10 Ekim 2013 Perşembe

BARBAR MIYIZ? 13. İSTANBUL BİENALİ / GALATA # 1

Bu yıl ücretsiz olarak gerçekleştirilen İstanbul Bienali’nin en yaratıcı mekanlarından biri olan Galata Özel Rum İlköğretim Okulu’ndan bildiriyorum! Hem de neler neler anlatacağım sizlere…

Antrepo no. 3, Galata Özel Rum İlköğretim Okulu, ARTER, SALT Beyoğlu ve 5533. İstanbul’da yaz sıcağının bunalttığı günlerden şu erken gelen kış soğuğunun hüküm sürdüğü günlere dek uzanan 13. İstanbul Bienali mekanlarını gezdim. Bol bol fotoğraf çektim. Ama bu yazıda sadece bir mekanı, bunları yazdığım gün (geçtiğimiz cumartesi) beş derecede gezdiğim Galata Özel Rum İlköğretim Okulu’nu, henüz izlenimlerim tazeyken anlatıyorum. Diğer mekanlardaki gözlemlerimi ve yazı yazarım diye çektiğim fotoğrafları da sizlerle paylaşacağımı düşünüyorum. Tabii sürekli yeni şeyler olduğundan, hayat hızla akıp gittiğinden ben yazana kadar "Bienal" konusu eskiyebilir de.
GALATA ÖZEL RUM İLKÖĞRETİM OKULU’NDAKİ BİENAL’DEN “EN”LER

En eğlenceli karanlık oda


Kısa film tadındaki videoların sergilendiği karanlık odalar Bienal’e ev sahipliği yapan mekanların hepsinde ilgi topladı/toplamaya devam ediyor, orası kesin. En “öylesine” dolanan biri bile karanlık odaya uzanan koridoru görünce, “Dur bari, gelmişken bir bakayım!” diye düşünerek kafasını kalın perdeden içeri uzatıyor (Sonra on saniye boyunca aynı görüntünün ekranda olduğunu görüp sessizce uzaklaşabiliyor, o başka). Ama Galata Özel Rum İlköğretim Okulu’nda öyle bir “seyirlik” var ki, ben izliyorken gözlemlediğim hiç kimse videonun ortasında salondan çıkmadı. Tam aksine, herkes bu videoyu eğlenerek ve oynadığı “entel Bienal tutkunu” rolünü bir kenara bırakarak gerçekten izlemek istediği için izledi. Lale Müldür’ün iç dünyasını bizlerle tanıştıran Kaan Karacehennem ve Franz von Bodelschwingh adlı yönetmenlerin videosundan bahsediyorum. “Azılı Yeşil” adlı bu 17 dakikalık video çalışması bence Bienal’in en eğlenceli videosuydu. Kahverengi kürkü, sarı saçları, yeşil ojeleri ve her şeyden önemlisi “doğal hareketleri” ile bana bir an için Zerrin Özer’i hatırlatan Müldür her repliğinde beni güldürmeyi başardı. İzlerken büyük keyif aldım, çok eğlendim. Biliyorsunuz ki 13. İstanbul Bienali’nin başlığı Lale Müldür’ün yazılarını topladığı “Anne, ben barbar mıyım?” adlı kitaptan. Müldür’ün vurmaya çalıştığı ama sonra sinirlenip vazgeçtiği renkli balonlar, açılışta dalgalar hafifçe sallarken inmeye çalıştığı tekne, bebek arabasında sürdüğü yeşil tavşan kostümü içindeki taşbebek ve aslında bir mesaj veren konuşmaları on numaraydı. 300 dakikalık görüntülerden seçilerek oluşturulan bu 17 dakikalık videonun tamamını sinemada görmek çok güzel olurdu. Sanırım böyle bir proje de var zaten.
En felsefi karanlık oda


Basim Magdy’nin’in “Dünyayı Anlamak İçin 13 Temel Kural” adlı video çalışmasını izlerken “Tamam,” dedim. “Bir daha lale görmek istemiyorum!” Çiçeklere çizilen birbirinden ürpertici surat ifadeleri ve 13 kural kesinlikle ilgi çekiciydi. Mesela bir tanesi Marilyn Monroe’nun o meşhur sözünü hatırlattı bana. Kural 10: “Asla köpeklere ya da insanlara güvenme. İkisi de kızdığında ısırır.” Her kural birbirinden ilginçti, ama ben en çok şunu beğendim, yani Kural 11’i: “Burada senden başka neredeyse 7 milyar insan daha olduğunu unutma. Bir önemin yok. Gerçekten, kimsenin umurunda değilsin.” Videodan çıkıp üstüne bir de Magdy’nin hayatı/dünyayı sorgulayıcı fotoğraf sergisini gezince, tam anlamıyla “Bienal yorgunu” oluyor insan.
En kendimi bulduğum fotoğraf


Fotoğrafın ne anlattığı falan ben bunları yazarken hiç umurumda değil. Sadece, on yıl sonraki halimin bu adam ve çalışma odamın da bu oda gibi olmasından korkuyorum!
En çarpıcı ev


Martin Cordiano ve Tomás Espina’nın “Dominio” adlı çalışmasında içeriye ilk girdiğinizde kendinizi evinizdeymiş gibi hissediyor, şirin ortam karşısında rahatlıyorsunuz. Daha dikkatli baktığınızda ise dolap camlarının parçalanmış, parkelerin bantlanmış, eşyaların eskimiş olduğunu görüyorsunuz. Bunca “yıpratma”nın söylemek istediği bir şey olmalı elbette, orasını keşfetmek size kalmış. Ama odaya girince evdeki her objeyi tek tek inceleyebilir, Alfred Hitchcock’un “The Birds” filminin çerçevelenmiş afişiyle karşılaşabilirsiniz. Titiz ev hanımları içinse bir uyarım olacak: İçeride lütfen dikkatli olun! Olur da mutfaktaki lavaboda birikmiş olan bulaşıkları yıkamaya kalkışırsınız… Sonra alın başınıza “Sanat düşmanı kadın enstalasyonu mahvetti!” haberleri!
En şaşırtan yorum


Arkamdaki teyze “Ayolbukıronunresminikimçerçeveletipburayasmış?” deyince başta rehber olmak üzere etraftaki herkes kısa süreli bir şok dalgası yaşayıp ardından fotoğrafın fotoğrafını çekmeye koyulunca ben de fotoğrafın fotoğrafını çekmeye koyuldum. Şener Özmen’in sergisinde yer alan fotoğraflardan sadece biri bu. Gerisini görüp, kendi kararınızı kendiniz verebilirsiniz. Fotoğraf ve duvarın uyumu karşısında ise herkes tebessüm etti.
En “Ne çektin be!” performansı

O da ne? Odanın birinde masanın üstünde açık duran günlükler var… Ziyaretçi günlüğü mü, önceden mi yazılmış yoksa Bienal için özel olarak mı hazırlanmışlar? Rehber konuşana kadar anlamıyorsunuz. Odada bir de biri var, masa başında. Sandalyeye oturmuş. Heykel değil, kanlı canlı bir genç! Oracıkta aklına gelenleri yazıyor. Birileri onu görmeye gelecek de, performansı izlenecek diye bekliyor. Bekliyor mudur acaba? O genç ne çekti be? Dahası, herkes diğer masalardaki günlüklerin sayfalarını haşır huşur karıştırırken onun masasındaki günlüğe uzaktan bakıp geçmesinler mi… Bir üzüldüm ki sormayın. Ben gitmek istedim onun günlüğünün yanına, “Seni fark ettim!” diyebilmek istedim. Ama bu sefer de kafama bir sürü soru üşüştü: Günlüğünü okusam odaklanıp yazabilir mi? Yazabilse bu onun yazmak istedikleri mi olur? O zaman performansın ne anlamı kalır? “Neme lazım,” dedim. Ben de uzaklaştım. Aman be! O çocuk da ben de ne çektik be!
DAHA DAHA?

Antrepo no. 3, Bienal işlerinin en yoğun sergilendiği yerdi hiç şüphesiz. Öyle ki “Oraya da gideyim, ama şu şeyin yanından geçtim dönüşte ona da bakayım, ama dönüş olmayacak çünkü bambaşka bir yere gelmişim” diye şaşırıp kalıyor ve ne yapacağınızı bilemiyorsunuz. Alfred Hitchcock’un şüpheli eşyaları, herkesin üstüne çıkıp fotoğraf çektirdiği merdiven, duvar, sanatçının dağıtılmış odası, bir sürü parçanın boş bir sokağa fırlatılıp kırıldığı video, enfes çizimler, fotoğraflar ve daha neler neler… Gitmeyenlerin mutlaka gitmesi gerekiyor!
ARTER, SALT Beyoğlu ve 5533 ise diğer Bienal mekanlarının yanında biraz daha sönük kalmış. Çerçevelenmiş sigara izmaritleri, dağ yolundaki trafik fotoğrafları, dağınık masa, öğrenci günlükleri, Tezer Özlü’nün yırtılmış kitabından “Fare” metni ve karanlık odada oynayan videoda o kitabı okuyan kızın yırtıp ağzına tıktığı kağıt parçaları, geleneksel Türk dokusu taşıyan işler (Osmanlı padişahlarının ve adabı muaşeret kurallarının fotoğrafları gibi) akılda kalanlardı. Sakız, kola kutusu ve hatta görmedim ama belki muz kabuğu gibi parçalarla oluşturulmuş işler de fena sayılmazdı. Ama yine de Antrepo no. 3 ve Galata Özel Rum İlköğretim Okulu’ndaki işlerin yanında, bu üç mekandaki işler çok da şatafatlı durmuyor.

Peki ya siz sevgili Kafa Dergi'nin sevgili "kafa" okuyucuları, siz bu yılki Bienal mekanlarına gittiniz mi? Yoksa İstanbul'da yaşamanıza ve her gün önünden geçip gitmenize rağmen hiçbirine uğramadınız mı? Eğer böyleyse çok şey kaçırdığınızı üzülerek söylemek istiyorum, ama hâlâ vaktiniz var: Bienal 20 Ekim'e kadar devam ediyor. Giden okurlarım... Sizler de lütfen en beğendiğiniz mekanı/sanatçıyı/işi/projeyi buraya yazın, sizin fikirlerinizi de çok merak ediyorum. Ben bu yazımda Galata Özel Rum İlköğretim Okulu'ndaki gözlemlerimden bahsetmeye çalıştım. Diğer Bienal yazılarında görüşmek üzere...

2 yorum:

  1. fotolar ve notların ne güzel.
    :)
    alıştın istanbul kültür sanat ortamına çabucak.
    aynı yerlerde dolanıyoruz.
    :)

    YanıtlaSil
  2. Bieanal de bir kamusal alan temasıda vardı onu da eklemek gerektiğini düşündüm ama yazı gayet açıklayıcı ve güzel olmuş teşekkür ederiz.

    YanıtlaSil

Gmail hesabı olmayanlar, anonim seçeneği ile yorum yapabilir... Yorumlarınız için çok teşekkür ederim!

SİNEMADA İKİ FİLM

Son günlerde sinemada iki filme gittim. İlki, The Substance. Yani Cevher. Bence mutlaka görülmesi gereken, ama son derece rahatsız edici bir...