30 Ekim 2013 Çarşamba

4. SAYI GELİYOR!


Kasım "Kafa"sı, her yeni sayıda olduğu gibi yeni ayın ilk saniyesinde blogda! Sizleri pek hoş fotoğraflar ve konular bekliyor, haberiniz olsun.

25 Ekim 2013 Cuma

YOKUŞ AŞAĞI HİSLER BUNLAR

"Yokuş Aşağı Emanetler"de her şey gibi siz de oyunun bir parçasısınız. Sokakta geçen bu ilgi çekici işle, deneysel tiyatro seyirciliğine hiç hesapta olmayan bir şekilde hızlı ve muhteşem bir giriş yaptım! Hem de oyunun seyirci sayısındaki 40 ifadesinin yanına "+1" ekleyerek.


Her şey çarşamba günü okulun kütüphanesindeki dergiyi karıştırırken ayın etkinlikleri bölümünde gördüğüm şu cezbedici sözle başladı: "Yılın en deneysel tiyatro oyunlarından..." Deneysel tiyatro sözcüğü her zaman kalbini yerinden hoplatmış biri olarak, bu cümleye nasıl kayıtsız kalayım? Tamam hayatımda defalarca tiyatro seyrettim (hatta oynadım/yazdım) ama özellikle son yıllarda popülerleşen deneysel tiyatroların hiçbiri benim şehrimde oynanmıyordu. Madem ki İstanbul'dayım ve böyle bir fırsatla karşılaştım, neden kaçırayım ki? Yalnız akşamki oyuna bilet almam için biraz aceleci davranmam gerekecek.
Oyunu internetten iyice araştırdıktan sonra sahiden de epeyce "deneysel" olduğunu öğreniyorum:
- Sadece 40 seyirci kendilerine verilen kulaklıklarla yokuş aşağı yol alarak takip ediyor.
- Oyun 60 dakika sürmektedir ve seyirciler sahnelerin oynanacağı noktalara birlikte hareket edeceklerdir.
- Oyunun büyük kısmının sokakta geçmesini göz önünde bulundurarak hava durumları nedeniyle seyircilerin yanlarında şemsiye, yağmurluk vs… getirmeleri önerilir.

- Oyunda kapalı devre ses sistemi kullanılacaktır. Seyirciler oyunu; kendilerine kimlik karşılığı verilecek olan kulaklıklarla takip edecektir.


Benim ilgim bunları okuduktan sonra iyice kabardı tabii... Deneysel topraklara başlangıç yapmak için harika bir oyun bu! Derken ne göreyim: "23 Ekim Çarşamba 20:30 *Sezonun SON Oyunu" diye bir ifade. O andan itibaren kafamda şu iki kelime dönmeye başladı: Sezonun SON Oyunu, 40 seyirci... Sezonun SON Oyunu, 40 seyirci... Hemen ilgili kişiye mail attım ve acele edersem bilet bulabileceğimi öğrendim.

İçine girdiğim türlü halet-i ruhiyelerden sonra okul çıkışında hemen (İstanbul trafiğinde "hemen" kelimesinin anlamı neyse o kadar "hemen" tabii) Kumbaracı50'nin gişesine ulaştım. Gişedeki bayan bana "Üzgünüm," demesin mi! E oyun 40 kişilik tabii, kulaklık var mıdır yok mudur, olmazsa olmaz. Ama ben ısrar edince oldu. Oyun ilk ve muhtemelen son kez 40+1 kişiyle başlayacaktı.

Akşam oldu, hava karardı, rüzgar çıktı, ben üşüdüm. Oyunun daha sezon başında yani sonbaharda bitmesini hiç de garipsemedim, hatta mantıklı buldum (hava şartları yüzünden). Her sezon oyun bu dönemlerde bitiyormuş. Neyse, gelin buradan sonra neler olduğunu zaman tünelimden okuyun (Yeri gelmişken not: Ben bu yazıda oyunun içeriği ve performans değerlendirmesinden çok, ilk deneysel tiyatro tecrübemi ve hislerimi sizlerle paylaşacağım. Yazının devamını o niyetle okuyun. Bilginize.)
 
 

20.00 - "Cahilim bu deneysel topraklarda..." diye düşünerek oyunun başlayacağı yer olan Gönül Sokak'a yarım saat erken gidiyorum. İstiklal'in renkliliği, neşesi ve sesi sokağa adım attığınızda pat diye kesiliveriyor. Ben her an için tetikte olarak, yürümeye başlıyorum. Sokağın başında karakterlerden birini görmeyeyim mi! Elindeki kibrit kutularını satmaya çalışan, yüzü gözü kir içinde ve tuhaf kostümlü bir dilenci kadın. "Abi bir kibrit alır mısın?" diye soruyor ve ekliyor: "He?" Ben de ona anlamlı anlamlı bakıyor, gülüyorum. Gülen gözlerim aslında, "Ben sizi tanıyorum, az sonra oyunda sizi izleyeceğim, o yüzden sözlerinizi hiç ciddiye almıyorum! Bana yutturamazsınız ki!" diyor.

20.05 - Sokağı karşıdan görecek şekilde buz gibi soğuk olan havada İstiklal'de bir duvara yaslanmış, diğer seyircilerin gelmesini bekliyorum. Oyunculardan biri olduğunu düşündüğüm dilenci kadın Gönül Sokak'ın başındaki elektrik direğine sarılıyor. Aman, role gireyim derken çarpılmasın sakın? "Deneysel" de bir yere kadar.

20.10 - Dilenci kadın gelene geçene kibrit satmaya çalışıyor. E daha oyun başlamadı ki?

20.15 - Sahneye çıkan sen olacakmışsın gibi hissediyorsun.

20.20 - İstiklal'i bilirsiniz: Ellerinde kocaman saksafonlar olan yabancı sokak  müzisyenleri, komiklik yapan cambazlar, hatta oyunun olduğu akşam kristal topunu havada elleriyle yöneterek herkesi "Acaba ip mi var?" diye düşündüren sihirbaz... O an benim için hepsi oyunun potansiyel bir parçasıydılar!

20.22 - Sanırım kibritçi kadın oyunun bir parçası değil, yalnızca bir kibritçi kadın: Çünkü kendi gibi olan ve mendil satan küçük bir kızla bir şeyler konuşuyor. Sanırım ona da kibrit satmaya çalışıyor. Kız da ona mendil satmak istiyor. Kibritçi kadın ısrar edince kız ürkerek gidiyor. Çok ayıp ettim suratına gülerek... Ben sanmıştım ki...

20.25 - Gönül Sokak'a gireceğim ama dilenci kadın tekrar bir şeyler satmaya çalışacak ya da bana yaptığımın hesabını soracak diye korkuyorum. Bakayım, "deneyciler" gelmediler mi hala? Ama bu ne son dakikacılık?

20.30 - Her şeyi göze alıp Gönül Sokak'a giriyor, kibritçi kadının yanından geçiyorum. Bir yandan da "Beş tanesi bi' liraaa!" diye caddeden geçenlerle konuşuyor. Az sonra bu sesleri bana verilen kulaklıktan da duyacağım ve onun gerçek bir oyuncu olduğuna emin olacağım.



Oyun başında Dudu karakteri hikayesini çalıştığı restoranın balkonundan anlatıyor. Siz de kulaklıklarınızı taktıktan sonra başınızı yukarı kaldırıp dinlemeye başlıyorsunuz. Ama oyunun ilk dakikaları olduğundan ve sokaktan geçenler sizi dürtüp "Ne oluyor burada?" diye sorduğundan pek de odaklanamıyorsunuz. Mesela benim aklımda kalanlar sanırım "yemeklerin hikayesi" muhabbeti ve yeşil lahana oldu.

Sırasıyla Dudu, Kibrit, Palyaço ve Kağıtçı (tabii bir de onlardan anahtar toplayan kolsuz Anahtarcı) oyunda sanki şöyle bir görünüyorlar. Rolleri, replikleri hem güldürüyor hem hüzünlendiriyor. Ama hepsi sadece bir kez konuşuyorlar. Onun dışında kalan dakikalar da caddeler boyunca yürüyerek geçiyor. Tabii bunların hepsi oyunun bir parçası.

Oyun Gönül Sokak'ta başlayıp, Kumbaracılar Yokuşu boyunca devam ederek Kumbaracı50'deki bir odada sona eriyor.

Yoldan geçen herkes oyuna katılıyor. Bazen bir motosikletli, bazen evine yetişmeye çalışan bir kadın, bazen meraklı bir adam, bazen bir kedi.


Oyunun konusunu siteden aldım:

Oyuncular: Gülşah Fırıncıoğlu, İsmail Sağır, Kathrin Hildebrand (konuk oyuncu -Ama o akşamki son oyunda böyle biri yoktu), Selen Şeşen, Sinem Öcalır, Yaman Ömer Erzurumlu

Kentsel dönüşüm kapsamında, yaşadıkları mekanların anahtarlarını teslim edip İstanbul’dan ayrılmak zorunda kalan seyirciler, yaşamlarına devam edecekleri yere nakledilmek üzere toplanırlar. Seyircilerin yolu; hatırlanmak için son akşamlarında hikayelerini emanet olarak geridekilere bırakıp, onlara katılan dört farklı karakterle kesişir. Katılanların hikayelerine tanık olarak hep birlikte Kumbaracı Yokuşu’ndan geçerler. Ancak herkesin anahtarını teslim edip ayrılmaya o kadar istekli olmadığı bu yolculuk, pek de planlandığı gibi gitmez.

Böyle bir oyunun başarısı için yalnızca oyuncuları kutlamak yanlış olur. Çünkü teknik ekip de adeta oyunun bir parçası. Kalabalık kaldırımlarda 40+1 seyirciyi bir arada tutup oradan oraya taşımak ve ses düzeneğinde hiçbir sorun oluşturmadan oyunu tamamlamak da ayrı bir sanat.
O günkü oyunun en genç seyircisi sanırım bendim. Zaten genç aşık çiftler ve kadınlar vardı onun dışında. Aman yanlış anlaşılmasın: Oyun herkese hitap eden bir oyun. Ben çok beğendim, size de tavsiye ederim. Ama ne yazık ki: Seneye...

Ve oyundan çıktıktan sonra twitter hesabıma içimden gelerek şunları yazdım: Deneysel tiyatro seyirciliğine hızlı ve muhteşem bir giriş yaptım! "Yokuş Aşağı Emanetler" harikaydı!

İsim: Yokuş Aşağı Emanetler
Meslek: Tiyatro (Deneysel)
Sicil: 8/10
TL: 25 - 40
İçimde kaldı: Keşke Dudu ve Palyaço'nun performansları kısacık olmasaydı.

22 Ekim 2013 Salı

TWİTTER'IMDAN SEÇMELER!


Roman yazan biri olarak 140 karakterle nasıl baş edeceğimi ben de merak ediyorum.
Sanırsınız Dünya Edebiyatı'ndan ya da Ömer Seyfettin'den seçmeler... Geçen aylarda açtığım twitter'ımı da tıpkı blog'larım gibi edebi bir dille kullanmaya çalışıyorum, buyurun kendimden seçtiğim tweet'lerim... Takip etmeden de okuyabilirsiniz: https://twitter.com/ofluoglumert
İlk tweet'im: Twitter bir hastalık. Onlarca kişiyi aynı anda ekleyip acillik olmaya gerek yok.

Kafam Kafa'da, ama bir yandan da bu fazla mesai beni 45 derecede fena çarptı. Editör, gazeteci, yazar durumları da sahne tozu yutmak gibi!

Yıllardır blog'u olan biri olarak ondan aldığım zevk ne twitter'da ne facebook'ta... Ben her 'sosyal medya' için blogu kullanıyorum.

Havalar bir öyle bir böyle olunca insanlar da bir öyle bir böyle oldu....

Dokunmatik ekranda yanlış kişilerin tweet'lerindeki yıldızlara dokunacağım da turuncu olacaklar diye ödüm kopuyor!

Ters Düz'ü yazarken ben de ters düz oldum!

İstanbul trafiğinde geçirdiğim iki saatte yeni bir hikaye yazmaya başlayabilirdim... Zamanın trafikte geçmesi ne kötüymüş!

Bilgisayar mühendisi değilim ama sabahtan beri kesintisiz bilgisayarın başındayım. HTML ile uğraşıyorum. Her şey bloglarım için.

Evet? Yazın kumdaki ayağının fotoğrafını çekmeyen, sosyal ağlarda paylaşmayan, altına da "Güneş damlar içime..." yazmayan kaç kişiyiz?

Ben de aksi gibi sabah 05.45'te karanlığa uyandım... Rüyamda yazdığım bir yazıyla ilgili bir şeyler görüyordum... Aksi gibi daha uyuyamadım.

PES EDİYORUM! 140 karakter veya 6 saniye gibi kısıtlamalar benlik değil!

Canlı yayınlanan programları dizi niyetine izlemeye başladım: Çoğu sunucu rol yapıyor! Ama çok samimi ve sıcak sunucular da var tabii.

"Karagül" ve "Yer Gök Aşk" gibi dizilerde izlediğimiz canlı toprak renkleri ve arka plandaki bozkır manzarası bence.

Bir ben kaldım: "Muhteşem Yüzyıl'da oynamayan bir ben kaldım!" demeyen... Şeyda Coşkun'la sahilde iki ileri bir geri yürümeyen...

O yazıda "gece gibi bir gün" derken bunu kastetmiştim işte.

Hayatlarımız internet üstündeki hesapların ve şifrelerin anlamsız kavgasıyla saçma bir şekilde son sürat devam etmekte...

Uçak yere temas eder etmez koltuklardan ıslık sesleri yükselmeye başladı bile!

Akıllı telefonlardan bahsediyorum canım. Ve "dünyayı kurtaracak olan" kullanıcılarından!

İlk günden arkadaşımın gözünü korkutmayayım diye hayatımda ilk kez 1 saniye içinde kitap gördüm ve aldım.

Alarmdan önce kalkıp alarmı kapatan tek insan benim... Ya!

En zevkli işlerimi yapıyorum: Okulun dergisine yazı yazıyorum, sonra da Kafa Dergi için yazdığım yazıyı yayımlayacağım.

"Aklım inanmaz o yalanlara... İnce hesaplara, mutlak sonlara! Zaman kalmaz oyalanmaya... Nice telaşlara, korkak yaşlara!"

Bir kez daha internetin, şifrelerin, hesapların, elektronik postaların ihanetine uğradım ve bu sefer yalnızım... HELP!

Yüzyılımı değiştirmek istiyorum, olmaz mı?

Hem kahkaha attıran hem üzen hem de tüyler ürperten bir dizi olduğu için "Umutsuz Ev Kadınları" hâlâ favorim. Kara mizah, sır, polisiye...

Bir haftanın daha bittiğini Üniverzete'ye yazarken anlıyorum.

Alternatifler olduğu sürece keşkeler de olacaktır.

Bienal hakkında bol fotoğraflı ve gözlem içeren uzun bir yazı sizleri bekliyor. Evet, gecenin bu saatinde.

"Burada senden başka neredeyse 7 milyar insan daha olduğunu unutma. Bir önemin yok. Gerçekten, kimsenin umurunda değilsin."

Yatcaz kalkcaz hooop oradayım: Marmaris!

En sevdiğim şey bavul hazırlamak. En sevmediğim geri dönünce o bavuldakileri yerleştirmek. (Neysedahaonudüşünmeyevar)

Kuzey'in büyüleyici gürlükteki yeşili, İç'in sonsuzluk tarlasına uzanan bozkırı, Güney'in iç ısıtan sıcacık makisi... Hepsini seviyorum!

Bir ay arayla yine Susurluk'ta tost... Darısı Ayvalık'ın başına!

Şehirde kalanlar "Şehir bize kaldı", tatile gidenler "Siz evde oturun" tweet'leri atıyor. 3. güne kalmaz ortalık karışır, demedi demeyin.

Marmaris'te doğum günümde yani 21 Kasım'da girdiğim denizden sonra, 14 Ekim'in denizi nedir ki?

Yüz fotoğraftan ve bir sürü gözlem notundan oluşması muhtemel bir Rodos yazısı yakında Kafa Dergi'de!

Kış uykusuna çeyrek kala Marmaris gerçekten yazdan çok ama çok farklı: Gün boyu yağan yağmur ve kapkara gökyüzü... Hepsini blogda yazacağım!

En sevdiğim şeylerden biri de yolculukta araba giderken camın arkasından fotoğraf ve video çekmek.

Birinin twitter'ında şu cümleyi gördüm: "X Üniversity". Modaya uyayım derken rezil olmak tam olarak budur. Neyse ki dedim de düzeltti...

Burada saniyeye 1743 tweet, metrekareye 29 akıllı telefon düşüyor. Okulumuz öğrencileri teknolojiyi kullanmada bir numara!

Telefon değil, pizza ince olmalı.

Biraz zamansız tweet'ler atmak lazım. Beş hafta sonra da okunabilir olmak lazım. Biraz felsefi, edebi ve lezzetli yazmak lazım. Bence.

Bugün yazdığım en son tweet: "Şekersiz sakız"ların ağızda bal tadı bırakması reklam dünyasının "tatlı" yalanlarından biri değil midir?

 
 
 
 

10 Ekim 2013 Perşembe

BARBAR MIYIZ? 13. İSTANBUL BİENALİ / GALATA # 1

Bu yıl ücretsiz olarak gerçekleştirilen İstanbul Bienali’nin en yaratıcı mekanlarından biri olan Galata Özel Rum İlköğretim Okulu’ndan bildiriyorum! Hem de neler neler anlatacağım sizlere…

Antrepo no. 3, Galata Özel Rum İlköğretim Okulu, ARTER, SALT Beyoğlu ve 5533. İstanbul’da yaz sıcağının bunalttığı günlerden şu erken gelen kış soğuğunun hüküm sürdüğü günlere dek uzanan 13. İstanbul Bienali mekanlarını gezdim. Bol bol fotoğraf çektim. Ama bu yazıda sadece bir mekanı, bunları yazdığım gün (geçtiğimiz cumartesi) beş derecede gezdiğim Galata Özel Rum İlköğretim Okulu’nu, henüz izlenimlerim tazeyken anlatıyorum. Diğer mekanlardaki gözlemlerimi ve yazı yazarım diye çektiğim fotoğrafları da sizlerle paylaşacağımı düşünüyorum. Tabii sürekli yeni şeyler olduğundan, hayat hızla akıp gittiğinden ben yazana kadar "Bienal" konusu eskiyebilir de.
GALATA ÖZEL RUM İLKÖĞRETİM OKULU’NDAKİ BİENAL’DEN “EN”LER

En eğlenceli karanlık oda


Kısa film tadındaki videoların sergilendiği karanlık odalar Bienal’e ev sahipliği yapan mekanların hepsinde ilgi topladı/toplamaya devam ediyor, orası kesin. En “öylesine” dolanan biri bile karanlık odaya uzanan koridoru görünce, “Dur bari, gelmişken bir bakayım!” diye düşünerek kafasını kalın perdeden içeri uzatıyor (Sonra on saniye boyunca aynı görüntünün ekranda olduğunu görüp sessizce uzaklaşabiliyor, o başka). Ama Galata Özel Rum İlköğretim Okulu’nda öyle bir “seyirlik” var ki, ben izliyorken gözlemlediğim hiç kimse videonun ortasında salondan çıkmadı. Tam aksine, herkes bu videoyu eğlenerek ve oynadığı “entel Bienal tutkunu” rolünü bir kenara bırakarak gerçekten izlemek istediği için izledi. Lale Müldür’ün iç dünyasını bizlerle tanıştıran Kaan Karacehennem ve Franz von Bodelschwingh adlı yönetmenlerin videosundan bahsediyorum. “Azılı Yeşil” adlı bu 17 dakikalık video çalışması bence Bienal’in en eğlenceli videosuydu. Kahverengi kürkü, sarı saçları, yeşil ojeleri ve her şeyden önemlisi “doğal hareketleri” ile bana bir an için Zerrin Özer’i hatırlatan Müldür her repliğinde beni güldürmeyi başardı. İzlerken büyük keyif aldım, çok eğlendim. Biliyorsunuz ki 13. İstanbul Bienali’nin başlığı Lale Müldür’ün yazılarını topladığı “Anne, ben barbar mıyım?” adlı kitaptan. Müldür’ün vurmaya çalıştığı ama sonra sinirlenip vazgeçtiği renkli balonlar, açılışta dalgalar hafifçe sallarken inmeye çalıştığı tekne, bebek arabasında sürdüğü yeşil tavşan kostümü içindeki taşbebek ve aslında bir mesaj veren konuşmaları on numaraydı. 300 dakikalık görüntülerden seçilerek oluşturulan bu 17 dakikalık videonun tamamını sinemada görmek çok güzel olurdu. Sanırım böyle bir proje de var zaten.
En felsefi karanlık oda


Basim Magdy’nin’in “Dünyayı Anlamak İçin 13 Temel Kural” adlı video çalışmasını izlerken “Tamam,” dedim. “Bir daha lale görmek istemiyorum!” Çiçeklere çizilen birbirinden ürpertici surat ifadeleri ve 13 kural kesinlikle ilgi çekiciydi. Mesela bir tanesi Marilyn Monroe’nun o meşhur sözünü hatırlattı bana. Kural 10: “Asla köpeklere ya da insanlara güvenme. İkisi de kızdığında ısırır.” Her kural birbirinden ilginçti, ama ben en çok şunu beğendim, yani Kural 11’i: “Burada senden başka neredeyse 7 milyar insan daha olduğunu unutma. Bir önemin yok. Gerçekten, kimsenin umurunda değilsin.” Videodan çıkıp üstüne bir de Magdy’nin hayatı/dünyayı sorgulayıcı fotoğraf sergisini gezince, tam anlamıyla “Bienal yorgunu” oluyor insan.
En kendimi bulduğum fotoğraf


Fotoğrafın ne anlattığı falan ben bunları yazarken hiç umurumda değil. Sadece, on yıl sonraki halimin bu adam ve çalışma odamın da bu oda gibi olmasından korkuyorum!
En çarpıcı ev


Martin Cordiano ve Tomás Espina’nın “Dominio” adlı çalışmasında içeriye ilk girdiğinizde kendinizi evinizdeymiş gibi hissediyor, şirin ortam karşısında rahatlıyorsunuz. Daha dikkatli baktığınızda ise dolap camlarının parçalanmış, parkelerin bantlanmış, eşyaların eskimiş olduğunu görüyorsunuz. Bunca “yıpratma”nın söylemek istediği bir şey olmalı elbette, orasını keşfetmek size kalmış. Ama odaya girince evdeki her objeyi tek tek inceleyebilir, Alfred Hitchcock’un “The Birds” filminin çerçevelenmiş afişiyle karşılaşabilirsiniz. Titiz ev hanımları içinse bir uyarım olacak: İçeride lütfen dikkatli olun! Olur da mutfaktaki lavaboda birikmiş olan bulaşıkları yıkamaya kalkışırsınız… Sonra alın başınıza “Sanat düşmanı kadın enstalasyonu mahvetti!” haberleri!
En şaşırtan yorum


Arkamdaki teyze “Ayolbukıronunresminikimçerçeveletipburayasmış?” deyince başta rehber olmak üzere etraftaki herkes kısa süreli bir şok dalgası yaşayıp ardından fotoğrafın fotoğrafını çekmeye koyulunca ben de fotoğrafın fotoğrafını çekmeye koyuldum. Şener Özmen’in sergisinde yer alan fotoğraflardan sadece biri bu. Gerisini görüp, kendi kararınızı kendiniz verebilirsiniz. Fotoğraf ve duvarın uyumu karşısında ise herkes tebessüm etti.
En “Ne çektin be!” performansı

O da ne? Odanın birinde masanın üstünde açık duran günlükler var… Ziyaretçi günlüğü mü, önceden mi yazılmış yoksa Bienal için özel olarak mı hazırlanmışlar? Rehber konuşana kadar anlamıyorsunuz. Odada bir de biri var, masa başında. Sandalyeye oturmuş. Heykel değil, kanlı canlı bir genç! Oracıkta aklına gelenleri yazıyor. Birileri onu görmeye gelecek de, performansı izlenecek diye bekliyor. Bekliyor mudur acaba? O genç ne çekti be? Dahası, herkes diğer masalardaki günlüklerin sayfalarını haşır huşur karıştırırken onun masasındaki günlüğe uzaktan bakıp geçmesinler mi… Bir üzüldüm ki sormayın. Ben gitmek istedim onun günlüğünün yanına, “Seni fark ettim!” diyebilmek istedim. Ama bu sefer de kafama bir sürü soru üşüştü: Günlüğünü okusam odaklanıp yazabilir mi? Yazabilse bu onun yazmak istedikleri mi olur? O zaman performansın ne anlamı kalır? “Neme lazım,” dedim. Ben de uzaklaştım. Aman be! O çocuk da ben de ne çektik be!
DAHA DAHA?

Antrepo no. 3, Bienal işlerinin en yoğun sergilendiği yerdi hiç şüphesiz. Öyle ki “Oraya da gideyim, ama şu şeyin yanından geçtim dönüşte ona da bakayım, ama dönüş olmayacak çünkü bambaşka bir yere gelmişim” diye şaşırıp kalıyor ve ne yapacağınızı bilemiyorsunuz. Alfred Hitchcock’un şüpheli eşyaları, herkesin üstüne çıkıp fotoğraf çektirdiği merdiven, duvar, sanatçının dağıtılmış odası, bir sürü parçanın boş bir sokağa fırlatılıp kırıldığı video, enfes çizimler, fotoğraflar ve daha neler neler… Gitmeyenlerin mutlaka gitmesi gerekiyor!
ARTER, SALT Beyoğlu ve 5533 ise diğer Bienal mekanlarının yanında biraz daha sönük kalmış. Çerçevelenmiş sigara izmaritleri, dağ yolundaki trafik fotoğrafları, dağınık masa, öğrenci günlükleri, Tezer Özlü’nün yırtılmış kitabından “Fare” metni ve karanlık odada oynayan videoda o kitabı okuyan kızın yırtıp ağzına tıktığı kağıt parçaları, geleneksel Türk dokusu taşıyan işler (Osmanlı padişahlarının ve adabı muaşeret kurallarının fotoğrafları gibi) akılda kalanlardı. Sakız, kola kutusu ve hatta görmedim ama belki muz kabuğu gibi parçalarla oluşturulmuş işler de fena sayılmazdı. Ama yine de Antrepo no. 3 ve Galata Özel Rum İlköğretim Okulu’ndaki işlerin yanında, bu üç mekandaki işler çok da şatafatlı durmuyor.

Peki ya siz sevgili Kafa Dergi'nin sevgili "kafa" okuyucuları, siz bu yılki Bienal mekanlarına gittiniz mi? Yoksa İstanbul'da yaşamanıza ve her gün önünden geçip gitmenize rağmen hiçbirine uğramadınız mı? Eğer böyleyse çok şey kaçırdığınızı üzülerek söylemek istiyorum, ama hâlâ vaktiniz var: Bienal 20 Ekim'e kadar devam ediyor. Giden okurlarım... Sizler de lütfen en beğendiğiniz mekanı/sanatçıyı/işi/projeyi buraya yazın, sizin fikirlerinizi de çok merak ediyorum. Ben bu yazımda Galata Özel Rum İlköğretim Okulu'ndaki gözlemlerimden bahsetmeye çalıştım. Diğer Bienal yazılarında görüşmek üzere...

8 Ekim 2013 Salı

GİZEMLİ BAY SNICKET GERİ Mİ DÖNÜYOR?

Sevgili okur… Okumakta olduğun bu yazının son derece sevimsiz olduğunu gözyaşları içinde söylemek zorundayım. Çünkü hayatımıza kötü anılar katan ve kitap okuma zevkimizi beş paralık eden Lemony Snicket’ın geri dönüşüyle ilgili birtakım uğursuz ihtimaller içeriyor. Sadece bu kısacık yazı sevimsiz Bay Snicket, onun iğrenç karakterleri, bitli kapaklar, ülkemizde yayımlanma tarihi bilinmeyen uyduruk bir kitap ve sonuç olarak asla çözülemeyecek olan bir muammayı içeriyor. Gizemli Bay Snicket’ın geri dönüp dönmeyeceğini araştırmak ve ipuçlarının peşine düşmek benim için üzücü bir görev. Ama bu yazının bulunduğu sayfayı hemen kapatmaktan ve internetteki diğer mutlu yazıları okumaktan seni alıkoyan hiçbir şey yok. En derin saygılarımla…

“Sevgili Okur… Elinde tuttuğun kitabın son derece sevimsiz olduğunu üzülerek söylemek zorundayım. Çünkü çok şanssız üç çocukla ilgili mutsuz bir öyküyü anlatıyor. Cana yakın ve akıllı çocuklar olmalarına karşın, Baudelaire kardeşler mutsuzluk ve üzüntü dolu bir yaşam sürüyorlar. Bu kitabın daha ilk sayfasında kumsalda oynadıkları ve korkunç haberi aldıkları andan başlayarak, bütün öykü boyunca felaketler onları kovalıyor. Neredeyse talihsizliği çeken birer mıknatıs oldukları söylenebilir. Üç afacan sadece bu kısacık kitapta açgözlü ve iğrenç bir haydutla, bitli elbiselerle, feci bir yangınla, servetlerini çalmaya yönelik bir entrikayla ve kahvaltı niyetine verilen yulaf lapasıyla karşılaşıyorlar. Bu sevimsiz öyküleri yazıya dökmek benim için üzücü bir görev. Ama bu kitabı hemen elinden bırakmaktan ve daha mutlu bir kitap okumaktan seni alıkoyan hiçbir şey yok. En derin saygılarımla…” der Lemony Snicket “Talihsiz Serüvenler Dizisi”nin ilk kitabı olan “Kötü Günler Başlarken”in arka kapağında. Ve o andan itibaren anlarız ki, bu adam bizi “kitabından kovalayarak”, daha doğrusu “kitabından kovalarmış gibi” yaparak aslında bizi kitaba daha çok yaklaştırıyor. Merak uyandırıyor. “Nasıl bir kitap ki bu onu yazan kişi okumamızı istemiyor?” dedirtiyor.
“Talihsiz Serüvenler Dizisi”, Lemony Snicket takma adını kullanan yazar Daniel Handler tarafından yazılan ve Brett Helquist tarafından resimlendirilen bir seri. Belki de baş karakterleri çocuklar olduğundan, bu seri için her yerde “çocuk serisi” sıfatı kullanılır. Kitapçılarda da “çocuk bölümleri”nde yer alır. Oysa yer yer mizaha da yer veren trajik bir olay örgüsünü anlatan bu serinin, hem de cinayet-kundaklama-hırsızlık gibi konulara da değiniyorken, bence “çocuk kitabı” olarak geçiştirilmesi çok üzücü. Evet, Snicket on üç kitap boyunca, asıl okuru olarak çocukları seçtiğinden, Baudelaire kardeşleri hep iyi karakterler olarak karşımıza çıkarıyor. Öyle ki cinayet gibi kötü bir olay genellikle arka planda kalıp yalnızca olaylara yön veren bir gelişme olarak karşımıza çıkarken, çocuk okuyucular da böyle üzücü bir durum karşısında doğru olan şeyleri yapan Baudelaire kardeşleri örnek alıyorlar. Bu nedenle çok ama çok şey öğreten, okuyanda kazanım sağlayan bir seri. Ama bu seri, kesinlikle yetişkinlere de sesleniyor. Ve sıkı durun, "Harry Potter"dan on kat daha iyi bir seri! Sessiz sedasız başarıya ulaşmış bir seri. Evet, sihir yok ama on üç kitap boyunca kelimenin tam anlamıyla peşinden sürüklendiğimiz bir macera var. Hayır, deli değilim.
Aslında kitaptaki karakterler gerçek, ama bir yönleriyle de düş ürünü. Yani ya abartılı bir görünümleri var ya da çok ilginç takıntıları. On üç kitap boyunca Violet, Klaus ve Sunny Baudelaire her kitapta olaylara eklenen ama kitap sonunda kötü Kont Olaf’ın öldürmesiyle bir sonraki kitapta karşımıza çıkamayan karakterlerle karşılaşıyorlar. Kont Olaf, Baudelaire Konağı yanıp çocukların anne babası öldükten sonra onların servetini ele geçirmek için çocuklara bakmak isteyen çok kötü bir adam. En azından son kitaptaki gelişmelere dek böyle biliyoruz.


Ben bu seriyi ülkemizde dokuzuncu kitabı olan “Karnaval Ucubeleri” yayımlandığında, yani biraz geç keşfettim. Eh, hatanın neresinden dönersek kardır sonuçta. Dokuzuncu kitaptan on üçüncü ve son kitap olan “Son”a dek peş peşe okumuş, seri bitince başa dönüp okumadığım kitapları okumuştum. Baudelaire kardeşlerin öyküsü 2006’da bitmişti.
60 milyondan fazla satan ve 41 dile çevrilen “Talihsiz Serüvenler Dizisi”nin ne yazık ki bizim ülkemizde yayımlanmayan yan kitapları ve müzik albümleri de var. Bir de ilk üç kitaptaki olayları içeren bir film çekildi ve her ne kadar Jim Carrey oynasa da film beklenen ilgiyi görmedi.
Şimdi durup dururken neden eski bir kitap hakkında yazı yazdım?
2012’de serinin devamı olan yeni serinin ilk kitabı çıkmış da ondan! Ben bunu öğrenir öğrenmez kaleme sarıldım tabii heyecanla.
“All the Wrong Questions” adlı bu dört kitaplık yeni seride hikayenin yazarı ve karakterlerinden biri olan gizemli Snicket’ın gizemli G.İ.T.’teki çıraklık dönemini okuyacağız. Bu, “Talihsiz Serüvenler Dizisi”nin arka planında kalmış ve bizleri Baudelaire kardeşler hakkında hâlâ bilmediğimiz gerçeklere ulaştırabilecek olan karakterlerin macerasıyla karşılaşacağımız anlamına geliyor. Serinin ilk kitabı “Who Could That Be at This Hour?” yayımlandığında bu “geri dönüş”ten ötürü yazar büyük ilgiyle karşılandı. Talihsiz Serüvenler Dizisi”ndeki olaylardan önceye ışık tutacak olan bu mini seri, ülkemizde yayımlanır mı bilinmez, ama yayımlanır yayımlanmaz listelerde uzun bir süre en tepede kalacağı kesin.

1 Ekim 2013 Salı

İŞTE AÇIKLIYORUM...


Çocukluğumda bile hiçbir zaman “Öğretmen olacağım”, “Polis olacağım”, “Doktor olacağım” veya “Pilot olacağım” benzeri gelecekte edineceğim mesleğe ilişkin o çocuksuluğun verdiği hayallerim olmadı. Çünkü benim ne olacağım zaten belliydi. Beni tanıyanlar biliyor, sormuyordu bile. Misafirliğe gittiğimde ev sahibinden yalnızca bir sehpa isteyip çantamda getirdiğim kağıt kalemimi çıkarırdım. Hep yazardım ve çizerdim. Hayal gücüm durmadan yeni şeyler üretirdi. Yeni karakterler, yeni maceralar, yeni şeyler işte... Ama bunları illa yazacak, saman kağıtlara dergilerini yapacaktım. Bu nedenle de yazar, editör, gazeteci, sinemacı, tiyatrocu, ressam, televizyoncu, reklamcı veya buna benzer şeylerden biri olacağım diyebilirim ki neredeyse doğduğumdan beri belliydi. Şimdi üniversiteyi kazanınca beni çocukluğumdan beri tanıyanlar "Ben demiştim..." diyor. E haklılar, demişlerdi. "Ünlü olunca bizi unutma" diye şaka da yaparlardı. Oysa ünlü olmak kadar kötü bir şey yok şu dünyada. Ne sevincini yaşayabilirsin ne acını, aman ünlü yapmasın kimse beni!
Şimdi bu konuyu niçin açtım? Hemen söyleyeyim.
Gmail’ime ve bloglarımın yorum kutusuna sürekli hangi bölümde okuduğumla ilgili sorular geliyor. Lisedeyken “Sözelim” derdim, şimdi bölümümü soruyorlar. Nasıl olsa her şeyimiz ortada değil mi? Niye gizleyeyim.
Medya ve iletişim bölümünde, hazırlık öğrencisiyim. Okul daha dün başladı (Aslında benim yazdığım tarihe göre bugün -Ben ilk gün yorgunluğuyla hem Üniverzete için yeni yazımı hem de Kafa için bu yazıyı yazıyorum, her yerim ağrıyor/tutuldu/radyasyona bulandı). Ama ben okul başlamadan okulun medya öğrencilerinin çıkardığı Üniverzete’de yazmaya başladım ve dedim ki: "Daha “üniversite”ye başlamadan “Üniverzete”ye başlamış olmaktan çok mutluyum!" Dergi sayısı çıktı ikiye! Hiç kızmayın bana, "Kafa'yı dergiden mi sayıyorsun?" demeyin. Sayıyorum işte. Onun adı "Kafa Dergi" değil mi zaten? Kapak hazırlıyorum, içerik oluşturuyorum. Çekiyorum, yazıyorum. Hem de tek başıma. Hem de karşılıksız (Arkadaşlarım "Reklam alsana, deli!" diyorlar. Haklılar belki, teklif gelirse alırım belki). Sadece sevdiğim için. Birileri okuyor, mutlu oluyor, hoş zaman geçiriyor diye.
Ne demiştik? Hah! Kendi dergilerimi, bloglarımı bırakır mıyım hiç? Buyurunuz, karşınızda Kafa Dergi’nin dolu sayısı.
Bu sayı cidden dolu. Neler mi yazacağım sizlere? İşte Ekim sayımın yeni başlıkları belli bile:
Hem kırk beş derece yaz sıcağında hem kış uykusuna çeyrek kala... Salyangoz hızında yaşayan bir şehirde dört mevsim: Marmaris. Geçen sayıda azıcık bahsetmiştim hani. Geziden, seyahatten hoşlananlar için yazın gittiğim ve bayramda gideceğim iki farklı Marmaris bu sayıda. Bol fotoğraflı. Yazı soslu.
Bienal olur, ben de İstanbul'da olurum da gitmez miyim? Bu yıl ücretsiz olan Bienal'den izlenimler. Bakalım "Anne ben barbar mıyım?"da benim dikkatimi neler çekmiş...
Birileri yaratır, birileri yürütür. Bir reklam klasiği... Kafa Dergi ezberi bozuyor! İlham dolu bir yazı.
Belki de ruh halim(iz)e en uygun yazı: Liseden üniversiteye, liseliden üniversiteliye nasıl adapte olunur? Hayatta nasıl kalınır? (Yani bilen varsa anlatsın!)
Twitter'dan seçme tweet'lerim. Kapalı profilimden, yoğun istek üzerine. Ben sosyal medyanın her ayağı için blogumu kullansam olmaz mı? Fotoğraf, yazı, yorum her şey paylaşılıyor nasıl olsa. Blog gibisi var mı şu internette?
Gizemli Bay Snicket geri mi dönüyor? Kafa Dergi ipuçlarının peşinde... "Talihsiz Serüvenler Dizisi"nin yazarından yeni sesler çıkmış da haberimiz yok!
Okuyan herkese sevgilerimle, sizi hissediyorum...
Kapak görseli: Kafa Dergi etiketiyle paylaştığım her fotoğrafın çekeni benim, o fotoğraflar bana aittir. Kapak için seçtiğim fotoğrafı Marmaris'te çektim.

Not düşümü: İçimde bastırılmış bir "okul magazini" yapma hevesi var. Ne dersiniz?

SİNEMADA İKİ FİLM

Son günlerde sinemada iki filme gittim. İlki, The Substance. Yani Cevher. Bence mutlaka görülmesi gereken, ama son derece rahatsız edici bir...