu olduğu için takvimine alamayanlar, önceliği başkalarına, daha tanınmış ve okur kitlesi daha kalabalık olanlara verenler de olabiliyor). Yazmakta olduğum veya daha ileriki yaşlarımda dönmek üzere kıyıda köşede sakladığım romanlarım içinse henüz biraz daha zaman var. Ama bu, şu anda yazdığım romanların kötü veya yetersiz olduğu anlamına gelmiyor, zaten yayınevleri de editörler de okurlar da bu konuda hemfikir gibi görünüyor. Kitabımın, yazdıklarımın kötü olduğundan bir an bile şüphe etsem bu ısrarımdan vazgeçeceğim, ama yazdığım kitap kitapçı raflarında büyük kitlelerin eline gitmeyecek arka sıralarda bile olsa orada olmayı hak eden bir kitap, bunu biliyorum. Edebi açıdan son derece tatminkar kitapları basan veya çok kötü yazılmış ama kesinlikle “bestseller” olacak kitapları basan yayınevlerinin yanı sıra, bu ikisinin ortasında bir yerde, benim kitabımı basacak türde bir yayınevi hiç mi olamaz? Piyasaya her gün o kadar kitap çıkıyor ki, neden benimki onlardan biri olamıyor? İşte bugün buna kendimce bulduğum sebepleri yazmak istiyorum.


4) İlk kitabım Ters Düz 2015’te çıktığında, diğer kitabımın yayımlanması için tam beş yıl boyunca bir mücadele vereceğimi ve tüm bu çabaya rağmen elimde "İyi bir yazarsın, geleceğin de çok parlak ama..." diye başlayan buruk ret cümleleriyle dolu mail’lerden başka hiçbir şey olmayacağını asla tahmin edemezdim. (Hatta benim fazla hayalci tahminlerime göre Bozbalık Üçlemesi’nin üniversite ikinci sınıfta olduğum yıl çıkan ilk kitabını, üçüncü sınıfta çıkacak olan ikinci ve son yılımda çıkacak olan son kitabı izleyecek, böylece ilk kitaplarım olacak olan Bozbalık Üçlemesi meselesi benim üniversiteden mezun olmamla birlikte çoktan yayımlanmış olacak, ben de diğer kitaplarım üstünde çalışmaya devam edebilecektim.) İstanbul’da yaşayan genç bir yazar olan Ece Duman’ın babasının kaybolduğunu ve geride dört üvey kardeşi kaldığını öğrenmesi üzerine doğup büyüdüğü Trabzon’daki kurgu ürünü Bozbalık Köyü’ne geri dönmek zorunda kalması ve daha önce varlıklarından bile haberdar olmadığı üvey ailesiyle tanışıp kaybolan babasına ne olduğunu bulması üzerine kurulu olan Ters Düz, Bozbalık Üçlemesi’nin de ilk romanıydı ve ilk olarak yıllardır düzenli olarak yazdığım, şimdi 11. yılına gitmekte olan blog’umun takipçileri, ardından hakkında olumlu yazılar çıkınca yayıla yayıla çeşitli okurlar tarafından satın alınarak gayet iyi satmış ve hatta kitabı yayımlayan yayınevinin o yıl en çok satan kitabı olmuştu. Normalde benim gibi tanınmayan yazarların ilk kitaplarının baskısı (elbette yayınevine de bağlı ama) ortalama olarak 500-1000 adet yapılır. Benimki ise 2000 adet basılmış ve ilgi görmüştü. Aşk, entrika, aile ilişkileri, gizem ve sırlar gibi konuların yanı sıra içinde merak unsuru olan bir polisiyeydi. Bu kurgumu başından beri bir üçleme olarak planlamış, Ters Düz’ün ilk cümlesini yazarken adı daha o zamandan bile belli olan üçüncü kitabın son cümlesini dahi kafamda kurgulamıştım. Bu yayınevi ise kitapların sattığını gördükçe hakkım olan telifi ödemeyi erteledikçe erteledi. Anlamadığım şey, önü açık olan bir kitabın ayağına neden çelme takılır? Mantıklı olan fikrin “Biz bu çocuğu elimizde tutalım, üçlemesinin kalan iki kitabını da biz basarız, neticede belli bir okur kitlesi var, kitaplarının satılacağı kesin” olması gerekmez miydi? Evet, ne desek, ne tahmin yürütsek boş. Belki de yürütülecek fazla bir tahmin yoktur. Çok geçmeden, 2016 yılı gibi her yerden engellenerek hayatlarından çıkarıldım. Cevap alma hakkım elimden alındı. Alamadığım teliflerimi ise artık umursamıyorum bile. Evet, telifim hiçbir zaman ödenmedi. İşin daha da garibi, kitabın ilk baskısından kalan tek tük baskılar hala internetteki popüler kitap sitelerinde satışta.

5) 2016 sonbaharı geldiğinde, serinin kendi içinde bütünlüklü bambaşka bir kitap olan ikinci romanını bitirmiştim ama artık yeni bir yayınevi bulmam gerekiyordu. Tabii ki bulamadım, çünkü bunun bir üçleme olduğunu ve ilk kitabın başka bir yayınevinden yayımlandığını duyan yayınevleri zaten hayalet görmüş gibi arkalarına bile bakmadan kaçıyordu. Sonra başka birkaç kitap yazdım ya da taslağa başladım ama onları hiçbir yere göndermedim çünkü ilk olarak üçlememin yayımlanmasını istiyordum. Ayrıca diğer kitaplarım bu kadar “bitmiş ve baskıya hazır” değildi. Dolayısıyla yıllar içinde sürekli açıp açıp okuyup ufak tefek düzeltiler yaptığım bu ikinci romanım için yeni (bu sefer daha büyük) yayınevleriyle görüşmeye devam ettim. Bu esnada Ters Düz, aradan geçen yıllara rağmen bana sık sık “Yeni kitap ne zaman çıkıyor?” diye sorular soran tutkulu ve meraklı bir okur kitlesi kazandırdığı için aslında kendimi şanslı da görüyordum (neyse ki o okurlar hala benimle birlikte yolculuğumun devamını sabırla beklemekte, benim gibi). Ve evet, bunlardan biri bana geri döndü! Ülkedeki en büyük yayınevlerinden birinin bir alt markasıydı ve piyasadaki yıldız yazarların çoğu buradan çıkıyordu, yani bunca yıl beklemiş ama sonunda olabilecek en iyi yerlerden birini bulmuştum! Ya da o zamanlar için öyle düşünüyordum. İkinci kitabımın 2019’un sonbaharında çıkması üzerine konuştuk. Hatta artık olaylar iyice kesinleşince Haziran 2019’da bununla ilgili bir paylaşım bile yaptım; hani bu müjdeyi duyurmak için kitap taslağının bir bölümünü havaya fırlatıp romanlarda olayların geçtiği köye benzeyen bir yerde çektirdiğim fotoğrafların altına yazdığım yazı. Kitabın Eylül’de çıkmasını konuştuğumuz için zaman daralıyordu ve ben bir an önce bu müjdeyi kitabı bekleyen okurlarımla paylaşmak istemiştim. Kitapları seçen genel yayın yönetmeni olan kadın, “Serinin bu ikinci kitabı, Ters Düz’den daha da iyi. Editoryal açıdan da senin zaten baskıya hazır bir şekilde teslim ettiğini görüyorum. Normalde bir serinin ikinci kitabını bizim yayınevi asla basmaz, ama buna rağmen seninkini basıyoruz!” demişti ve sevinçten tıpkı o fotoğraftaki gibi havalara uçmuştum. Ama yayınevi piyasasında yemek üzere olduğum ikinci kazık beni bekliyordu: Romanımı istenen şekilde yaklaşık yirmi sayfa kadar kısalttığım halde, genel yayın yönetmeni olan hanımefendi birdenbire benimle tüm iletişimini kopardı. Bu olay benim için hala gizemini korur: Ne oldu da bu kadın benim kitabımı basmaktan vazgeçti? Diyelim ki o bana bir sebepten dolayı gıcık oldu, vazgeçti, bu, bu kadar basit bir karar mıdır? Koca yayın kurulunun kararı hani nerede? Böyle bir olay başınıza ülkedeki en büyük yayınevi tarafından geldiğinde, üstelik buna bir açıklama alamadığınızda (genel yayın yönetmeni mail’lerinize cevap vermeyerek üstüne bir de aniden ortalıktan kaybolduğunda) bunun pek de hoş olmadığını söylememe sanırım gerek bile yok. Evet, henüz sözleşme imzalanmamıştı ama masada oturulup konuşulmuştu. Vaatler verilmiş, sosyal medyada “kitabım çıkıyor” duyuruları paylaşılmıştı. Yazar tarafı burada en azından bir açıklamayı hak etmiyor mu? Aslında belki de, hatta büyük olasılıkla, o yayın kurulundaki diğer kişilerin benim kitabımın basılacağından haberi bile yoktu. Bana bunu yapan genel yayın yönetmeninin bile pek önemsediğini sanmam. Bugün ona beni sorsanız herhalde, "Aa, o çocuk mu? Evet, ona kitabını basacağımızı söyledim. Sonra canım istemedi, fikrimi değiştirdim. Bir süre umutla bana mail atmaya devam etti. Ama cevap alamayınca o da ümidi kesti. Yaşasın kötülük!" filan diyecektir. (Yani sözleşme imzalanmadan, görünürde en güvenilir yayınevine bile güvenmemeniz gerekir. Evet, bunu ben de biliyordum ama sektörde adı sanı bilinen birtakım insanların size bunu yapacağına ihtimal vermiyorsunuz yine de. Tabii bunların hepsi bana sağlam bir tecrübe olarak geri döndü.)


6) Kısacası benim için 2019 yılı da kitabımın çık(a)ma(ma)sı açısından yine hüsranla ve hayal kırıklıklarıyla sonuçlandıktan sonra, beni artık bu yazıyı yazmaya, içimde tuttuklarımı bir bir açıklamaya iten son olay geçen hafta yaşandı: Biri Ters Düz’ün yeni baskısı diğeri yeni kitabım olmak üzere iki kitabım için bir süredir (beş aydır) görüşmelerimi sürdürdüğüm küçükçe bir yayınevi, daha önce böyle bir konu asla gündemde olmamasına rağmen, evet kitaplarımı basacaklarını, ama bunu "parayla" yapacaklarını açıkladı. Birdenbire. Pat diye. Daha önce buna dair en ufak bir sinyal bile vermemişken. Dahası ben onların yayımladıkları kitapları parayla basan bir yer olduklarını bile bilmiyorken! Sektördeki üçüncü şokumu, kitaplarımın basım aşamasına gideceğini sandığım yayınevinin sahibiyle olan bu mail’leşmeyle yaşadım. 5 yıl sonra nihayet şeytanın bacağını kırdığımı, kitaplarımın insanlara duyurduğum gibi 2019 sonbaharında değil ama hiç değilse 2020 sonbaharında çıkacağını sanıyordum, yine olmadı (Belki de şaşırmamam gerek; çünkü büyük ve itibarı olan bir yayınevi bile bana bu şekilde kazık atabildiğine göre, daha ismi cismi olmayan yayınevleri neden yapmasın ki? Vurun vurun, bir tane de siz vurun!). Yayınevine bunca zamandır boşu boşuna mı yazıştığımızı, beni hiç mi tanımadıklarını, ayrıca eğer kitabımı parayla bastıracak olsam bir yayınevi bulmak için tam 5 yıl beklemeyeceğimi söyledim. Tabii karşı taraf benim bu tepkimi beklemiyordu; onlara boyun eğeceğimi, parayı vereceğimi hesaplıyorlardı. Bu tepkim sonucunda yayınevinin sahibi olan kadın, kitapların gerçekten iyi satacağını düşündüğü için, "O zaman 500 adet baskınızı biz yapalım" diyerek geri adım atsa da ben çoktan vazgeçmiştim. Böyle ite kaka, gönülsüzce olacağına hiç olmasın. Niyetinde kitaplarımı parayla basmak olan bir yayınevinin bana bunu uzun bir süre boyunca söylemeyip tam işler ciddiye binmeye başladığı sırada söylemesini asla hoş karşılamıyorum.

7) Yani günümüz şartlarında piyasada söz sahibi olan popüler bir yayınevi tarafından "yazar" olarak kitabınızın basılabilmesi için ilk kural "tanınan biri olmak" ve bununla kastettikleri de instagram’a koyduğunuz selfie’nin, twitter’da paylaştığınız özlü aforizmanın kaç bin beğeni aldığı. Eğer benim gibi özlü sözler paylaşan biri bile değilseniz, vay halinize. Ya da ergen kitleyi hedef alan kötü çocuklu, depresif, melankolik aşk öyküleri yazmıyorsanız işiniz zor. Ben kişisel gelişim, hayat hakkında kıssalar ("Hayatınızı hemen şimdi sadeleştirin!") veya koca bir sayfa boyunca tek bir aşk cümlesinin yazılı olduğu ("Hmmm, acaba yazar burada ne demek istiyor?" "Hiçbir şey demek istemiyor! Sadece o büyük puntolu, beş kelimelik cümleler çok kolay okunuyor!") kitaplar yazmıyorum. İçsel yolculuğumu anlattığım "ruhani" kitaplar da yazmıyorum (zaten pek çok yayınevinin gözünde bu yüzden baştan kaybediyorum sanırım). Ben kurgu romanlar yazıyorum. Ancak yayınevleri bunu umursamıyor. Çünkü neden? Çünkü ben "tanınan" biri değilim. Bir sosyal medya fenomeni değilsiniz, şarkıcı değilsiniz, twitter’da paylaştığınız özlü sözleri retweet edecek binlerce takipçiniz yok. İyi bir yazar mısınız? Kimin umurunda! O şeyler bundan yirmi yıl öncesi için geçerliydi. Devir, sosyal medya devri. Devir, yayınevlerinin "ünlü olmayan" bir yazarın kitabını basma riskini alacakları bir devir değil. İlk kitabımdan bu zamana beş yıl geçti ve sadece beş yıl önce bile piyasanın bugünkünden çok daha iyi olduğunu söyleyebilirim. Evet, o zamanlar da her önüne gelen kitap bastırabiliyordu ama en azından benim gibi sosyal medya fenomeni filan değil, sadece "yazmayı seven ve fena da yazmayan biri" olanlar da arada kaynayıp gitmiyordu. (Belki de piyasaya, sosyal medyada hiç olmayan gizemli bir yazar olarak sunulmak daha iyi bir fikir olabilirmiş. Bak bu fena bir strateji değilmiş, neden daha önce gelmedi ki aklıma?) Ters Düz'de, kendisi de bir yazar olan ana karakter Ece Duman’ın gözünden şöyle bir cümle yazmıştım: “Çünkü yayınevleri aslında edebiyat heveslilerinin bir araya toplanıp sanatsal konuşmalar yaptıkları yerler değil, para kazanma hırsıyla birbirini yiyen insanların ne tür kitaplar basıp daha çok para kazanabileceklerini tartıştıkları ticarethanelerdi.” Hayli ironik olsa da zaman, bizzat yaşayarak bana yazdıklarımı doğrulattı, deneyimletti.

8) Peki benim ve benim durumumda olan genç yazarlar için çözüm ne? Bizim gibiler için romanları çıktıktan sonra ünlü olmak bir hayal de, ancak bir şekilde yırtınıp önce ünlü olup ardından roman yazmak mı tek yol? Biz nasıl görünür olacağız? Sosyal medya fenomenlerinin, "tanınmış kişi"lerin, instagram yıldızlarının, twitter aforizmacılarının ya da bilimum "seni bir yerden gözüm ısırıyor" simalarının arasından kim sesimizi duyacak da bizim kitabımızı basmaya karar verecek? Yoksa bizler umutsuz vaka mıyız? Yol yakınken bu sevdadan geri mi dönmeliyiz? Ama bir dakika, dön deseler sanki dönecek miyiz? Bu zamana dek hep oluşturmak istediğim yazar kimliği için çalışıp üretmeye gayret ettim. Mesleğim, ilgim ve çevrem gereği elime bugüne dek pek çok magazin olayının içinde yer alma ve adımı bu şekilde duyurma fırsatı geçmesine rağmen, ben hep bir yazar olarak tanınmayı seçtiğim için bu durumların gerisinde ve uzağında durdum. Bunları yapmadıysam, sebebi insanların beni bir yazar olarak tanımasını istememdi. Yani bu ülkede genç bir yazar olabilmek için illa ünlü birinin sevgilisi ya da sosyal medya fenomeni filan mı olmak gerekiyor? Öyle veya böyle, bir şekilde iş dönüp dolaşıp tanınmamış olmaya geliyor mu, geliyor. "Bunun adı yok, bir ismi yok, bunu basana kadar bir YouTuber bulun ona kitap yazdıralım." (Çocukken, 5. sınıfta Can Yayınları’nın Türkiye çapındaki masal yarışmasında “Buzlar Ülkesi” masalımla bir ödül kazanmıştım. Bugün bunun hiçbir anlamı yok.) Ben iyi kötü bunca kitabın çıktığı bir ülkede, neden benim gibi yaşının yarısından daha uzun bir süredir okuyup yazan birinin kitabı yayımlanamıyor, bilmek istiyorum. “Fena da yazmayan” genç bir yazarın kitaplarının yayımlanması bu kadar zor olmamalı. Bu kadar sorun haline gelmemeli. Hoş bu piyasada bir şeyler değişmedikçe hiçbir şeyin değişmeyeceğinin de farkındayım. Tabii şunu da diyebilirsiniz: "Nerede ne yolunda ki yayıncılık sektöründeki sistemsel hatalar ya da senin kitabını basacak bir yayınevi bulamaman büyük bir mesele olsun? Zaten korona da var." O zaman da size bir şey diyemem. Sadece derdimi dinlediğiniz için teşekkür ederim.


9) İki buçuk ay önce duygularım bu şekildeymiş, o zamanlar yazdığım yazıyı tek bir harfine bile dokunmadan, olduğu gibi paylaştım. Şimdi, bu yazıyı yayımladığım 28 Temmuz 2020 itibariyle de şu şekilde: 3. paragrafta, artık kitabımın çıkmadığı her an bir yük gibi omzuma biniyor, demişim ya: Artık hiçbir şey binmiyor. Yani en azından artık düşüncelerimi bu şekilde yönlendirmeye çalışıyorum. Hala içimde büyük bir acı ve sızı var, gerçekten, bir şeyler kaybetmiş gibiyim, belki de gençliğimin en güzel yıllarını, buna birazdan geleceğim. Ama artık, müthiş bir kayıtsızlık içindeyim. İşte tam da bu noktada, Martin Eden ile kendi aramda bir bağlantı kurdum. Martin, kitapları çıkıp da sonunda beklediği üne kavuşunca bir anda etrafında beliren insan yığınının samimiyetsizliği karşısında “Bu muydu yani?” diyerek kayıtsızlığa giriyor, ben henüz yeni kitabım çıkmadan ve ünlü filan da olmadan bu kayıtsızlığa girdim. Evet, biraz tedirgin edici, sonuçta benim gibi tam yirmi beş yıldır bunun için yaşayan birinin bu savaştan vazgeçmemesi gerekirdi, aslında hala da vazgeçmiş değilim, ama artık biraz daha hızımı ve beklentilerimi düşürdüm sanırım. Çünkü elimden başka bir şey gelmiyor artık. Bunca zaman çok zorladım, zorladım, zorladım, zorladım ve zorladım, bilmiyorum, belki de zorlamadım ve acaba yapabileceğim başka bir şeyler daha vardı da ben mi yapmadım diye düşünerek de kendimi ayrıca yordum; ama olmuyorsa da olmuyor işte. Elbette ben kendi dünyamda yazmaya devam ediyorum, hep de edeceğim.

Ama bazen, keşke yazma sevdasına hiç tutulmamış olsaydım diyorum! Evet, gerçekten. Bazen keşke başka bir işi yapsaydım diyorum. Ne bileyim, içinde bu kadar "yaratı" ve onları paylaşma arzusu olmayan herhangi başka bir iş olabilirdi. Öğretmenlik, veterinerlik, mühendislik, polislik, doktorluk gibi başka bir meslek edinseydim. Her sabah işime gider, işimden evime gelir, aralara da içinde yazma olmayan başka hobiler serpiştirirdim. Ama olmamış. Ben böyle olmuşum. Bu sancılarla, bu kaygılarla doğmuşum. Bu saatten sonra kendimi başka bir ruhun içine girmeye de zorlayamam. Tabii zaten bunun için çok eskiye, çocukluğuma dönmemiz, yazma olaylarını hiç sevmeyeceğim bir şekilde yetiştirilmem ve büyütülmem gerekir. O zaman da ben ben olmazdım. Mert olmazdım.

Şu düşünceden kurtulamıyorum: Ben bu "yazma sevdası" uğruna tüm gençlik yıllarımı, lise yıllarımı, üniversite yıllarımı, arkadaşlarımla dışarıda saatlerce takılmak, eğlenmek, dostlukları pekiştirmek varken, bir an önce evime, odama, yazı masama döneyim de kitap yazayım diye boşu boşuna mı harcadım yani? Elbette ben kimse için değil, herkesten ve her şeyden önce kendim için yazdım, ama başta da dediğim gibi, artık onları kendime saklayamayacak bir noktadayım. Bu kadar emek sonucunda ortaya çıkan ürünleri insanlarla paylaşabileceğim hiç mi bir yol olamaz? Yıllarım heba mı oldu yani? "Ama Mert senin bir kitabın zaten çıktı" diyebilirsiniz, evet ama şu anda benim bu hızımla 3-5 kitabımın daha çıkmış olması gerekirdi. Olmadı. Belki olmayacak da. Ters Düz’den bu yana 5 koca yıl geçti ve ben bir yandan başka bir şeyler yazıp bir yandan da ikinci romanımı yayımlatmaya çalışırken, bir de baktım ki sadece bu "bir başka beş yıl"ın daha geçtiğiyle kalmışım. Artık motivasyon, heves, istek filan kalmadı bende. Soğudum. Hatta neredeyse yazmaktan bile soğudum. Diyorum ya, tuhaf bir kayıtsızlık içindeyim. Biri, "Hadi gel, üç kitabının üçünü birden basıyoruz" bile dese, buna sevinemeyecek gibiyim.

Bazen mail kutumda yayınevlerinden abuk subuk mail’ler alıyorum: "Kitap çalışmalarınız olduğunu duyduk. Bütçeniz varsa, seve seve basalım." Hatta bir yayınevi işi ileri götürerek, "Kitabınız olduğunu duyduk. Eğer kitabınız wattpad’de varsa basmak isteriz" gibi bir şey diyebildi. Tabii burada kastedilen aslında wattpad’de bir şeyler yazıyor olup olmamam değil, wattpad’de “milyonlarca tık almış” ve halihazırda çılgın bir okur kitlesi olan bir kitabımın olup olmadığıydı. Ben bu kadar saçma ve arsız bir isteğe nasıl bir cevap vereceğimi düşünerek, "Yani sizin bir romanı basma şartınız wattpad'de olup olmaması, iyi olup olmaması değil?" diye sordum. İki ay oldu, hala bir yanıt gelmedi.

İşin aslı, önceden şöyle düşünüyordum: "Yazmak benim için geçici bir heves değil ki, kitaplarımı parayla bastırayım. Benim için edebiyat böyle bir şey değil. Yazdıklarım, gerçekten iyi olduğu için basılmalı, param olduğu için değil. 1 kuruş bile olsa, o parayı vermeye niyetli değildim." Bunu bir tavır meselesi, bir prensip haline getirmiştim. Yukarıda uzun uzun anlattığım gibi, yayınevleriyle olan görüşmelerim sonucunda boşu boşuna ümitlenip her seferinde kitap ha çıktı ha çıkacak diye, kitaplarımı kendi başıma bastırma fikrinin uzağında durmuştum. Ancak kitabımı (kitaplarımı) kendi başıma bastırmamamın esas sebebi, kitapları para karşılığında basan bir yayınevinden yayımlanması durumunda okurun gözünde kitabın "bu bilinen bir yayınevinden çıkmadığına göre, herhalde edebi değeri düşüktür" diye daha baştan olumsuz değerlendirilecekmiş gibi bir his içinde olmamdı. Aslında bunun yersiz bir düşünce olduğunun farkındayım. Bugün bilinen yayınevlerinin sırf çok satmak için ucuz ve popüler edebiyat basması gibi, adı sanı bilinmeyen küçücük bir yayınevinin daha kaliteli bir eser basabildiğini görüyoruz sonuçta. Gerçekten de, büyük yayınevlerine sesini duyuramayıp kitaplarını parayla bastıran pek çok yazar var. Bunların büyük bir kısmı, eşi dostu için tek bir kitap çıkarıp hevesini alınca vazgeçenler. Ama daha azınlıkta olan bir kısmı da, bu yola gerçekten baş koymuş, fark edilmeyi bekleyen, üstelik kalemleri de hayli kuvvetli olan, yetenekli kişiler. Aramızda böyleleri de var. Bu tıpkı şunun gibi: Bir yazar, yirmi tane kitap yazar, ama ününe ve geniş okur kitlelerine yirmi birinci kitabıyla kavuşur. Ülkemizde de, dünyada da tarih boyunca bunun sayısız örneği var. Sonra, öncesinde yazdığı kitaplar da yeniden keşfedilerek çok satanlara girer ama bu arada fark edilebilmek için yıllarını vermiş ve kimsenin ilgi göstermediği, çok az okunan yirmi kitap yazıp her seferinde "Belki bu sefer" olur diye umutla beklemiş, olmadığını gördüğünde de umudunu kaybetmemiş, yine aynı umuda tutunarak yazmaya devam etmiştir. Yazarlık şan şöhret veya para için yapılabilecek bir şey asla değil. Hele bizim ülkemizde hiç değil. Kolay yoldan para kazanıp ünlü olmak isteyenler için bugün televizyon ve internet dünyasında çok daha kısa sürede etkili olabilecek çözümler var. Yazmak, bir tutku meselesi. Ne var ki bazen bu tutkunun ürününü somut bir şekilde elinize alabilmek için tam yirmi kitap boyunca beklemeniz gerekebiliyor. Bilmiyorum, bu "prensip" ve "doğru bildiğin şeyler" meselesine ben biraz fazla mı takılıyorum? Yani ortada yapmak, "gerçekleştirmek" istediğim bir şey (hatta BİR SÜRÜ) var, bu öyle gerçekleşmesi imkansız bir şey de değil aslında, ama bu şey doğal yollarla olmuyor. Belki de parayla bastırıp kurtulmalıyım? Ama yani, kendimi bu şekilde mi tatmin edeceğim? Hem madem böyle yapacaktım, o zaman neden beş yıl önce yapmadım? Ya da beş yıl önce yapmadım diye bu, şu anda yapmamın önünde bir engel mi? İnat etmeye gerek yok mu? Ama ne bileyim, ne böylesi içime sinecek gibi, ne öylesi? Gibi gibi kısır döngüde dönüp duran, biri diğerinin kuyruğunu kovalayan sorulardan, yazılmış yığınla sayfadan, kafamın içinde dönüp duran hayali dünyalardan ve derin bir umutsuzluktan başka, hiçbir şey yok elimde...

Ama yine derinlerde bir yerlerde, o umutsuzluğun kardeşi olan umut da var içimde...

Not: Bu yazımı okuyan halihazırdaki kendi okurlarım için ekleyebileceğim tek şey, zaten her bir satırımdan da anlamış olabileceğiniz üzere, ne kadar üzgün olduğum. Sizi her seferinde "Kitap bu sefer çıkıyor!" diyerek ümitlendirdim ama kitap çıkamadı, çıkamıyor ve görünen o ki Bozbalık Üçlemesi uzun bir süre daha çıkamayacak. Özür dilerim...

Not 2: Üçlemenin yanı sıra yıllar içinde küçük küçük taslaklar halinde yazdığım veya yazmakta olduğum tamamlanmamış romanlarım var demiştim. Bu karantina günlerinin başındayken, Mart gibi, evde gelen bir ilhamla başladığım yeni bir roman daha var. Başta hızla ilerleyecekmişim gibiydi ama bu yazı boyunca uzun uzun anlattığım her şeyin (ve belki karantinanın kendisinin de) bana olan negatif etkileri sebebiyle, asla yazamadım. Hayatımın normal seyrindeyken "Bir an önce eve gitsem de yazsam" diyen ben, bu karantina boyunca aylarca evde olmama rağmen maalesef çok verimsiz bir zaman geçirdim. Şimdi bu yeni roman üzerinde çalışıyorum demek isterdim ama, yukarıya eklediğim 9. bölümde de anlatmaya çalıştığım gibi, çalışmaya çalışıyorum demem çok daha doğru olur. Aslında çalışmaya bile çalışmıyorum. Sanırım bir süre her şeyi durdurup, roman yazmaya dair en ufak bir eyleme bile girmeden, hiçbir şey düşünmeden yaşamak istiyorum. Belki her şey yolunda giderse, eğer ben tekrar yazı masamın başına dönmek için içimde o isteği ve motivasyonu bulabilirsem, üçlemeden önce, bu bahsettiğim tek kitaplık roman sizinle buluşur.

Not 3: Bu uzun yazının, en azından yeni kitabımın ne zaman çıkacağına dair bir açıklama bekleyenler ve konunun meraklıları tarafından okunduğunu biliyorum. Neredeyse 11 yılı geride bıraktığım blog hayatım boyunca, 2009’dan beri yazdığım en uzun yazı belki de bu oldu. Anlattıklarım nedeniyle, benim için çok özel bir yazı bu; o yüzden sizlerden ricam, lütfen kimse sırf yorum yapmış olmak için yapmasın. Bu uzun yazıda pek çok şeye değindim ve eğer bu doğrultuda benimle kendi görüşlerini paylaşmak isteyenleriniz varsa, onların yorumlarını bekliyorum.

Kendinize çok iyi bakın.

MARTİN EDEN'DAN ALINTILAR


"Dergi okumak veya kitap almak için kütüphaneye gitmek ya da Ruth’a uğramak dışında ara vermeksizin sabahtan gece geç saatlere kadar yoğun ve verimli biçimde çalışıyordu. Çok mutluydu. Hayat çalkantılıydı. Müthiş bir duygu yoğunluğu yaşıyordu. Tanrılara özgü olduğu sanılan yaratma kudretine o da sahipti artık. ... Asıl dünya onun kafasının içindeydi ve yazdığı hikayeler, birçok parça halinde zihninden çıkan gerçeklikti. ... Günler kısa geliyordu. İncelemek istediği çok şey vardı. Uykusunu beş saate indirdi ve bunun yeterli olduğunu gördü. Dört buçuk saate indirmeye çalıştı ama üzüntüyle tekrar beş saate döndü. Uyanık kaldığı tüm saatleri uğraşılarından birine ayırmaktan mutluluk duyuyordu. Yazmayı bırakıp bir şeyleri incelemeye başlarken üzülüyor, incelemesini bırakarak bilginin harita odasının bulunduğu kütüphaneye ve mallarını satmayı başarmış yazarların bunu nasıl yaptıklarına dair sırlarla dolu dergilerin durduğu okuma salonuna giderken de bunun pişmanlığıyla doluyordu." (s. 108)

"Hikayeleri de benzer şekilde iade ediliyordu. Onları tekrar tekrar okuyor ve o kadar beğeniyordu ki işin içinden çıkamıyor, neden reddedildiklerini anlayamıyordu." (s. 109)

"Henüz yazdıklarının hiçbiri kabul edilmemişti. Kırk kadar metni, sınırsız bir dergiler dairesi içinde sürekli seyahat halindeydi. Öteki yazarlar nasıl yapıyorlardı acaba? Kütüphanenin okuma salonunda saatler harcayarak diğerlerinin ne yazdığına bakıyor, hevesle ve eleştirel bir gözle inceliyor, kendi yazdıklarıyla karşılaştırıyor, sırrını keşfedenlerin yazılarını satmalarını sağlayan o gizemli püf noktasının ne olduğunu öğrenmeye çalışıyordu. Gazete ve dergilerde basılan ruhsuz hikayelerin muazzam sayısına hayret ediyordu. Azıcık bile ışık yoktu, hayat yoktu, renk yoktu onlarda. ... Uçsuz bucaksız sorunlarla, hayallerle, kahramanca mücadelelerle dolu böylesine tuhaf ve harika bir hayat varken bu hikayelerde hayata dair sadece beylik laflar yer alıyordu. Halbuki Martin hayatın baskı ve gerilimini, heyecan ve alın terini, şiddetli isyanını hissediyordu; asıl yazılması gereken buydu işte! ... Yoksa dergilerin editörleri de sıradan insanlar olduğu için mi böyle acaba, diye sordu kendine. Ya da hayattan mı korkuyorlardı bu yazarlar, editörler ve okurlar?" (s. 135)

"Editörlerin kanlı canlı insanlar olduklarından şüphe etmeye başladı. Sanki bir makinenin dişlisi gibiydiler. Gerçekten de öyleydi, bir makineydiler. Hikayelerine, makalelerine ve şiirlerine ruhunu dökmüş, sonra da o makineye emanet etmişti Martin Eden. ... Bu sürecin makineye feci şekilde benzemesini sağlayan da o ret yazılarıydı; belli bir kalıp halinde basılmış olan bu matbu yazıların yüzlercesi ulaşmıştı ona. İlk dosyalarının her birine ondan fazla ret yazısı düşüyordu. Hepsini reddetsinlerdi, ama yeter ki bir satır, tek bir satır özel ve kişisel bir not görüp sevinseydi. Ancak tek bir editör bile varoluşuna dair tek bir kanıt göndermedi. Martin, diğer uçta kanlı canlı bir insan değil de, iyi yağlanmış ve makinenin içinde güzel güzel dönen çarklar olduğu sonucuna varmasın da ne yapsındı..." (s. 137)

"Sıkı bir savaşçıydı, mücadeleye tüm ruhuyla girerdi, inatçıydı ve gerekirse yıllar boyunca o makineyi beslemekten memnuniyet duyardı. Ama artık kan kaybından ölmek üzereydi ve mücadelesinin sonucunu yıllar değil, haftalar içinde almak zorundaydı." (s. 137)

"Kimsenin yol göstermediği, teşvik etmediği, hatta cesaretini kırdığı Martin, karanlıkta da olsa mücadelesini sürdürüyordu. Gertrude bile ona kuşkuyla bakmaya başlamıştı. Önceleri yapmak istediklerini Martin’in aptalca işleri olarak görüp ablaca bir şefkatle yaklaşmıştı, ama artık iş kardeş dayanışmasından çıkmıştı ve Gertrude giderek daha çok tedirgin oluyordu. Ona göre kardeşinin aptalca işleri artık deliliğe dönüşüyordu. Martin bunu fark edince, Bernard Higginbotham’ın sürekli kusur bulan dırdırcı memnuniyetsizliğinden çok daha fazla acı veren ince ve keskin bir sızı hissetmişti. Martin’in kendine güveni tamdı ama kendine yalnızca kendisi güven duyuyordu. Ruth bile güvenmiyordu ona." (s. 137)

"Benim sevgili masam... Seninle ne kadar mutlu saatlerimiz geçti. Aslına bakarsan, bana iyi bir arkadaş oldun. Beni hiç yarı yolda bırakmadın, ret yazısı vermedin, aşırı çalıştım diye asla şikayetçi olmadın." (s. 149)

"Bugüne kadar hiçbir yazısı kabul edilmemişti. Kırk kadar yazısı dergilerde dolaşıp duruyordu. Diğer yazarlar bunun nasıl becermişlerdi?" (s. 150)

"Aynaya yaklaşıp kendi kendine yakından baktı ve kahkahalarla güldü. ‘Biraz histeri, biraz da melodram ha?’ diye sordu. ‘Boş ver, olur böyle şeyler. Peynir Surat’ı çiğnemiş adamsın, isterse iki kere on bir yıl sürsün, bütün o editörleri de ezip geçersin. Burada duramazsın. Devam etmek zorundasın. Biliyorsun ki sonuna kadar gitmek zorundasın." (s. 158)

"Bugün, içinde yazmaya yer olmayan yeni bir savaş başlıyordu. Evini ve ailesini arkasında bırakıp giden birinin hüznüne benzer bir üzüntü kapladı içini. Köşede duran dosyalarına baktı. Buydu işte. Onlardan kaçıyor, zavallı, itibar edilmemiş, hiçbir yerde kabul görmemiş bu çocuklarından uzaklaşıyordu. Yanlarına giderek eline alıp karıştırmaya, oradan buradan göz gezdirmeye, en sevdiği cümleleri okumaya başladı. ... ‘Anlamıyorum’ diye mırıldandı. ‘Belki de asıl anlamayanlar, editörlerdir. Bu hikayede ters bir şey yok. Her ay daha kötülerini yayımlıyorlar. Yayımladıkları her şey bundan çok daha beter, her şey... Neyse.’ " (s. 160)

"Martin küçük odasında yaşıyor, uyuyor, çalışıyor ve yazıyordu." (s. 223)

"Yazıları nedeniyle hayal kırıklığı yaşıyordu. Kimse satın almıyordu onları. Gazetelerde, haftalık dergilerde, ucuz yayınlarda gördüğü yazılarla karşılaştırdı ve kendisininkilerin daha iyi olduğuna karar verdi; ortalamaya göre çok daha iyiydi, ama yine de kimseye satamıyordu. ... İki gazete grubunun adresini buldu ve öykülere boğdu onları. Yirmi öykü yazıp tekini bile yayımlatamayınca bıraktı. Sonra gazete ve dergilerde, hiçbiri kendisininkilerle kıyaslanmaya bile değmeyecek onlarca öykü okumaya devam etti." (s. 231)

"Bir şeyler yapabilecek bir adam, bunu değerli bulmadığı için yapmıyor ve kalbinin derinliklerinde, her zaman bunu yapmadığı için pişmanlık duyuyor, bunu yapmanın getireceği ödülleri gizliden gizliye alaya alıyor, ama daha da büyük bir gizlilik içinde, bunu yapmış olsaydı yaşayacağı keyfin ve alacağı ödüllerin özlemini çekiyor." (s. 281)

"Bu dönemde bazı büyük aylık ve üç aylık dergilere yazdığı mektuplara gelen cevaplardan, talep etmedikleri makaleleri değerlendirmeye almadıklarını, yayımladıkları yazının çoğunun alanlarında otorite konumunda olan tanınmış uzmanlara verdikleri siparişler üzerine yazıldığını öğrendi." (s. 290)

"Yaz, Martin için hayli sıkıntılı geçti. Dosyaları değerlendiren danışmanlar ve editörler tatile çıkmış ve normalde kararlarını üç haftada bildiren yayınlar, şimdi cevap süresini üç aya uzatmışlardı, hatta daha geç cevap verdikleri de oluyordu." (s. 291)

" - Bence güzeller, çok güzeller. Peki ama bunları satabilir misin? Ne demek istediğimi anlıyorsun. Senin bu yazdıklarının bir faydası yok. Bir sorun var, belki de piyasadadır ama sonuçta para kazanamıyorsun. Lütfen beni yanlış anlama sevgilim. Çok hoşuma gitti, çok gururlandım, başka türlü olsaydı gerçek bir kadın sayılmazdım, çünkü bu şiirleri bana yazdın sen. Ama bu şiirler bizim evlenmemizi sağlamıyor. Görmüyor musun Martin? Paragöz olduğum için böyle konuştuğumu sanma. Aşkımız nedeniyle. Geleceğimizi düşünmem lazım ve ben de bu sorumluluğumu yerine getiriyorum. Birbirimize açıldığımızdan bu yana koca bir yıl geçti, ama düğün tarihimiz konuşulmadı bile. Düğünden, evlilikten bahsettiğime bakıp beni haddini bilmez, arsız bir kız sanma; çünkü gerçekten kalbim seninle dolu ve ben de en az senin kadar bu işin içindeyim. Neden bir gazetede iş bulmaya çalışmıyorsun? Neden gazeteci olmuyorsun, en azından bir süre için?

- Üslubum bozulur. Üslup sahibi olabilmek için ne kadar çalıştığım hakkında bir fikrin var mı?

- Peki ya o kısa hikayeler? Onlara değersiz işler diyorsun. Ne kadar çok yazdın onlardan. Üslubunu bozmuyorlar mı?

- Onlar farklı. Onlar, üslup denemeleriyle geçen yorucu bir günün sonunda yazdığım şeyler. Gazetecininse sabahtan akşama yaptığı, buna benzer yazılar yazmaktır; hayatının esası budur. Gazetecinin fırtınalı bir hayatı vardır ama o ana özgüdür, geçmişi ve geleceği yoktur. Üslup derdi yoktur, tek derdi haber yazmaktır. Yani gazetecilik kesinlikle edebiyat değildir. Şu anda, tam da üslubumun belirginleşmeye ve oturmaya başladığı böyle bir zamanda gazeteciliğe başlamak, edebi intihar olur. Zaten bu halde bile yazdığım her kısa hikaye, her kısa hikayemin her kelimesi özümü, kendime duyduğum saygıyı ve güzelliğe duyduğum hürmeti ihlal etmem demek. Feci bir şey bu. Günahım büyük. Bu yüzden de piyasa beni kabul etmeyince takım elbisem rehine gitse bile gizli gizli memnun oluyorum. Ama o ‘Aşk Şiirleri’ni yazmanın keyfi! En asil haliyle yaratma hazzı! Her şeyin telafisi!" (s. 305-306)

"Düşünebildiklerini sanan bu düşünce fakirleri, editörler, hakikaten düşünebilen üç beş kişinin hayatını belirliyor. ... Editörlerin yüzde doksan dokuzunun başta gelen özelliği, başarısızlıkları. Yazar olmayı başaramamışlar. Sakın masabaşı işinin sıkıcılığını, satışların ve işletme müdürünün kölesi olmayı yazarlıktan daha çok istediklerini zannetme. Yazmaya çalışmış ve becerememişler. İşte lanetli paradoks da tam burada. Edebiyatta başarıya açılan her kapının önünde bekçi köpeği olarak onlar, yani edebiyatta başarıya ulaşamamışlar durur. Editörlerin, editör yardımcılarının çoğu ve dergilere, yayınevlerine dosya değerlendirmesi yapan danışmanların hemen hepsi, yazar olmaya çalışmış ama bunu başaramamış kişilerden oluşuyor. Özgünlük ve deha konusunda yargı makamında oturup, matbaaya neyin gidip neyin gitmeyeceğine karar verenler, şu dünyada bu işi yapması gereken son kişiler, yani özgün bir yanlarının olmadığı kanıtlanmış, ilahi kıvılcımın yanlarına bile uğramadığı belli olmuş bu adamlar. Onların ardından yine bir başka başarısızlık abidesi olan eleştirmenler gelir. Sakın bana o rüyayı görmediklerini, şiir ya da roman yazmayı denemediklerini anlatma; denemiş ama becerememişlerdir. Neden ortalama bir eleştiri, balıkyağından bile fazla mide bulandırır? Eleştirmenler ve kendini eleştirmen sananlar hakkında ne düşündüğümü zaten biliyorsun. Büyük eleştirmenler yok değil, ama sayıları kuyrukluyıldızlar kadar azdır. Yazar olmayı beceremezsem, editörlükte kendimi kanıtlarım, merak etme. Her halükarda, benim için kolay ekmek kapısı." (s. 307-308)

"Beni seviyorsun. Peki beni neden seviyorsun? Bende beni yazmaya zorlayan şey neyse, seni bana çeken de o. Beni seviyorsun, çünkü tanıdığın ve sevebileceğin herkesten farklıyım. Masabaşı işleri için, muhasebecide çalışmak için, küçük iş meseleleri üzerinde didişmek, mahkemelerde tartışmak için yaratılmadım ben. Bana böyle şeyler yaptırır, beni diğer adamlara benzetir, onların işlerine sokar, onların soluduğu havayı solutur, onların bakış açılarını kafama yerleştirirsen, işte bu farklılığı, beni, sevdiğin şeyi yok etmiş olursun. Yazma arzum, içimdeki en hayati şeydir benim. Odunun biri olsam, ne ben yazmayı arzulardım ne de sen koca olarak beni." (s. 314)

"Yazabildiğini anlıyorum. Gözüm kapalıyken bile görürüm bunu. Tabii yazdıklarında öyle bir şey var ki bütün dergilerin kapısı suratına kapanıyor. Buna yürek denir ve dergilerde asla bu malın alıcısı yoktur. Onlar istedikleri tek şey olan yıkama yağlamayı, vıcık vıcık çamuru istedikleri kadar bulurlar ama senden değil." (s. 325)

"Size neden geldiğimi söyleyeyim. Hepinizin bu kadar sevdiği hikayenin parasını almaya. Hikaye yayımlandığında bana ödeyeceğinizi vaat ettiğiniz para beş dolardı sanırım." (s. 340)

"Dosyası, unutulmuş vaziyette masanın üzerinde yatmaya devam ediyordu. Hazırladığı bütün dosyalar artık masanın altındaydı." (s. 397)

"Ne yapacağını bilmiyordu. Bildiği tek şey, hayatının bir dönüm noktasına geldiğiydi. Eriştiği bu dönemi ustalıkla tamamlamaya çalışıyordu. Gelecek konusunda endişelenmiyordu. Geleceğin ona neler getireceğini kısa süre içinde görecekti zaten. Gelecek ne getirirse getirsin, onun için önemli değildi. Zaten görünüşe göre artık hiçbir şey önemli değildi." (s. 399)

"Sabah turunu atan postacının sesiyle uyanana kadar deliksiz bir uyku çekti. Yorgun ve enerjisiz hissediyordu kendini, mektupları rastgele gözden geçirdi. Soyguncu bir dergiden gönderilen ince zarftan, yirmi iki dolarlık çek çıktı. Bir buçuk senedir isteyip duruyordu. Çekin miktarına büyük bir kayıtsızlıkla baktı. Eskiden bir dergiden çek gelince duyduğu büyük heyecan kalmamıştı şimdi. Eski çekler gibi değildi elindeki, artık büyük şeyler olacak vaadiyle yüklü değildi. Yiyecek bir şeyler alabileceği yirmi iki dolarlık bir çekti, hepsi bu." (s. 407)

"Martin ne gülüyor ne de diş biliyordu. Bütün bunların onda yarattığı şey, büyük bir hüzündü. Başta aşk olmak üzere tüm dünyasının yıkılışı yanında, dergiciliğin ve aziz kamuoyunun iflası çok da önemli sayılmazdı." (s. 410)

"Editörlerin iki yıldır ısrarla reddettikleri şeyleri şimdi kabul etmek kafalarına nereden esmişti, Martin’in aklı almıyordu." (s. 412)

"Martin bir gün ne kadar yalnız olduğunu hissetti. Sağlıklı ve güçlüydü ama yapacak bir şeyi yoktu. Okumayı ve yazmayı kesmesi, Brissenden’in ölümü ve Ruth’tan ayrılması hayatında büyük bir boşluğa neden olmuştu; içindeki yaşam gücü, kafelerde güzel zaman geçirmek ve Mısır sigarası içmek dışında bir şey yapmamaya isyan ediyordu. Güney Denizlerinin onu çağırdığı doğruydu ama daha Birleşik Devletler’de işini bitirmediğini hissediyordu. Yakında iki kitabı basılacak olması dışında başka kitapları da yayımlanabilirdi. Bu kitaplardan iyi kazanıp oralara kesesi dolu vaziyette gidebilirdi. ... Vadi ve koy, Martin’in merkezi olacaktı. Tati gibi sazdan pederşahi bir ev yapacak, vadisini ve uskunasını esmer uşaklarla dolduracaktı. Evinde Taiohae’nin ileri gelenlerini, ticaret gemilerinin kaptanlarını ve Güney Pasifik’teki en sağlam başıbozukları ağırlayacaktı. Evinin kapısı herkese açık olacak ve prensler gibi eğlenecekti. Kitapları ve bir hayalden ibaret olan dünyayı da böylece unutur giderdi. ... Bir daha asla yazmayacaktı. Bu konuda karar kesindi. Ama kitaplarının yayımlanmasını beklerken de içine girmiş olduğu umursamaz hal içinde salak salak yaşayıp gitmek yerine bir şeyler yapması gerekiyordu." (s. 415-416)

" ‘Güneşin Utancı’ ekim ayında basıldı. Ekspres postayla gönderilen paketin ipini kesip yazar hakkı altı adet nüshanın masaya saçıldığını görünce Martin’in üzerine ağır bir hüzün çöktü. Fazla değil, birkaç ay önce olsaydı yaşayacağı muazzam sevinci, o an içinde bulunduğu umursamaz soğuklukla karşılaştırdı. Kitabı, ilk kitabı yayımlanmış, ama nabzı biraz olsun hızlanmamıştı bile, kederliydi sadece. Bunun pek bir değeri kalmamıştı. En fazla biraz para getirirdi, ama artık parayı da umursadığı yoktu." (s. 427)

"Bu arada elindeki dosya yığınını eritmekle meşguldü. Editörlerden gelen isteklerden bıkmıştı. Üslup sahibi bir yazar olduğu, üstelik bu üslubun da insanların çok hoşuna gittiği anlaşılmıştı. ... Bu dosyaların, tam da şimdi çılgın gibi isteyen dergiler tarafından reddedildiğini asla unutmuyordu. Üstelik ne kadar da soğuk, önceden hazırlanmış belli bir tavır içeren, kalıplanmış bir tutumla gelen reddiyelerdi. Çok terletmişlerdi Martin’i; şimdi o da onları uğraştırmak istiyordu. ... Yeni bir şey yazmak için taahhütte bulunmayı kesin olarak reddediyordu. Tekrar kağıdın başına oturmanın düşüncesi bile deli ediyordu onu." (s. 434)

"Martin kızgın değildi. Efendilik bende kalsın diyor da değildi. Sadece tükürdüğünü yalamak nasıl bir histir, bunu düşünerek Bay Morse’a tahammül etti. Daveti geri çevirmedi. ... Bu arada içinde büyümekte olan o küçük şey, Martin’in kafasını karıştırmaya devam ediyordu. Kimsenin yemeğe davet etmediği açlık günleri geldi aklına. Asıl yemeğe o zaman ihtiyacı vardı, asıl o zaman midesine bir şey girmediği için zafiyet geçirmiş, halsiz kalmış ve düpedüz açlık nedeniyle kilo kaybetmişti. Yaşadığı açmaz buydu. Asıl yemeğe ihtiyacı varken kimse onu davet etmemişti ama şimdi binlerce yemek satın alabilecek durumdayken ve tersine iştahı giderek azalırken sağdan soldan peş peşe yemek davetleri yağıyordu. Neden? Ona kalırsa, en ufak bir hakkaniyet yoktu bu işte... Martin değişmemişti. Eskisine göre hiç de daha marifetli değildi. Elinden çıkmış olan bütün iş, daha önce yazılmış olan eserlerden ibaretti. Halbuki Bay ve Bayan Morse onu boş gezenin boş kalfası olarak mahkum etmiş ve Ruth aracılığıyla bir ofiste katip olarak çalışması için zorlamışlardı. Yazmış olduğu eserlerden haberleri varken hem de... ... Şimdi Morse’ların kendisini yemeğe davet etmelerine yol açan şey ise adının bütün gazetelerde görünüyor olmasıydı. Kesin olan tek şey vardı: Morse ailesi Martin’i kendisi için veya eserleri için istiyor değildi. Kendisi ve eserleri için istemiyorsa, o zaman şöhreti için, tanınmış olduğu için ve bir de –neden olmasın?– yüz bin dolar parası olduğu için istiyor olmalıydı. ... Ancak Martin, mağrur bir adamdı. Böyle kıymetlendirmelere tenezzül etmezdi. Kendi olduğu için veya netice itibariyle kendisinin bir ifadesi olan o eserleri ürettiği için değer görmek istiyordu." (s. 439-440)

"Kafasındaki küçük şey böylece giderek büyüyordu. Sağlıklı ve normaldi; düzenli yemek yiyor, uzun saatler boyunca uyuyor, ama kafasındaki o küçük şey giderek bir saplantıya dönüşüyordu. O kitaplar yazılmıştı. Beyninde dolanıp duruyordu bu cümle. ... O kitaplar yazılmıştı! O zaman beni aç bırakan, evini yasak eden ve düzenli bir işe girmiyorum diye lanetleyen siz, o zaman yazıldı. Şimdi sizin aklınızda, benimse ağzımda evirip çevirdiğim, ama hiçbirimizin asla dile getirmediği bu düşünceler yerine ne söylesem saygıyla dikkat kesiliyorsunuz. Ağzımı açıp gözümü yumsam, suratınıza karşı topunuz çürümüşsünüz; içiniz yolsuzlukla, hırsızlıkla, rüşvetle dolu diye konuşsam öfkeden kudurmak yerine kem küm edip isabet buyurdunuz dersiniz. Neden? Çünkü ünlüyüm, çok param var. Martin Eden olduğum, iyi biri olduğum ve salak sayılmayacak biri olduğum için değil. Size desem ki gökteki ay bir kalıp peynirdir, hemen bu fikrin müridi olursunuz, olmasanız da reddetmezsiniz, çünkü benim dağlar kadar dolarım var. Hem de hepsini uzun zaman önce kazandım, çünkü eserlerimi yazmıştım; tam da ne zaman, size diyeyim, ayağınızın altındaki toz gibi üzerime tükürdüğünüz zaman." (s. 441-442)

"Tanrım! Halbuki o sırada ben açlıktan geberiyor ve giysi diye üzerime paçavralar geçiriyordum diye düşündü. Neden o zaman davet etmediniz yemeğe? Tam zamanıydı oysa. O hikayeler o zaman yazılmıştı. O işlerim sayesinde bana şimdi yemek yediriyorsunuz; neden ihtiyacım olduğunda yedirmediniz? Tek bir kelime değişti mi o günden bugüne? Hayır. Siz o zaman yazılmış eserlerim yüzünden karnımı şimdi doyuruyorsunuz. ... Demek ki karnımı ne onlar için ne de yazdığım herhangi bir şey için doyuruyorsunuz. Bana yemek yediriyorsunuz, çünkü beni doyurmak moda olmuş, çünkü bütün güruh Martin Eden’a yemek ısmarlamak için çıldırıyor." (s. 446)

"Zihni olağanüstü aktifti. Düşünceleri bir daire etrafında dönüyor, dönüyor; o dairenin merkezinde yer alan ‘kitaplar yazılmıştı’ cümlesi, asla ölmeyen bir kurtçuk gibi beynini yiyordu. Sabahları gözünü bu cümleye açıyordu. Geceleri rüyalarını işkenceye çeviren, yine aynı cümleydi. Duyuları aracılığıyla içine nüfuz eden etrafındaki hayata dair her şey hemen ‘kitaplar yazılmıştı’ cümlesiyle ilişkileniveriyordu. Amansız bir mantık silsilesi içinde, kendisinin önemli biri olmadığı, hatta bir hiç olduğu sonucuna doğru yol alıyordu." (s. 450)

" - Senin için ölürüm!

-Neden daha önce göze almadın? İşim gücüm yokken... Açlıktan ölürken... Şimdi kimsem o zaman da aynı adamdım, insan olarak, sanatçı olarak aynı Martin Eden’dım; o zaman neden yapmadın? Kafamı duvarlara vura vura sorduğum soru buydu. Sadece senin için değil, herkes için sordum. Görüyorsun değil mi, değişmedim ben. Gerçi bana biçilen kıymetteki gözle görülür ve ani artık nedeniyle bu konuda sürekli şüphelerimi gidermem gerekiyor ama değişmedim. Aynı kemiklerim üzerinde aynı ten, ellerimde aynı, ayaklarımda aynı on parmak. Aynı adamım. Ne yeni bir erdem sahibi oldum ne de yeni bir gücüm var. Beynim, eski beyin. Edebiyatta veya felsefede yeni bir fikir ortaya atmadım. Kimse beni istemezken hangi kıymete sahipsem şimdi de öyleyim. Şu anda kafamı en çok kurcalayan şey, beni neden istedikleri. Beni kendim olduğum için istiyor olamazlar çünkü hala eskiden istemedikleri kişiyim. Demek ki beni başka bir şey için, benim dışımda bir şey için, ben olmayan bir şey için istiyorlar! Sana bu şeyin ne olduğunu söyleyeyim mi? Gördüğüm kabuldür bu. Halbuki o kabul ben değilim. İnsanların kafalarındaki bir şey o. Bir de kazandığım ve kazanacağım paralar için istiyorlar. Halbuki o para da ben değilim. Para bankada duran, herkesin cebinde olan bir şey. Sen de mi bunun için, kabul ve para için istiyorsun beni?" (s. 457)

"Ama artık çok geç. Ben hasta bir adamım. Hayır, bedenim değil, ruhum hasta, beynim hasta. Bütün değerlerimi kaybettim sanki. Hiçbir şeyi umursamıyorum. Birkaç ay önce gelseydin her şey çok farklı olurdu. Ama artık çok geç. ... Ben hastayım, çok hasta. Şu ana kadar hastalığımın ne kadar ilerlediğini anlamamıştım. Bir şeyler uçup gitmiş benden. Hayattan hiç korkmamışımdır, ama bir gün hayata doyabileceğimi hiç hayal etmemiştim. Hayat beni o kadar doyurmuş ki hiçbir şeye arzu duymuyorum. Duysaydım, şu anda seni istemem lazımdı. Ne kadar hasta olduğumu anlıyor musun?" (s. 461-462)

"Durumun umarsızlığı çöktü içine. Bütün açıklığıyla Gölgeler Vadisi’nde olduğunu gördü. İçindeki hayat giderek sönüyor, yavaş yavaş ölüme doğru ilerliyordu. Ne çok uyuduğunu ve buna rağmen ne çok uyumak istediğini fark etti. Halbuki eskiden uykudan nefret ederdi. O zamanlar uyku, hayatının kıymetli anlarını çalıyordu. Yirmi dört saatte dört saat uyku, dört saatlik hayatın elinden alınması demekti. Nasıl da çok görürdü uykuyu! Oysa şimdi çok gördüğü şey hayattı artık. Hayat güzel değildi; tatsızdı, acıydı. En vahimi de buydu. Yaşamayı arzu etmeyen bir hayat, sona erme yoluna girmiş demektir." (s. 470)

"Çok uyudu. Kahvaltıdan sonra güvertedeki koltuğuna gömülüp eline asla bitiremediği dergisini alıyordu. Matbu sayfalar bıkkınlık vermişti ona. İnsanların bu kadar çok yazacak ne bulduğuna hayret ediyor ve bu konuya kafa yorarken koltuğunda sızıp gidiyordu. Öğle yemeği çanı çalıp uyanması gerektiğinde asabı bozuluyordu. Uyanık olmak, onu memnun etmiyordu." (s. 474)

"Hayat hastalıklı bir şeydi, daha doğrusu hastalıklı bir hale gelmişti; dayanılmaz bir şeydi. Hayat acı veren bir bezginliğe dönüşünce, ebedi uykusuyla ölüm teselliye hazırdı. O zaman ne bekliyordu? Artık gitme vaktiydi." (s. 477)

"Ölüm acı vermezdi. Hayattı, hayatın sancısıydı bu feci, bu insanı boğan his. Hayatın Martin’e vurduğu son darbeydi. ... Dipte bir yerde karanlığın içine düştü. Bu kadarını fark edebildi. Karanlığın içindeydi artık. Bunu fark ettiği anda da farkındalığı sona erdi." (s. 480)

17 Temmuz 2020 Cuma

GÜNLER GEÇİYOR...


Günler geçiyor. Hiçbir şey olmuyor. Çok şey oluyor. Kitap siparişlerim geldi. Jack London'dan Martin Eden ve Deniz Kurdu, Emily Brontë'den Uğultulu Tepeler, Émile Zola'dan Thérèse Raquin, Gonçarov'dan Oblomov, Joe Dunthorne'den Denizaltı romanlarını söylemiştim. Bu altı romanın üçünü bitirdim. Martin Eden'in 2019 yapımı filmini de izleyeceğim. Denizaltı (Submarine) da 2010 yılında filme uyarlanmış, ona da bir bakacağım.

Bu ara birkaç François Ozon filmi izledim. Bunlardan biri Genç ve Güzel (Jeune & Jolie)'di. Bana tema olarak Lana Del Rey'in Sad Girl şarkısını hatırlattı. Netflix'te de Tatil (The Holiday) diye, 2006 yapımı uzun bir romantik komedi filmi açtım. Los Angeleslı Amanda ve Londralı Iris'in kalp kırıklıklarından kaçmak için birbirlerinin evlerinde yaşamaya başladıkları iki haftalık bir zaman diliminde yaşadıkları yeni kalp maceralarını anlatan film, "Ah ah, ben de böyle bir ev değiş tokuş programına katılsam da, kısmetimi bulsam bari!" diye düşünmenize yol açan, duygusal bir hikayeye sahip. Cameron Diaz, Kate Winslet, Jude Law, Eli Wallach oynuyor. Hepsi ne kadar genç. Eli Wallach değil tabii, o hayli yaşlanmıştı.

NASA'nın açıklamasının ardından zodyağa yılan burcu diye bir burç mu eklendi gündemi, burçlar değişti mi tartışmasını doğurdu. Bu, her yıl gündeme gelen klasik burç spekülasyonlarından biriydi. Aslında hiçbir şeyin değiştiği yoktu. Ben hala 21 Kasım doğumluyum, hala son gününden Akrep mi yoksa bir sonraki gününden Yay mıyım ikilemini yaşıyorum ve hala "Yay gibi gerilir, Akrep gibi sokarım" gibi bir espri yapabiliyorum. Ayrıca bu sözde yeni burç tarihlerine göre bazı burçların zaman aralığı neredeyse 1.5 gibi ekstrem bir süreyken, Akrep olmak için sadece 7 gününüz vardı! Eğer tarihler değişmiş olsaydı, ben Terazi olmuş olacaktım.

Sevgiler... 

Buralarda da çok konuşuyorum: 

8 Temmuz 2020 Çarşamba

BİR GÜN, DÖRT MEVSİM



Sonunda deniz sezonunu açtım!

07.07.2020 itibariyle, bu yılki deniz sezonunu, koronavirüs nedeniyle bulunduğum memleketim Trabzon'da açmış bulunuyorum. Aslında Trabzon'da denize pek girmiyordum. En son kaç yıl önce girdiğimi hatırlamıyorum bile. Malum, ülkenin güney sahillerine gitme olanağınız olunca buraların adı gibi "kara" olan denizi size o kadar da cazip gelmiyor. Bir de yazları burada olmadığım için fırsat olmamıştı. Ama görünen o ki bu yazın önemli bir bölümünü Trabzon'da geçireceğim ve artık sezonu burada açmalıyım diye düşündüm. Çok iyi yapmışım!

Ortalık yanıyor. Aklınıza serin bir Karadeniz tablosu gelmesin sakın, aksine, çok sıcak buralar. Dün hissedilen 36 dereceydi, 36 derece! Trabzon'da nem o kadar yüksek ki, sıcak sizi çok bunaltıyor. Üstelik bir de bulutlu ve kapalı bir hava olunca, bu sıcağın etkisi iki kat artıyor. Güneş bir görünüyor, bir kayboluyor. Ama sıcak hep baki. Bu yıl da iyice bir sıcak sanki. 

Su inanılmaz ılıktı. Öyle ki ben ne Ege'de ne Akdeniz'de (örneğin yıllardır her yaz gittiğim Marmaris'te bile) bu kadar sıcak bir suya girdiğimi hatırlamıyorum. Bulutlu bir gökyüzü vardı ama su göl gibiydi. Durgun olduğu için yüzeyde biraz köpükler ve dal, birkaç naylon poşet gibi çer çöpler vardı ama yine de iyiydi. Denizdeyken, dağların üstünde toplanan simsiyah bulutları görmeye ve gök gürültüsünün sesini duymaya başlamıştım. Ben çıktıktan on dakika sonra da müthiş bir sağanak döktü zaten .Kumsal bir anda boşaldı, herkes evlere, dam altlarına kaçıştı. Bir günde dört mevsim; güneş, yağmur, şimşek, fırtına, hepsi peş peşe. 

Denizden koronavirüs bulaşır mı sorusu da zaman zaman aklıma gelmedi değil. Yani benim denize girdiğim yer zaten tenhaydı ama suyun içinde virüs yayılıyor mu yayılmıyor mu onu hala net olarak bilmiyoruz. (Bir de "beyin yiyen amip" çıktı. Neyse kendisi direkt sudan bulaşıyormuş, hiç değilse o kesin.) Zaten evden pek çıkmıyorum, denize de bir daha ne zaman giderim, onu da bilmiyorum. İnanılmaz bir verimsizlikle birbirini kovalayıp geçti, geçiyor günler... Deniz maceramdan kareleri instagram hikayelerimden silinmeden görebilirsiniz. 

Kitap siparişimden ve izlediğim filmlerden, gelecek yazılarda bahsedeceğim.

Sevgiler... 

Bir de buralardayım:
instagram.com/ofluoglumert
twitter.com/ofluoglumert 

SİNEMADA İKİ FİLM

Son günlerde sinemada iki filme gittim. İlki, The Substance. Yani Cevher. Bence mutlaka görülmesi gereken, ama son derece rahatsız edici bir...