Kendimi bildiğimden beri yazmaya yeteneğim ve ilgim var... Ama elbette önce okumaya. Kafa Dergi'nin eylül sayısı için hazırladığım, bu yaz beğendiğim ve beğenmediğim kitapları listelediğim "Kuma düşürdüğüm ve kuma attığım yaz kitapları" başlıklı dosyamdan önce, şu çok önem verdiğim kitap konusuna kitaplarımızın süsü olan ayraçlarla başlangıç yapayım dedim. Ayraç koleksiyonumdan en özel parçalara da dergimin ilk sayısında yer verdim. Ayraçlar da insan! Hikayelerine hep birlikte kulak verelim.
Kitaplar ve dergiler gibi ayraçlar da para harcamaktan çekinmediğim bir konu. Kitapçılarda, sahaflarda veya çeşitli mağazalarda görür görmez bayıldığım ayraçları alıyorum almasına ama sıra kitabın sayfaları arasına koymaya geldi mi kullanmaya kıyamıyorum. Kafa Dergi için böyle bir yazı hazırlamaya karar verdim de, onlar da çekmecedeki özel kutularından çıkmış oldular. Bu fotoğrafta gördüğünüz ayraçların hepsi bana en sevdiğim insanlardan hediye. Üstünde yelkenli ve araba kabartması olan tahta ayraçlarım da, bana "Şirinler" köyünü hatırlatan mantara yaslanmış yaşlı adamın olduğu ayraç da, bir melek bir şeytan olan komik Bart Simpson ayracı da, mektup açacağı gibi olan metal ayraç da -kısaca hepsi- çok güzel değiller mi sizce de? Kol saatim, gece lambam, aldığım aylık dergilerden yalnızca biri ve lisedeyken okuduğum en iyi seri "Millennium" kitaplarım eşliğinde... Yarattığı karakterlerin ve kendisinin efsaneleştiğini göremeyen Stieg Larsson'a selam olsun.
Yine sevenlerimin, bu sefer yurt dışından getirdikleri ayraçlar... Özellikle Avrupa'da gidip saatler geçirmek istediğim çok özel kitapçılar var, kafama listelediğim ("Kafa" da lanetli kelime oldu benim için, her kullandığımda aklıma dergi ve yazılacak yazılar geliyor!). Şu örtü gibi olan çiçekli ayraca da bakın hele! Gece ben uyurken Mona Lisa gibi beni izlediğini hissettiğim siyah beyaz baskılı ve diğer Kızılderili ayraç ise teyzemin kendine alıp kısa süre önce koleksiyonum için bana verdiği ayraçlar. Onlara gündüz bakmak en iyisi. Bana enfes bir müzik şöleni sunan Cowon J3 eşliğinde... La la la la!
Bu iki ayraç için başka hiçbir ayracın olmadığı özel bir kare yakalamak istedim. Tam da benim gibi bir kitap bağımlısına yetecek büyüklükte, eve girdiğinde hırsızın mücevher sanıp çalacağı türden iki ayraç. "Millennium" serisi lisedeyken okuduğum en iyi seriyse, çocukluğumun en iyi serileri de "Talihsiz Serüvenler Dizisi" ve "Ulysses Moore"dur. Henüz okumamış çocuklara ve çocuk kalmış büyüklere gerçek dünyada geçen fantastik bir macera olan "Ulysses Moore"u tavsiye ederim, özellikle de ilk altı kitabı -seriyi hâlâ devam ettiren kitaplarsa belki de benim lise dönemlerime denk geldiğinden, bana elli dokuzuncu sezona dek uzatılmış "Yaprak Dökümü" dizisinin verdiği tadı verdi. Yetişkinlere de seslenen on üç kitaplık "Talihsiz Serüvenler Dizisi" ise, sıkı durun, "Harry Potter"dan on kat daha iyi. Sessiz sedasız başarıya ulaşmış bir seri. Evet, sihir yok ama on üç kitap boyunca kelimenin tam anlamıyla sürükleyen bir macera var. Hayır, deli değilim.
Yazdığım hiçbir restoran, kafe, mağaza, kitabevi, otel adından reklam almadığımı ilk ve son kez belirterek -zaten ben eleştiri yapıyorum- bu ayraçları nereden aldığımı belirteyim, belki almak istersiniz diye. İstanbul insanlarını anlatan magnetli ayraçları gördüğünüz gibi yalnızca aldım, daha poşetinden bile çıkarmadım. İstanbul siluetleri olarak tek kutuda satılan ayraçlarıysa yan yana koyup manzara izliyorum. Kitap ayracı olarak kullanılamayacak ağırlıktalar ve tozlandıkları için her gün siliyorum. Birkaç yıl önce yanılmıyorsam, yirmi beş liraya almıştım. Biraz pahalı tabii, tasarım oldukları için. İki ayraç da İstanbul'daki "Kağıthane" mağazasından. Fotoğrafa sağ alttan dahil olmaya çalışan kadın çizimli ayraç ise Marmaris'e her gittiğimde uğradığım "Mona Titti Art"tan. Bu yazıya sığdıramadığım diğer ayraçlarımsa, belki koleksiyonum büyüdükçe yeni yazılarda karşınıza çıkar. Zaten bunlar koleksiyonumun en sevdiğim ayraçlarıydı. Sizin en sevdiğiniz ayraç hangisi oldu?
2009'DAN BERİ TELEVİZYON, KİTAP, EDEBİYAT, SEYAHAT, ŞEHİR, POPÜLER KÜLTÜR HAKKINDA YAZILAR VE HİKAYELER YAZAN BİR KAFADAN ÇIKAN SESLER... BLOG'UM 15 YAŞINDA!
24 Ağustos 2013 Cumartesi
20 Ağustos 2013 Salı
NEŞELİ BİR KİŞİLİĞİN ÇATI KATINDAKİ DÜNYASI!
Evin sahibi Nihan Karaali beni kocaman bir gülümsemeyle karşılıyor, elinde de küçük bir kavanoza koyduğu kendi yapımı ahududu reçeliyle. “Hayal dünyama hoş geldin!” dediği sesi apartmanda yankılanıyor. Galoş giyip içeri giriyorum. “Yeni internet siten hayırlı olsun, derginin birinci sayısına çıkmak heyecan verici. Eminim ilk siten gibi ikinci siten Kafa Dergi de samimiyetin ve çalışkanlığınla çok beğenilecektir.” Güzel dilekleri için teşekkürlerimi sunuyorum. “Önce röportaj mı yapacaksın yoksa fotoğrafları mı çekeceksin?” diye soruyor. İkisini eş zamanlı olarak yapsam olmaz mı acaba?
Trabzon'un ara
sokaklarından birinde, eski ve yeni binaların güzel-çirkin zıtlığı içinde
yükseliyor apartman... Nihan Hanım aile apartmanlarının çatı katındaki evine
2001 yılında taşınmış. En üst katta merdivenlerin bitim noktasında karşınıza
çıkan kapı onun terasına açılıyor, terastan da eve geçiş yapılıyor. Nihan Hanım
eskiden kitabevi ve kafe işletirken, şimdi dostlarını kendi evinde ağırlamayı
tercih ediyor. “Bu saatten sonra kafe işletmek gibi bir derdim yok açıkçası,
çünkü çok yorucu bir iş bu,” diye anlatmaya başlıyor. “İnsanlarla uğraşmak,
diğer çalışanlarla uğraşmak çok zor... Bence kafeye gelen insanlarla bir
derinlik, bir uyum yakalamak lazım. Çünkü eğer öyle bir şevk alırsanız
işinizden, daha başarılı olursunuz. Mesela ben eski işimde çok başarılı oldum,
nedeni de bu.” Eski işi neymiş acaba? “Kafe ve kitabevi işimden bahsediyorum.
Kitabevi işletmek, nasıl söylesem, çok farklı bir şeydir. İnsan orada hayal
dünyasını geliştirir. Kitapların içinde ne olduğunu merak edersin. Yani bir
yaşamın içine girersin. Kitabın sayfalarını karıştırırken o heyecanı
hissedersin.” Kitaplardaki büyülü çekicilikle tanışmanın yanı sıra farklı
eserler almak için ona danışan bir sürü değişik insanın olması bence çok
mutluluk verici bir şey. Düşüncemi paylaştığımda bana hak veriyor. “Evet, doğru
söylüyorsun. Kitabevime çok farklı insanlar geldi. 1996 yılında kapattım orayı.
Şimdilerde evimde küçük gruplara hizmet vermeyi planlıyorum. Beş kişilik yemek
grupları, samimi bir ortam çok iyi olur.” Nihan Hanım’ın gündemdeki projeleri
çok keyifli. Öyle bir şey olursa ilk müşterisi de ben olurum! “Peki, olur,”
diyor memnuniyetle.
Evin girişindeki
duvarda büyük harflerle adının ve soyadının baş harfleri asılı duruyor: N ve K.
Onları şehirdeki Osmanlı Bankası kapanırken oradan almış. Hikayesini
dinledikten sonra ilk fotoğrafını onun önünde çekiyorum.
Bu eve ikinci gelişim ve ilk seferinde göremediğim detayları keşfediyorum... Burası artık müze olmayı hak etmiyor mu? “Bir keresinde Vali Bey’in eşi geldi ve tarihi bölge olacağı için Ortahisar’la ilgili birtakım çalışmalardan bahsetti. Bu evi ortaya taşımayı önerdi. Eğer olursa benim için çok hoş bir şey olur. Uygun bir bina olursa düzenlemesini de benim yapmam koşuluyla, belki bahçe içinde bir yerde, yaşayan bir müze neden olmasın? Yani bir tarafı müze, bir tarafı kafe olabilir.” Kafeyi de işletmesinin çok hoş olacağını söylediğimde, yine anlattığı nedenleri sayıyor. Belki de haklıdır. Soğuk insanlarla iletişim içinde olmaya çalışmak çok zor, biliyorum!
Bu eve her geldiğimde fotoğrafını çekmediğim bir şeyler varmış gibi hissediyor, hiçbir objeyi atlamamak için yüzlerce poz çekiyorum. Ama dergi için ayıklama yapıp yirmilere düşürmem gerekiyor her defasında. Ne yapayım, evi anlatmak çok zor. O yüzden ben de fotoğraflara sığınıyorum. Fransız country, rustik, eklektik, vintage, İskandinav tarzı gibi tanımlamaları elimin tersiyle itip antika ve anılarla dolu bu ev tam olarak "nevi şahsına münhasır" kelimesini hak ediyor. Nihan Hanım’ın eğlenceli kişiliğinin doğal bir sonuç olarak elbette. Ben de detaylara dikkat eden biri olarak, içeri girdim mi hiç çıkasım gelmiyor.
Nihan Hanım’ın evinde çeşitli boyutlarda bir sürü obje, figür, eşya var. Aralarında hiç bazı kişisel eşyalarınızı kaybettiği oluyor mu? Mesela gözlüğünü bir yere koyup sonra bulamadığı zamanlar var mıdır? “Arayıp da bulamadığım şeyler bazen oluyor, ama düzgün bıraktığım için genelde böyle bir sorunum olmuyor,” diye yanıtlıyor sorumu.
Peki küçük bir figürü kaybolsa anlaşılır mı? Yüzlerce eşyanın arasında gözüne çarpar mı? “Anlaşılıyor,” diyor ev sahibi. Anlaşılıyor demek ki. Bir süre sonra göz alışınca, on eşya veya yüz eşya hiç fark etmiyor demek ki.
En sevdiği bölüm veya objeleri hangileri acaba? Klasik soruyu soruyorum. “Evin her tarafını zevkle döşedim,” diye yanıtlıyor. “Evin her yerinden zevk alıyorum, her yerin ve eşyanın bir anısı var. Masada oturup bir şeylerle uğraşmak, kitap okumak, çiçeklerimle ilgilenmek, müzik dinlemek burada yaptığım başlıca faaliyetler.” Eve girdiğimde çalmaya başlayan yabancı müzik dikkatimi çekmişti. Acaba sadece yabancı müzik mi dinliyor? “Yerli veya yabancı, hiç fark etmez.”
Yurt içine ve dışına seyahat etmeyi seven Nihan Hanım, bu seyahatleri sırasında o bölgelerin hediyelik eşyalarının yanı sıra hoşuna giden parçaları da toplamayı seviyor. Mesela salondaki masanın üstündeki ağaç parçasını da böyle bir seyahati sırasında yerden alıp, sonra bir arkadaşına üstüne çizim yaptırmış. Hem doğal hem ekonomik dedikleri bu olmalı! Hem de yaratıcı…
Spot ışıklarla aydınlattığı raflarda yer alan objelerin arasından geçerken, bir müzede yürüyormuş hissine kapılıyorsunuz. Benim burayı bir “müzEv” olarak tanımlama sebebim de bu. Gördüğünüz fotoğrafların çoğu evin küçük salonuna ait, bir de yatak odasında ve Nihan Hanım’ın ısrarı üzerine banyoda çektiğim fotoğraflar var. Zaten ev de sevimli kuzine sobanın etrafına kurulmuş gibi.
Teşekkür ediyorum Nihan Hanım’a, bu güzel evinin kapılarını açtığı için. Acaba onun Kafa okurlarına söylemek veya eklemek istediği bir şeyler var mı?
“Seni o kadar çok seviyorum ki bu röportajı yapmaktan büyük zevk aldım,” diye eve geldiğimde de yaptığı gibi güzel sözleriyle yanaklarımı kızartıyor. “Çok sıradışı ve özel birisin. Küçüklükten beri yazılarla, üretimlerle uğraşıyorsun. Çok güzel yerlere geleceğinden şüphem yok.” Ben de bir kez daha evini müzeleştirmesi gerektiğini söylüyorum. Sizi fotoğraflarla baş başa bırakıyorum. Dikkat edin de kaybolmayın. Veya kaybolun! Ne de olsa bu evde kaybolmak serbest!
Maison Française, Elle Decor ve InStyle Home gibi ev dergilerinde asla göremeyeceğiniz evler Kafa Dergi’nin ev ve dekorasyon bölümlerinde yer almaya devam edecek. Peki siz de kendi tarzını yakaladığını düşündüğünüz evinizi Kafa Dergi aracılığıyla bu işin meraklısı insanlarla buluşturmak ister misiniz? Dergiye çıkmasını istediğiniz evinizin, evinizin bir bölümünün veya bahçenizin farklı açılardan çekilmiş iki fotoğrafını, şehir adıyla birlikte kafadergi@gmail.com adresine göndermeniz yeterli. Olumlu veya olumsuz mutlaka bir geri dönüş alacaksınız.
9 Ağustos 2013 Cuma
TAYFUN PİRSELİMOĞLU "KİM"İN PEŞİNDE?
Yazar, yönetmen, senarist, ressam... Tayfun Pirselimoğlu. Sanatın hemen her disiplininde üreten biri. Özellikle son filmi "Saç" ile aldığı ödüller onu bir kez daha gündeme getirdi. Durmadı. Yeni filmi "Ben O Değilim"in çekimlerini çoktan tamamladı. Röportajımda yönetmen kimliğiyle sorularımı yanıtladı. Biri kimlik mi dedi? Onunla bu röportajımızda yeni filminin teması olan "kimlik" üzerine yanıtlanmadık soru bırakmadık. Bol ödüllü yönetmen Tayfun Pirselimoğlu yeni filmi öncesi Kafa'nın konuğu oldu, gelmişken derginin kurdelesini de kesti. Bakalım usta yönetmen bu sefer "kim"in peşinde?
Mert: Ödüllere doymayan filmler
çektiğinizi biliyoruz. Ama özellikle son filminiz “Saç”ın kazandığı başarı ve
aldığı ödüller “Ben O Değilim”den beklentilerin artmasına sizce sebep oldu mu
ve eğer olduysa, filmi çekerken bu sorumluluğu hissettiniz mi?
Tayfun Pirselimoğlu: Filmlerimi çekerken bir önceki filmin ya da daha önceki
filmlerin yolculuklarını düşünmüyorum. Her yeni iş yeni bir güzergah demek. Ben
de, geçmişle ilgili yaptıklarımdan çok gelecekle ilgili kafa yoruyorum. Bu yeni
bir sorumluluk oluyor tabii, ama geçmişin sıkıntılarından azade bir sorumluluk.
“Rıza”, “Pus” ve “Saç” ile “ölüm ve vicdan” üçlemenizi tamamladınız. Peki yeni filminizde izleyiciyi nasıl bir duyguyla karşılaştırmayı hedeflediniz?
Bu film daha öncekilerden farklı bir 'problemi' irdeliyor. Kimlik üzerine bir film. Bir başkası olma haliyle ilgili. İzleyicinin karşı karşıya kalacağı birinin diğeri olması hali ki, bu benim bütün işlerimde az çok kendisini belli eden bir leitmotiv'dir.
“Rıza”, “Pus” ve “Saç” ile “ölüm ve vicdan” üçlemenizi tamamladınız. Peki yeni filminizde izleyiciyi nasıl bir duyguyla karşılaştırmayı hedeflediniz?
Bu film daha öncekilerden farklı bir 'problemi' irdeliyor. Kimlik üzerine bir film. Bir başkası olma haliyle ilgili. İzleyicinin karşı karşıya kalacağı birinin diğeri olması hali ki, bu benim bütün işlerimde az çok kendisini belli eden bir leitmotiv'dir.
Sizin filmlerinizde bence çok özel
bir “cast" var. Hani düşünüyorum da bu rolü başka bir oyuncu hakkıyla
canlandırabilir miydi diye, alternatif bir oyuncu bulamıyorum. Merak
ettiğim şu: Oyuncular senaryoyu yazarken kafanızda şekilleniyor mu yoksa bu
tamamen senaryo yazımından sonra mı gerçekleşiyor? Bir de “cast”ı siz mi
belirliyorsunuz?
Cast'ı tabii ki ben belirliyorum. Bu daha senaryo yazma
aşamasında kafamda belirgin hale geliyor. Ancak bazen bu süreç sancılı oluyor
ve zaman alıyor. Çoğu zaman senaryo sırasında ana kimlikler belli oluyor,
yan karakterlerle ilgili daha sonra seçimler yapıyorum.
Bu filminizde oynayan Ercan Kesal,
“Saç”ın başrolündeki Nazan Kesal’ın eşi. Ercan Bey'i bu nedenle mi role seçtiniz yoksa tesadüf mü oldu?
Ercan Kesal'ı çok önceden tanıyorum. "Saç"ta da küçük bir
rolü vardı. Onun çok iyi bir oyuncu olduğunu biliyorum. Tercihim bu
yüzden.
Maryam Zaree‘yi radarınıza sokan ne
oldu? Zannediyorum bu film onun Türkiye’deki ilk oyunculuk deneyimi?
Maryam Zaree, İran asıllı bir Alman oyuncu. Filmdeki
karakterle ilgili ortak yapımcım Nikos Moustakas onu bana önerdiğinde oynadığı
filmleri izledim, sonra kendisiyle görüştüm ve öyle karar verdim. Bu rol daha
önce sözünü ettiğim şekilde pek olmadı. Yani yazım aşamasında sıkıntı çektim.
Ancak daha sonra onunla görüştükten sonra karar verdim. O da çok iyi bir oyuncu
ve Türkiye'deki ilk rolü. Daha önce başka ülkelerde çektiği filmleri var.
Müziksiz filmlerin ardından ilk defa
“Ben O Değilim”in teaser’ında, hem de çok çarpıcı ve melodik bir müzikle
karşılaşıyoruz. Bu Tayfun Pirselimoğlu sinemasında bir kırılma noktası mıdır?
Ve filmin içinde de müziğin devamını görebilecek miyiz?
Bu film müzik gerektiriyordu ve az da olsa kullandım.
Müzikleri Giorgos Koumendakis yaptı. Uluslararası ünlü bir müzisyen. Atina
Olimpiyatları'nın açılış ve kapanış müziklerini de o yapmıştı. Oda müziğinden,
elektronik müzikten orkestral müziğe kadar çok geniş bir yelpazede eserleri
var.
Bu filminiz de bir üçleme veya seri
mi olacak?
Yok, bu bir üçlemenin bir parçası değil. Sonraki filmim
farklı bir iş olacak.
Filminizin özetle başkasının kimliğini alan bir adamın hikayesini anlattığını biliyoruz. Biraz daha ipucu verebilir misiniz?
Filminizin özetle başkasının kimliğini alan bir adamın hikayesini anlattığını biliyoruz. Biraz daha ipucu verebilir misiniz?
Bir yemekhanede çalışan bir adamın aynı yerde çalışan bir
kadınla girdiği ilişki sonucu hayatının yön değiştirmesi diye özetlenebilecek
bir hikayesi var filmin. Kısaca özeti böyle. Daha önce de belirttiğim gibi 'bir
başkası olma' ve 'bir başkasına dönüşme' sorunsalını irdeliyor.
Filminizde kimlik sorununa nasıl bir
perspektiften baktınız?
Kimlik hikayesi hep kafamın içerisinde dönüp duran bir
konudur. Yazdığım hikayelerde de bunu işledim. Romanlarda da var. Aslında daha
önceki filmlerimde de izlerini takip edebilirsiniz. "Neden bir başkası olmak
isteriz? Bir başkası olmak ne anlama gelir? Ötekinin yerine geçmek ne demektir?"
diye uzayacak bir dizi soruyu barındıran uzun bir meseleden söz ediyorum.
Sizce kimliğini gizleyen birinin mi
yoksa kimliği uğruna çarpışan birinin mi hayatı daha zor olur?
İkisi de çok çetrefilli haller aslında; sahip çıkmak da,
gizlemek de derin ızdıraplar saklıyor. Bu insanlık tarihi boyunca bizi takip
etmiş bir sorun. Günümüzdeki tezahürleri daha da yakıcı.
Aslında günümüzde de insanlar
olmadıkları gibi görünme çabası ve sosyal medyada kendilerini daha farklı
gösterme çabası içindeler. Bu, çağın bir hastalığı mı?
Evet çağımızda 'kimlik' hiç olmadığı ölçüde kamunun ilgisine
mazhar olmuş durumda. Teknolojik gelişim kimlik sorununu da yeni bir şekilde
okumamızı gerektiriyor. Buna yeterince hazır ve hakim değiliz. Buna hiç kuşku
yok. Üstelik 'bir başkası olmak' çok daha kolaylaşmış ve sıradanlaşmış bir
halde. Buna bir de bu açıdan bakıp üzerine gitmek lazım.
Kafa Dergi'nin ilk konuğu
siz oldunuz. Filminiz hayırlı olsun diyerek, keyifle cevapladığınız sorular
için teşekkür ediyorum.
Ben çok teşekkür ediyorum.5 Ağustos 2013 Pazartesi
EN İYİ 7 KOMİK MARİLYN FİLMİ (SAHNELERLE ve REPLİKLERLE)
Kaçınız onun Altın Küre kazandığını biliyor, dürüst olun... Ağustos'un 5'i ünlü yıldız ve benim de gerçekten çok sevdiğim Marilyn Monroe'nun 51. ölüm yıldönümü. O gün geldiğinde herkes hâlâ gizemini koruyan ölümüyle ilgili atıp tutacak, klasik olarak her yıl yapıldığı gibi. Bense onun en popüler komedi filmlerini izleyerek kendi beğenime göre sıraya koydum; filmlerinden en sevdiğim sahneleri, replikleri ve müzikleri listeledim. Yani Marilyn'in belki de unutulan ya da çoğunluğu ilgilendirmeyen oyunculuğunu gündeme getirmek istedim. Marilyn Monroe adı yine karşınızda, ama bir farkla: Bu defa skandal yok. Yetenek var.
1 - Some Like It Hot (1959)
"Some Like It Hot" Marilyn Monroe'nun benim çok sevdiğim üç filminden biridir. Monroe'ya Tony Curtis ve Jack Lemmon'un eşlik ettiği bu bol kahkaha attıran film, 2000 yılında Amerikan Film Enstitüsü tarafından "Tüm Zamanların En İyi Amerikan Komedi Filmi" seçilmiştir. Monroe da "Komedi veya Müzikalde En İyi Kadın Oyuncu" dalında Altın Küre kazanmıştır. Bu film ülkemizde de "Bazıları Sıcak Sever" olarak en bilinen Marilyn filmidir. Marilyn bu filmde Sugar Kane adında, "ukulele" çalan bir şarkıcıyı canlandırıyor. Filmin konusuna gelince: Joe (Curtis) ve Jerry (Lemmon) iş arayan iki müzisyendir. İkili bir mafya çatışmasına şahit olunca kadın kılığına girip tamamı kızlardan oluşan ve Sugar'ın da aralarında bulunduğu bir orkestraya katılarak onlarla birlikte Florida'ya doğru trenle yola çıkarlar. Artık Josephine ve
Daphne olmuşlardır. Sugar Kane onlara aşkla ilgili hayallerini anlattıkça, Joe ona aşık olur. Daphne'ye ise Florida'da gittikleri otelde bir talih kuşu konmuştur: Zengin bir koca! Yukarıya bir fotoğraflarını eklemeden edemedim. Erkek olan Daphne bu gerçeği filmin sonunda kendisine aşık olan adama açıklayınca adam ona "Kimse mükemmel değildir!" der. Trende başını yatağının perdesinden çıkarıp koridora baktığı sahne aklıma ilk gelen sahne oldu. Gözlerinin önüne düşen açık sarı saçları ve rahat hareketleriyse bu filmdeki Marilyn'in en sevimli halleri.
2 - Bus Stop (1956)
Bo: Cherry?
Chérie: Efendim?
Bo: Sana yaptığım şey doğru değildi, sana öyle davranmak... Beni affedebilecek misin?
Chérie: Sanırım hayatımda daha kötü davranışlar da gördüm. Sanırım söylenecek tek söz bu.
Bo: Sana bol şans diliyorum, Cherry.
Chérie: Ben de Bo.
Bo: İşte eşarbın.
Chérie: İşte atkın.
Chérie onu affetmiştir bile, ama yüzüne bakmaya cesaret edemez çünkü onu gördüğü anda onu sevdiğiyle yüzleşecektir. Bu yüzden fotoğraflarda gördüğünüz kendinden geçmiş hareketleri yapar. O kadar tatlıdır ki! Ama duygusal diyalog sizi yanıltmasın, sonunda birlikte bir otobüs yolculuğuna çıkıp aşk yuvalarına gidiyorlar. Bu arada filmde çok kaliteli replikler var. Mesela bir diyaloglarında Chérie, ona ısrarla Cherry diyen Bo'ya her seferinde karşı çıkar ve adını Chérie olarak düzeltir. Bo sonunda, "Tek adın bu mu?" diye sorar ve günümüz genç kızlarının da zor durum için ceplerinde bulundurması gereken şu cevabı alır: "Tek ihtiyacın olan bu!"
3 - Let's Make Love (1960)
"Let's Make Love" favori üç Marilyn filmimin üçüncüsü. O kadar komik bir senaryosu var ki filmin, izlerken her defasında tekrar ve tekrar gülüyorum. Güzel Monroe'ya bu filmde dönemin jönlerinden Yves Montand eşlik ediyor. Ben Montand'ı bu filmde "Mad Men"den tanıdığımız Jon Hamm'e benzetiyorum, sizce de onu andırmıyor mu? Bu eğlenceli filmde Marilyn, Amanda diye bir müzikal oyuncusunu canlandırıyor. Oynadığı orta halli Broadway müzikali aslında taklitler ve taşlamalar içeren bir oyun. Taklidi yapılacak kişilerden biri de Jean-Marc Clement, yani Montand. Ünlü milyarder Clement bu oyundan haberdar olunca sinirlenerek provaları görmeye gidiyor. Gittiğinde karşısında mavi kazağı ve dudak uçuklatan figürleriyle "Boys! My name is Lolita!" diyen ve ardından "My Heart Belongs to Daddy" şarkısını söyleyen bir sarışın görünce haliyle yumuşuyor. Oradakiler onu Clement'a benzetince, zaten Clement olan Clement, Amanda'ya daha yakın olabilmek için kimsecikler bilmeden kendini oynamayı kabul ediyor. Tabii bu sır açığa çıkmaz mı? Marilyn'in cadde boyunca koştuğu sahne halk arasında dolaşmayı bilmeyen milyarder Clement'ı, üstüne bir de sokak çöpçüsünden azar işitince deli ediyor. Amanda'yı, Marilyn'i ve bizleri ise güldürüyor. Filmden seçtiğim eğlenceli bir diyalog:
Amanda: Onu gerçekten salak yerine koyacaklarmış.
Clement: Kimi?
Amanda: Clement'ı. Benzerliğinize hâlâ şaşıyorum. Tabii sen daha kibarsın.
Clement: Teşekkürler. Neden böyle düşünüyorsun?
Amanda: Onun tek yaptığı spor arabalarla hava atmak. Ya da kızlar tarafından dava edilmek.
Clement: Bu hoşuna gitmiyor mu?
Amanda: Doğru, ama o kadar parayla bu dünyada neler yapabileceğini düşününce... Keşke sen de kumpanyaya katılsaydın. Fransızca öğrenir, seninle pratik yapardım.
Clement: Üniversitede misin?
Amanda: Hayır, gece okulunda. Lise diplomamı alacağım.
Clement: Neden?
Amanda: Cahil olmaktan bıktım. Kimsenin ne dediğini anlamıyorum!
Clement: Shakespeare ve Yunan mitolojisi oynamak...
Amanda: Hayır! Ben en çok böyle müzikalleri severim.Marilyn'in "Specialization" ve "Let's Make Love" şarkıları da on numara!
4 - Gentlemen Prefer Blondes (1953)
Marilyn'in Lorelei Lee'yi canlandırdığı bu filmde kendisini yine bir şarkıcı olarak izliyoruz. Ona Doroty Shaw rolünde Jane Russell eşlik ediyor. En komik ve eğlenceli sahnelerin gemide geçtiği bu filmde Lorelei, saf ve zengin bir koca adayı bulmuş (Tommy Noonan, zengin aşık Gus Esmond'ı canlandırıyor) ama şimdi de onu elinde tutma derdinde. Bu uğurda yapamayacağı numara yok gibi.
Lorelei: Beni senin gibi erkekler bu hale getirdi. Beni birazcık sevseydin, başıma gelenleri bana karşı kullanmak yerine benim için üzülürdün! Başka kelime etme!
Gus: Bir şey demeyecektim.
İlk fotoğrafta Marilyn'de bir tuhaflık sezdiniz, ama garipliğin ne olduğunu bir türlü bulamıyor musunuz? Ben söyleyeyim: Lorelei bir iş çevirirken bulunmaması gereken bir kamaranın penceresine sıkışıp kalıyor ve yoldan geçen "tehlikeli kişi"ye çaktırmamak adına sanki onun yanında, ayaktaymış gibi bir örtüye sarınıyor. Ama aslında kafasının altında vücudu yok! Ben bu sahneye her seferinde saatlerce gülüyorum. Marilyn'in pembe kıyafeti içinde o meşhur "Diamonds Are a Girl's Best Friend" şarkısını söylediği sahne de tabii ki en iyi sahnelerden. Rihanna'nın "Diamonds"ından önce o vardı, ne sanmıştınız?
5 - The Seven Year Itch (1955)
Marilyn'in filmleri içinde "en güzel jeneriğe sahip film" olarak not düştüğüm "The Seven Year Itch" de "Yaz Bekarı" adıyla "Bazıları Sıcak Sever" gibi ülkemizde en bilinen Marilyn filmlerinden. Monroe "En İyi Yabancı Aktris" olarak BAFTA'ya aday olmuştur. Eşini ve oğlunu yaz için tatile yollayan Richard (Tom Ewell)'ın üst kat komşusunu oynayan Marilyn bu filmde sadece "kız" olarak geçiyor. Üst kattan alt kata bir domates düşürüp durumu komşusuna açıklamak için Richard'ın kapısını çaldığı sahneden şöyle bir diyalog alıntıladım:
Kız: Beni hatırlamadın mı? Yukarıdaki domates!
Richard: Tamam! Hadi ama, içeri gel domates!
Kız: Ölebilirdin! Herhalde ihmalkarlığım olurdu. Belki de bana dava açardın. Sen değil tabii, avukatın. Sen ölmüş olurdun.
Richard: Dava düşmüştür! Ne içmek istersin?
Anlaşılan kızla adamın aklı başka şeylerde. Bu arada metrodan
gelen esintinin kaldırımdaki havalandırmadan çıkıp Marilyn'in eteğini
kaldırdığı sahne sinema tarihinde Marilyn Monroe'nun simgesi haline
gelse de, filmde bu sahne kısa bir anla geçiştirilmiş. Hatta filmde öyle
görkemlice açılan bir etek de yok. Bu fotoğraflar sette çekilmiş
olabilir.
6 - How to Marry a Millionaire (1953)
"How to Marry a Millionaire" Monroe'nun başrolü Betty Grable ve Lauren Bacall gibi aktrislerle paylaştığı bir film, yani sade ve sadece Marilyn görüntüsü içermiyor. Ama kesinlikle çok eğlenceli ve başarılı bir film (baştaki anlamsız orkestra sahnesini saymazsak). Üç arkadaşın New York'ta lüks bir çatı katına taşınmalarını ve kendilerine üç erkek bulma çabalarını anlatıyor. Marilyn burada Pola adında sakar, gözlüklü, saf gibi görünen ama aklında yine mücevherler olan bir kadını canlandırıyor. Sağa sola çarpan, gözlüksüz görmeyen ama gözlük takmak istemeyen bir kadın rolünde de harika bir iş çıkarıyor. Pola kızlarla konuşurkenki bir diyalogu not ettim.
Pola: Kiminle olduğumu gördünüz mü?
Kız arkadaşı: Gördüm.
Pola: Neye benziyor?
Kız arkadaşı: Tek gözlü bir adam için çok hoş.
Pola: Tek gözü mü var?
Kız arkadaşı: Neden o şeyi takıyor sandın?
Pola: Biri onu yumrukladı sanmıştım!
Kız arkadaşı: Beraber olduğun kişiyi görene kadar neden gözlük takmıyorsun?
Pola: Gözlüklü kızlar hakkında ne derler bilirsiniz...
Sahi, acaba o dönem New York'unda gözlüklü kızlar için ne deniyordu da senarist böyle bir replik yazmaya karar vermiştir?
7 - There's No Business Like Show Business (1954)
Ethel Merman, Donald O'Connor, Dan Dailey, Mitzi Gaynor ve Johnie Ray gibi isimlerle Marilyn Monroe bu eğlenceli kadronun içinde, bir aile öyküsünde yer alıyor. Bol dans, bol şarkı... Listedeki filmlerin içinde en katıksız müzikal olan film Monroe eksenli olmadığından fotoğraftakiler dışında çarpıcı diyebileceğim bir Marilyn sahnesi de içermiyor. Ama sanırım alttaki görüntü yeterli olacaktır.
Not: Marilyn Monroe'nun yalnız komedi filmlerinde değil gerilim filmlerinde de müthiş bir oyunculuk sergilediğini kanıtlayan "Don't Bother to Knock", yine gerilim ve kara film türünde onu bir numaraya yükselten "Niagara", duygusal bir western filminin altından da başarıyla kalkabileceğini ispatlayan "River of No Return" gibi daha pek çok başarılı filmi var. Ama ben ölüm yıldönümünde onun sadece komedi filmlerine yer vermeyi ve özel hayatından hiç bahsetmemeyi tercih ettim, bu nedenle örneğin tamamlanmamış komedi filmi "Something's Got to Give"i de listeye eklemedim. Bir de yayımlamadan bir gün önce bir aksilik oldu ve dosyam silindi, ben de yedi saatte yeniden yazmak zorunda kaldım. Şimdi biri boynuma sopayla vurmuş gibi hissediyorum, sırtımda karıncalar dolanıyor, gözlerim zaten ekrana bakmaktan kıpkırmızı olmuş; ama başladığım işi bitirmenin mutluluğu içindeyim. Filmleri defalarca izlememe rağmen bu yazım için baştan sona izlemiştim. Monroe'nun kimi filmi renkli kimi filmi siyah beyaz kimi filmi sonradan renklendirilmiş... Bu nedenle fotoğraflar da her telden. Hiç bilgi yanlışı yapmamaya gayret gösterdiğim ve çok emek harcayarak (ikinci kez yazdığım) bu yazımı umarım beğenmişsinizdir. Yakın zamanda başka bir Marilyn lisesinde görüşmek üzere...
Tavsiye: "The Marilyn Collection"ı meraklısıysanız mutlaka alın. Oyuncunun en popüler filmlerini (ama hepsini değil) içeren harika bir film seti.
Tavsiye: "The Marilyn Collection"ı meraklısıysanız mutlaka alın. Oyuncunun en popüler filmlerini (ama hepsini değil) içeren harika bir film seti.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
SİNEMADA İKİ FİLM
Son günlerde sinemada iki filme gittim. İlki, The Substance. Yani Cevher. Bence mutlaka görülmesi gereken, ama son derece rahatsız edici bir...
-
Şimdi sizleri Trabzon'a götürüyorum... En sık gittiğim altı harika kafeye... Gerek menüleriyle gerek atmosferleriyle muhteşem mekanla...
-
Bu yazı blog taslaklarında tam bir yıldır bekliyor. Elbette yarım bir şekilde, tamamlanmayı bekliyor. Ben güya bir yıl önce, 2015 yazınd...
-
Her sezon iddialı projelerle evlerimize konuk olan Bennu Yıldırımlar’la, "Buluşma Yeri" adlı oyununun bu sezonki son gösterimin...