30 Nisan 2016 Cumartesi

KAFELER ARASI TUR


Karaköy'e bir hafta gitmeyin, hemen yeni bir kafeyle karşılaşırsınız.
.
.
.
Ben bir aydır gitmiyordum, haliyle baştan aşağı değişmiş bir Karaköy'le karşılaştım. Her köşe başında bir kafe var artık, insanın başı dönüyor. Nişantaşı ve Cihangir de şehrin kafe açısından en yoğun semtleri aslında, ama oralardaki değişim daha sakin oluyor, Karaköy gibi her gün yeni bir kafe açılmıyor. (Hatırlatın, bir ara Trabzon'un Cihangir'i olan Beşirli semti hakkında yazacağım buraya.)
.
.
.
Karaköy'e bu sefer Dem Kafe ya da Kağıthane (House of Paper) için gitmedim.

İstanbul siluetleri ve insanları ayraç setlerini oradan almıştım. Detaylar şu yazımdaydı.

Dondurmino için gittim. Dondurmino, adı üstünde, bir dondurmacı. Fransız Geçidi'ndeki bir ara koridorda. Ben yeni duydum burayı, yoksa çok da yeni sayılmaz. Büyük umutlarla gittim ama pek de bir şey anlamadım. Bir kere internetteki sayfalarında sürekli narlı dondurma fotoğrafları paylaşıyorlar ama gittiğimde narlı dondurmanın sadece sezonluk olduğunu söylediler. Yahu o zaman ne diye onu paylaşıp duruyorsunuz? Neyse, ben mavi renkli bir dondurma yedim. Sadece rengi gözüme hoş geldiğinden. Sanırım oradaki en tatsız tuzsuz dondurma da o. Adı Alaçatılı bir şeydi ama İtalyan karamelinden yapılıyormuş, bildiğimiz karamelle alakası olmayan bir şey bu İtalyan karameli! Hiçbir tat alamadım, bir süre sonra taş yalıyormuşum gibime geldi. Arkadaşım limonlu yedi, o çok sevdiğini söyledi. Belki de ben Dondurmino'yla yanlış bir seçimle tanıştım. Bir şans daha vereceğim mutlaka. Bu arada dondurmanın topu 5 lira. Ve bu arada ben esas damla sakızlı, karamelli, muzlu, vişneli, karadutlu, böğürtlenli, limonlu, hatta kestaneli dondurmaları çok severim. Orada bu saydıklarımın çoğu yoktu ama en azından ben de limonlu falan yiyebilirdim, ne diye gider mavi olanı seçersin Mert?
.
.
.
Ve İstanbul Modern!




Ayda bir mutlaka gitmeye çalıştığım yer! Harika bir yer gerçekten. Üstelik her perşembe günü giriş ücretsiz, aklınızda olsun. Çok ilginç enstalasyonlar, video-art'lar, heykeller, resimler olabiliyor. Son gittiğimde bazı çalışmaların üç yıldır hala değişmediğini gördüm. Bazıları hep sabit kalıyor, duvardaki sergilerse değişiyor. Keşke biraz daha büyük olsa İstanbul Modern. Gezmelere doyum olmuyor çünkü!
.
.
.
Beşiktaş'taki Kahvaltıcılar Sokağı'na gider misiniz hiç? 


Aslında Beşiktaş tam öğrenci yeri olmasına rağmen benim pek sık gidemediğim bir yer. Daha doğrusu, durup dururken aklıma gelmiyor orası ve "Aa dur bugün de Beşiktaş'a gideyim!" demiyorum. Dolayısıyla Kahvaltıcılar Sokağı'yla da pek işim olmuyor. Geçen gittik diye bir iki kelime yazayım ama. Bir kere bu sokaktaki her kafenin menüsünde mıhlama/muhlama olarak geçen kuymak illa var, ama maalesef o kadar iyi yapamıyorlar. Ne de olsa kuymağı Trabzon'da yemek gerekir ama, değil mi? Bir de pişi çok popüler menülerde. Ve sucuktu, sosisti, salamdı, hatta pastırmaydı sürüyorlar önünüze. Kısacası Bebek'teki, Ortaköy'deki kahvaltıcılardan pek de bir farkı yok. Yani oralara gitmek yerine Beşiktaş da tercih edilebilir aslında. 
.
.
.
Eğer şehirde sizin Mert bak şu kitapçıya, şu kafeye, şu sokağa, yani herhangi bir sebepten ötürü şuraya mutlaka gitmelisin dediğiniz bir yer varsa, önerilerinizi merakla bekliyorum!

Instagram hesabım: instagram.com/ofluoglumert
Twitter hesabım: twitter.com/ofluoglumert
Facebook hesabım: facebook.com/ofluoglumert

27 Nisan 2016 Çarşamba

YÜZYILIN SORUSU


Öncelikle şunu sorayım: Yaptığım poster nasıl olmuş millet? 
.
.
.
Ama başlıktaki yüzyılın sorusu bu değil elbette! Yine kitapla ilgili fakat başka bir soru. Daha önce de bahsettiğim gibi, Ters Düz çıktığından beri, yani Aralık ayından bu yana, kitapla ilgili pek çok yorum ve görüş alıyorum. Bu geri dönüşlerden anladığım kadarıyla, kitabın sonuyla ilgili okurlar ikiye bölünmüş durumda. Çoğunluk, yaklaşık %85'lik bir kısım, kitabın açık uçlu bittiğini, ikinci kitapla ilgili merak içinde olduklarını söylüyor. %15'lik bir kısımsa, ilk kitapta olayların bir yere bağlandığını, dolayısıyla ikinci kitapta olacaklarla ilgili hiçbir tahmin yürütemediklerini söylüyor.
.
.
.
Bildiğiniz gibi, Ters Düz, Bozbalık Serisi'nin ilk kitabı. Kitabın kendi içinde bir başlangıcı ve bitişi var ve tek başına sadece bu kitabı okuyanlar için böyle bir bütünlük olmak zorunda. Yani aslında kitap açık uçlu bitmedi. Ama sonunda bazı olaylar sonuçlanırken, bazı olayların da tohumları atıldı ve ikinci kitapta olacakların sinyali de yine bu olaylarda gizli olduğundan, evet, kitap aynı zamanda açık uçlu bitti -bu sinyallerin kokusunu almış olanlar için. Geçen bir okurum attığı bir mail'de (görünen o ki bu okurum kokuları almış), "Son sayfayı çevirdiğim an 'Ne, böyle pat diye bitmiş olamaz!' dedim ve başka sayfa var mı diye hızla bakındım, ama yoktu!" diyerek ikinci kitabı "deli gibi bir merakla" beklediğini söyledi. Gelmek istediğim nokta şu; ne ilginç, değil mi: Kimileri kitabın açık uçlu bitmediği görüşündeyken, kimileri fazlasıyla açık uçlu bittiğini düşünüyor. Böyle farklı düşünceler beni heyecanlandırıyor. Açık uçlu bitti ya da bitmedi diyen neye göre böyle söylüyor bilmiyorum, bunun kıstası ne, kriteri ne, inanın bilmiyorum. O yüzden size soruyorum.
.
.
.
Siz, Ters Düz'ü okumuş olan sevgili okurlarım, sizce kitap açık uçlu mu bitti? Kafanızda sorular var mı? Yoksa ikinci kitapta ne olacağına dair hiçbir tahmininiz yok mu? Bana yazın!

Not: Evet ben de çizim yapıyorum ama bu posterdeki template'ler hazırdır. 

Instagram hesabım: instagram.com/ofluoglumert
Twitter hesabım: twitter.com/ofluoglumert
Facebook hesabım: facebook.com/ofluoglumert


25 Nisan 2016 Pazartesi

HAYAT ŞARKISI'NIN SEZONUN EN İYİ DİZİSİ OLDUĞUNU GÖSTEREN 10 ŞEY


1. Senaryo: Hayat Şarkısı'nın bir Kore dizisi olan Flames of Desire uyarlaması olduğu sır değil. Ama bu ekran hiçbiri tutmayan öyle çok uyarlama gördü ki... Hayat Şarkısı ise adeta bizi bize anlatıyor. Abartılı olmayan doğal ve sımsıcak hikayesi ile "Keşke her akşam yayınlansa" dedirtiyor. Dizi matematiği on numara. 

2. Oyuncular: Burcu Biricik, Birkan Sokullu, Ahmet Mümtaz Taylan, Tayanç Ayaydın, Ecem Özkaya... Sizce de herkes rolünün hakkını vermiyor mu? Biricik'in küçüklüğü rolündeki Sibel Melek Arat'sa şimdiden fenomen oldu.

3. Çekimler: Gözü yormayan, anlaşılır, şık ve temiz çekimler... 

4. Müzikler: Dizi müziklerini de tıpkı şarkı sözleri gibi dile dolayan biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki, bu dizide çalan fon müzikleri de şarkılar da on numara! 

5. Moda: Bu dizide her karakterin kendine has bir giyim tarzı yok mu? Bence var! Hülya zaten çoktan moda kraliçesi oldu, ama ben özellikle Kerim'in giydiklerini ilgiyle takip ediyorum. Cool ve salaş stiliyle, ekranlarda uzun zamandır bir erkek başrol böyle iddialı giyinmiyordu. (İzleyin de biraz kombin öğrenin olm!) 

6. Mekanlar: Kerim'in Almanya'daki evi, Melek'in tepedeki evi, Cevher ailesinin komedi ve dram dolu hayatlarına ev sahipliği yapan köşkleri... Her mekan, o mekanın ruhunu anlatan birtakım dekorasyon ipuçları sunuyor. Tabii ki bir yandan sahneyi izlerken diğer yandan arka planda duvardaki deniz yıldızlarını görebilene.

7. Hülya: Evet. Kendisi diziyi izlemek için başlı başına bir sebep. Daha ilk bölümden beri yeni "Kara Melek"imiz kendisi. Entrika ustalığında rakiplerine kök söktürüyor ve bizi "Yok artık, bunu da mı yapacak?" diye kızdırıyor, ama her seferinde de bağrımıza basıyoruz onu. Şeytan tüyü olduğu şüphesiz. Bakalım yeni bölümde neler yapacak sarı saçlı kızımız?

8. Hülya'nın kılıktan kılığa halleri: Malum, dizide Hülya'nın gizli kapaklı çevirdiği işlerin sayısı çok. Hal böyle olunca da kimseye yakalanmaması lazım. Taktığı iri gözlükler ve peruklarla, Hülya "toplum içinde nasıl saklanırız" taktiklerini çok güzel özetliyor. Bir kenara not alın, belki bir gün lazım olur. 

9. Sebep-sonuç ilişkisi: Hangi olay hangi sonucu doğurabilir? Hayatta küçük ve önemsiz gibi görünen şeyler ileride hayati önem taşıyan başka olayların tohumu olabilir. Hayat Şarkısı, bir kez daha bunun altını çizdiği için bile izlemeye değer. Şimdiki adımınızı yarınınızı da düşünerek atın yani! 

10. Most Production: Ve... tabii ki ana sebep! Bugüne dek izleyip sevdiğimiz ne varsa Most'tandı. Gelenek yine bozulmadı. İkinci Bahar, Sıla, Merhamet, Hatırla Gönül... Şimdi Hayat Şarkısı. Peki sırada ne var? E merakla takipteyiz! 

24 Nisan 2016 Pazar

İKİ YENİ BLOG!



Bu yazıda, sizlere kitabım Ters Düz'le ilgili açmış olduğum iki blogu tanıtacağım. Bu iki blog, Bozbalık dünyasında geçiyor. Zaten ilki, Bozbalık Köyü'nün resmi internet sayfası. 


Köy etkinlikleri, konaklama, köy lezzetleri, jandarma, köyde olup bitenler hakkında her türlü bilgiye bu siteden ulaşabilirsiniz. 


İkinci blog ise kilitli bir blog. Bu blog, kitapla ilgili bir sürü spoiler ve ipucu içereceğinden, sadece kitabı okuyanların giriş yapabileceği bir blog. Adı üstünde, Kadir'e ne olduğu ile Bozbalık'taki diğer kirli sırlarla ilgili olayların iç yüzünü ve daha fazlasını bu blogdan öğreneceksiniz. 


Kitabı okumuş olanlar mail adreslerini aşağıya bırakırlarsa siteye girişlerini onaylayabilirim. Kitabı okumayıp spoiler almak isteyen olursa eğer, şimdilik sitenin sadece kitap okurları tarafından kullanılan bir portal olmasını düşündüğüm için, bu mümkün değil gibi görünüyor. Ama ilerleyen zamanlarda, seri tamamlandığında, siteyi herkese açık hale getirebilirim.

Her iki site de daha çok yeni. Her an geliştireceğim ve yeni paylaşımlar yapacağım. O nedenle, Kafa blogumun haricinde lütfen bu iki yeni blogumu da takipte kalın. Ve tabii ki daha çok paylaşım ve içerik için aşağıdaki diğer sosyal medya hesaplarımdan da beni takip etmeyi unutmayınız!

Instagram hesabım: instagram.com/ofluoglumert
Twitter hesabım: twitter.com/ofluoglumert
Facebook hesabım: facebook.com/ofluoglumert

22 Nisan 2016 Cuma

GRANDE KARAMEL MAKİYATO ÇAY Tİ LATTE!


Sizi bilmem ama ben artık her yere açılan şu kahvecilerden bıktım!

Bir tanesi çıkıyor, tuttu mu hop peşinden bin tanesi geliyor... (Aynı şey gibi bu, hani bir formatta romantik aşk dizisi tuttu mu hep aynıları çekiliyor ya...) 

Herkesin elinde bir plastik kahve kupası... 

Hayır amaç içmek de değil, kahveyi aldıkları yerin markasını göstermek...

Yani amaç eller havada o kupayı tutmak... 

Ne diyelim, hayırlısı... 

Siz ne düşünüyorsunuz bu konu hakkında?

Instagram hesabım: instagram.com/ofluoglumert
Twitter hesabım: twitter.com/ofluoglumert
Facebook hesabım: facebook.com/ofluoglumert

21 Nisan 2016 Perşembe

TERS DÜZ'DEN ALINTILAR

Kitap alıntılarını seviyorum. Kitap cümleleri. Aynı dizi fragmanları gibi oluyor. Tadımlık. Ben de bugün kendi kitabım Ters Düz'den birkaç alıntı yapmak istedim.



"Ece teşekkür edip onun boynuna sarıldı. Huzur içinde öpüştüler. Çok sıcak ve rahat bir öpüşmeydi bu. Gerçekliğin sertliğinden uzak ve tatlı düşlere bir o kadar yakın. Dışarısı ise soğuktu. Gerçekti. Kaçınılmazdı. Ece şefkatin kollarından ayrılması gerektiğinde kendini büyük bir savaşa hazırladı. Midesine nedense garip bir yumruk oturmuştu. Bu yumruk her geçen an varlığını daha da hissettiriyor ve uğursuz bir şeylerin habercisi gibi giderek şişiyordu."


"Onun birlikte olduğu kişiyi dış görünüşüne ve maddi durumuna bakarak seçen kızlardan olmadığını biliyordu. İnsanlar genellikle karakter özelliklerinden önce esmer mi sarışın mı, uzun mu kısa mı, sağında solunda defosu var mı diye bakarlar, memleketine göre yargılarlar ve genelleme yapmayı severlerdi. İşte o böyle değildi, asla olmamıştı. Önemli olan doğma büyüme insan olmaktı ve o bunun bilincindeydi."

"Ece'nin arabayı sürmekte olduğu dağ yolu, tepelerin arkasında batmakta olan ekim güneşinin kızıllığı içindeydi. Arabanın farları daha şimdiden uykuya dalmış olan çam ağaçlarını, yaşlı bir ucubenin saçlarını andıran terk edilmiş fındıklıkları aydınlatıyordu. Her taraf o kadar ıssızdı ki, bir saat içinde yolun karşısından yalnızca bir kamyon geçmişti. Bu tekdüze sessizlik asap bozucuydu."

"Yayınevleri aslında edebiyat heveslilerinin bir araya toplanıp sanatsal konuşmalar yaptıkları yerler değil, para kazanma hırsıyla birbirini yiyen insanların ne tür kitaplar basıp daha çok para kazanabileceklerini tartıştıkları ticarethanelerdi. Birbirinin kopyası olan, aynı konuları tekrar eden aşk öykülerini hemen basarlardı mesela. O tip kitapların yazım ve mantık hatalarıyla dolu olmaları, hedef kitlesi beş yaşındaki çocuklarmışçasına bir dil kullanmaları hiç önemli olmazdı. Ece, günün birinde sektörün onu da böyle kalitesiz romanlar yazmaya mecbur bırakıp bırakmayacağını merak etti."

19 Nisan 2016 Salı

ŞİMDİ BU YOĞURDU NASIL YEMELİ?


Bugün hava çok sıcak değil miydi? Onca egzoz dumanı, gökdelen gölgesi, yani şehirde zaten bunaltıcı bir hava varken ayrıca bir de piştik doğrusu. Az önce #bookstagram için şöyle bir fotoğraf çektim. Böyle sıcak havalarda en iyisi serin serin kitap okumak... Ama neyse, bu yazının konusu başka bir şey. Evet, bu yazının konusu yoğurt. Bildiğiniz yoğurt ya. 



Dünyada bir sürü farklı mutfak kültürü olması çok ilginç, çok hoş bir şey... Mesela bizler yoğurdu pilavımızın yanında yiyoruz, değil mi? Ama Almanya'ya gittikten sonra yoğurda bakış açım tamamen değişti. Orada aynı bu bildiğimiz yoğurdu meyveli mısır gevreğiyle birlikte, yani tamamen tatlı niyetine yiyorlar. Hoş burada da mesela Kanlıca yoğurdunu pudra şekeri ve reçelle yiyoruz, ama yurt dışında yoğurt dedin mi direkt müsli yani mısır gevreği geliyor akla! 


Bizler peynirlerle, zeytinlerle, hamur işleriyle dolu kahvaltı sofralarımıza otururken, diğer çoğu ülkede anneler kahvaltı sofrası falan hazırlamıyor! Herkes sabah kalkıp buzdolabını açıyor, mısır gevreğiyle yoğurdu karıştırıp yiyor. İşte bu kadar! Yani güne son derece "tatlı" başlanıyor. Aşağıdaki fotoğraftakiler benim Almanya'daki kahvaltımdı... Özledim ya...


Almanya'da yalnızca iki hafta kalmama rağmen, bu alışkanlık bende yer etti. Sakın sabahları bizim klasik kahvaltımızı bırakıp kuru kuru mısır gevreği yediğimi sanmayın, çünkü tabii ki de öyle bir şey yok! Kahvaltı bağımlısı bir insanım ben! Demek istediğim, günün herhangi bir anında, yoğurtlu müsli yemeye başladım. Mısır gevreğini zaten severdim ama hep sütle yerdim, yoğurtla yemezdim. Şimdi reçelli yoğurtlu müsli yiyorum ya! Yoğurdu hem pilavla, hem de reçelle yemeye başlayınca, e şimdi bu tatlı mı tuzlu mu oluyorum ama. Siz siz olun yoğurdu pilavla yemekten şaşmayın. Gene de bence müsliyle yoğurt yemeyi de bir deneyin ya, acayip lezzetli oluyor! 

16 Nisan 2016 Cumartesi

IHLAMUR KASRI'NDA GÜNEŞLİ BİR ÖĞLEDEN SONRA


Dün Ihlamur Kasrı'ndaydık. Burası Beşiktaş ve Nişantaşı arasında konumlanan harika bir yer, yani şehrin her yerinden kolaylıkla ulaşabilirsiniz. Yüksek gökdelenlerin arasında sıkışıp kalmış olsa darahatlatıcı bir ortamı var. Göletler, havuzlar, ağaçlar, çalılar, çiçekler, laleler... Girişi 1 lira. Kazlar, ördekler, tavus kuşları, tavşanlar, hatta kaplumbağalar geziniyor sağda solda. Biz öğleden sonra 14'te gittik ve 17'ye kadar oturduk kafesinde. Saat 17 çok erken bir saat ama maalesef kafe o saatte kapandığı için mecburen kalkmak zorunda kalıyorsunuz... Hava öyle güzeldi ki oturduğumuz süre boyunca güneş yüzümüzü yaktı, o yüzden güneş gözlüklerimizi hiç çıkarmadık. Çay kahve içtik, tost yedik, tipik bir çay bahçesi işte...



Müzesi kapalıydı. Restore varmış herhalde. 


#dreamteam 👊


Bir ağaçtaki bu yazı çok dikkat çekiciydi, o yüzden fotoğraflamadan geçmedik. "Dikkat! Fiber optik kablo" yazıyordu. Artık ne alakaysa... 

Instagram hesabım: instagram.com/ofluoglumert
Twitter hesabım: twitter.com/ofluoglumert
Facebook hesabım: facebook.com/ofluoglumert

15 Nisan 2016 Cuma

BU ARALAR...

Sardığım dizi: Hayat Şarkısı


İzlediğim yabancı dizi: Bates Motel

Okuduğum kitap: Eskilerden bir tane, Nehrin Oğlu. 

Dinlediğim radyo kanalı: Jazz Radio / Timeless Classics 

En çok kullandığım sosyal medya: Tabii ki blog ve ondan sonra Instagram/Facebook.

Kalktığım saat: 07.00. (O hep öyle, sebepsizce.)

Yazdığım roman: Ters Düz'ün devamı.

Yediğim atıştırmalık: Meyveli mısır gevreği (sütlü veya yoğurtlu).

Okuduğum dergi: Ev dekorasyon dergileri, yaşam dergileri ve moda dergileri.

Giydiklerim: Turuncu pantolonum, yeşil ayakkabılarım. 

Kullandığım parfüm: Bleu De Chanel Paris


Instagram hesabım: instagram.com/ofluoglumert
Twitter hesabım: twitter.com/ofluoglumert
Facebook hesabım: facebook.com/ofluoglumert

13 Nisan 2016 Çarşamba

TERS DÜZ GAZETEDE!

 

Benim günüm çok güzel başladı!

Ters Düz'ün en büyük hayranlarından/fanlarından biri olan Selin, Sakarya'da bir gazetedeki köşesinde bu hafta Ters Düz'ü yazmış ve gazeteyi bana postalamış. Ayrıca "Hayatın boyunca kalemin elinden hiç düşmesin" diye bitirdiği bir mektubu da beraberinde göndermiş. Selin'e bu hoş sürprizi için çok teşekkür ediyorum. Ters Düz'ün yalnızca internette yazılıp çizilmediğini, basında da ele alındığını görmek beni mutlu etti. Hiç tanımadığım, ama içtenlikle bana ulaşarak sanki tanışmışız gibi hissettiren böyle muhteşem okurlarım olduğu için çok şanslıyım. Yazını hep saklayacağım Selin, günün birinde Bozbalık'ta görüşmek üzere!

Instagram hesabım: instagram.com/ofluoglumert
Twitter hesabım: twitter.com/ofluoglumert
Facebook hesabım: facebook.com/ofluoglumert


12 Nisan 2016 Salı

İTÜ TV'Yİ DUYMUŞ MUYDUNUZ?

Bu sabah yine 06.30'da sebepsizce gözlerimi açtım. Hayır yani dün de oldukça geç yatmama rağmen. Madem yine-yeni-yeniden erken kalktım, ben de her zamanki gibi bilgisayarımı açıp bloguma bir şeyler yazayım bari dedim. Caz radyomu açtım, çayımı yanıma aldım ve klavyenin başına geçtim! Bu yazımın konusu İTÜ TV. Daha önce İTÜ TV diye bir şey duymuş muydunuz? Eğer duymuşsanız, sizi kutlarım. Ama muhtemelen İTÜ TV'yi şu anda ilk kez duyuyorsunuz ve ne olduğu hakkında da hiçbir fikriniz yok. Zira araştırma süremiz içinde ben İTÜ TV'yi bilene pek rastlamadım, doğrusu hiç rastlamadım. Evet, bu Esra Hoca'nın dersinin bir ödevi. Daha öncesinde biz de İTÜ TV'yi hiç duymamıştık. Bu ödev sayesinde İTÜ TV ile tanıştık. İnternette hakkında yazılmış o kadar az yazı var ki, böyle bir yazı yazıp bu konuyu Google'ın arama motoruna sokmayı kendime bir görev bildim. Arayan bulabilsin diye yani.

TRT'DEN ÖNCE O VARDI! 

İTÜ TV, 1952 yılından 1970’te yayınına son verilene (ve 1971’de vericilerini TRT’ye devredene) kadar yayınlarını sürdürmüş olan bir kanal. Yalnızca ülkenin ilk televizyon kanalı olmakla kalmadı, Türkiye’de televizyonculuğu birtakım gönüllü insanların çalışmalarıyla başlatan deneysel bir kanal da oldu. İTÜ TV'de yayınlar tamamen deneme amaçlı yapıldı ve programlar çoğunlukla eğlence/yaşam üzerineydi. "Meteoroloji" haberleri verildi ama bugün bildiğimiz anlamda ana haber verilmedi. Sadece, saat 19.25-1940 arası "Haftanın Olayları" programı vardı. Bu programda "günün son haberleri" sunuldu.

 

"ANTENCİ" OLMADIĞINDAN "MİNARECİ" DİKTİ 

Şimdi hikayeyi biraz başa saralım: 1938 yılında, İstanbul Teknik Üniversitesi Yüksek Frekans Kürsüsü Başkanı Mustafa Santur Avrupa'da "televizyon"la tanıştı. O dönemde toplumun televizyon diye bir aygıtın varlığından bile haberi yoktu. Santur, televizyon yayını konusundaki ilk resmi girişimini İTÜ Elektrik Fakültesi Dekanlığı’na yazdığı 16 Temmuz 1951 tarihli mektupla yaptı. Bu mektupta "televizyon tesisi kurmak çok münasip olacaktır" diyerek gereken cihazların tahmini bedelinin 36.000 lira olduğunu söyledi, üniversite de bu isteğe olumlu yanıt verdi. Santur, başarılı öğrencilerinden biri olan Adnan Ataman’ı TV yayınlarını başlatmakla görevlendirdi. Ataman TV ile zaten çok daha önce Amerika'da tanışmıştı, bu nedenle öğretmeninin ona verdiği bu görev onu çok heyecanlandırdı. Böylece, Böylece Taşkışla’da televizyon için küçük bir stüdyo hazırlandı. Ancak anten sorunu ortaya çıktı. Halit Kıvanç o günleri yıllar sonra “İTÜ’de TV” adlı anı kitabında şöyle anlatıyor: “Ülkemizde TV olmadığından ‘antencilik’ diye bir meslek de var olmamıştır. Düşünülür, taşınılır ve bir minareci bulunur. O nasıl minare tamiri için o yüksekliğe çıkıyorsa, TV anteni için de yukarılara çıkamaz mı? Direk de, Perşembe Pazarı’nda gemi direği yapanlara hazırlatılır.” Buradan da anlaşılacağı üzere, ülkemizde televizyon yayıncılığı adeta "el birliği" ile başlatılmıştırİTÜ TV bir dönüm noktasıdır. İTÜ TV toplumda televizyon kültürünün oluşmasında (ve kısmen) yaygınlaşmasında büyük rol oynamıştır. Artık insanlar haberleri ve toplumsal gelişmeleri yalnızca gazete ve radyodan değil, televizyondan da alabileceklerdir…



Dediğim gibi, İTÜ TV hakkında ikincil kaynak neredeyse hiç yok. "Toplumsal Tarih" dergisindeki Servet Yanatma imzalı makaleye göre M. Tali Öngören ilk yayının 9 Temmuz 1952’de gerçekleştiğini söylemekte. Halit Kıvanç’ın anı kitabına göreyse İTÜ TV 1952 yılının Mart ayı içinde kurulmuş. Kıvanç yine aynı kitapta “televizyonun resmen açılışı”nı 1952 yılının Nisan ayında bir pazar günü olarak gösteriyor. Kısacası İTÜ TV’nin ilk yayın günüyle ilgili kesin bir bilgi elde etmek oldukça güç. Yine de, İTÜ TV’nin yayın hayatına 1952 yılı içerisinde başladığı kesin ve net. İlk kameramanın Adnan Ataman, ilk spikerin Fatih Pasiner olduğu gibi “ilk”ler konusunda da kafa karışıklığı yok. Servet Yanatma’nın makalesinin de Halit Kıvanç’ın anı kitabından oldukça yararlanılarak yazıldığı göze çarpmakta. Bu noktada, İTÜ TV hakkında yazılmış en önemli ikincil kaynağın, o dönem İTÜ TV’de program yapmış en önemli isimlerden olan Halit Kıvanç tarafından yazıldığını söyleyebiliriz (Kıvanç genel olarak “Talih Kuşu” ve “Mini Gol” gibi eğlence yarışmalarına imza atmış).

EN SPONTANE RÖPORTAJ! 

İTÜ TV’nin yayın hayatına devam ettiği tarihlerde hakkında yazılmış bir gazete yazısı vs. var mı diye arşivleri taramak adına Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ne gittik. Oraya Kabataş’tan tramvay ile kolaylıkla gittik, ancak binayı bulmamız, esnafın da bilgi eksikliği ya da yanlış bilgisi nedeniyle biraz uzun sürdü. Neyse ki nihayet bulduğumuzda, öğrenci kimliğimiz ile içeri son derece rahat bir şekilde girdik. Çalışanlar oldukça ilgiliydi. Ancak benim aklımda daha geniş çalışma alanları olan bir kütüphane vardı, oysa Beyazıt Devlet Kütüphanesi sadece üç dört uzun masadan ibaretti. Bu nedenle oturacak yer bulmakta zorlandık. Gazeteler de çok ağır ve hacimli oldukları için bir masanın tamamını biz kapladık. Hemen yanımızda da biri oturuyordu: Fulya HanımO kadar yardımsever ve sevecen biriydi ki, bana dönerek gazetelerden neyi araştırdığımı sorunca, laf lafı açtı ve ben "Siz İTÜ TV'yi bilir misiniz?" diye sorduğum an, kader ağlarını ördü. Meğer tam da yanımda İTÜ TV'yi izlemiş biri oturuyormuş! Tesadüfe, şansa bakar mısınız? Spontane bir şekilde röportaj yaptım. Araştırmamız için en değerli ve en kıymetli olan birincil kaynak, İTÜ TV’yi izlemiş birini bulup kısa da olsa röportaj yapmam oldu.


O dönemi anlatan Fulya Hanım’ın heyecanı, gözlerinde beliren anıları, kullandığı kelimeler gerçekten bambaşkaydı. Örneğin İTÜ TV’de stüdyodaki dekoru anlatırken “sahne çok yeknesaktı” demesi veya “biz rahmetli Muzaffer Teyze’lere telesafirliğe giderdik” diye anlatması, hiçbir ikinci kaynakta bulunamayacak doğallıktaydı… Çünkü her ne kadar ikincil kaynaklar da bilgi veriyor olsa da, o günleri yaşamış, o günlere tanıklık etmiş birinin anlatımından daha güzel olamaz hiçbiri. Mesela Fulya Hanım’ın o günlerden aklında en çok Fecri Eyüboğlu ve Halit Kıvanç kalmış. Gönül Yazar, Zeki Müren gibi ünlü isimlerin katıldığı programları ise hatırlamıyor. İTÜ TV deyince ilk aklına gelense TV'deki ilk show olan "Ebcioğlu Show". "Fecri Eyüboğlu sürekli espriler yapardı. Şarkı söylerdi. Sahneye çıkanların samimi davranışları çok hoşumuza giderdi. Bazen yayında aksaklık olur, görüntüye Türk bayrağı gelir ama biz gene de programın başlamasını sabırsızlıkla beklerdik. Zaten televizyon genelde öğleden sonra açılır ve önce Türk bayrağı dalgalanırdı. Biz heyecanla ekranın açılmasını beklerdik. O günlerin en tanınmış ünlüleri çıkardı ama kim olduklarını hatırlayamıyorum.”

Fulya Hanım araştırmamıza gerçekten çok katkı sağladı. Zaten Esra Hoca da İTÜ TV’yi izlemiş biriyle röportaj yapmamız gerektiğinin önemine değinmişti, ama biz maalesef böyle bir kişiyi bulamamıştık. Kütüphanede karşımıza tesadüfen Fulya Hanım çıkınca da çok sevindik. Böylece hem birincil kaynak adına iyi bir araştırma, hem de hocamızın dediğini yapmış olduk. 

 

Birincil kaynak olarak baktığımız gazetelerde İTÜ TV’den ziyade TRT hakkında radyo haberlerine rastladık. Mesela Ocak 1968 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde “İstanbul Teknik Üniversitesi Elektrik Fakültesi Dekanlığından” başlıklı bir ilan da ilgimizi çekti. İlanda o dönemin yazı biçimiyle aynen şöyle diyordu: “Yaz yarıyılı televizyon kursu 1 Mart 1968 cuma günü başlıyacaktır. 17 Şubat 1968 cumartesi günü saat 13’e kadar aday kaydını yaptıranlar arasında 19 Şubat 1968 pazartesi günü Radyo Bilgisinden yapılacak imtihanda yeterli görülenler kursa kabul edilecektir. Aday kaydı için 18 yaşını bitirmiş olmak şartiyle ilgililerin iki adet vesikalık fotoğraf ve nüfus hüviyet cüzdanları ile birlikte Gümüşsuyu binasındaki Dekanlık Öğretim Bürosuna başvurmaları ilan olunur.” Gazetede “Teknik Üniversite televizyon programı” ilanlarına da rastladık.

İTÜ TV HER ŞEYİYLE BİR İLK OLDU...

Bugün 20 yaşında olan bizler her an her istediğimizi istediğimiz cihazdan izleyebilen bir kuşak olarak, İTÜ TV’nin kuruluş hikayesini ve yaşanan zorlukları kafamızda canlandırabilmemiz son derece güç. O günkü olanaklar dahilinde yayınına 14’te başlaması ve 20.40’ta sonlandırıyor olması hayal gücümüzü hayli zorladı. Bir kanalın belli bir saatte açılıp belli bir saatte kapanması düşüncesi garip geliyor. Sabah uyanıp televizyon açamamak acaba nasıl bir his? Çünkü bugün artık bizler sabahın beşinde elimizdeki küçücük telefondan müzik dinleyebiliyor, kaçırdığımız diziyi daha sonra internetten izleyebiliyor, hatta bir programı üç boyutlu bile izleyebiliyoruz. O dönemin teknik şartları o kadar kısıtlı ki... Program olarak da çeşitlilik neredeyse hiç yok. Bugün istemediğimiz kadar yarışma, dizi, belgesel, haber programları, diğer farklı formatlar ve tematik kanallar var. Biz istediğimizi içlerinden seçip alıyoruz, hatta bazen beğenmeyip burun kıvırıyoruz. O dönemin izleyicileri adeta önlerine konanı yemişler gibi. Çünkü yemek zorundaydılar, başka bir seçenekleri ya da “zap” yapıp geçecekleri başka bir kanal yoktu. Tabii her şeyin bir ilki vardır ve İTÜ TV ülkemizde televizyon sektörü için atılmış ilk adım. Ben bu ödev sebebiyle İTÜ TV'yle tanıştım. Peki siz? Siz İTÜ TV'yi duymuş muydunuz? Yoksa ilk kez bu yazıdan mı öğreniyorsunuz? Haydi yazın, yorumlarınızı bekliyorum!























Instagram hesabım: instagram.com/ofluoglumert
Twitter hesabım: twitter.com/ofluoglumert
Facebook hesabım: facebook.com/ofluoglumert


SİNEMADA İKİ FİLM

Son günlerde sinemada iki filme gittim. İlki, The Substance. Yani Cevher. Bence mutlaka görülmesi gereken, ama son derece rahatsız edici bir...