KONU: Trabzon'un Bozbalık Köyü'nde doğan Ece’nin çocukluğu, annesi onu doğururken öldüğü ve babası başka bir kadınla evlendiği için çok kötü geçmiştir. Ece on yaşına geldiğinde, üvey annesinin hamile olduğunu öğrenir ve İstanbul’daki teyzesinin yanına taşınır. Şimdi yirmi sekiz yaşında, yakında yeni kitabını çıkaracak olan tanınmış bir yazardır. Eski hayatını tamamen geride bırakmayı başarmıştır ve hiçbir şeyin bunu bozmasına izin vermez. Ta ki, yıllardan beri hiç iletişim kurmadığı babasının kaybolduğunu öğrenene dek. Artık herkesten, kendisinden bile sakladığı geçmişiyle yüzleşmek zorundadır.
"On sekiz yıl, tam on sekiz yıl olmuştu… Şimdi bu telefon da neyin nesi oluyordu? Hal hatır sormak, hatta selamlaşmak bile yoktu. Ece bir felaket haberi alacağından emin, 'Seni dinliyorum,' dedi."
Ece Duman, yazmaya başlaması gerektiğini
hatırlatırcasına beyaz ekranda yanıp sönmekte olan imlecin sabırsızlığı
karşısında yine kayıtsız kaldı. O gün bilmem kaçıncı kez kar gibi beyaz olan
Microsoft Word sayfasını açmış, sanki ilham kendiliğinden gelecekmiş gibi
ekranla bakışıp duruyordu. Her şey ne saçma bir hal almıştı. Yayınevi kitabın
ilk taslağını ocakta bekliyordu. Ne var ki bunu bilmek, baskı altında
hissetmesinden başka hiçbir işe yaramıyordu. Adı Hayatını Renklendirmeyi Unutan Adam olan üçüncü kitabında, elli
yaşlarında bir ressamın, hem aile hem aşk hayatında bocalamasını ve sonu
intihara giden yaşamöyküsünü anlatacaktı. Üstelik bu sefer çoksatanlara girmesi
gerekiyordu ama içinde en ufak bir yazma arzusu bile yokken bunu başarıp
başaramayacağı şüpheliydi.
Umutsuzca
bilgisayarın başından kalktı ve pencere kenarında duran kırmızı koltuğa yerleşip
sokaktaki telaşı izlemeye koyuldu. Saat iki buçuk olmasına rağmen yollarda daha
şimdiden iş dönüşü trafiği oluşmaya başlamıştı. Yayınevinin ofisi Taksim’de,
İstiklal Caddesi’nde daha birçok yayınevinin yan yana, alt alta sıralandığı bir
ara sokakta, üç katlı daracık bir apartmanın ikinci katında, Tarlabaşı
manzaralı evden bozma bir dairedeydi. Alt katında bir başka yayınevinin ofisi,
üst katında ise pek rağbet görmeyen bir oyunculuk ajansı bulunuyordu.
Ece tam
masasına geri dönecekken oda kapısı hafifçe tıklatılarak açıldı ve kapı aralığında
elinde tuttuğu iki kahve kupasıyla Kerem göründü. "Biraz mola. Sana kahve
getirdim."
"Yazmıyordum. Bu ödül hakkım değil."
Kerem bir
süre durup düşündü. “Bak ne diyeceğim. İstersen şimdi çık ve romana evde devam
et. Zaten halam diğerleriyle birlikte depoya gitti. Bir tek Asena burada.
Birazdan onu yollayıp ben de çıkarım.”
"O kıza tek
başına tahammül edebilecek misin?"
"Sanırım."
"Geri
çevrilecek bir teklif değil bu o halde.” Ece askılığa gidip trençkotunu eline
aldı. “Ha, bu arada, akşam yedide bekliyorum. Geçen seferki gibi halanı önden
yollayıp da bir saat sonra peşinden gelme sakın. Geç kalırsan hiç acımam, yemekleri
biz yeriz, sen de pizza söylemek zorunda kalırsın, ona göre."
Sofrayı bir kez daha kontrol etmeye karar verdi.
Masadaki örtü tertemizdi. Tabakları ve bardakları tam sayıya göre ayarlamıştı.
Tuzluk biberlik yerindeydi. Bıçaklarda eksiklik yoktu. Domates çorbası için
hazırladığı ekmekleri misafirleri gelince kızartacaktı. Kaşarı çoktan
rendelemişti. Soslu tavuğu fırındaydı. Pilavla aynı tabakta servis etmeyi
düşünüyordu. Yemekten sonrası için tatlı –büyük ihtimalle eli alışık olduğundan
krem karamel– da yapacaktı ama Kerem mesaj atarak gelirken baklava getireceğini
bildirince buna gerek kalmamıştı.
Ece hızla
odasına geçip giyinme işini halletti. Hem rahat hem şık olacak şekilde,
arkasında beyaz kurdeleleri olan mavi bir ev elbisesi giydi. Saçlarını nasıl
toplayacağını düşünürken kapı çaldı. Oldukları gibi bırakıp açmaya gitti. Misafirleri
gelmişti, Kerem Çağdaş’ın elindeki tatlı paketini alıp, doğrudan masaya buyur
etti onları. Biraz sonra kaseler çorbayla dolmuş, yemek başlamıştı.
“Bugün
ofiste neden keyifsizdin? Yazma çalışmaları iyi gitmiyor mu?”
Kerem’in
sorusu yayından fırlatılan bir ok kadar hızlı gelmişti. Ece derin bir nefes
aldı ve “Aslında daha çalışmalar başlamadı bile,” diye itiraf etti. “Elimde
romanın adı var sadece. O kadar.”
“Yapma,”
dedi Kerem. “Seni engelleyen hiçbir şey yok, bence tek derdimiz senin bir türlü
kitaba odaklanamaman. Ayrıca yayınevindeki iş yükünü de azalttım, sosyal medya
güncellemelerini olduğu gibi Asena’ya verdim, biliyorsun. Artık tamamen kitaba
yoğunlaş. Hatta istiyorsan yayınevine gelmeyip evde yaz, değil mi hala?”
“Bari yemekte iş konuşmayalım çocuklar, çok
rica ediyorum,” dedi Ayla. Dizlerine peçete sermişti ve tek derdi çorbayı
üstüne dökmeden yemeyi başarmakmış gibi bir hali vardı.
“Bir
dakika…” dedi Ece. Bakışları Kerem’e kilitlenmişti. “Ben internetteki paylaşımları
senin yaptığını sanıyordum. Bana öyle demiştin.”
“Başta
öyleydi ama altından kalkamayınca Asena’yı görevlendirdim.”
Ece’nin şaşkınlığı
yüzünden okunuyordu. “Koca bir markayı ona teslim ettiğine inanamıyorum Kerem.
İnanamıyorum. O kıza nasıl güvenirsin?”
Asena
Bülbül üç buçuk ay önce yazı işleri asistanı olarak işe aldıkları elemandı. Kerem
onu işe alım sürecinde Ece’ye danışmış, Ece de estetik operasyonla büyütülmüş
memeler dışında Asena’da başka hiçbir şey görememişti. Ama kız okuldan yeni
mezun olduğunu ve iş bulamadığını itiraf edince, Kerem ona ertesi gün gelip
çalışmaya başlamasını söylemişti. Ne var ki daha ilk günden pişman olmuşlardı.
Asena hiçbir işi doğru dürüst beceremediği gibi, haddi olmayan konularda ileri geri
konuşmak dışında bir eylemde bulunduğu da yoktu. Diğer çalışanlar da onu bir
türlü benimseyememişlerdi.
“Ben… Şey…
Aaa, bu akşam senin dizin yok muydu hala? Hadi bir an önce yiyelim de
televizyonun karşısına yerleşelim!” Kerem konuyu değiştirmeye çalışıyordu. Ama
sevgilisinin sözü bitmeden konuyu kapatmayacağı gerçeğini hiçe sayması büsbütün
aptallıktı. Kerem bu aptallığı yaptı.
“Kız
malumatfuruşun teki! Güya yayınevine layık olduğunu kanıtlamaya çalışıyor ama aslında
yaptığı tek şey rol kesmek. Ona bilgisayar verdiğinde sana ne kadar kızdığımı
hatırlasana Kerem… Hala da kızgınım çünkü bence tüm gün Facebook’ta gezinip
duruyor. Hele şimdi sosyal medya paylaşımlarımızı da ona verdiysen, bu bahaneyle
internetten hiç çıkmayacak, gör bak.” Ece çorbasını kaşıkla doldurdu, tam
ağzına götürüyordu ki vazgeçip konuşmasına devam etti. “Ya kız haftalık toplantılara
bile bir misafirmiş gibi katılıyor. Ayrıca her nedense arkamızdan dedikodumuzu
yapıyormuş gibi hissediyorum."
"Bak buna
ben de katılıyorum,” dedi Ayla, çorbayı üstün başarıyla yiyip bitirdiği için
kendiyle gurur duyarak. “Çaycı Atakan var ya hani, işte o, bu Asena dümbeleğini,
yeni stajyer çocuğa benim giydiğim gömleklerin ellilerden kalma olduğunu söylerken
yakalamış! Şu densize bakar mısınız hele? Ben her daim şık giyinirim.”
"Pek tabii
hala,” dedi Kerem hemencecik. “Neyse şimdi o kızı boş verelim Allah aşkına. Ben
o konuyu tekrar gözden geçireceğim Ece. En son senin kitapta kalmıştık…”
Ece ikna
olmamıştı ama Ayla Hala’nın yanında daha fazla uzatmak istemedi. “Aralığın
sonuna kadar yazıp bitirebilecek miyim, emin değilim,” dedi sıkıntı içinde. “Bir
yandan da Turgut Amca’nın gözünden düşme endişesi var tabii.”
"Ah, kuzum,
aylardan ekim olmuş, Turgut daha ağustosun kitaplarını editleyemedi, sen rahat
ol,” dedi Ayla, elini havada sallayarak. “Hiç baskı altında hissetmene gerek
yok. Ben eminim, sen yine harika bir roman çıkaracaksın ortaya, gör bak."
“Hala, beni
ne kadar rahatlattığını bilemezsin!” dedi Ece. Böylece konu değişti ve üç
yayıncı kelimenin tam anlamıyla her şey hakkında sohbet ederek harika bir yemek
yediler. Saat dokuz olduğunda masadan kalkıp televizyonun karşısına geçmiştiler.
Ayla’nın dizisi reklama girmişti ki telefon çaldı. Üçü de birbirinin suratına
baktı. Bu yüzyılda, akşamın onunda, ev telefonundan kim arayabilirdi ki? Ece ahizeyi
merakla kaldırdı, “Alo?” bile demeye fırsat bulamadan karşı taraf konuştu.
“Ece? Kızım
ben Hasan Amcan…”
Ece bir
anda müthiş bir şekilde heyecanlandı, olduğu yerde donakalmıştı. “Amca?” dedi
şaşkınlık içinde.
“Evet,
kızım, benim. Sana bir haber vereceğim Ece.”
On sekiz
yıl, tam on sekiz yıl olmuştu… Şimdi bu telefon da neyin nesi oluyordu? Hal
hatır sormak, hatta selamlaşmak bile yoktu. Ece bir felaket haberi alacağından
emin, “Seni dinliyorum,” dedi.
“Baban,
Kadir, kayboldu kızım…”
Kerem ve
Ayla, Ece’nin yüz ifadesinin nasıl da birden değiştiğini, renginin nasıl da anında
solduğunu gördüler.
“Ne demek
babam kayboldu?”
“Günlerdir
yok. Eve dönmedi. Çocuklar perişan.”
“Çocuklar?”
“Ah, kızım,
senin hiçbir şeyden haberin yok tabii. Babanın dört tane çocuğu oldu o
kadından. En büyükleri Nilgün, on yedi yaşında. Hani sen gitmiştin ya, Münevver
hamileydi, işte o.”
Ece daha
fazlasını duymak istemiyordu. Tahammülü yoktu. Telefonu yüzüne kapatacaktı. Ama
merakı ağır bastı. “Münevver nerede peki?” diye sordu.
“O da yok,
kızım. O da yok ama sen siktir et şimdi Münevver’i. Baban kayıp diyorum. Atla
gel.”
---
Ece atladı gitti. Amcasıyla Trabzon havalimanında
buluşmak üzere sözlendiğine pişman olmuştu, yıllardır aklına her düştüğünde
öfkeyle andığı babasının başına ne geldiği aslında umurunda bile değildi, ama o
sabah uçağın cam kenarında otururken bunları düşünmek için çok geçti. Onu
harekete geçiren tek şey kabaran merakı ve çocuklardı. Amcası, babasının
çocuklarından bahsetmişti. Hasan Kara’yla hararetli saatler geçireceğini
şimdiden tahmin edebiliyordu.
Trabzon
aşağıda, kıyı şeridi boyunca bir inci gerdanlık kadar zarif uzanıyordu. Ne var
ki Ece’nin tepeden gördüğü Trabzon’un çocukluğundan hatırladığı görüntüyle
uzaktan yakından hiçbir alakası yoktu. Bir zamanlar şehrin can deposu olan
ormanlarla kaplı yemyeşil dağlara artık gri binaların egemenliği hakimdi, en
uzak köylere bile yüksek apartmanlar dikilmişti. Ece çocukluğunda kısa bir
dönem gittiği resim kursunun sarı binasını hemen tanıdı. Eskiden deniz
kenarında olan bina şimdi denizden metrelerce içeride kalmış, önüne küçük
alışveriş merkezleri yapılmış, şehirlerarası yollar döşenmişti. Yıllar önce
dalgaların çarptığı kıyılardan artık arabalar geçiyordu. Deniz acımasızca
doldurulmuştu ve görünen o ki iş makineleri hala mesaideydi. Ece denize girdiği
plajı ve balıkçı barınaklarını da aradı ama bulamadı. Yokluğunda Trabzon’da
epey değişim olmuş gibi görünüyordu. Bu duruma üzülmeden edemedi.
Uçaktan
inince doğrudan havaalanındaki kafeteryalardan birine gidip oturdu. Bu, hiçbir
el bagajı dahi olmadan yaptığı ilk –ve muhtemelen son– yolculuktu. Amcasıyla
konuşacak, sonra da yer bulduğu ilk uçakla İstanbul’a geri dönecekti. Onu
beklerken biraz heyecanlı, biraz gergindi. Ismarladığı kahvesini bile doğru
dürüst içemiyordu. Az sonra arkasından bir sesin “Ece?” dediğini duydu. “Kızım
sen misin?”
Ece
oturduğu sandalyeden kalkıp baktı. Başını sallarken gözleri yaşlarla dolmuştu
bile. Sarıldıktan sonra oturdular, ama on sekiz yıldır görüşmeyen amca-yeğen
sarılmasına hiç benzemiyordu bu, içinde hasret yoktu. Daha çok, yıllar önce
aynı işte çalışan iki kişinin mesafeli selamlaşması gibiydi.
“Kızım…”
dedi Hasan. Ece bu kelimeyi ondan en son duyduğunda on yaşındaydı. Hiçbir zaman
evlenmemiş olan amcası ona her zaman kızı gibi davranmıştı, hatta ona kendi
babasından bile daha yakındı. “Sensiz geçen onca yıl…” Ece hiçbir şey
söylemedi. Amcası ne kadar da yaşlanmıştı, şimdi altmış sekiz yaşında
olmalıydı. Saçları bembeyazdı. Kiloluydu. “Baban, Kadir, bir gün geri
döneceğini bilerek yaşadı…” Ece bekledi. “Yıllar içinde o Münevver cadısı,
zavallının adeta kanını emdi…” Ece dikkatle dinledi. “Allah’ın cezası kadın…”
Ece çok dikkatle dinledi. “Baban onun yüzünden bir sürü borca girdi…” Ece her
bir kelimenin ne anlama geldiğini düşünerek dinledi. “Köydeki neredeyse herkese
borcu vardı…” Ece gözlerinin içine baktı. “Boğazına kadar borç içindeydi…”
“Ne demek
istiyorsun amca? Lütfen daha açık konuş.”
Hasan
başıyla onayladı. “Arıcılıkta yaz sonu sezonun da sonu sayılır, biliyorsun. Baban
o gün bana gelecekti. Bu yılki gelirimizi konuşacak, ilaç firmalarıyla olan
muhasebe hesaplarımıza, dosyalara bakacaktık.”
Ece
sessizce iç çekti. Başını sallayarak dinlediğini gösterdi ama bir kez daha hangi
akılla işi gücü bırakıp taksiye biner gibi uçakla Trabzon’a geldiğini
sorgulamaya başlamıştı.
“Geçen salı
günüydü, Kadir’i sabah sekizde bekliyordum. Bilirsin, ikimiz de erkenciyizdir.
Ama baban gecikti, meğerse arabası bozulmuş. Bana yürüyerek geldiğinde sekizi
çeyrek geçiyordu. Bu bozulma işinin kaybolmasıyla direkt bir ilgisi yok. Ama
çok önemli bir detay, göreceksin.”
Hasan
kendine bir çay söyledikten sonra devam etti.
“Gün boyu
hesaplarla uğraştık. Hasılatımız iyiydi ama önceki yıla göre küçük bir azalma
vardı. Paylarımıza düşen parayı bölüştük. Kadir çok sıkıntılıydı. Bu para bile
borçlarının tamamını ödeyebilmesine yetmiyordu. Ben ona destek olacağımı, bu
kadar stres yapmaması gerektiğini söyledim, ama o kafasında kurdukça kuruyordu.
Akşam yemeğini bende yedikten sonra, saat yedilerde gitti.”
Hasan
garsonun önüne bıraktığı çaya kibarca teşekkür ederek konuşmasına devam etti.
"Gece geç vakitte,
yanılmıyorsam on bir sularında, Nilgün aradı, babasının eve dönmediğini söyledi.
Ben saatler önce benden çıktığını, nerede olduğunu bilmediğimi söyledim ama
fazla üstünde durmaması gerektiğini de belirttim. Kadir’in kafa dağıtmak için
kahveye gitmiş, orada sızmış olabileceğini söyleyerek onu panik yapacak bir şey
olmadığına ikna ettim. O da buna ihtimal vermiş gibiydi. Telefonu kapattı. Ertesi
sabah saat onda yine beni aradı. Kadir hala eve dönmemişti.”
Hikaye
Ece’yi yavaş yavaş içine çekmeye başlıyordu. “Sonra?” diye sordu.
“Baban o gün kayboldu kızım. Mehmet
–Nilgün’den iki yaş küçük olan kardeşin– ve ben, soluğu hemen jandarmada aldık.
Köyde hummalı bir arama çalışması başladı. Tam bir hafta boyunca Kadir’i
aradık. Ama ona dair en ufak bir iz bile bulunamadı.”
Ece dehşete
düşmüştü. “O zaman…” diye kekeledi. “Yani tüm bunlar… Babam öldü mü?” Bunu der
demez elini ağzına götürdü.
Hasan cevap
vermeden önce soğukkanlılıkla çayından bir yudum aldı. “Başta ben de senin gibi
düşündüm.” Bir yudum daha. “Belki ayı saldırdı, belki bir çukura düştü ve
kurtarılmayı bekliyor diye.” Bir yudum daha. “Ama düşündükçe bunun saçma, hatta
neredeyse olanaksız olduğuna karar verdim.” Bir an duraksadı. Dramatik etkiyi
yükseltmek için bekledikten sonra, “Bence Kadir kaçtı,” dedi. “Herkesi, her
şeyi bırakıp kaçtı. Tıpkı o deli karısı gibi. Çocuklarını düşünmeden firar
etti.” Sonra çayı bitti, kendine yeni bir çay söyledi.
“Amca sen
neler söylüyorsun?” dedi Ece hayretle. Konuşma başladığından beri kahvesinden
tek bir yudum bile almamıştı. Şimdiye kadar buz gibi olmuş olmalıydı. “Bunun
oluru var mı ki Allah aşkına?”
“Jandarma
köyün altını üstüne getirdi be kızım, biz de öyle. Biz de onlarla aramaya
katıldık. Her eve girdik, kuyulara indik, ahırları, odunlukları, depoları
didikledik. Sana yemin ederim ki her taşın altını aradık. Girilmedik ne bir
kulübe ne bir baraka bıraktık. En sığ yerinden en derin suyuna derelere girdik.
Günlerce, günlerce Kadir’i aradık ama ona ait hiçbir şey bulamadık.”
“Yapmayın
amca,” dedi Ece yalvarırcasına. O ana dek başına ne iş geldiğini umursamadığı
babasından ilk defa endişelenmeye başlamıştı. “Başına köyün dışında bir şey
gelmiş olamaz mı?”
“İşte tam
da burada sana ilk olarak anlattığım konu devreye giriyor. Eğer dediğin gibi olsaydı,
arabası bozuk olduğundan, Kadir’in köye minibüsle ya da yürüyerek inmesi
gerekirdi ve biri onu mutlaka görürdü. Ama hiçbir görgü tanığı yok. Adam sanki
yer yarıldı da içine girdi!”
“Peki, ama
madem arabası bozuktu, o zaman nasıl kaçtı?”
Hasan Kara
ellerini iki yana açtı.
“Emin
değilim. Ama babanı tanıyorsun, avucunun içi gibi bilir Bozbalık’ı. Biz onu çok
zıt bir yerde ararken o da o sırada ormanın içinden geçerek köyden çıkmış
olabilir. Zira benim aklıma başka bir ihtimal gelmiyor."
Sessizlik.
“Baban bir yanlışın esiri olup senin hayatını mahvettiği
için çok üzgündü Ece. Şimdiki aklı olsa böyle bir şeyi asla yapmayacağını
söyleyip dururdu bana. Ama annenin seni doğururken ölmesi onda derin bir
çaresizliğe yol açmıştı. Seni yıllarca tek başıma büyütmeye çalıştıysa da,
artık dayanamıyordu. Münevver’le sırf bu yüzden evlendi. Sen altı yedi
yaşlarındaydın, değil mi? O kadınla aranda daha başından beri bir soğukluk
vardı. Biz babanla geçer sandık, ama geçmedi. Bu huzursuzluğun büyümemesi,
Münevver’in sana kendi çocuğuymuş gibi şefkat göstermesi ve senin de ona
saygılı davranman için elinden geleni yapmaya çalıştı Kadir. Derken, hiç
beklemediği bir anda, hatta Kadir boşanmayı bile düşünmeye başlamışken, o
hamile kaldı.”
“Ne?” dedi
Ece şaşkınlıkla. “Babam ondan boşanacak mıydı?”
Hasan üzgün
bir şekilde başını salladı. Bunu söylemek için çok geçti artık, o yüzden
üstünde durmadan anlatmaya devam etti. “Sen bu durumu öğrenince, üvey annenden
doğacak olan bir üvey kardeşi kabullenemedin. Haklıydın, sen de çocuktun ne de
olsa. Daha on yaşındayken İstanbul’daki teyzen seni yanına aldı. Baban da işte
cahil, Münevver’in kışkırtmalarına kanarak, senin elinden uçup gitmene izin
verdi. Teyzenin seni almasına müsaade ederek çok büyük bir yanlış yaptı. Beni
de affet kızım, ne olur. Buna engel olamadığım için beni de affet…”
Ece acı acı
gülümsedi.
“Babanın aklında
hep sen vardın. Üstelik Münevver’in aklı da onda değilmiş. Küçük kızı Melek’i
doğurduktan sonra bir gece aniden evi terk etti. İlk başta hepimiz bunun geçici
bir gidiş olduğunu düşündük ama o bir daha geri dönmedi. Aslında bunun
nedenleri var: O kadın, babanla parası için evlenmiş. Evlenme teklifini de,
köyde arsaları var diye kabul etmiş. Yani bu bizim Kadir’le olan düşüncemiz,
zaten onun ne kadar paragöz biri olduğu aşikâr. Ama yıllar içinde baban onun
sonu gelmeyen isteklerine ve çocukların okul masraflarına para yetiştiremeyince
arsalarını satmak zorunda kaldı. Hatta köylüye borçlandı. Artık ondan
alabileceği hiçbir şey kalmadığını anlayınca Münevver babanı, çocukları, evini
bırakıp kaçtı. Zaten Melek’e hamileliğinden beri yeni yeni icatlar çıkarmış, içki
ve sigaraya başlamış, iyice sorumsuzlaşmıştı.”
Ece büyük
bir şaşkınlıkla dinliyordu. Oysa o bunca yıldır babasının Münevver’le mutlu
mesut yaşadığını sanıyordu.
“Dört
çocuğu oldu babanın, kulağa ne garip geliyor değil mi? En büyükleri Nilgün, on
yedi yaşında. Mehmet on beşinde. Bora onunda, Melek de altısında. Nilgün ile
Mehmet annelerini tanıyor, Bora da onu hatırladığını söylüyor ama Melek'in
annesinden haberi yok. Belki de sırf bu yüzden en şanslıları o. Gerçi annesi
ona hamileyken sigara ve içki içti diye, yani bence bunlardan dolayı,
doğduğundan beri biraz kendi âleminde Melek. Biraz saf. Ama an gelir öyle bir
şey der ki, seni bile şaşırtır!”
Hasan sustu
ve kendine yeni bir çay söyledi. Anlatacakları bitmiş gibiydi. Ece doğru
anlayıp anlamadığından emin olmak için kafasına takılan bazı yerleri ona
tekrarlattıktan sonra, “Peki şimdi ne olacak?” dedi. “Yani… Eğer babamın ölüsü
bulunursa… O çocuklar… Bir başlarına mı…”
“Ben her
zaman onların yanında olacağım, kızım,” dedi Hasan. “Ama elbette ben artık o
senin bıraktığın dinç adam değilim. Yaşlandım ve her geçen gün daha da
yaşlanıyorum.”
Ece ne
diyeceğini bilemiyordu.
“Onlarla
tanışmak ister misin?” diye sordu Hasan aniden.
Bu Ece için
çok daha aniydi. “Ben…”
“İyi bir
aile değil onlarınki Ece. İyi bir kardeşlik duyguları yok. Bunun için onlara
kızamayız, çünkü Münevver gibi bir anneyle büyüdüler. Münevver’in ne bok
olduğunu senden iyi kimse bilemez, değil mi?”
Ece
sessizce başını salladı. Münevver’i ondan iyi kimse tanıyamazdı.
"Şimdi eğer
İstanbul’a gideceksen git, sana engel olacak değilim," diye devam etti Hasan. "Ama
bir düşün. Bozbalık’a gelip kardeşlerinle tanışabilirsin. Senin gibi güzel
kalbi olan birinin onlara kardeş olduklarını hatırlatması gerek." Duraksadı. "Sen
de onların kardeşisin, belki bunu kendine de hatırlatmalısın."
DEVAMI HAFTAYA...
Yazan: Mert Ofluoğlu