Geriye dönüp çocukluğumda okuduğum kitaplara baktığımda,
kütüphanemin en özel köşesinde duran seri hiç şüphesiz Talihsiz Serüvenler
Dizisi. Ben 13 kitaplık bu seriyi müthiş bir heyecanla okumuştum ve hala ne
zaman elime alıp sayfalarını çevirsem, heyecanlanırım. Konuyu herkesin
bildiğini tahmin ediyorum: Violet, Klaus ve Sunny Baudelaire kardeşler, anne
babaları gizemli bir yangında can verdikten sonra koca Baudelaire servetleriyle
öksüz kalıyorlar. Bu servetten sorumlu olan bankacı Bay Poe, onları hiç
tanımadıkları uzak mı uzak akrabaları Kont Olaf’ın yanına yerleştiriyor.
İçinden kötülük fışkıran Olaf’ın tek amacıysa Baudelaire servetini ele
geçirmek. Çocuklar çok geçmeden Olaf’ın gerçek niyetini anlayarak ondan
kaçıyorlar, ama Bay Poe’nun onları her seferinde yanına evlatlık yerleştirdiği
akrabanın, evli çiftlerin, hatta yedinci kitapta bir kasabanın içine bile kılık
değiştirerek sızabiliyor Olaf. Çocuklar da her seferinde ondan kaçmak zorunda
kalıyor. Yetmiyormuş gibi, on üç kitaplık seri boyunca pek çok karanlık aile
sırrıyla da yüzleşiyorlar.
Seriyi televizyona ya da sinemaya uyarlamak aynı anda
hem çok kolay hem de çok zor. Kolay; çünkü elde bolca malzeme (bir sürü
karakter, olay örgüsü ve merak unsuru) var. Ama zor da; çünkü kitabın dili,
üslubu, formatı alışıldık değil. Baudelaire kardeşlerin yaşadıkları ağır bir
dram aslında, mesela diziyi biz kendi televizyonlarımıza uyarlasak, eminim
gözyaşı bol bir senaryo çıkarırdık! Dizideyse olaylar izlenebilir olması
açısından trajikomik bir şekilde ele alınıyor. Başka türlüsünü on üç kitap
boyunca okurun, üç sezon boyunca da izleyicinin yüreği kaldırmazdı çünkü.
Yönetmen seriyi her şeye rağmen güldürücü tarafından ele almış ve en kasvetli olayları
bile yüzümüzde küçük de olsa bir tebessümle izlememizi sağlıyor. Ama böyle
olunca da ne gerçekten üzülmeniz gereken yerlere üzülebiliyorsunuz, ne de
gülmeniz gereken yerlere doya doya gülebiliyorsunuz. Yani nihayetinde tatsız
tuzsuz bir dizi olup çıkıyor izlediğiniz.
Şeker kasesinin içinden çıka çıka şeker çıktı... Şaşırdık mı: Hayır! |
Yine de, seriye ve kitaptaki ayrıntılara oldukça sadık
kalan, bu anlamda okurlarını büyük ölçüde tatmin eden bir dizi bu. Üstelik son
kitap hariç her kitap iki bölüm şeklinde uyarlandığı için, olabildiğince keyif
alıyorsunuz izlerken. Ama seriyi hiç okumamış olanların diziyi ne kadar
anladığından emin değilim. Zira, seriyi baştan sona defalarca, defalarca ve
defalarca okumuş biri olarak, ben bile hala GİT’e ve Kont Olaf’ın asıl amacına dair
kafamda deli sorularla doluyum. Üçüncü ve son sezonun, Baudelaire kardeşlerin
hayatlarındaki gizemleri aydınlatmasını beklemiyordum. Çünkü Talihsiz
Serüvenler Dizisi tamamen bunun üzerine kurulu: Okuru her seferinde merakta
bırakıp, aslında hiçbir zaman açıklanmayan soru işaretleri üzerine. Ancak
sezonun sonuna doğru, bu gizemlerden bazıları aydınlanmaya başladı ve o an fark
ettim ki bunu yalnızca beklemiyordum değil, istemiyordum da! Kitapta soru
işareti olarak bırakılan, okurları meraktan çıldırtan pek çok olay, dizi
izleyicisi için farklı açıklamalarla cevaplanmaya başlayınca biraz tadım
kaçmadı desem yalan olur. Mesela gizemli şeker kasesinin içinde “şeker”
olduğunu açıklayarak seyirciye “E bunca gürültü patırtı bunun için mi koptu ya,
öfffff, çok sıkıcısınız!” dedirtmeye gerek var mıydı, emin değilim. Öte yandan
eğer şeker kasesinin içinde ne olduğu açıklanmasaydı da seyirci “Boşuna mı
bekledik biz?” diyecekti, o da doğru. Ama çöllerin, denizlerin, buzulların
üstünden kargalar tarafından taşınan kaseye hiçbir şey olmaması, bu hayli
“gerçekçi” seri içindeki en göze batan “gerçeküstü” öge olarak kaldı mı, kaldı!
Ya da Kont Olaf’ın geçmişiyle ilgili bazı flashback’ler gösterilmeli miydi,
bunu da bilmiyorum. Ama neyse ki kitaptaki gibi yine yanıtsız kalan pek çok
soru vardı.
Olaf'ın sevgilisi Esme'ye: Dağlardan denizaltılarına, seçkin moda parçalarından oluşan gardırobunu bavulunda mı taşıyorsun kuzum sen? |
Üçüncü sezon, serinin son dört kitabının uyarlandığı
final sezonu olarak, “yeni yılımızın ilk gününü mahvetmek için” 1 Ocak’ta
Netflix’te izleyicilerle buluştu. Böylece 2017’nin Ocak ayında başlayan dizi,
2019’un Ocak ayının ilk gününde son buldu. İkinci sezon finalinin sonunda
kardeşleri uçuruma sürüklenen bir karavanın içinde, çaresiz bırakmıştık. Neyse
ki küçük bir çakıl taşı sayesinde hayatları kurtuldu, ki biz de zaten bunun
olmasını bekliyorduk! Sezonun ilk iki bölümü, onuncu kitap olan Kaygan Yamaç’ın
uyarlamasıydı. Onu, Mantar Mahşeri adlı on birinci kitabın uyarlandığı bölümler
takip etti. Ne var ki bu onuncu ve on birinci kitapların uyarlandığı bölümler, eldeki
bolca görsel malzemeye rağmen, çok karikatürize, çok teatral kalmış. Hele karlı
Efkâr Dağları sahnelerinde karakterlerin gerçekten o dondurucu soğuk dağlara
çıktığına inanmak hayli güç. Daha çok, buz dekorlu bir tiyatro sahnesinde
oynuyor gibi bir rahatlık içindeler. Dahası, sanki oraya efektle sonradan
yerleştirilmişçesine ortamın gerçekliğinden, inandırıcılığından da bir hayli
uzaklar. Yani o buz gibi soğuğu hissetmedim ben orada. Küçücük Sunny buz tutmuş
gölün üstünde sanki kum havuzunda oynar gibi otururken nasıl hissedebilirdim ki?
Oysa dondurucu soğuğun hüküm sürdüğü bir atmosfer yaratılması gerekirdi o
bölümlerde. Üstelik Klaus ve Violet’in Esme’yi kızakla buz tutmuş dimdik dağdan
yukarı çekmeleri de yukarıda bahsettiğim, tam olarak fantastik sayılmayan ama “gerçeküstü”
diyebileceğimiz, bizi hikayenin inandırıcılığından uzaklaştıran sahnelerden
biriydi. Yönetmen ve senarist o tip sahnelerde komedi yapmaya çalışıyorsa, hiç komik
olmadığını da Lemony Snicketvari tabirle, üzülerek
belirtmek zorundayım. Tekrar yukarıda dediğim şeye geliyoruz: Güldüreceği
yerde güldürmüyor, ağlatacağı yerde ağlatmıyor, iki arada bir derede kalarak izliyorsunuz
Talihsiz Serüvenler Dizisi’ni.
Birisi de demiyor ki el kadar bebeğin o buz tutmuş gölde işi ne? |
Sezonun en tatmin edici, istediğimiz Talihsiz
Serüvenler Dizisi atmosferini veren bölümleri hiç şüphesiz Evvelki Tehlike’nin
uyarlandığı bölümlerdi. Otel sahneleri gerçekten göz dolduruyordu ve otel,
kitaptaki gibi her an her şeyin olabileceği tekinsiz bir şekilde yansıtılmıştı.
Kötü gitmekte olan final sezonunu toparlayan bölümler oldu bunlar. Kitaptaki
“suya atılan taş” metaforu dizide hayli iyi yansıtıldı mesela. Dewey’in vurulma
sahneleri de yine kitaptaki etkiyi sürdürerek boğazımıza “Ama henüz söylenmemiş
sözler vardı” düğümü atmayı başardı. Evvelki Tehlike’nin ikinci bölümünün açılışındaki
opera ve çay-şekerlik sahnesi de hayli iyi ve gerekliydi. Kısacası serinin on
ikinci kitabının uyarlandığı bölümler, yani büyük finalden önceki bölümler, üçüncü
sezonu ve hatta diziyi, dizinin şanını kurtaran bölümler oldu.
Ve gelelim ak sakallı dede İsmail ve elmalı son
bölüme… Serinin son kitabından uyarlanan son bölümü, dizinin önceki tüm
bölümlerinin aksine, iki değil tek bir bölüm olarak izledik. Buna bir itirazım
yok, fakat en etkileyici olması gereken final bölümü, biraz aceleye getirilmiş
gibiydi. Çocuklar, sanki başlarından geçen onca felaketten sonra kazandıkları
bir ödülmüşçesine tropik, neşeli insanlardan oluşan bir adaya, “cennet”e düşmüştüler,
ki bu bir parça doğru da, ama kitapta bu kadar optimist bir atmosfer asla yoktu.
Kısacası adı da Son olan sonuncu bölüm pek olmamış. Ne İsmail ne de Cuma’nın,
kitabı okurken kafamızda canlandırdığımız karakterlerle uzaktan yakından
alakası yok. Kendine yüzlerce kitabı birbirine bağlayarak yaptığı salla adanın
kıyısına vuran hamile Kit bile kurtaramadı durumu. Ama son sahnelerde her şeye
rağmen gözler bolca yaşardı…
Olaf on üç kitap, bir film ve üç sezonluk dizi boyunca çocuklara çektirdiği kötülükleri telafi edebilir mi? |
Final, yıllar önce çocukken okuduğum kitaptaki gibi yine ikilemli ve soru işaretleriyle bitiyor: Kont Olaf aslında iyi biri miydi? Ben kendi fikrimi peşin peşin söyleyeyim: Hayır efendim, iyi biri olur mu hiç? Nasıl olsun! Bunca insanın hayatını mahvetmiş. Herkesin ocağını önce yakmış, sonra da deyimin tam anlamıyla söndürmüş. Kötülüğü elbette sebepsiz değildir, olmayabilir (bunu bile pek bilmiyoruz - kitapta da dizide de karalıkta kalan noktalardan biri bu), ama kötü olmayı seçmiş o. Flashback’lerde Kont Olaf’ın babasının da öldürüldüğünü görmemizle, birdenbire çilekeş, masum mu oluverdi Olaf? Gözlerimizde aklandı mı yani?
Otelde Dewey’i zıpkınla vurmasına engel olmaya çalışan
Baudelaire kardeşler ona “Neden bunu yapıyorsun?” diye sorduğunda, "Çünkü
yapmayı bildiğim tek şey bu" cevabını veriyor ve hayatını sonlandırdığı
insanlar kervanına zavallı Dewey’i de katıyor. Yalnız bir adam Olaf. Bir ailesi
yok. Yıllar önce sevdiklerini kaybetmiş, kalbi kırılmış. Ve kötülüğe bürünmüş.
Yasak Elma’daki Ender Argun Pamuk Prenses, Bir Zamanlar Çukurova’daki Demir
pamuk şeker, İstanbullu Gelin’deki Adem’se pamuk helva kalıyor onun yanında. Final
sahnesinde “Aslında hiçbir şeyi bilmiyorsunuz çocuklar” demekle, on üç kitap,
bir film ve üç sezonluk dizi boyunca çocuklara çektirdiği kötülükleri telafi
edebilir mi? Asla!
Ve fakat bizlere müthiş bir Kont Olaf portresi çizen Neil
Patrick Harris’i, her bölüm için yeniden tasarlanan o efsane açılışları asla
unutmayacağız… “Look away, look away!” Özenli, güzel bir iş olarak tarihteki
yerini alacak Talihsiz Serüvenler Dizisi. Hayranlarının yıllardan beri keşke
dizi olsa deyip durduğu bir kitap serisiydi ve işte oldu, bitti. Bunun için çok
bekletti belki, ama sonuçta Netflix sahip çıktı diziye. Ve diziyle birlikte,
Baudelaire kardeşler de popüler kültürün tüketim çarklarının içinde tüketilip
un ufak oldu. Artık keşke sinema filmi yapılsa, keşke dizisi çekilse
diyebileceğimiz bir Talihsiz Serüvenler Dizisi yok, kalmadı, taze bitti. Darısı
Yürüyen Kentler’in başına!
Beni sosyal medya hesaplarımdan takip edebilirsiniz:
instagram: @ofluoglumert
twitter: @ofluoglumert
facebook: @ofluoglumert
twitter: @ofluoglumert
facebook: @ofluoglumert