24 Mayıs 2019 Cuma

EN ETKİLEYİCİ YERLİ DİZİ MÜZİKLERİ VOL.1

Bazen yerli dizilerimizin, arkalarında güçlü orkestralar barındıran müzikleri, dizinin senaryosunun bile önüne geçebiliyor... Gerçekten çok iyi dizi müziklerimiz var ve ben enstrümantal bu melodileri şarkı dinler gibi dinlemekten büyük keyif alıyorum. Telefonumdan sadece pop ve caz müzik dinlediğimi sanıyorsanız, yanılıyorsunuz! Son zamanlarda koca soundtrack'lerini sürekli başa sarıp dinlediğim birkaç diziyi, örnek olsun diye koyduğum bir müzikle aşağıda sıraladım. Tabii dizi müziklerini, senaryolardan bağımsız değerlendirdiğimi de söyleyeyim. 

Güllerin Savaşı: Gülru ve Gülfem arasındaki amansız güç mücadelesi... Temmuz 2014 ve Şubat 2016 arasında, iki sezon olarak izlediğimiz dizi, etkileyici soundtrack'iyle her zaman için listemin ilk sırasında. 


Fatmagül'ün Suçu Ne: Hak arayışındaki Fatmagül'ün mücadelesi hangimizin gözünü yaşartmadı ki? Yayınlandığı dönem büyük ses getiren ve gündem olan dizinin naif ve kırılgan müziklerinden tek bir nota bile duymak, Fatmagül'ün yaşadıklarını hatırlatmaya yetiyor. Eylül 2010 ve Haziran 2012 yılları arasında, dolu dolu ve sürükleyici iki sezon boyunca izlediğimiz dizi, Beren Saat'in Aşk-ı Memnu'daki Bihter rolü biter bitmez ona taban tabana zıt Fatmagül karakterine ne kadar iyi geçiş yaptığının da göstergesiydi. 


Bir Zamanlar Çukurova: Bu sezonun en iddialı dizilerinden Bir Zamanlar Çukurova, güçlü ve sert müzikleriyle dikkat çekiyor. Dizinin hikayesinde son zamanlarda duraksama ve tıkanmalar yaşansa da, günün en çok izlenen dizisi olmaya devam ediyor. 



İstanbullu Gelin: Mart 2017'de başladığı ekran yolculuğunu haftaya cuma akşamı final bölümüyle sonlandıracak olan İstanbullu Gelin, hiç şüphesiz yerli ekran için unutulmayacak dizilerden biri oldu. Dizinin naif ve güzel müzikleri de hiç unutulmayacak... Artık İstanbullu Süreyya mı, Bursalı Esma mı, hep birlikte finalde göreceğiz. 



Muhteşem Yüzyıl, Merhamet, Hayat Şarkısı, Aşk-ı Memnu ve Anne'nin müzikleri de kesinlikle listemde... Peki sizin favori dizi müzikleriniz hangileri? 

Beni sosyal medyadan da takip edebilirsiniz: 



22 Mayıs 2019 Çarşamba

BİR MÜZE, BİR KENTİN KADERİNİ DEĞİŞTİREBİLİR Mİ?

Bu sefer biraz mimari, biraz sanat hakkında konuşmak istiyorum sizinle.

Başlıkta da yazdığım gibi, "Bir müze, bir kentin kaderini değiştirebilir mi?" diye sormak istiyorum...

Cevabı, Baksı Müzesi açıldıktan sonra binlerce insanın yolunu Bayburt'a düşürmesine bakarak, hemen verebiliriz aslında. 

İşte Baksı'nın Bayburt'a yaptığını, yıllar önce Guggenheim Müzesi, İspanya'daki Bilbao'ya yapmış.


Tarih 18 Ekim 1997... Guggenheim Müzesi'nin Bilbao’ya katkısının ne kadar büyük olabileceğini henüz kimse bilmiyordu. Prag'daki, benim de gittiğim Dans Eden Ev'i ile tanınan Torontolu ünlü tasarımcı ve mimar Frank Gehry'nin imzasını taşıyan müze, dekonstrüktivizm akımını ve fütürizmi, Nervion Nehri kıyısında adeta yeniden tanımladı.

İspanya'nın kuzeyinde, Atlantik Okyanusu'nun Biskay Körfezi'nde, Nervion Nehri'nin kıyısındaki Bilbao, bir zamanlar kendi halinde bir rıhtım şehriyken, şimdi artık sanat, turizm ve gastronominin nabzını tutan bir İspanyol kenti.

Kent, müzeyle birlikte mimari ve sanat meraklılarını kente bir mıknatıs gibi çekmeye başlamış. O zamana kadar kimse Bilbao'ya gitmezken, İspanya’yı ziyaret eden turistler artık orayı da gezilecek yerler listelerine ekler olmuş. Açıldıktan sonraki ilk üç yıl boyunca yaklaşık dört milyon turisti ağırlayan müze, kente yepyeni bir gelir kapısı sağlamış. Müzeyi görmek için Bilboa'ya gelen turistler konaklamadan alışverişe, yeme-içmeden küçük turlara varıncaya dek kent ekonomisine büyük katkı sağlamış. Kentte yaşanan turizm devriminden sonra, literatüre "Bilbao etkisi" olarak bir tanımlama bile girmiş.

Nehrin kıyısından fütürizme bir övgü gibi yükselen bina, artık yalnızca İspanya’nın değil, tüm dünyanın en dikkat çeken sanat merkezlerinden biri.

İşte, sıradan bir kentin bir müze sayesinde adından daha çok söz ettirmesinin hikayesi... 

Yaşadığımız şehirlerde inşaat vinçlerinin, tozun toprağın, yüksek katlı gökdelenlerin değil, sanat için daha çok alanın olması dileğiyle... 

Beni sosyal medyadan da takip edebilirsiniz: 



12 Mayıs 2019 Pazar

ŞU SIRALAR NE OKUYORUM?


Güneşli bir pazar gününden herkese merhaba! 

Bu hafta sonumun özeti: Dergide yoğun ve stresli geçen bir haftadan sonra (ve korkarım ki yeni hafta da öyle olacak), bütün gün evde kalıp (fotoğraftakilerden birkaçı hariç) yeni çıkan kitaplardan ilk önce hangisine başlayacağıma karar vermeye çalışırken aynı anda hepsine birden başlamak... Ve tabii hafta içi ofiste bilgisayar başında geçirdiğim vakitler yetmiyormuş gibi, evde yine bilgisayar karşısında, ama bu sefer yeni hikaye için gözümü bile kırpmadan yazmak...

Yok yok, şikayetçi olur muyum hiç: Böyle yazı ve kitap dolu hafta sonlarını çok seviyorum!

Ama size şimdi fotoğrafta gördüğünüz iki kitapla ilgili, Carlos Ruiz Zafon'un Rüzgarın Gölgesi ve Gönül Bakay'ın Delirtilen Kadınlar'ıyla ilgili yazmak istiyorum. İkisi de Kırmızı Kedi Yayınevi'nden çıkan, bu hafta sonu elimden bırakamadığım, nefis kitaplar.

Rüzgarın Gölgesi'ne dün başladım ve ilk kısmına denk gelen 65 sayfasını okudum bile. Unutulmuş Kitaplar Mezarlığı adlı serinin de ilk kitabıymış... 1945 yılında başlayan bir hikayeyi anlatan bu kitap, İspanya'da 2001'de yayımlanmış. Kırmızı Kedi serinin diğer kitaplarını da bir an önce yayımlar umarım.

Kitapların arka kapaklarında yazan diğer yazar veya gazete/dergi kritiklerinin genelde abartılı veya parayla tutulmuş reklam amaçlı yorumlar olduğunu düşünsek de, bu seferki övgüye kesinlikle hak verdim. Stephen King bu kitap için şöyle demiş: "Otantik Gotik romanın 19. yüzyılda öldüğünü düşünen varsa, bu kitap fikrini değiştirecektir. Hikaye içinde hikaye barındıran gizli tuzaklarla örülü muhteşem bir roman..."

Ana karakterimiz küçük bir çocuk olan Daniel. Ya da en azından hikaye başladığında Daniel on yaşında bir çocuk. Babası onu bir gün Unutulmuş Kitaplar Mezarlığı'na götürüyor ve Daniel de o kütüphaneden kendisine bir kitap seçiyor: Rüzgarın Gölgesi. Ama o andan itibaren kitaplar, gerçekler ve hayaller birbirine karışıyor.

Konusundan da anlamış olacağınız üzere, tam benlik bir kitap.

Okuduğum kadarıyla bayıldım ve gerçekten çok sürükleyici buldum. Hatta bu yazıyı yazdıktan sonra da okumaya devam edeceğim. Masamın üstünde bana göz kırpıp duruyor kendisi.

Kitabın içinden bir alıntıyla kapatmak isterim: "Daha küçükken bir dönem, belki de kitaplar ve kitapçılarla çevrili halde büyüdüğümdendir, romancı olmak ve bir melodram hayatı yaşamak istediğime karar vermiştim."

Ben de yazsam böyle bir cümle yazardım herhalde...


***

Yine Kırmızı Kedi'den çıkan, bahsettiğim diğer kitapsa Gönül Bakay'ın Delirtilen Kadınlar: İngiliz ve Amerikan Edebiyatında Kadın Deliliği adlı inceleme kitabı. Edebiyat, kadınlar ve delilik... Bu üçünden en az biriyle bile ilgilenen varsa, bu kitabın ilgisini çekeceğinden eminim. Kitap, deliliğin tarihçesinden başlayarak edebiyatta "deli" kadın karakterlerin nasıl işlendiğine dair detaylı bir araştırma sunuyor. Bakay, kimi zaman kendisi de "deli" olarak nitelendirilmiş kadın yazarların, "deli" kadın karakterlerle ilgili eserlerini inceliyor. Kütüphanemde olması gereken bir kitaptı bu, ancak keşke daha çok yapıt incelense ve incelenenler daha detaylı anlatılsa diye de düşünmedim değil. Belki bu tarz ikinci bir kitap gelir?

***

Siz şu sıralar neler okuyorsunuz?

Beni sosyal medyadan da takip edebilirsiniz: 



1 Mayıs 2019 Çarşamba

İNSAN İLİŞKİLERİ


Yazdığım hikaye ve senaryolardaki karakterlerle ilgili, aklımdan hiç çıkmayan bir şey var: İki insan arasındaki ilişkide yaşanabileceklerin sonsuzluğu çok enteresan değil mi? Heyecan verici ve aynı zamanda korkutucu. Aşk ilişkisine indirgemiyorum; dramatik perspektiften, daha geniş düşünüyorum, daha genel anlamıyla ilişkilerden bahsediyorum. İnsanlar arasındaki ilişki ağlarından. Çok sayıda insana, çok kalabalık ortamlara gerek yok. Bomboş bir odanın içinde, sadece iki insan arasında bile sonsuz sayıda olay, gelişme, durum yaşanabilir. Hatta bazen bir başka kişiye dahi gerek yok, insan kendi içinde de sayısız çatışmadan geçebilir... 

Ta lise yıllarımdan beri üstünde çalıştığım bir proje olan Ters Düz'ü (kitap ve dizi - ilk kitap 2015'in Kasım'ında çıktı, biliyorsunuz) tam da böyle duygularla yazdım işte. Trabzon'da, adı Bozbalık olan hayali bir köy kurguladım ve küçücük bir köyde bile, eğer insan faktörü varsa, ilişkilerin ne kadar karmaşık olabileceğini göstermeye çalıştım. İstanbul gibi büyük bir şehrin karmaşasından Bozbalık gibi bir yere dönmek zorunda kalan Ece'nin, sığındığı bu küçücük köyde oradakinden çok daha büyük tehlikelerle, karanlık insan ilişkileriyle karşılaşması fikrini esas aldım. Hatta ben, henüz serinin ikincisi sizinle buluşmadığı için okumanıza şimdilik daha çok zaman olan ama benim yazmaya çoktandır başladığım üçüncüsünde, ne tepki vereceğinizi çok merak ettiğim bazı karakter dönüşümleri kurguluyorum. Bozbalık Üçlemesi'nin ana çıkış noktası bu işte: İnsan olan yerde, her şey olur. 

Fotoğraftaki bu bakışımsa güzel gelişmelere... Onları tam olarak böyle bekliyorum!

Beni sosyal medya hesaplarımdan takip edebilirsiniz:

instagram: @ofluoglumert
twitter: @ofluoglumert
facebook: @ofluoglumert 

SİNEMADA İKİ FİLM

Son günlerde sinemada iki filme gittim. İlki, The Substance. Yani Cevher. Bence mutlaka görülmesi gereken, ama son derece rahatsız edici bir...