31 Ağustos 2015 Pazartesi

BU DÜNYA KING'E DE KALMAZ...


Hepinizin –daha doğrusu meraklılarının ve ilgilenenlerinin– bildiği üzere Millennium serisinin dördüncü kitabı olan "Örümcek Ağındaki Kız" tüm dünyada 27 Ağustos tarihinde satışa çıktı. Bizde Pegasus Yayınları’nın yayımlayacağı kitabın da 27 Ağustos’ta tüm dünyayla eş zamanlı olarak çıkacağı duyurulmuştu (hatta yayınevinin sözcüsü bunu ta kıştan beri her fırsatta dile getirip duruyordu), ama Pegasus Yayınları sözünü tutmadı ve kitap o gün piyasaya çıkmadı. Aylardan oldu Eylül, bakalım kitap ne zaman, kaç gün gecikmeyle raflardaki yerini alacak, ben de koşa koşa gidip alacağım, bir “Nihayet…” çekip okumaya başlayacağım…

Öte yandan şu sıralar Stephen King’in 22/11/63 isimli kitabını okuyorum -daha doğrusu artık okumuyorum, ama buna sonra geleceğim. Tamı tamına 815 sayfadan oluşan bu kitap, klişe bir konuyu takip ediyor: Bir adam, geçmişe uzanan bir kapı bulur ve tavşan deliğinden içeri girer. Gördünüz değil mi, hayli klişe, hayli tekrar. Tabii yazan Stephen King olunca ve işin içine bir de Kennedy suikastı eklenince, tüm bunlar kitaba azıcık da olsa ilgiyle bakmanızı sağlıyor.
Sağlıyor, sağlıyor da sonuç tam bir hayal kırıklığı… Yine bana hasret, yine bana hüsran geceler…
Kitapta edebiyat öğretmenimiz Jake Epping’in hayatı, ölmek üzere olan lokantacı arkadaşı Al Templeton’un ona anlattıklarıyla değişiyor. Al, Jake’ten saplantı haline getirdiği görevi devralmasını, Kennedy suikastını engellemesini istiyor ve Jake de işini gücünü bırakıp 1958 yılına gitmeye karar veriyor! Hayır yani birisi benden böyle bir şey istese değil 2015’ten 1958’e gitmek, şuradan şuraya bile kılımı kıpırdatmam! (Desem de inanmayın, tabii ki de giderim, hem de “çekilin çekilin” deyip en ön sıradan giderim, zira çocukluğumdan beri bu tip “kapı”lı ve zamanda/mekanda yolculuklu hikayelere aşırı ilgim vardır!)
Kitabın konusu iyi hoş da olayların ilerleyişi ağır ağır ve bu da benim kitabı 290. sayfasında bir köşeye kaldırmama sebep oldu, üzgünüm King. Laf aramızda ama kitabın ilerleyişi gerçekten bir kaplumbağanınkinden daha yavaş, sayfalar resmen ilerlemiyor, hatta geri geri gidiyor. Neredeyse hiçbir olay olmuyor, roman benim beklentimin çok altında kaldı. Jake 1958 yılına gidiyor ve kitabın yüzde doksanı sadece eski-nostaljik-sigara dumanı kokulu şehir betimlemelerinden ibaret. Oysa kitabın kapağında “Zamanda yolculuk hiç bu kadar inandırıcı ve bu kadar ürkütücü olmamıştı!” deniyordu, hani nerede? Zaten bu kapaklar hep yalan söylerler.
22/11/63’ü okurken, meğer bu kitabın bir de diziye çekileceğini öğrendim (nedense hiç şaşırmadım!) ve bu bilgi (bir de Marilyn Monroe’yla karşılaşma ihtimali) kitabı okumaya bir müddet daha dayanmamı sağladı, ama hayır, bu bile fazla uzun ömürlü olmadı. Kitap beni resmen boğdu. Resmen ilerlemedi. Oysa ben bir günde bitireceğimi tahmin ediyordum bu kitabı. Ama Stephen King kitabı uzattıkça uzatmış, ilk 300 sayfada JFK’den eser yok, e hani kitabın konusu buydu, niye konudan sapıyorsunuz yani? Okuduğum sayfalar boyunca Jake’in 1958 Amerika’sında o şehirden bu şehre gezmesi, eski motel odalarında kalması, sigara ve bira içilen barlara gitmesi falan anlatılıyordu.
JFK belki ancak 800. sayfadan sonra karşımıza çıkıyor, bunu asla bilemeyeceğim. Ama merak da etmeyeceğim yani. Kitap, sıkıcı bir belgesel tadında ilerliyor. Olay örgüsü, kişiler diye bir şey yok! (Vallahi yok, inanmıyorsanız bakın!)
Kısacası… Sevmedim ben bu kitabı. Bitiremedim ki sevebileyim! Ama dizisi (James Franco'nun başrolü oynadığı dizi şu sıralar çekim aşamasında) daha iyi olabilir. Ona bakacağım. Şöyle bir. Göz ucuyla.

18 Ağustos 2015 Salı

TERS DÜZ - BÖLÜM 1


KONU: Trabzon'un Bozbalık Köyü'nde doğan Ece’nin çocukluğu, annesi onu doğururken öldüğü ve babası başka bir kadınla evlendiği için çok kötü geçmiştir. Ece on yaşına geldiğinde, üvey annesinin hamile olduğunu öğrenir ve İstanbul’daki teyzesinin yanına taşınır. Şimdi yirmi sekiz yaşında, yakında yeni kitabını çıkaracak olan tanınmış bir yazardır. Eski hayatını tamamen geride bırakmayı başarmıştır ve hiçbir şeyin bunu bozmasına izin vermez. Ta ki, yıllardan beri hiç iletişim kurmadığı babasının kaybolduğunu öğrenene dek. Artık herkesten, kendisinden bile sakladığı geçmişiyle yüzleşmek zorundadır.
 
"On sekiz yıl, tam on sekiz yıl olmuştu… Şimdi bu telefon da neyin nesi oluyordu? Hal hatır sormak, hatta selamlaşmak bile yoktu. Ece bir felaket haberi alacağından emin, 'Seni dinliyorum,' dedi."

Ece Duman, yazmaya başlaması gerektiğini hatırlatırcasına beyaz ekranda yanıp sönmekte olan imlecin sabırsızlığı karşısında yine kayıtsız kaldı. O gün bilmem kaçıncı kez kar gibi beyaz olan Microsoft Word sayfasını açmış, sanki ilham kendiliğinden gelecekmiş gibi ekranla bakışıp duruyordu. Her şey ne saçma bir hal almıştı. Yayınevi kitabın ilk taslağını ocakta bekliyordu. Ne var ki bunu bilmek, baskı altında hissetmesinden başka hiçbir işe yaramıyordu. Adı Hayatını Renklendirmeyi Unutan Adam olan üçüncü kitabında, elli yaşlarında bir ressamın, hem aile hem aşk hayatında bocalamasını ve sonu intihara giden yaşamöyküsünü anlatacaktı. Üstelik bu sefer çoksatanlara girmesi gerekiyordu ama içinde en ufak bir yazma arzusu bile yokken bunu başarıp başaramayacağı şüpheliydi.

Umutsuzca bilgisayarın başından kalktı ve pencere kenarında duran kırmızı koltuğa yerleşip sokaktaki telaşı izlemeye koyuldu. Saat iki buçuk olmasına rağmen yollarda daha şimdiden iş dönüşü trafiği oluşmaya başlamıştı. Yayınevinin ofisi Taksim’de, İstiklal Caddesi’nde daha birçok yayınevinin yan yana, alt alta sıralandığı bir ara sokakta, üç katlı daracık bir apartmanın ikinci katında, Tarlabaşı manzaralı evden bozma bir dairedeydi. Alt katında bir başka yayınevinin ofisi, üst katında ise pek rağbet görmeyen bir oyunculuk ajansı bulunuyordu.

Ece tam masasına geri dönecekken oda kapısı hafifçe tıklatılarak açıldı ve kapı aralığında elinde tuttuğu iki kahve kupasıyla Kerem göründü. "Biraz mola. Sana kahve getirdim."

"Yazmıyordum. Bu ödül hakkım değil."

Kerem bir süre durup düşündü. “Bak ne diyeceğim. İstersen şimdi çık ve romana evde devam et. Zaten halam diğerleriyle birlikte depoya gitti. Bir tek Asena burada. Birazdan onu yollayıp ben de çıkarım.”

"O kıza tek başına tahammül edebilecek misin?"

"Sanırım."

"Geri çevrilecek bir teklif değil bu o halde.” Ece askılığa gidip trençkotunu eline aldı. “Ha, bu arada, akşam yedide bekliyorum. Geçen seferki gibi halanı önden yollayıp da bir saat sonra peşinden gelme sakın. Geç kalırsan hiç acımam, yemekleri biz yeriz, sen de pizza söylemek zorunda kalırsın, ona göre."


Sofrayı bir kez daha kontrol etmeye karar verdi. Masadaki örtü tertemizdi. Tabakları ve bardakları tam sayıya göre ayarlamıştı. Tuzluk biberlik yerindeydi. Bıçaklarda eksiklik yoktu. Domates çorbası için hazırladığı ekmekleri misafirleri gelince kızartacaktı. Kaşarı çoktan rendelemişti. Soslu tavuğu fırındaydı. Pilavla aynı tabakta servis etmeyi düşünüyordu. Yemekten sonrası için tatlı –büyük ihtimalle eli alışık olduğundan krem karamel– da yapacaktı ama Kerem mesaj atarak gelirken baklava getireceğini bildirince buna gerek kalmamıştı.

Ece hızla odasına geçip giyinme işini halletti. Hem rahat hem şık olacak şekilde, arkasında beyaz kurdeleleri olan mavi bir ev elbisesi giydi. Saçlarını nasıl toplayacağını düşünürken kapı çaldı. Oldukları gibi bırakıp açmaya gitti. Misafirleri gelmişti, Kerem Çağdaş’ın elindeki tatlı paketini alıp, doğrudan masaya buyur etti onları. Biraz sonra kaseler çorbayla dolmuş, yemek başlamıştı.

“Bugün ofiste neden keyifsizdin? Yazma çalışmaları iyi gitmiyor mu?”

Kerem’in sorusu yayından fırlatılan bir ok kadar hızlı gelmişti. Ece derin bir nefes aldı ve “Aslında daha çalışmalar başlamadı bile,” diye itiraf etti. “Elimde romanın adı var sadece. O kadar.”

“Yapma,” dedi Kerem. “Seni engelleyen hiçbir şey yok, bence tek derdimiz senin bir türlü kitaba odaklanamaman. Ayrıca yayınevindeki iş yükünü de azalttım, sosyal medya güncellemelerini olduğu gibi Asena’ya verdim, biliyorsun. Artık tamamen kitaba yoğunlaş. Hatta istiyorsan yayınevine gelmeyip evde yaz, değil mi hala?”

“Bari yemekte iş konuşmayalım çocuklar, çok rica ediyorum,” dedi Ayla. Dizlerine peçete sermişti ve tek derdi çorbayı üstüne dökmeden yemeyi başarmakmış gibi bir hali vardı.

“Bir dakika…” dedi Ece. Bakışları Kerem’e kilitlenmişti. “Ben internetteki paylaşımları senin yaptığını sanıyordum. Bana öyle demiştin.”

“Başta öyleydi ama altından kalkamayınca Asena’yı görevlendirdim.”

Ece’nin şaşkınlığı yüzünden okunuyordu. “Koca bir markayı ona teslim ettiğine inanamıyorum Kerem. İnanamıyorum. O kıza nasıl güvenirsin?”

Asena Bülbül üç buçuk ay önce yazı işleri asistanı olarak işe aldıkları elemandı. Kerem onu işe alım sürecinde Ece’ye danışmış, Ece de estetik operasyonla büyütülmüş memeler dışında Asena’da başka hiçbir şey görememişti. Ama kız okuldan yeni mezun olduğunu ve iş bulamadığını itiraf edince, Kerem ona ertesi gün gelip çalışmaya başlamasını söylemişti. Ne var ki daha ilk günden pişman olmuşlardı. Asena hiçbir işi doğru dürüst beceremediği gibi, haddi olmayan konularda ileri geri konuşmak dışında bir eylemde bulunduğu da yoktu. Diğer çalışanlar da onu bir türlü benimseyememişlerdi.

“Ben… Şey… Aaa, bu akşam senin dizin yok muydu hala? Hadi bir an önce yiyelim de televizyonun karşısına yerleşelim!” Kerem konuyu değiştirmeye çalışıyordu. Ama sevgilisinin sözü bitmeden konuyu kapatmayacağı gerçeğini hiçe sayması büsbütün aptallıktı. Kerem bu aptallığı yaptı.

“Kız malumatfuruşun teki! Güya yayınevine layık olduğunu kanıtlamaya çalışıyor ama aslında yaptığı tek şey rol kesmek. Ona bilgisayar verdiğinde sana ne kadar kızdığımı hatırlasana Kerem… Hala da kızgınım çünkü bence tüm gün Facebook’ta gezinip duruyor. Hele şimdi sosyal medya paylaşımlarımızı da ona verdiysen, bu bahaneyle internetten hiç çıkmayacak, gör bak.” Ece çorbasını kaşıkla doldurdu, tam ağzına götürüyordu ki vazgeçip konuşmasına devam etti. “Ya kız haftalık toplantılara bile bir misafirmiş gibi katılıyor. Ayrıca her nedense arkamızdan dedikodumuzu yapıyormuş gibi hissediyorum."

"Bak buna ben de katılıyorum,” dedi Ayla, çorbayı üstün başarıyla yiyip bitirdiği için kendiyle gurur duyarak. “Çaycı Atakan var ya hani, işte o, bu Asena dümbeleğini, yeni stajyer çocuğa benim giydiğim gömleklerin ellilerden kalma olduğunu söylerken yakalamış! Şu densize bakar mısınız hele? Ben her daim şık giyinirim.”

"Pek tabii hala,” dedi Kerem hemencecik. “Neyse şimdi o kızı boş verelim Allah aşkına. Ben o konuyu tekrar gözden geçireceğim Ece. En son senin kitapta kalmıştık…”

Ece ikna olmamıştı ama Ayla Hala’nın yanında daha fazla uzatmak istemedi. “Aralığın sonuna kadar yazıp bitirebilecek miyim, emin değilim,” dedi sıkıntı içinde. “Bir yandan da Turgut Amca’nın gözünden düşme endişesi var tabii.”

"Ah, kuzum, aylardan ekim olmuş, Turgut daha ağustosun kitaplarını editleyemedi, sen rahat ol,” dedi Ayla, elini havada sallayarak. “Hiç baskı altında hissetmene gerek yok. Ben eminim, sen yine harika bir roman çıkaracaksın ortaya, gör bak."
“Hala, beni ne kadar rahatlattığını bilemezsin!” dedi Ece. Böylece konu değişti ve üç yayıncı kelimenin tam anlamıyla her şey hakkında sohbet ederek harika bir yemek yediler. Saat dokuz olduğunda masadan kalkıp televizyonun karşısına geçmiştiler. Ayla’nın dizisi reklama girmişti ki telefon çaldı. Üçü de birbirinin suratına baktı. Bu yüzyılda, akşamın onunda, ev telefonundan kim arayabilirdi ki? Ece ahizeyi merakla kaldırdı, “Alo?” bile demeye fırsat bulamadan karşı taraf konuştu.
“Ece? Kızım ben Hasan Amcan…”
Ece bir anda müthiş bir şekilde heyecanlandı, olduğu yerde donakalmıştı. “Amca?” dedi şaşkınlık içinde.
“Evet, kızım, benim. Sana bir haber vereceğim Ece.”
On sekiz yıl, tam on sekiz yıl olmuştu… Şimdi bu telefon da neyin nesi oluyordu? Hal hatır sormak, hatta selamlaşmak bile yoktu. Ece bir felaket haberi alacağından emin, “Seni dinliyorum,” dedi.
“Baban, Kadir, kayboldu kızım…”
Kerem ve Ayla, Ece’nin yüz ifadesinin nasıl da birden değiştiğini, renginin nasıl da anında solduğunu gördüler.
“Ne demek babam kayboldu?”
“Günlerdir yok. Eve dönmedi. Çocuklar perişan.”
“Çocuklar?”
“Ah, kızım, senin hiçbir şeyden haberin yok tabii. Babanın dört tane çocuğu oldu o kadından. En büyükleri Nilgün, on yedi yaşında. Hani sen gitmiştin ya, Münevver hamileydi, işte o.”
Ece daha fazlasını duymak istemiyordu. Tahammülü yoktu. Telefonu yüzüne kapatacaktı. Ama merakı ağır bastı. “Münevver nerede peki?” diye sordu.
“O da yok, kızım. O da yok ama sen siktir et şimdi Münevver’i. Baban kayıp diyorum. Atla gel.”
---
Ece atladı gitti. Amcasıyla Trabzon havalimanında buluşmak üzere sözlendiğine pişman olmuştu, yıllardır aklına her düştüğünde öfkeyle andığı babasının başına ne geldiği aslında umurunda bile değildi, ama o sabah uçağın cam kenarında otururken bunları düşünmek için çok geçti. Onu harekete geçiren tek şey kabaran merakı ve çocuklardı. Amcası, babasının çocuklarından bahsetmişti. Hasan Kara’yla hararetli saatler geçireceğini şimdiden tahmin edebiliyordu.
Trabzon aşağıda, kıyı şeridi boyunca bir inci gerdanlık kadar zarif uzanıyordu. Ne var ki Ece’nin tepeden gördüğü Trabzon’un çocukluğundan hatırladığı görüntüyle uzaktan yakından hiçbir alakası yoktu. Bir zamanlar şehrin can deposu olan ormanlarla kaplı yemyeşil dağlara artık gri binaların egemenliği hakimdi, en uzak köylere bile yüksek apartmanlar dikilmişti. Ece çocukluğunda kısa bir dönem gittiği resim kursunun sarı binasını hemen tanıdı. Eskiden deniz kenarında olan bina şimdi denizden metrelerce içeride kalmış, önüne küçük alışveriş merkezleri yapılmış, şehirlerarası yollar döşenmişti. Yıllar önce dalgaların çarptığı kıyılardan artık arabalar geçiyordu. Deniz acımasızca doldurulmuştu ve görünen o ki iş makineleri hala mesaideydi. Ece denize girdiği plajı ve balıkçı barınaklarını da aradı ama bulamadı. Yokluğunda Trabzon’da epey değişim olmuş gibi görünüyordu. Bu duruma üzülmeden edemedi.
Uçaktan inince doğrudan havaalanındaki kafeteryalardan birine gidip oturdu. Bu, hiçbir el bagajı dahi olmadan yaptığı ilk –ve muhtemelen son– yolculuktu. Amcasıyla konuşacak, sonra da yer bulduğu ilk uçakla İstanbul’a geri dönecekti. Onu beklerken biraz heyecanlı, biraz gergindi. Ismarladığı kahvesini bile doğru dürüst içemiyordu. Az sonra arkasından bir sesin “Ece?” dediğini duydu. “Kızım sen misin?”
Ece oturduğu sandalyeden kalkıp baktı. Başını sallarken gözleri yaşlarla dolmuştu bile. Sarıldıktan sonra oturdular, ama on sekiz yıldır görüşmeyen amca-yeğen sarılmasına hiç benzemiyordu bu, içinde hasret yoktu. Daha çok, yıllar önce aynı işte çalışan iki kişinin mesafeli selamlaşması gibiydi.
“Kızım…” dedi Hasan. Ece bu kelimeyi ondan en son duyduğunda on yaşındaydı. Hiçbir zaman evlenmemiş olan amcası ona her zaman kızı gibi davranmıştı, hatta ona kendi babasından bile daha yakındı. “Sensiz geçen onca yıl…” Ece hiçbir şey söylemedi. Amcası ne kadar da yaşlanmıştı, şimdi altmış sekiz yaşında olmalıydı. Saçları bembeyazdı. Kiloluydu. “Baban, Kadir, bir gün geri döneceğini bilerek yaşadı…” Ece bekledi. “Yıllar içinde o Münevver cadısı, zavallının adeta kanını emdi…” Ece dikkatle dinledi. “Allah’ın cezası kadın…” Ece çok dikkatle dinledi. “Baban onun yüzünden bir sürü borca girdi…” Ece her bir kelimenin ne anlama geldiğini düşünerek dinledi. “Köydeki neredeyse herkese borcu vardı…” Ece gözlerinin içine baktı. “Boğazına kadar borç içindeydi…”
“Ne demek istiyorsun amca? Lütfen daha açık konuş.”
Hasan başıyla onayladı. “Arıcılıkta yaz sonu sezonun da sonu sayılır, biliyorsun. Baban o gün bana gelecekti. Bu yılki gelirimizi konuşacak, ilaç firmalarıyla olan muhasebe hesaplarımıza, dosyalara bakacaktık.”
Ece sessizce iç çekti. Başını sallayarak dinlediğini gösterdi ama bir kez daha hangi akılla işi gücü bırakıp taksiye biner gibi uçakla Trabzon’a geldiğini sorgulamaya başlamıştı.
“Geçen salı günüydü, Kadir’i sabah sekizde bekliyordum. Bilirsin, ikimiz de erkenciyizdir. Ama baban gecikti, meğerse arabası bozulmuş. Bana yürüyerek geldiğinde sekizi çeyrek geçiyordu. Bu bozulma işinin kaybolmasıyla direkt bir ilgisi yok. Ama çok önemli bir detay, göreceksin.”
Hasan kendine bir çay söyledikten sonra devam etti.
“Gün boyu hesaplarla uğraştık. Hasılatımız iyiydi ama önceki yıla göre küçük bir azalma vardı. Paylarımıza düşen parayı bölüştük. Kadir çok sıkıntılıydı. Bu para bile borçlarının tamamını ödeyebilmesine yetmiyordu. Ben ona destek olacağımı, bu kadar stres yapmaması gerektiğini söyledim, ama o kafasında kurdukça kuruyordu. Akşam yemeğini bende yedikten sonra, saat yedilerde gitti.”
Hasan garsonun önüne bıraktığı çaya kibarca teşekkür ederek konuşmasına devam etti.
"Gece geç vakitte, yanılmıyorsam on bir sularında, Nilgün aradı, babasının eve dönmediğini söyledi. Ben saatler önce benden çıktığını, nerede olduğunu bilmediğimi söyledim ama fazla üstünde durmaması gerektiğini de belirttim. Kadir’in kafa dağıtmak için kahveye gitmiş, orada sızmış olabileceğini söyleyerek onu panik yapacak bir şey olmadığına ikna ettim. O da buna ihtimal vermiş gibiydi. Telefonu kapattı. Ertesi sabah saat onda yine beni aradı. Kadir hala eve dönmemişti.”
Hikaye Ece’yi yavaş yavaş içine çekmeye başlıyordu. “Sonra?” diye sordu.
“Baban o gün kayboldu kızım. Mehmet –Nilgün’den iki yaş küçük olan kardeşin– ve ben, soluğu hemen jandarmada aldık. Köyde hummalı bir arama çalışması başladı. Tam bir hafta boyunca Kadir’i aradık. Ama ona dair en ufak bir iz bile bulunamadı.”
Ece dehşete düşmüştü. “O zaman…” diye kekeledi. “Yani tüm bunlar… Babam öldü mü?” Bunu der demez elini ağzına götürdü.
Hasan cevap vermeden önce soğukkanlılıkla çayından bir yudum aldı. “Başta ben de senin gibi düşündüm.” Bir yudum daha. “Belki ayı saldırdı, belki bir çukura düştü ve kurtarılmayı bekliyor diye.” Bir yudum daha. “Ama düşündükçe bunun saçma, hatta neredeyse olanaksız olduğuna karar verdim.” Bir an duraksadı. Dramatik etkiyi yükseltmek için bekledikten sonra, “Bence Kadir kaçtı,” dedi. “Herkesi, her şeyi bırakıp kaçtı. Tıpkı o deli karısı gibi. Çocuklarını düşünmeden firar etti.” Sonra çayı bitti, kendine yeni bir çay söyledi.
“Amca sen neler söylüyorsun?” dedi Ece hayretle. Konuşma başladığından beri kahvesinden tek bir yudum bile almamıştı. Şimdiye kadar buz gibi olmuş olmalıydı. “Bunun oluru var mı ki Allah aşkına?”
“Jandarma köyün altını üstüne getirdi be kızım, biz de öyle. Biz de onlarla aramaya katıldık. Her eve girdik, kuyulara indik, ahırları, odunlukları, depoları didikledik. Sana yemin ederim ki her taşın altını aradık. Girilmedik ne bir kulübe ne bir baraka bıraktık. En sığ yerinden en derin suyuna derelere girdik. Günlerce, günlerce Kadir’i aradık ama ona ait hiçbir şey bulamadık.”
“Yapmayın amca,” dedi Ece yalvarırcasına. O ana dek başına ne iş geldiğini umursamadığı babasından ilk defa endişelenmeye başlamıştı. “Başına köyün dışında bir şey gelmiş olamaz mı?”
“İşte tam da burada sana ilk olarak anlattığım konu devreye giriyor. Eğer dediğin gibi olsaydı, arabası bozuk olduğundan, Kadir’in köye minibüsle ya da yürüyerek inmesi gerekirdi ve biri onu mutlaka görürdü. Ama hiçbir görgü tanığı yok. Adam sanki yer yarıldı da içine girdi!”
“Peki, ama madem arabası bozuktu, o zaman nasıl kaçtı?”
Hasan Kara ellerini iki yana açtı.
“Emin değilim. Ama babanı tanıyorsun, avucunun içi gibi bilir Bozbalık’ı. Biz onu çok zıt bir yerde ararken o da o sırada ormanın içinden geçerek köyden çıkmış olabilir. Zira benim aklıma başka bir ihtimal gelmiyor."
Sessizlik.
“Baban bir yanlışın esiri olup senin hayatını mahvettiği için çok üzgündü Ece. Şimdiki aklı olsa böyle bir şeyi asla yapmayacağını söyleyip dururdu bana. Ama annenin seni doğururken ölmesi onda derin bir çaresizliğe yol açmıştı. Seni yıllarca tek başıma büyütmeye çalıştıysa da, artık dayanamıyordu. Münevver’le sırf bu yüzden evlendi. Sen altı yedi yaşlarındaydın, değil mi? O kadınla aranda daha başından beri bir soğukluk vardı. Biz babanla geçer sandık, ama geçmedi. Bu huzursuzluğun büyümemesi, Münevver’in sana kendi çocuğuymuş gibi şefkat göstermesi ve senin de ona saygılı davranman için elinden geleni yapmaya çalıştı Kadir. Derken, hiç beklemediği bir anda, hatta Kadir boşanmayı bile düşünmeye başlamışken, o hamile kaldı.”
“Ne?” dedi Ece şaşkınlıkla. “Babam ondan boşanacak mıydı?”
Hasan üzgün bir şekilde başını salladı. Bunu söylemek için çok geçti artık, o yüzden üstünde durmadan anlatmaya devam etti. “Sen bu durumu öğrenince, üvey annenden doğacak olan bir üvey kardeşi kabullenemedin. Haklıydın, sen de çocuktun ne de olsa. Daha on yaşındayken İstanbul’daki teyzen seni yanına aldı. Baban da işte cahil, Münevver’in kışkırtmalarına kanarak, senin elinden uçup gitmene izin verdi. Teyzenin seni almasına müsaade ederek çok büyük bir yanlış yaptı. Beni de affet kızım, ne olur. Buna engel olamadığım için beni de affet…”
Ece acı acı gülümsedi.
“Babanın aklında hep sen vardın. Üstelik Münevver’in aklı da onda değilmiş. Küçük kızı Melek’i doğurduktan sonra bir gece aniden evi terk etti. İlk başta hepimiz bunun geçici bir gidiş olduğunu düşündük ama o bir daha geri dönmedi. Aslında bunun nedenleri var: O kadın, babanla parası için evlenmiş. Evlenme teklifini de, köyde arsaları var diye kabul etmiş. Yani bu bizim Kadir’le olan düşüncemiz, zaten onun ne kadar paragöz biri olduğu aşikâr. Ama yıllar içinde baban onun sonu gelmeyen isteklerine ve çocukların okul masraflarına para yetiştiremeyince arsalarını satmak zorunda kaldı. Hatta köylüye borçlandı. Artık ondan alabileceği hiçbir şey kalmadığını anlayınca Münevver babanı, çocukları, evini bırakıp kaçtı. Zaten Melek’e hamileliğinden beri yeni yeni icatlar çıkarmış, içki ve sigaraya başlamış, iyice sorumsuzlaşmıştı.”
Ece büyük bir şaşkınlıkla dinliyordu. Oysa o bunca yıldır babasının Münevver’le mutlu mesut yaşadığını sanıyordu.
“Dört çocuğu oldu babanın, kulağa ne garip geliyor değil mi? En büyükleri Nilgün, on yedi yaşında. Mehmet on beşinde. Bora onunda, Melek de altısında. Nilgün ile Mehmet annelerini tanıyor, Bora da onu hatırladığını söylüyor ama Melek'in annesinden haberi yok. Belki de sırf bu yüzden en şanslıları o. Gerçi annesi ona hamileyken sigara ve içki içti diye, yani bence bunlardan dolayı, doğduğundan beri biraz kendi âleminde Melek. Biraz saf. Ama an gelir öyle bir şey der ki, seni bile şaşırtır!”
Hasan sustu ve kendine yeni bir çay söyledi. Anlatacakları bitmiş gibiydi. Ece doğru anlayıp anlamadığından emin olmak için kafasına takılan bazı yerleri ona tekrarlattıktan sonra, “Peki şimdi ne olacak?” dedi. “Yani… Eğer babamın ölüsü bulunursa… O çocuklar… Bir başlarına mı…”
“Ben her zaman onların yanında olacağım, kızım,” dedi Hasan. “Ama elbette ben artık o senin bıraktığın dinç adam değilim. Yaşlandım ve her geçen gün daha da yaşlanıyorum.”
Ece ne diyeceğini bilemiyordu.
“Onlarla tanışmak ister misin?” diye sordu Hasan aniden.
Bu Ece için çok daha aniydi. “Ben…”
“İyi bir aile değil onlarınki Ece. İyi bir kardeşlik duyguları yok. Bunun için onlara kızamayız, çünkü Münevver gibi bir anneyle büyüdüler. Münevver’in ne bok olduğunu senden iyi kimse bilemez, değil mi?”
Ece sessizce başını salladı. Münevver’i ondan iyi kimse tanıyamazdı.
"Şimdi eğer İstanbul’a gideceksen git, sana engel olacak değilim," diye devam etti Hasan. "Ama bir düşün. Bozbalık’a gelip kardeşlerinle tanışabilirsin. Senin gibi güzel kalbi olan birinin onlara kardeş olduklarını hatırlatması gerek." Duraksadı. "Sen de onların kardeşisin, belki bunu kendine de hatırlatmalısın."
 
DEVAMI HAFTAYA...
 
Yazan: Mert Ofluoğlu

13 Ağustos 2015 Perşembe

TERS DÜZ - KİM KİMDİR?

Gerçekçi karakterleri, sıra dışı ilişkiler ağı ve güçlü kurgusuyla Ters Düz sizlerle buluşmak için geri sayıma başladı. Şimdi karakterleri daha yakından tanımanın tam zamanı... Bozbalık Köyü'nde havada uçan kuşun bile bir hikayesi var! Peki şimdilik bir öykü serisi olan Ters Düz eğer iddialı bir televizyon dizisi ya da sinema filmi olsaydı hangi karakteri kim oynardı dersiniz? İşte Melis Birkan'dan Şükrü Özyıldız'a, Vildan Atasever'den İbrahim Çelikkol'a, Bennu Yıldırımlar'dan Çetin Tekindor'a yıldızlı Ters Düz kadrosu...

ECE

 

Kimdir: Çocukluğu, onu doğururken ölen annesinin yokluğu ve daha sonradan babası Kadir’in başka bir kadınla evlenmesi yüzünden sancılı geçmiş. Üvey annesi Münevver hamile kalınca, on yaşında evini, Bozbalık’ı terk edip İstanbul’daki teyzesini yanına taşınmış. Şimdi yirmi sekiz yaşında ve yakında ilk kitabını çıkaracak olan bir yazar. Böyle bir dönemde, yıllardan beri hiç iletişim kurmadığı babasının kaybolduğunu öğrenerek köye geri dönecek.

Kim oynasa: Ece canlandırması kolay gibi görünen ama zor bir karakter. İstanbul'da kariyerinin başarılı bir dönemindeyken işi gücü bırakıp Trabzon'daki köyüne dönmek zorunda kalıyor. İyi bir kalbi var ama yaşayacağı zor günler ona her şeyi yaptırabilir. Aşk hayatı da karmakarışık olan ve iki erkek (iki mi? kim dedi!) arasında kalacak olan Ece'yi canlandırabilecek hiç tereddütsüz iki kişi var: Melis Birkan ve Beren Saat. Saat kesinlikle muhteşem bir oyuncu ama Ece karakteri için benim aklımda ezelden beri Melis Birkan var. Duru güzelliği ve büyüleyici oyunculuğuyla Melis Birkan, Ece Duman karakterini şahlandırır göklere çıkarır!

BURAK


Kimdir: Ece'nin çocukluk arkadaşı. Yerel bir gazetede futbol yazıları yazıyor. Kendini bildiğinden beri Ece'ye aşık. Yıllar sonra Ece köye dönünce bu aşkı yeniden alevleniyor ve içinde ona karşı bir umut ışığı doğuyor. Ne var ki aralarında bir ilişki yaşanması neredeyse imkansız çünkü Ece'nin Kerem'le evliliğe giden bir ilişkisi var. Ama zamanla o da gönlünü Burak'a kaptıracak.

Kim oynasa: Ece'nin köydeki çocukluk arkadaşı olan ve Ece köye döndüğünde ona yeniden aşık olacak olan Burak için aklımda şimdilik tek bir isim var: Şükrü Özyıldız. Çocukluğundan beri Bozbalık'tan dışarı çıkmamış olan Burak'ın saflığını, temizliğini ve bakirliğini Özyıldız son derece iyi yansıtabilir gibi geliyor. Burak Çevik'in yakışıklılığı da aynı Özyıldız'ınki gibi.

 
NİLGÜN

 

Kimdir: Kadir'in Münevver'den olan en büyük çocuğu. Annesi evi terk edince okulu bırakıp hem kardeşlerine hem babasına bakmaya başlamış. Babası kaybolmadan önce de evin yükünü omuzlarında taşıyan on yedi yaşındaki Nilgün, günün birinde hiç tanımadığı üvey ablası hayatlarına girince ona düşman kesilecek.
 
Kim oynasa: Ece baba evine geri dönünce ona düşman kesilen öfkeli üvey kardeş rolü için aklımda birkaç isim var: Farah Zeynep Abdullah, Burcu Biricik ve Ece Hakim. Bu cast'tan sanırım Farah Zeynep Abdullah birinci çıkacaktır Nilgün karakteri için.
 
MEHMET
 
 
Kimdir: On beş yaşındaki Mehmet babası ortadan kaybolunca onun zoruyla gittiği okulundan ayrılıyor. Ece'nin eve gelmesiyle ilgili onun da tereddütleri var ama her akşam makarna yemekten de bıkmış durumda.
 
Kim oynasa: Mehmet sorunlu bir genç. Babası kaybolunca tekrar sigara içmeye başlıyor, kendini iyice salıyor. Kendini teslim edebileceği, yüzde yüz güven duyabileceği bir kız arkadaşa ihtiyacı var. Aras Bulut İynemli bu karakter için ideal oyunculardan biri. Ama eğer Nilgün'ü Farah Zeynep Abdullah canlandıracaksa, ikili daha önce yine aynı projede yer aldıklarından bu pek iyi olmayacağından, Mehmet'i Tolga Sarıtaş, Berk Atan ya da Mert Yazıcıoğlu da canlandırabilir.
 
ALİ
 
 
Kimdir: Köyün jandarma komutanı. Üç ay önce Meryem’le evlenmiş. Bir zamanlar Ece’yle çok yakındılar. Babasına ne olduğunu bulmak için Ece’yle tekrar yakınlaşıyor, ama sonra onunla ilgilenmeye başlıyor.
 
Kim oynasa: Köyün yakışıklı ve karizmatik jandarma komutanı Ali Sağlam rolünü İbrahim Çelikkol hakkıyla canlandırabilir. Üç ay önce Meryem'le evlenmiş olan ama evliliğe hala alışamayan Ali, çocukluk arkadaşı Ece köye dönünce gönlünü ona yöneltecek. Bu da hem Meryem hem de Ece açısından hiç mi hiç iyi olmayacak!
 
KEREM
 
 
Kimdir: Ece'nin erkek arkadaşı. Ece'nin kitabı onun genel yayın yönetmeni olduğu yayınevinden çıkacak. Ama Ece İstanbul'dan Bozbalık'a gidince planlar değişecek ve ilişkileri sallantıya girecek.

Kim oynasa: İyi güzel, biz burada Ece'nin köydeki potansiyel aşıklarını sıralıyoruz da, durun yahu, Ece'nin ZATEN halihazırda bir sevgilisi var: Kerem. Kerem, Ece'nin kitabını çıkaracağı yayınevinin genel yayın yönetmeni. Ece'yle uzun zamandır çıkıyorlar ve evliliğe giden bir ilişkileri var. Ama Ece'nin hayatı bir anda değişince, haliyle ilişkileri de sallantıya girecek. Kerem'in onun için neler yapabileceğini hep beraber göreceğiz (uuu, neler neler!). Yakışıklı Kerem rolünü farklı açılardan pek çok oyuncuya teslim edebiliriz. Berk Oktay, Pamir Pekin, Fırat Albayram, Fırat Çelik, Buğra Gülsoy, Kaan Taşaner, Engin Öztürk ve Furkan Palalı akla gelen ilk isimlerden. Biz şimdilik Furkan Palalı diyelim ama bu da bir kenarda dursun. Sonradan tekrar düşünülecek.
 
MERYEM
 
 
Kimdir: Üç ay önce Ali’yle evlenmiş. Ece’yle okul yıllarından beri sorunlu bir arkadaşlığı var, iyi anlaşamıyorlar. Ece köye geri dönünce onun kocasını elinden almaya çalıştığını düşünecek ve evliliğini korumak için elinden geleni yapacak.

Kim oynasa: Ters Düz'ün en kilit karakterlerinden biri olan ve Ece köye dönünce hayatı olumsuz yönde değişecek (en azından o böyle düşünecek) olan Meryem karakterini en iyi şu üç isim canlandıracaktır: Vildan Atasever, Şafak Pekdemir ya da İpek Karapınar. Üçü de aynı tutkulu gözlere, aynı deli damarına ve sevdiğini hiçbir kadına kaptırmayacak olan o ruh haline sahip kadını muazzam bir şekilde oynayabilir. Aslı Enver de listede var, ama Atasever ve Pekdemir, Meryem için cuk oturan iki isim. Aklım Pekdemir'de de kalacak ama en son Vildan Atasever diyorum.
 
SAFİYE
 
 
Kimdir: Aslen Rum. Adı Sofia. Meryem'in annesi. Herkesin sevdiği, ama bazen çok konuşan geveze bir kadın. Kendisinin genç yaşta çok fazla kaybı olmuş. Bu yüzden de kızının iyi bir aile hayatı kurmasını istiyor.
 
Kim oynasa: Aslen Rum ve adı da Sofia olan Safiye, Meryem'in annesi. Neşeli, şen şakrak, bazen geveze bir kadın. Zerrin Tekindor, yıllardır köyde yaşayan, çalılıklarda hamofta toplayıp reçel kaynatan Safiye'yi layığıyla canlandırabilir.
 
HASAN
 
 
Kimdir: Kadir'in abisi, yetmiş yaşlarında bir adam. Köydeki diğer evlerden kolayca sıyrılan modern bir villada oturuyor. Kadir'le birlikte arıcılık yapıyordu. Kardeşinin kaybolması üzerine Ece'ye haber vererek onu köye çağırıyor.
 
Kim oynasa: Ece'nin amcası olan yaşlı Hasan için sadece iki isim: Çetin Tekindor ve Erkan Can. İkisi de bu karakteri başarıyla canlandıracaktır. Babacan, çocuklarla ilgilenen, kendi halinde yaşayan ama aynı zamanda bir parça gizemli de olan arıcı Hasan için son karar Çetin Tekindor. Ama Erkan Can'ı da düşünelim biz yine ya.
 
AYLA
 
Kimdir: Kerem'in halası. Yayınevinin sahibi.
 
Kim oynasa: Şık, tatlı ama kimi zaman otoriter olabilen Ayla için Gülsen Tuncer son derece uygun.
 
ASENA
 
 
Kimdir: Yayınevindeki genç stajyer. Ece'yi kıskanıyor.
 
Kim oynasa: Asena'yı Ceyda Ateş canlandırabilir. Ama bu karakter öyle her sahnede olmadığından, herhangi başka bir oyuncu da canlandırabilir.
 
MÜNEVVER
 
 
Kimdir: Kadir'in köydeki arsalarından etkilenmiş ve onu evliliğe ikna etmeyi başarmış. Ancak üvey kızı Ece’yi sahiplenmemiş ve ona iyi davranmamış. Nilgün’e hamile kalınca Kadir’le Ece’nin arası onun yüzünden bozulmuş ve Ece evi terk etmiş. Kadir arsalarını kaybetmeye başlayınca Münevver de iyice sorumsuzlaşmış. Dördüncü çocuğu Melek’i doğurduktan sonra bir gece ansızın evi terk ediyor. O günden beri ondan haber alan yok ve nerede olduğunu, hatta sağ olup olmadığını bile kimse bilmiyor.
 
Kim oynasa: Ters Düz'ün en kilit karakteri olan Münevver, kayıp. Flashback'lerde karşımıza çıkacak olan bu deli üvey anne, Ece'yi zamanında çok hırpalamış, çok bunaltmış. Ona hiç iyi bir anne olmamış. Bennu Yıldırımlar, Demet Akbağ, Derya Alabora ya da Zerrin Tekindor, her an her şeyi yapabilecek olan bu deligöz üvey anneyi oyunculuklarıyla zirveye taşıyacaktır. Ama Bennu Yıldırımlar daha bir yakışır sanki bu kilit role.
 
BORA
 
Kimdir: Bebekliğinden hatırladığı annesinin özlemine bir de babasının kaybolması eklenince hayatı iyice zorlaşan on yaşındaki Bora, Ece’nin eve gelmesiyle birlikte onu annesi yerine koyacak. Kardeşler arasında da ona en çabuk ısınan o.
 
MELEK
 
Kimdir: Ailenin en küçüğü olan altı yaşındaki Melek, annesini hiç tanımamış, tam bir baba aşığı. Babası kaybolunca büyük bir üzüntüye giriyor.
 
KADİR
 
Kimdir: Ece ve çocukların babası. Eşi öldükten sonra Münevver'le evlenmesi ve onun hamile kalması Ece'yi sonsuza dek kaybetmesine neden olmuş. Münevver yüzünden bir sürü borca girmiş. Münevver bir gece evi terk edince dört çocuğuyla bir başına kalmış. Kadir'in bir gün aniden ortadan kaybolması, herkesin hayatında pek çok şeyi değiştirecek.  
 
TERS DÜZ ÇOK YAKINDA İLK BÖLÜMÜYLE BURADA! HATTA KALIN! VE #SIKITUTUNUN
 

ALMANYA - HOHENLOHE AÇIK HAVA MÜZESİ

Hohenlohe Açık Hava Müzesi'nde adeta zaman durmuş... Belki de biz durdurduk o zamanı, mutlu anlarımızla, bilmiyorum... Öyle ya da böyle, hayatımın EN GÜZEL günlerinden biriydi...

Almanya'daki iki haftayı anlatmaya nereden başlasam nasıl başlasam derken baktım ki bir türlü başlayamıyorum, ben de sonunda harekete geçmeye karar verdim! Almanya'nın Baden-Württemberg eyaletinde, Waldenburg diye küçük bir köydeydik biz. Yani sizlere Waldenburg'u, Schwäbisch Hall'i, Rothenburg'u, Langenburg'u, Kupferzell'i, Hohenlohe'yi, Heillbron'u ve yakınlardaki diğer yerleri anlatacağım. Hadi bu gezi turunun ilk yazısına en son gün gittiğimiz açık hava müzesiyle başlayalım!

Waldenburg'dan Kupferzell'e trenle gittik ve birkaç adım yürüdükten sonra Hohenlohe Açık Hava Müzesi'ne ulaştık. Bu açık hava müzesini gezerken takip edebileceğiniz iki yol var. İlk yol kısa yürüyüş yolu, 15 dakika. Diğer yol uzun yürüyüş yolu, 45 dakika. Biz tabii ki de uzun yolu tercih ettik ve elimizdeki haritaya göre numaralandırılmış evlere giden yolları ve patikaları takip etmeye başladık.

Almanya'daki ilk hafta yüzyılın sıcağı yaşanmıştı, terden öldük. Bu Hohenlohe günündeyse hava kapalı ve soğuktu. O nedenle yağmurluklarımızı kuşandık.

 
Burası Kupferzell tren istasyonu... Sessiz ve ıssız... Kimsecikler yok...

 

 
 
Sanki tüm köy benim kırmızı-mavi kreasyonuma uyum sağlamak istiyormuş gibi, arka plandaki her şeyde kırmızı ve mavi vardı. Ve tabii ki durum böyle olunca fotoğraf çektirmek kaçınılmaz oldu...

 
İspanya'dan gelen neşeli ve eğlenceli Ion, bize siestanın onun ülkesinde gerçekten de oldukça popüler olduğunu kanıtladı! Bulduğu her fırsatta siesta yaptı. Evet, müzenin içindeki bu yüzyıllardır el değmemiş tozlu yatağın üstünde bile...
 
 
Buğday ve lavanta tarlaları... Oh mis...
 

 
Buğday inceleme ekibi görev başında...


 
Fotolar fotolar...
 

 
Fotoğraflar bütün eğlenceyi anlatmaya yeter mi? Yetmez! (Ama yardımcı olabilir) Hayatımın en eğlenceli sahnelerinden biriydi bu tahterevalli oyunu... Asla unutmayacağım bir gün...

 
Kapılardan bakıyoruz... Tüm masumiyetimizle...
 
 
 
 
 
 
Evlerin içinde böyle eski moda dekorasyonlar, mobilyalar var.. Bunları sonradan müzeye çevirmişler... Ama çatılar ve tavanlar çok alçak... Çoğunda kuzine soba sistemi var... Bizim köy evlerimize benziyor...


 
No money. No project. No future. Ben demiyorum. Tişörtüm diyor.
 
 
İşte bazı insanlar da böyle hoş pastoral tablolar içinde yaşıyor... Biz daha durakta beş yüz kişiyle birlikte otobüs bekleyelim...
 

SİNEMADA İKİ FİLM

Son günlerde sinemada iki filme gittim. İlki, The Substance. Yani Cevher. Bence mutlaka görülmesi gereken, ama son derece rahatsız edici bir...