30 Mart 2018 Cuma

KEŞFEDİLMEMİŞ BİR ŞARKICI… BEN BULDUM!

Yeni keşfim Bea Miller. O kadar büyük bir yetenek ama o kadar az popüler ki, beni ona çeken ilk şey tam olarak bu oldu. Böyle genç bir ses ve enerjinin Youtube’daki en popüler şarkı kliplerinin yalnızca 2-3 milyon kez "tık"lanmış olmasıysa hayli ilginç. Ama muazzam bir hayran kitlesi ve instagram'da daha şimdiden 1,5 milyon takipçisi var, bu da çok enteresan. Zaten videolarının altında binlerce “Sen bundan daha iyisini hak ediyorsun”, “Neden bu kadar az dinleniyor” gibi yorumlar göze çarpıyor. Neyse, biz “tık”lara fazla takılmadan, Miller’in şarkılarının kulağımızla olan ilişkisine bakalım. Zaten bir kitap daha az okunuyorsa, bir film daha az izleniyorsa ve tabii bir şarkıcı daha az dinleniyorsa, orada çoğu zaman iyi bir şeyler vardır! Kısa süre önce Aurora adlı albümü çıkan Miller'i sizler için yazdım. Like That, Song Like You, Yes Girl, Crash&Burn, Burning Bridges, To the Grave gibi peş peşe dinlediğim şarkılarını yorumladım. Bu Bea çok iyi bea!



Bildiğiniz gibi, ben her müzik türünü seviyorum. Ama en çok caz, blues, elektronik, deneysel, house, soul, folk, R&B, alternatif gibi, geniş kitlelerin pek sevmediği türleri ya da henüz keşfedip popüler kültürde eritmediği şarkıcıları dinlemekten hoşlanıyorum. Müzik piyasasında henüz pek fazla keşfedilmemiş Bea Miller da, işte tam bu yüzden ilgimi çekti belki.

Şubat 2018’de çıkan Aurora albümünü iki hafta içinde elli kez dinlemiş olabilirim. Normalde bu tarz “ergen” sanatçıları pek sevmem, ama Bea Miller’ın farklı bir duruşu, tarzı ve tavrı da var gibi. Popülerler içinde Rihanna ve Lana Del Rey’i andırıyor. Genç bir şarkıcı olduğu için tarzıyla The Pierces (pop rock) arasında benzerlikler kurulabilir. Hatta enerjisiyle yer yer Feist’i (indie pop, folk şarkıcısı) bile çağrıştırıyor. Yani oturaklı, güçlü şarkılara imza atmış Miller.

Aurora albümü 14 şarkıdan oluşuyor. Song Like You, Burning Bridges, Motherlove, I Can’t Breathe, Like That, Buy Me Diamonds, Outside, Girlfriend, Bored, Warmer, Repercussions, S.L.U.T., Crash&Burn ve To the Grave. Aurora, Miller’in aslında son birkaç yılda çıkardığı üç şarkılık mini albümlerinin, birkaç yeni şarkıyla genişletilmiş hali. Benim favori şarkılarım Burning Bridges, Like That, Song Like You, Crash&Burn ve To the Grave. Like That, Burning Bridges, Song Like You ve To the Grave’i mutlaka dinleyin (kliplerini izleyerek). 


Song Like You, onu keşfettiğim parça oldu. Enerjik, hareketli, kıpır kıpır bir şarkı. 


Miller hem coşkulu hem slow şarkıları ustalıkla söylüyor. Hepsi de ona yakışıyor. Like That şarkısı çok iyi. En bilinen şarkılarından biri de bu ama 5 milyonda kalmış. Anlamak güç.


İki buçuk dakikalık Crash&Burn ise albümün en gotik ama en iddialı parçası olabilir. Bir kez dinledikten sonra bile kendimi nakaratı tekrarlarken buldum. “Ain't nobody gotten through to me / Nobody gotten through to me / Nobody gotten, nobody-body got through, but you.” Evet, albümün gizli hit'i ilan ediyorum kendisini! Youtube'da henüz sadece 161 bin kez dinlenmiş.


Burning Bridges bir diğer güçlü şarkısı... Bu harika şarkıya sadece 2 milyon "tık" nedir ya? Kaldı ki, Bea'nın şarkılarının klipleri de son derece özenilmiş, başarılı klipler görsel olarak.


Bu şarkısına da bayılıyorum. To the Grave. "No fancy covering, you get just what you see..." Atmosferi gerçekten çok iyi. Ne var ki, 768 bini geçememiş!


Daha önceden single olarak çıkardığı Yes Girl de muhteşem, güçlü bir şarkı. Klibi de öyle. "But I won't be your yes girl, no, not anymore / Just let me go, just let me go / Won't be your yes girl, no, not anymore." Şarkılarının neredeyse tamamı bir mesaj veriyor. 

Bea Miller, bizdeki Aleyna Tilki'yle aynı yaşta ama çıtası ne kadar yukarıda farkında mısınız? Ben daha şimdiden Bea Miller'ın adını Rihanna, Lana Del Rey gibi isimlerle birlikte andım mesela. 

Albümü o kadar çok sevdim ki, yeni telefonumda şu an için bazı caz şarkıları, Feist’ten, Lisa Ekdahl’dan parçalar, Hande Yener’in tüm albümleri ve bir de işte bu Miller’in Aurora’sı var. Öyle söyleyeyim, gerisini siz anlayın. Telefonumun müzik uygulamasına daha en çok sevdiğim şarkıcıları ve albümleri bile yüklememişken, Bea Miller orada kendine bir yer bulmayı başardı.

Tür ve tarz olarak belki çok farklı değil Bea Miller, hatta benim gibi alternatif türleri, cazı, blues’ı, elektroniği seven biri için fazla genel kaçmış, şarkılarını neden sevdiğim anlaşılmamış bile olabilir. Ama kararlı duruşu, enerjisi ve henüz popüler olmayışıyla beni de çekti bea Bea! Bu arada popüler değil, Youtube’da videoları 2-3 milyonu geçemiyor dedim ama, Instagram’da 1,5 milyon takipçisi var Bea’nın. Bu da katılıp popülarite kazandığı X-Factor sayesinde olmalı. Zaten 21 milyon "tık" alan şarkısı da, hemen programdan sonra çıkardığı ilk albüm.

Bakalım popüler kültür, Bea Miller’ı ne zaman keşfedecek?

O zamana kadar biz tadını çıkarmaya devam edelim... 

Sosyal medya adreslerim:



26 Mart 2018 Pazartesi

ON8 KİTAP'TAN YÜRÜYEN KENTLER SERİSİ: "BEN ONA RESMEN AŞIĞIM"

ON8 Kitap'ı biliyorsunuz değil mi? Umarım biliyorsunuzdur, çünkü genç ve genç yetişkin kategorilerinde kitaplar yayımlayan bu yayınevinin bunca zamandır tek bir kitabıyla bile tanışmadıysanız gerçekten üzülürüm. Neyse ki bu yazıdan sonra en azından web sitesine girip kitaplarını gözden geçireceğinizi bildiğim için, içim rahat. Zira benim favori ilk üç yayınevimden biridir kendisi... En sevdiğim serisi ise, hiç şüphesiz Yürüyen Kentler!

Şu sıralar aynı anda hayli fazla kitap okuduğum bir dönemden geçiyorum. Normalde de bir kitabı üç günde okuyup bitiririm, ama son zamanlarda iki, hatta üç kitabı eş zamanlı okuyup bitirirken buluyorum kendimi. Bunda yaptığım kitap programının ne kadar etkisi var bilmiyorum. Kitapçıya bir girdim mi çıkmıyorum, ne var ne yoksa alıyorum, klasik Mert. Geçenlerde iki “Maxi” Dylan Dog çizgi romanını, üç Zagor çizgi romanını, Kazuo Ishiguro'nun Günden Kalanlar'ını, Stieg Larsson’ın muazzam Millennium Üçlemesi’ni devam ettirmeye “çalışan” (ama hiç şüphesiz eline yüzüne bulaştıran) David Lagercrantz’ın Göze Göz Dişe Diş Diyen Kız’ını (nasıl bir hayal kırıklığıyla bitirdiğimi söylememe bilmem gerek var mı) ve yine ON8’den çıkan, Jean-François Chabas’ın Kırık Kalpler Kavanozu’nu bitirdim. Bunlar başka bir yazının konusu olacak gibi görünüyor.

Bu yazıdaysa sizlere ON8'den çıkan, çok sevdiğim bir bilim kurgu serisini tanıtmak istiyorum! Öyle ki, sizlere şu yazımda bahsettiğim kitap programımın ikinci bölümünde de bu seriyi anlattım (programın linkini bir sonraki yazıda paylaşmayı planlıyorum). Yürüyen Kentler dört kitaplık bir serinin hem ilk kitabının hem de genel olarak serinin adı. Ben öyle her bilim kurgu kitabının kapağını iştahla açan biri değilim. Çünkü bilim kurgu yazmak gerçekten zor bir iş ve iyi yazılmışlarına çok az rastlanıyor. Yazarın sizi o dünyaya gerçekten inandırması lazım, aksi halde kurgu olduğu çok belli oluyor ve size okuma zevki vermiyor. Aynı şey fantastik için de geçerli aslında. İşte tam da bu sebepten ötürü, Yürüyen Kentler için, son derece rahat bir şekilde, okuduğum en iyi bilim kurguydu diyebilirim. İlk kez yedi-sekiz yıl önce, yani çocukken diyebileceğim kadar önce okumuştum ve tadı hala damağımda, her okuduğumda da aynı zevki aldığım bir kitaptır... O zamanlar Günışığı Kitaplığı'ndan çıkmıştı. Şöyle muhteşem bir kapağı vardı, hala kitaplığımdaki en sevdiğim kitap kapaklarından biridir kendisi:


Günışığı Kitaplığı'nın kardeş yayınevi olan ON8 Kitap, seriyi yeniden bastı ve eskisini aratmayacak bir şekilde yeni kapaklarla karşımıza çıktı. Bu sefer o ürkütücü bilim kurgu atmosferini bize daha kesin ve sert bir şekilde hissettiriyor kapaklar. Şimdilerde elimin altında olan ilk kitabın kapağı da şöyle: 


Yürüyen Kentler serisini güzel kalan bir başka şey de bu aslında: Bu kitap hem çocuklara, hem gençlere, hem de yetişkinlere hitap ediyor! Çünkü kendimden biliyorum, her iki dönemde de farklı bir gözle, farklı ayrıntılara dikkat ederek okuyorsunuz. Dolayısıyla ben her iki kapağını da seve seve kabul ediyorum Yürüyen Kentler'in. Her ikisine de ayrı ayrı bayılıyorum. Ayrıca yeni baskıların kapaklarını yan yana koyduğunuzda çok ama çok şık duruyor. 

Peki artık bu teknik konuları bir kenara bırakalım da, kitabın içeriğine bakalım, değil mi? Yürüyen Kentler bir bilim kurgu tamam ama, nasıl bir bilim kurgu? Uzak gelecekte, 60 Dakika Savaşları’nın ardından kentlerin tekerlekler üstünde "yürüyerek" birbirlerinden kaçmak zorunda oldukları bir dünya hayal edin… Ya da hiç uğraşmayın, Philip Reeve bu konunun serisini yazmış. İçine aşk, arkadaşlık, ihanet gibi son derece insancıl duyguları katmayı da ihmal etmemiş. Kentlerin tekerlekler üstünde yürüdüğü bir dünya fikri bence çok çılgın ve yaratıcı. Yani kitap daha en başından muhteşem bir fikirle yola çıktığı için, kurgulanan dünya sizi kendine sonuna kadar inandırıyor. Ana karakterlerimiz olan genç tarihçi Tom ve gizemli Dış-Topraklar’dan gelen Hester ilk andan itibaren hikayeleriyle sizi bağlayan karakterler oluyor. Tekerlekler üstünde giderek kendisinden küçük kasabaları kovalayan Londra'da geçiyor öykümüz. Ya da, "başlıyor" diyelim en azından. Londra Müzesi'nin Doğa Tarihi bölümünde çırak olarak çalışan Tom'un hayatı, Dış-Topraklar'dan gelen, yüzünü adeta ortadan ikiye kesen yarası ve burunsuz suratıyla korkunç bir görünümü olan Hester'la birlikte değişiyor. Çünkü kendini bir anda onunla birlikte Londra'dan dışarı, Dış-Topraklar'a atılmış/düşmüş bir halde buluyor (spoiler vermemeliyim, spoiler vermemeliyim, spoiler vermemeliyim). Ve tabii ki Londra'ya yetişmeleri gerek! Hester'ın alınacak bir intikam planı var. Tom'sa buna engel olmak istiyor. 

"Hey!" dedi Tom. "O en iyi gömleklerimden biriydi!"
"Ne olmuş yani?" diye yanıt verdi kız başını kaldırmadan. "Bu da benim en iyi bacaklarımdan biri."

Olabilecek en güzel şekilde yazılmış, esprili, ürkütücü ve şaşırtıcı bir bilim kurgu Yürüyen Kentler... Ben o zamanlar dörtlemenin ilk iki kitabını, yani Yürüyen Kentler'i ve İhanet Altını'nı okumuştum. Seriyi çok sevdiğim halde diğer ilk iki kitabı nedense okumamışım. Ama şimdi buna seviniyorum, çünkü önümde okuyup tadını çıkarmak için sabırsızlandığım iki Yürüyen Kentler kitabı daha var. Bir şeye olumlu tarafından bakmak dedikleri tam da bu olsa gerek. Üçüncü kitap Cehennem Makineleri, dördüncüsü de Karanlık Düzlük. Serinin nasıl devam ettiğini ve sonlandığını inanılmaz merak ediyorum. 

Ben bu kitabı ilk kez okuduğum zaman, "Neden biri bunun filmini çekmiyor ki?" diye düşünmüştüm. Şu bir gerçek ki, bu kitabın en az Harry Potter kadar patırtı koparması gerekirdi. En az. Aslında dünyada çok sıkı bir okur kitlesi var Yürüyen Kentler'in, bizdeyse hak ettiği kadar bilinmiyor diye düşünüyorum. Ve geçen hafta programa hazırlanırken internete baktım, sanırım biri beni duymuş, çünkü Yürüyen Kentler’in sinema filmi bu yılın sonunda gösterime giriyor! Buna benden çok sevinen kimse olamaz. Çünkü dediğim gibi, ta en başından beri bu kitabın filme çekilmemesinin hata olduğunu düşünüyordum, bir yapımcı keşfetse diye düşünüyordum. Sonunda (nihayet!) biri keşfetmiş işte! Hem de Peter Jackson! Evet, Yüzüklerin Efendisi ekibi, Yürüyen Kentler'i sinemaya taşıyor! Zaten birinin çoktan bunu yapmadığı kabahatti. 

Yani eğer hala tanışmadıysanız Yürüyen Kentler’in bilim kurgu dünyasına teslim olmanın şimdi tam sırası. Ben de, hemen serinin diğer kitaplarına geçiyorum. Yıl sonunda filmi izledikten sonra, kitapla filmi karşılaştıran bir yazı yazmak için de, daha şimdiden sabırsızlanıyorum! 

Not: Daha şimdiden en büyük eleştiriyse kitapta yüzü yaralı ve burunsuz olan Hester'ın fragmanda gayet güzel bir kız olarak karşımıza çıkması. Ortalık karışacak gibi, ama kesinlikle izlemeye değecek. 


Sosyal medya adreslerim:

23 Mart 2018 Cuma

RENKLİ SEMT BALAT'TA PAZAR KEŞİFLERİ

Rengarenk evleri ve yaşanmışlık kokan ara sokaklarıyla Balat'a gittim. Baharın müjdecisi güneşin ısıttığı ara sokaklarda gezdim, Demir Kilise'yi ziyaret ettim ve tabağımı rengarenk eklerle doldurdum! 

Mevsim geçişlerinde hava durumunda her şey mubahtır. İşte Balat’a gideceğim günün sabahı her zamanki gibi erkenden kalkıp perdeyi aralayınca dışarıda sisten gözün gözü görmediği bir havayla karşılaştığımda aklımdan geçen ilk düşünce bu oldu. Öyle ki, şehrin göğe kadar uzanan gökdelenleri bile sisin ardında kaybolmuştu. Ama yine de kafama koymuştum, bu beni Balat’a gitmekten vazgeçirecek değildi.


Balat, film platolarını aratmayan rengarenk evleri ve yaşanmışlık kokan ara sokaklarıyla, her zaman İstanbul’dan farklı bir yer izlenimi vermiştir bana. Şehrin bu kadar içinde olup da her şeye rağmen kendi ruhunu korumayı başarabildiği için aynı zamanda önemli de bir semt. Benim o gün semtteki ilk durağımsa Demir Kilise. Haliç’in hemen kıyısında konumlanıyor. Hem sabahki sis dağılıp baharın müjdecisi güneş her yere ısı ve ışık saçtığı hem de pazar günü olduğu için kilisenin bahçesinde karşılaştığım kalabalık, içerideki insan sayısına dair önemli bir ipucu veriyor. Ama içeri girince beklediğimden çok daha kalabalık olduğunu görüyorum. 


Bir diğer adı Stevi Stefan Kilisesi olan bu kilise, dünyada günümüzdeki tek demir kilise olarak varlığını sürdürmekte. Kilise aslında Avusturya’nın Viyana şehrinde yapılmış ve parçaları gemilerle buraya getirilerek burada birleştirilmiş. Her köşesi muazzam ayrıntılarla, göz alıcı işlemelerle dolu. İkonaların önünde fotoğraf çekmek ve çektirmek isteyenlerin kuyrukları uzayıp gidiyor, her köşe başında selfie’ler havada uçuşuyor. Capcanlı vitrayların önünde, merdivenlerin basamaklarında fotoğraf çektirenlerin sayısı hiç azalmıyor.


Dışarı çıktıktan sonra, hazır Balat’a da gelmişken, kısa bir tur yapmadan olmaz. O gün kilise kadar sokaklar da kabalık. Balat’ın ara sokaklarına daldığımızda bir curcunayla karşılaşıyorum. Ama ne curcuna! Ara sokaklardan birine kurulmuş “pazar” pazarında meyve sebze satan satıcılar, bir yanda yanımızdan koşuşturup etrafımızda dört dönen semt çocukları, öte yandan tüm bunlardan soyutlanmış bir şekilde oturdukları kafede latte’lerini höpürdetirken kahkahaların yükseldiği arkadaş grupları… O gün Balat’ta bir siz eksiksiniz yani.


Fener Erkek Rum Lisesi’nin önünden geçip antika ve vintage parçalar satan mağazalara uğradıktan, iki apartman arasına gerilmiş iplerde sallanan çamaşırların altından geçtikten sonra, oturmak için bir yer arayışına giriyoruz. O gün gölgelerin hala üşüttüğü, ama güneşin vurduğu yerlerde dolaşırsanız sıcağın bunaltabileceği baharın habercisi günlerden birini yaşıyoruz. Hem sıcaktan hem de sokaklardaki kalabalıktan kaçmak için Balat Roma Dondurma diye, küçük bir kafenin kapısından içeri giriyoruz. Aslında o vitrinindeki rengarenk eklerle çoktan kalbimizin kapısından içeri girdi bile... Tabaklarımızı iştahla eklerle dolduruyor, çayımızı kahvemizi içerken sokaktaki kargaşayı ve rengarenk atmosferi seyre dalıyoruz. Çıkarken uygun fiyatlara da şaşırıyor, hiç bozmamasını diliyoruz.

İşte bir pazar gününü Balat’ta böyle geçiriyoruz… Sonra da kendi kendime hayıflanıyorum: Her hafta İstanbul’da böyle bilmediğimiz bir semti keşfetsek, bazılarını sevip bazılarına “bir daha gitmem” desek, kendimize yeni yeni alternatif rotalar yaratsak çok mu? Bahar geldi! İstanbul’un tadı bundan sonra çok daha güzel çıkar!

Sosyal medya adreslerim:

17 Mart 2018 Cumartesi

KİTAP PROGRAMIM VE KİTAPLARIMLA İLGİLİ


Spontane bir şekilde kendimi içinde bulduktan sonra, "Ya ben hep bunu yapmayı bekliyormuşum aslında" dediğim kitap programımızın ilk bölüm çekiminin kamera arkasından bir kare… 

Evet, kitap programı sunmaya başladım! 

Okuldaki bir proje bu aslında...

Kendimi bir anda programın hem editörü hem de sunucusu olarak buldum... 

Kitapları kendim seçiyorum. "Mert'in önerileri" şeklinde, her hafta farklı bir türden farklı bir kitapla ilerliyor program. İlk program için Kazuo Ishiguro'nun Günden Kalanlar'ını, ikinci program içinse Philip Reeve'in Yürüyen Kentler'ini anlattım. Yani böyle bir şey aklımda bile yokken, ilk ve ikinci bölümü çoktan çektik bile...

Detayları duyuracağım, sizlerle videoları paylaşacağım mutlaka!

***

Bu arada, "Yeni kitabın ne zaman çıkıyor, çok beklettin!" diyenleriniz için, çok azıcık daha bekleyin diyorum. 

İnanın ben de bekle bekle tükendim
 ama yayıncılık işleri maalesef dışarıdan göründüğü k
adar kolay değil. 

Ben de aradan geçen iki yılda iki kitap daha yazıp bitirdim. 

Öncelik tabii ki Bozbalık Üçlemesi'nin ikinci kitabında, yani Ters Düz'ün devamında! 

Bozbalık Köyü’nü ve karakterleri bu kadar sevip benimsemiş olmanız beni her gün daha çok mutlu ediyor, çünkü sizlerden ilk günkü gibi çok güzel mesajlar almaya devam ediyorum!

Hala okumayanlarınız ya da yeniden kavuşmak isteyenleriniz için Ters Düz’e de bir yeni baskı zamanı gelmiş gibi, ne dersiniz? 

Sosyal medya adreslerim:

14 Mart 2018 Çarşamba

TRABZON NOTLARI


Herkese merhaba!
Beni instagram'dan takip edenleriniz görmüştür, geçtiğimiz haftalarda Trabzon'daydım (henüz görmeyip de görmek isteyenleriniz için, story'leri Trabzon başlığı altında profilimde tutuyorum). 
Bu kadar İstanbul yeter deyip kendimi Trabzon'a atmıştım ama Trabzon'un da nüfusu çoktan bir milyonu aşmış. Her yer acayip kalabalıktı!
Benim için Trabzon asla tek başına doğayla iç içe olunan bir şehir değil. Zaten son on yıldır denizin doldurulması ve her yere gökdelen dikilmesiyle o filmlerdeki Trabzon görüntüsü de çoktan bozuldu. Artık o kadar da yeşil bir şehir değil yani Trabzon.
Neyse...
Bu Trabzon ziyaretimde de çok şey yaptım yine...
Şehirde yeni açılan kitabevlerini ve kafeleri keşfettim mesela. Bazılarının dekorasyonu o kadar güzel oluyor ki, kendimi cidden yurt dışında bir mekanda gibi hissediyorum. Bir de bu gidişimde çok çizgi roman okudum, şu yazımda da yazmıştım hatta.

Sezonun tiyatro oyunlarını da seyrettim, çok güzeldiler. Karanlıkta Komedi ve Küçülecek Yer Kalmadı notlarım, hala blog'a yazılmak için defterimde bekliyor.
Aynı zamanda alışveriş listem kabarıktı, hepsini Trabzon'a saklamıştım! Yeni gözlük ve telefon aldım! Bir önceki yazımda daha detaylıca anlatmıştım zaten. Samsung'un yeni çıkan modeli Galaxy J7 Pro ve bu sefer Ray Ban değil, ondan daha pahalı olsa da Italia Independent marka bir gözlük aldım. İkisinden de çok memnunum şimdi.
Modern tatların yanı sıra yöresel lezzetlerden Laz böreği, hamofta reçeli ve kuymak yedim. Sokak simidi, döner, köfte ve ekmeği söylemiyorum bile. Trabzon ekmeğini kızartıp üstüne tereyağı ve reçel de sürünce, of of, kahvaltılar hiç bitmesin istiyorsunuz.
Bol bol "organik" Trabzon tereyağı, sütü, yoğurdu yedim... Şimdi İstanbul'daki bu lastik yoğurtları, ilaç gibi kokan sütleri nasıl tüketeceğim bilmiyorum. İnsan doğal olana alıştıktan sonra yapay olanları gerçekten sevmiyor. Ama yapacak bir şey de yok galiba/maalesef.
Havalar genel olarak güzeldi. Bu sene hiçbir yere yağmayan kar Trabzon'a da yağmadı (dağların tepeleri beyazdı bir tek). Bazı günler resmen kıble esti, sıcaklık 25 derecelere kadar çıktı.
Şehrin ara sokaklarında bol bol gezdim, fotoğraf kamerasını aratmayan kamerasıyla yeni telefonumla fotoğraflar çektim...
Yorumlarınızı bekliyorum!

Sosyal medya hesaplarım: 

twitter: @ofluoglumert
instagram: @ofluoglumert
facebook: @ofluoglumert 

1 Mart 2018 Perşembe

YENİ TELEFON & YENİ GÖZLÜK ALDIM!


Bu yıl geç gelen kış kendini Mart'a sakladı ve birkaç gündür süren dondurucu soğukların ardından, İstanbullular bu sabaha gözlerini karla açtı. Belli ki gece biraz yağmış ve çatıların üstü tutmuş. Beş bardak çay içmek ve kitap okuyup kitap yazmak için harika bir gün bence, sizce?

Bu yazımda sizlere yeni aldığım telefon ve gözlükten bahsedeceğim. Beni instagram'da takip edenleriniz görmüştür, story'lerde bahsetmiştim ve çok soru geliyordu. Ben de bu yazıyı yazmaya karar verdim. Öncelikle telefondan da gözlükten de aşırı memnun olduğumu söyleyeyim, şimdi detaylara geçelim. (Bu alışverişlerimi geçenlerde Trabzon'a gittiğimde yaptım bu arada. Trabzon'la ilgili bir post da gelecek.)

Gözlükten başlayalım... Şimdiye dek kullandığım gözlükler RayBan'dı. Ancak gözlükçüye girdiğimde bir gözlük gördüm ki, görür görmez çok sevdim. Markasına baktım: Italia Independent. RayBan'ın iki-üç katı fiyatı olduğunu görünce epey şaşırdım. Sonra araştırdım, meğer bizde Ray Ban kadar bilinmese de dünyada bir numara olan bir markaymış. Çok sayıda çeşidi var. Modeli, tasarımı çok hoşuma gitti gözlüğün. Baktığım RayBan'ları sevememiştim ama bunu ilk görüşte çok sevdim (üstte fotoğrafını koydum). Biraz pahalı olsa da, çok severek aldım. Cidden çok kaliteli, güzel bir gözlük. Güneş gözlükleri de var. Gözlük alırken bakmanızı tavsiye ederim. (Benim rengim kesinlikle mavi, o nedenle yine maviden yana yaptım tercihimi. Fotoğrafta siyah gibi çıkmış ama koyu mavi kendisi.)

Yeni telefonumsa Samsung Galaxy J7 Pro... Metal, ince, çok zarif ve büyük bir telefon. 5.5 inç full amoled ekranı gerçekten çok büyük. Aslında tablet kadar büyük bir telefon, bu biraz alışma süreci istiyor önceden nasıl bir telefon kullandığınıza bağlı olarak. Hoparlörünün yanda olması çok iyi. Böylece telefonu ters koyarsam hoparlörü kapanır gibi bir dertten kurtuluyorsunuz. Telefon gerçekten su gibi akıyor. Çok hızlı. Çok iyi algılıyor her şeyi. Sadece bazen Instagram takılıyor ama o da Instagram'la ilgili bir sorun diye düşünüyorum. Tasarımı çok zarif dediğim gibi. Kamerası muhteşem. Fotoğraf kalitesi çok iyi, çok detaylı ve canlı fotoğraflar çekiyor. Parmak izi okuma özelliği falan var. Ekranı ikiye bölüp bir yanda diyelim video izlerken diğer yandan instagram'da gezebiliyorsunuz. Pil ömrü gayet iyi, her gün şarja takmanıza gerek kalmıyor. 2017'nin sonlarına doğru çıktı, yani son modellerden biri ve Samsung Galaxy S8'le neredeyse aynı özelliklere sahip. Alırken J7 Pro mu S8 mi diye düşünürseniz, ben ikisini de tavsiye edebilirim. 



Şu anda piyasadaki en iyi Android telefon diyebilirim Samsung Galaxy J7 Pro için. Hatta en iyi telefon bile olabilir! Ben zaten iPhone sevmiyorum. Hep Samsung kullandım. Yeni telefon alırken de yine Samsung'dan vazgeçmedim. Her gün yeni bir özelliğiyle tanışıyorum, daha yeni aldığım için henüz hepsini keşfedemedim ve açıkçası zamanım da olmadı. Ekranı çok büyük ve ince, bu biraz alışma süreci gerektiriyor tekrar belirteyim. Bilmeyenler iPhone sanıyor ama değil efendim, Samsung. 

Yani yeni bir gözlük alacak olanlara Independent'ı, telefon alacaklara da Samsung Galaxy J7 Pro'yu kesinlikle öneririm.

Kısacası ben şu sıra epey yenilendim!

Peki siz hangi model telefon kullanıyorsunuz?

Diğer hesaplarıma da gelsenize:

twitter: @ofluoglumert
instagram: @ofluoglumert
facebook: @ofluoglumert 

SİNEMADA İKİ FİLM

Son günlerde sinemada iki filme gittim. İlki, The Substance. Yani Cevher. Bence mutlaka görülmesi gereken, ama son derece rahatsız edici bir...