24 Ocak 2020 Cuma

KÜÇÜK BİR SORU

Az çok yıllardan beri şahsi tecrübe ve gözlemlerimden anladığım kadarıyla durum şu: Bu ülkede oyuncu olmak isteseydim elli defa olmuştum, yazar olmak istediğim için yazar olamıyorum? Ya da yazar olmanın ön şartının şarkıcı, oyuncu, magazin figürü, sosyal medya fenomeni olmakta arandığı bu zaman diliminde yaşamak benim suçum mu?

9 Ocak 2020 Perşembe

ATİYE'Yİ NEDEN BEĞENMEDİM?


Netflix'te bir yandan zarif, retro ve jazzy hislerle The Crown'u izlemeye devam ederken, diğer yandan Rita'nın 5. sezonunu beklerken, öte yandan Spinning Out'a başlayıp başlamamayı düşünürken ve iki kitabını da okuduğum You'nun yeni sezonunu "Acelesi yok, nasıl olsa bir ara başlarım!" diye geçiştirirken, sırf Beren Saat nasıl olmuş merakımdan ilk bölümüne bakayım dediğim Atiye'yi geçtiğimiz cuma gecesi "bitse de gitsek" diye diye bitiriverdim. Yazıyı yazmam biraz gecikti, çünkü düşüncelerimi toplayıp üstünde dumanı tüten çay fincanıyla bilgisayarımın başına oturmam yeni yıl coşkusu, kitap alışverişleri, başka yazılar, İstanbul trafiği ve instagram paylaşımları filan derken bugünü, sabahın (yazıyı yazdığım sırada) bu hayli erken ve karanlık saatini buldu. Lafı fazla uzatmadan, konuya direkt girmek istiyorum: Netflix'in ikinci Türkiye yapımı dizisi Atiye'yi beğenmedim. Hakan: Muhafız'dan daha iyi olduğu kesin, ama yine de 10 üstünden 6'dan fazla veresim gelmiyor. Elbette belli bir merak duygusuyla sekiz bölümlük ilk sezonu izleyip bitirmenizin önünde hiçbir engel yok, ama ben aradığımı –yine– bulamadım. Bir kere dizinin konusu orijinallikten uzak ve klişe, klişe, klişe. Dünyada milyon kez yapılmış ve artık ezbere bildiğimiz "seçilmiş kişi" hikayesinin yeniden ısıtılıp önümüze sunulmasından başka hiçbir şey yok. Hakan: Muhafız'da "seçilmiş kişi" Çağatay Ulusoy iken, bu sefer şanslı kızımız Beren Saat! 

Dizi, Şengül Boybaş'ın yazarı olduğu Dünyanın Uyanışı adlı bir kitaptan uyarlama. Kitabı ben de diziyle eş zamanlı olarak okudum, ancak Atiye adlı bir kadının Göbeklitepe'ye gidip "kendini keşfetmesi" dışında diziyle kitap arasında pek bir ortak nokta yok. Dizi, kitaptaki pek çok şeyi kullanmamış, görmezden gelmiş, yok saymış; açıkçası iyi de yapmış, çünkü kitaptaki olaylar ve karakterler, bir diziye konu olacak kadar çeşitli değil. Bir kere kitapta Mehmet Günsür'ün canlandırdığı Erhan yok, onun yerine yabancı arkeolog Jack var. Herhalde böylesinin izleyiciye soğuk geleceği düşünüldüğü için Jack'i Erhan yapmışlar. Atiye'nin, Melisa Şenolsun'un canlandırdığı Cansu diye bir kız kardeşi yok, abisi var. Cansu ise "fırlama" bir apartman komşusu ve ona Göbeklitepe macerasında eşlik ediyor. Kitapta Atiye'nin eski sevgilisi Murat, dizide Metin Akdülger'in canlandırdığı Ozan'a dönüşüyor ve eski değil, baya halihazırdaki sevgilisi. Dahası, Atiye mistik semboller çizen bir ressam değil, bir plazada çalışan bir iş kadını. Ve yine dahası, Atiye'nin ailesi şehirli, modern bir aile değil, Tokat'ta bir köyde yaşayan bir aile. Böyle böyle pek çok farklı detay var. Eh, normal. Kitaplardan diziye uyarlamalarda böyle şeyler oluyor.


Tıpkı Hakan: Muhafız'ın uluslararası bir platformda İstanbul'un reklamını yapması gibi, Atiye'nin de çıkış noktası itibariyle Göbeklitepe'nin reklamı olarak planlandığı bir sır değil. Henüz çok başında olduğumuz yerli Netflix dizileri Türkiye'yi dünyaya tanıtmak gibi bir amaç edinerek, sahne çekimlerinde ülkenin gelenek ve kültürüne ait sembolleri de sıkça kullanıyor. Ancak dizi arada derede kalmış. Ne Göbeklitepe hakkında şöyle tatmin edici bir bilgi öğrenebiliyorsunuz ne de Göbeklitepe bir figüran olmaktan kurtulabiliyor. Aslında şunu da düşünmeden edemiyor insan: Ülkemizde o kadar çok tarihi kent var ki, mesela Sagalassos Antik Kenti veya Çorum'daki Hattuşaş'ın bir diziye fon olabilecek çok daha geniş planları, manzaraları ve buluntuları var. Göbeklitepe henüz çok küçük bir alan, zaten dizide de adı hep geçmesine rağmen aslında sadece birkaç sahnede karakterler Göbeklitepe'ye gidiyor. Onun dışında dizi büyük çoğunlukla İstanbul'da ve sonlara doğru da Nemrut'ta geçiyor. Göbeklitepe'nin adı var, ama kendi yok. (Bu arada İstanbul'daki evi dikkatli izleyiciler hemen tanıyacaktır. Cesur ve Güzel'de kentin dışındaki aile çiftliklerinde yaşayan Sühan'ın yani Tuba Büyüküstün'ün Nişantaşı'ndaki şehir evi ve daha başka pek çok dizide de karakterlerin gizli saklı görüşmelerini yaptığı ev olan bu şık ev, burada da Atiye'nin ailesinin evi olarak karşımıza çıkıyor. Ne evmiş!)


Atiye benim zaten öyle dört gözle beklediğim bir iş değildi. Projenin merkezindeki Beren Saat ve sevdiğim diğer oyuncular bile beni heyecanlandırmaya yetmemişti. Ama yani bundan daha ruhsuz ve donuk bir ilk üç bölüm de beklemiyordum! İlk üç bölüm beklentimin oldukça altında kaldı. Aslında genel izleyici yorumlarında da bu tip şeyler gördüm. Karakterleri sevemedik, ne olduğunu anlamadık (hoş sonraki bölümlerde de anlamadık, çünkü birazdan değineceğim üzere pek bir şey de olmuyor veya o kadar hızlı oluyor ki, hiç inandırıcı gelmiyor). Beren Saat'in canlandırdığı ressam Atiye'yi anlamadan tanımadan başladı hikaye. Hatta bazı yorumlarda da okuduğum gibi, Atiye şımarık bir ressam gibi çiziliyor gerçekten de. Bazen aklı başında bir kadın gibi davranıyor, bazen liseli bir kız gibi. Bu Atiye kaç yaşında, hayattaki istekleri, arzuları ne? Atiye bile kendini tanımıyor gibi... Karakter kendinden bihaberken, izleyici o karakteri nasıl anlasın, nasıl inandırıcı bulsun? Çok üzgünüm ama ben bulamadım. 

Neyse ki, ilk üç bölümün donukluğu ve ruhsuzluğu, sonraki beş bölümde bir parça daha azalıyor. Biraz karakterlere bakacak olursak; Mehmet Günsür, hep aynı tip üniversite hocası rollerine sıkışıp kaldı gibi mi ne? Fi'de de yine hem müzisyen hem üniversite hocası olarak izlediğimiz Günsür, bu dizide de hem arkeolog hem de hoca olarak karşımıza çıkıyor. Tamam, bu rolleri iyi canlandırıyor ama aynı oyuncuyu her seferinde benzer karakterlerle görmek de bir yerden sonra sıkıyor... 

Melisa Şenolsun'a Atiye'nin kız kardeşi Cansu rolü yakışmış. Ben onu başrollere değil de bu tip ikinci kız ya da ana karakterin kız kardeşi/düşmanı/rakibi rollerine daha çok yakıştırıyorum (Başıma bir iş gelmeyecekse Serenay Sarıkaya ile ilgili de aynı düşüncelere sahibim).



Dizide oyunculuğuyla en, en, en beğendiğim isim kesinlikle Başak Köklükaya. Ne Beren Saat ne diğerleri... Başak Köklükaya, dizideki kilit rolüyle, kilit sahnelerdeki performansıyla göz dolduruyor. Atiye'nin birtakım sırlar saklayan annesi Serap'ı öyle iyi canlandırıyor ki Köklükaya, Beren Saat'i ya da Mehmet Günsür'u falan değil, hep onu izlemek istiyorsunuz. Ne var ki, bu Serap karakteri yan rolde olduğu için, onu çok kısıtlı sahnelerde görebiliyoruz. Bence ikinci sezonda siz Atiye'yi Matiye'yi boş verin, Başak Köklükaya'nın canlandırdığı Serap'a odaklanın! Onun dizisini yapın! Zira oradan daha heyecan verici hikayeler çıkacak, belli.

Beren Saat'in Fatmagül'ün Suçu Ne'deki rol arkadaşlarından olan Civan Canova'nın burada babası rolünde olduğunu da yazmadan geçmeyelim... 

Dizinin iki ana karakterini de, onları canlandıran isimlerin hatırına izliyoruz. Neredeyse iki boyutlu kalmış bu karakterlerin içi yeterince doldurulamamış... Senaryo gereği oradan oraya sürüklenirken, karakterlerin asıl amaçlarını, dertlerini, meselelerini anlayamıyoruz. Onlarla şöyle bir baş başa kalıp soluklanamıyor, "Dur ya, bi' sakin" diyemiyoruz. Dahası, onlar da kendileriyle baş başa kalamıyor. Normal bir insanı şoktan şoka uğratacak olağanüstü olaylar, travmalara sürükleyecek duygusal fırtınalar dizideki karakterler tarafından o kadar sıradan bir şekilde karşılanıyor ki, siz izleyici olarak inandırıcılıktan uzaklaştıkça uzaklaşıyorsunuz. İzlediğiniz hikayedeki karaktere inanamıyorsunuz. Çok kısa sürede çok olağanüstü şeyler yaşanıyor ve karakterler "Fırına ekmek almaya gittim" normalliğinde tepkiler veriyor. 

Karakterlerin İstanbul-Göbeklitepe arasında aparmanın altındaki bakkala iner gibi sürekli gidip gelmesi de kafa karıştırıyor. Yahu bu yerler o kadar yakın mı birbirlerine? Ama görünüşe göre öyle, çünkü karakterler ışınlanır gibi gidip gelebiliyor. Atiye ile Erhan'ın birbirlerinin hayatlarına bu kadar çabuk girebilmesini de pek inandırıcı bulamadım. 

Cidden etkileyen (özellikle de Başak Köklükaya sayesinde) bazı dramatik sahnelerde şunu düşündüm: Fantastik-mistik hikayeler çekmek yerine, bizim dünyayı da kasıp kavurduğumuz dramatik hikayelerimizle daha gerçekçi, şöyle tokat gibi çarpan bir hikaye anlatsak çok daha iyi olmaz mı? Çünkü cidden, işin içine böyle gizemli işaretler, bir görünüp bir kaybolan kabuslar, mağaralarda hayaletlerle konuşmalar, alnının ortasında yıldız desenleri filan olan küçük kız çocukları girince, biz sanki pek inandırıcı olamıyoruz gibi. Yani Netflix'e dizi çekiyoruz diye, "İlle de fantastik!" diye diretmenin ne alemi var?

Uzun lafın kısası, başta da söylediğim gibi, Netflix'in ikinci Türk yapımı dizisi Atiye'yi beğenmedim. Beklediğimiz olaylar, klişeler... Beren Saat'i yıllar sonra -dijital de olsa- ekrana döndüren dizi bu muydu, haberler çıktığından beri biz bunun için mi bekledik diye düşünmeden edemedim. Atiye, altına girdiği iddiayı dolduramıyor, içi boş kalıyor. Ayrıca dizinin sezon finali anı gelip çattığında da daha Atiye'nin olayının ne olduğu, hikayenin nereye doğru gideceği hala belli değil. Ki bu büyük bir sorun. Beklentinin çok altında bir ilk sezon. İkinci sezonu izlemek için en ufak bir motivasyonum yok, Başak Köklükaya'dan başka (o da projenin içinde olmaya devam ederse). 

Atiye'nin neye benzediğini buldum: Atiye benim küçük bir çocukken el kamerasıyla o anda yazıp oynayıp çektiğim filmlere benziyor. Sonrasını düşünmek yok. Sadece o an aldığın zevk ve heyecan var. O kadar. 

Eğer siz de Atiye'yi izlediyseniz veya izlemeyi düşünüyorsanız, yorumlarınızı merakla bekliyorum. Kendinize iyi bakın. 

instagram.com/ofluoglumert
twitter.com/ofluoglumert
facebook.com/ofluoglumert

4 Ocak 2020 Cumartesi

2020


Canım küçük kuzenlerimle... 

İşte, 2020 geldi. Öyle pek uzay çağı gibi değil. İlginç icatların ve uçan arabaların yapıldığı, Mars'ta evlerin inşa edildiği, komşunun evine ya da dünyanın bir ucuna ışınlanıldığı yok. Ama 2000'ler, 2010'lar bitti, 2020'ler başladı. 

Fakat kötü zamanlardan geçiyoruz. Siyaset, ekonomi, toplum, doğa olayları, her şey olumsuz. Hadi diyelim dış dünyada olup biten her şeye kulaklarımızı tıkamayı, gözümüzü yummayı başardık, bireysel olarak kendi dünyamızda da işler yolunda mı sanki? Kime güveneceğimizi bilmiyoruz. Bilmiyorum teknoloji mi veya teknolojiyle gelen gösteriş merakı mı, ama bir şeyler bizden samimiyeti ve güvenilirliği çaldı. Aşk yaşayacak doğru düzgün, derinlikli insan bulamamaktan bile yakınır hale geldik (herkesin bunu dert edindiği yok tabii). Evet, o insan mutlaka bir yerlerde var, belki köşe başında, belki bulunduğumuz yerden bin kilometre uzakta, ama nerede, nasıl karşılaşacaksın ki onunla? Hem de tek yaptığın saatlerini boş boş sosyal medyada geçirmekken! Filmlerdeki gibi koridorda çarpışıp kitaplarını devirdiğin kız sana "Merhaba, tanışalım mı?" değil, "Önüne baksana, öküz!" diyecek (çok affedersiniz, o kız adına sizden özür diliyorum). Ki zaten koridorda (hangi koridorsa o) kitap taşıyan birileriyle çarpışma ihtimali de pek kalmadı.

Her şeyde olduğu gibi, ilişkilerde de bir yapaylık var. Bazen bir kız ne kadar güzel, bir erkek ne kadar yakışıklı olursa olsun, "o kişinin" dışı hiçbir şeye yaramaz, çünkü içinde kalp yoktur. Zarafet, ruhsal güzellik ve dünya algısı... Asıl önemli olan budur. 

Gene de 2020'den umutluyuz (boşa çıktı). Yok yok, boşa çıkmasın. Samimi, içten insanların yolu kesişsin. Hayatlarımızda hep kalıcı dostluklar ve güvenilir aşklar olsun. Olsun ya. Olacak! Du' bakalım. 

Herkese bir kez daha mutlu yıllar! Bol aşklısından.

Sosyal medya hesaplarıma göz atmak isterseniz:

SİNEMADA İKİ FİLM

Son günlerde sinemada iki filme gittim. İlki, The Substance. Yani Cevher. Bence mutlaka görülmesi gereken, ama son derece rahatsız edici bir...