21 Ekim 2023 Cumartesi

KİTAP KULÜBÜMÜZÜN KASIM KİTABI BELLİ OLDU!

 Kasım ayında, Almodovar Teoremi'ni okuyup tartışacağız.

Kontenjan 10 kişiyle sınırlı, kayıt olmak isteyenleri bio'daki forma bekliyoruz.

instagram.com/mertinkitapkulubu

Üsküdar'daki buluşma tarihi ilerleyen günlerde paylaşılacaktır.

Görüşmek üzere! 🌿

12 Ekim 2023 Perşembe

JACK LONDON'IN EN AZ BİLİNEN ESERİ VE AKLA GETİRDİĞİ ETİK SORULAR

1876-1916 yılları arasında yaşamış Amerikalı yazar Jack London'ın en bilinen kitaplarından biri değil Suikast Bürosu. Onu genelde Martin Eden, Deniz Kurdu, Beyaz Diş, Yıldız Gezgini gibi kitaplarıyla tanırız. Bunun bir sebebi de London'ın kitabı bitirmeden bırakmış olması olabilir.

Suikast Bürosu'nu tamamlayan yazar, Robert L. Fish. Kitap 1963 yılının sonbaharında yayımlanıyor, tam da John F. Kennedy'nin suikastinin yaşandığı günlerde. Kennedy'nin ölüm günü 22 Kasım. Jack London da bir 22 Kasım günü hayata gözlerini yummuş, ilginç bir tesadüf. 

Kitapta üç ana karakter var: Ivan Dragomiloff, Grunya ve Winter Hall. Ivan, Suikast Bürosu'nun sahibi. Burası, "öldürülmeleri toplum açısından daha hayırlı (kime göre, neye göre...) olan" isimleri öldürme talebiyle gidebileceğiniz bir şirket. Ivan ve eğitimli filozof ve düşünür olan suikastçılardan oluşan ekibi, eğer bir kişinin öldürülmesini yararlı buluyorlarsa, müşterilerinin o kişiyi öldürme teklifini kabul ediyorlar. Hall, Ivan'ın kızı Grunya ile sevgili. Ve Ivan'ın onun babası olduğunu bilmeden, Ivan'ın kurucusu olduğu Suikast Bürosu'na gidip Ivan'ın öldürülmesini istiyor. Ivan da sözüne sadık, prensiplerine sıkı sıkıya bağlı bir adam: Kendi ölüm fermanını bizzat kendi onaylıyor! Hall, Ivan'ın Grunya'nın babası olduğunu öğrendikten sonra onu öldürme isteğinden vazgeçse de, etik değerlerine sıkı sıkıya bağlı olan Suikast Bürosu'nun sözü söz: Bu adam ölecek. Ölmeyi en çok isteyen de Ivan'ın kendisi. Burdan sonrası tam bir polisiye. 

Kitabı okurken aklıma pek çok soru geldi:

* Bir insanın ölümü toplum için faydalı ise bile onu öldürmek etik midir?

* İnsan hayatının önemine kim karar verebilir? 

* Bugün hangimiz, verdiğimiz bir sözün arkasında Ivan kadar sözünün eri olarak durabiliriz?

* Ahlak, toplumdan topluma değişir. Etikse her zaman her yerde geçerlidir. Sizce hangisi daha önemli? 

* Kitabın bir yerinde Suikast Bürosu'nda çalışan karakterlerden biri şöyle diyor: "Öldürdüğüm kişi sayısı arttıkça ölüm benim için çok basit bir hal aldı." Kötülük yapma sayısı arttıkça, bundan duyduğumuz suçluluk duygusu azalır mı?

Bu cumartesi Mert'in Kitap Kulübü olarak İstanbul'da toplanarak bu kitabı tartışacağız. 

instagram.com/ofluoglumert

twitter.com/ofluoglumert

instagram.com/mertinkitapkulubu

7 Ekim 2023 Cumartesi

The bıtter Irony of Copyrıght Laws

 


Imagine a scenario where an author toils away in obscurity, barely earning a penny from their writings during their lifetime. Despite being the creative genius behind a work that becomes a bestseller decades after their death, the author's heirs have no say in the copyright ownership. It may sound profoundly unjust, and that's because it is. Under current copyright laws, once an author passes away, their intellectual property falls into the public domain 70 years later. This means that expired works can be freely used without obtaining permission from the original author or their descendants. Copyright laws, though designed to protect creative individuals, can sometimes have unintended consequences. One such consequence is the expiration of copyright after an author's death. According to the current legal framework, an author's rights cease to exist 70 years after their demise. This means that even if their work becomes a literary sensation posthumously, their family or heirs have no authority over its copyright. Picture pouring your heart and soul into a book, only to see it gain recognition and immense popularity long after you've passed away and your child does not make money from it. Sounds cruel, doesn't it? 

As mentioned earlier, once the copyright term expires, anyone is free to publish a book without seeking permission from the original author or their heirs. This has led to a curious phenomenon where multiple publishers release the same book with different cover designs. Consequently, works like Stefan Zweig's novels can be found on bookstore shelves with various captivating covers. Antoine De Saint Exupery's' The Little Prince has become a ubiquitous presence, and Sabahattin Ali's works seem to grace every corner. It is already evident that several renowned Turkish authors will join the list of works awaiting their turn for publication as their copyrights expire. In 2024, we can expect Sait Faik Abasıyanık's works to be freely published, followed by Reşat Nuri Güntekin and Cahit Sıtkı Tarancı in 2026, Peyami Safa in 2031, Ahmet Hamdi Tanpınar in 2032, and finally, Nazım Hikmet in 2033. 

In many countries, copyright laws typically extend for 70 years after the author's death, with a few exceptions made in the United States. No one is exempt from the reach of these laws. Remember how we knew Winnie the Pooh from our childhood? A lovable bear residing in the Hundred Acre Wood, with his closest friend Piglet, and an insatiable appetite for honey, right? Winnie the Pooh, a beloved character within Disney's catalog, ranked among the company's most profitable franchises. However, with the expiration of the copyright, the endearing bear Winnie has become a public domain character, free for use by companies other than Disney. This newfound freedom has given birth to an unexpected creation—an eerie Winnie the Pooh film. Imagine Winnie the Pooh now depicted with a bloodied axe in hand, starring in a horror movie. One can only wonder what the series' creator, A. A. Milne, would have thought. The prospect of the first independent project set in the world of Winnie the Pooh being a horror film is unsettling, especially after watching the trailer. It's enough to make A. A. Milne turned in his grave!

14 EKİM CUMARTESİ KİTAP KULÜBÜ BULUŞMASI

Haftaya cumartesi, Mert'in Kitap Kulübü olarak İstanbul buluşmamızda Jack London'ın az bilinen ve tamamlamadığı "Suikast Bürosu" romanı üzerine konuşacağız. 📚🤗 Kontenjan 10 kişiyle sınırlı, kayıt olmak isteyenleri forma bekliyoruz.🧡

Görüşmek üzere! 🌿



1 Ekim 2023 Pazar

BELGRAD GEZİ REHBERİ: BELGRAD'DA ÜÇ GÜN


Belgrad'da nereler gezilir diye arattığınızda, her yerde alışveriş caddesi Knez Mihailova'yı anlatanları, Kalemegdan parkında turlayanları, Tuna ve Sava nehirlerinin kıyısında yürüyüş yapanları görürsünüz.

Ben size daha farklı bir hikaye anlatacağım.




Fazla seçeneğim yoktu. Vizesiz gidilebilen Avrupa ülkeleri arasından bir seçim yapmam gerekiyordu ve ben de uzun zamandır aklımda olan Belgrad'ı seçtim. 



Belgrad'da marketten alıp sevdiğim şeyler arasında vişneli kola ve şeftalili-güllü soğuk çay oldu.

Üç buçuk günlük Belgrad seyahatimden aklımda kalanlar köhne, virane evlerle dolu ara sokaklar, kırmızı belediye otobüslerine ön, orta ve arka kapılarından doluşup iniveren insanlar, sahipleriyle birlikte gezen mutlu mesut köpekler ve her et yemeğiyle birlikte servis edilen kaymak oldu. Neredeyse Eylül sonu olmasına rağmen 30 dereceyi bulan hava sıcaklığını da es geçmemek gerek. (Küresel ısınma endişe veriyor.) Bunları, olumsuz özellikler olarak ya da beklediğimi bulamadım demek için anlatmıyorum. Aksine, ilk defa gittiğim bir şehre oranın yerlisinin gözünden bakmayı, o şehirde gündelik bir yaşam geçirmeyi sevdiğim için Belgrad'ı da sevdim demek istiyorum.

Aslında bizim ülkemiz, bizim şehirlerimiz dünyadaki pek çok yerden daha güzel. Türkiye gerçekten cennet! Gel gör ki, insan, toplum ve kültür faktörleri devreye girince yaşam kalitemiz düşebiliyor, stres seviyemiz artabiliyor. Üçüncü sayfa haberleriyle dolu günler yaşayabiliyoruz. Sokakta güvenle yürüyemiyoruz. Belgrad'da, diğer pek çok Avrupa ülkesinde de olduğu gibi, sokakta güvenle dolaştım. Gidip görmenizi en çok da bu yüzden tavsiye ederim. 

Yine de olası Belgrad seyahatiniz için bazı gezilip görülmesi gereken yerler hakkında ben de birkaç kelam etmeden geçmeyeceğim.

Efendim öncelikle Belgrad'a uçakla gittiğinizde ineceğiniz yer Nikola Tesla Havaalanı. Burası küçük, ufak tefek bir havaalanı. Yani öyle Sabiha Gökçen gibi büyük, donanımlı bir havaalanı filan beklemeyin, aradığınızı bulamazsınız. Mağaza sayısı bir elin parmağını geçmiyor. O yüzden erken giderseniz oyalanmanız için bir yer, dahası oturmak için yeterli sayıda bank bile yok.

Havaalanından şehre A1 shuttle'ı ile veya 72 numaralı otobüslerle gidebiliyorsunuz. Ben shuttle ile Trg Slavija meydanına gittim. Bunun için 400 Sırp dinarı ödemeniz gerekiyor. O da yaklaşık olarak 100 liraya denk geliyor.

Şehirde ilk turunuz Kalemegdan olabilir. Burası işin aslı büyük, çok büyük bir park. Belgrad Kalesi burada. Eğer sonuna kadar giderseniz nehir manzarasını görebiliyorsunuz. Benim Belgrad'da nehir manzarasını gördüğüm ilk yer burası oldu. Buraya da gelmesem göremeyecektim adeta! Tam burada telefonumun çalması ve benim ücretsiz wifi'ye bağlanıp iş teklifi yapılması da değişik bir anı olarak kaldı. Sonucu merak edenler için söyleyeyim: Teklifi biraz düşündükten sonra kabul etmedim. Hala işsizim. 



Oradan çıkıp şehir merkezine geri döndüğünüzde benim gibi tüm gün boyunca 10-12 kilometre yürüdüyseniz ayaklarınıza kara kara sular inmiş olabilir ve kendinizi bir an önce bir kafeye-restorana atmak isteyebilirsiniz.


Kendimi attığım restoranda karşıma şöyle nefis bir Sırp pizası (Pizza Serbiana) çıktı. Fiyatı 1295 Sırp dinarı, 320 Türk lirasına denk geldi. Gerçekten büyük ve fazlasıyla doyurucuydu. Not etmek isteyenleriniz için restoranın adı: Boutique.


Bu da ilk gün yediğim kaymaklı et yemeğinin fotoğrafı...


Ve gelelim Belgrad'ın şehir merkezinden bir otobüs mesafesi uzaklıktaki Gardos Kulesi'nden çektiğim manzaraya. Aslında kuleye girmedim, kulenin oradaki terastan çektim, bu manzara da bana fazlasıyla yetti. Kuleye çıkıp daha yüksekten bir manzara görebilirsiniz. Burası, Zemun diye bir semt. Dik yokuşlarla dolu olsa da şirin bir yer. 

Ve böylece, Belgrad notlarımın sonuna gelmiş oluyorum. Daha fazlası için instagram ve twitter hesabıma göz atabilirsiniz.





SİNEMADA İKİ FİLM

Son günlerde sinemada iki filme gittim. İlki, The Substance. Yani Cevher. Bence mutlaka görülmesi gereken, ama son derece rahatsız edici bir...