16 Aralık 2020 Çarşamba

HAFIZALARDAN SİLİNMEYEN 9 MAGAZİN OLAYI

Şak diye patlayan tokatlar, kulaklarda çınlayan "Ne dedin sen?!?!?!"ler, muhabirlerin üstünde perte çıkan şemsiyeler, dili olsa da konuşsa diyeceğiniz ıstakozlar, alaycı kahkahalar, sinir olmuş bakışlar, alttan alta laf sokmalar ve daha nicesi... İşte karşınızda, magazin tarihimizin etkisini hala koruyan olaylarından yaptığım küçük bir derleme. 

9. Devlerin Kapışması Büyük Olur!

Her şeyin son derece sıradan bir şekilde ilerlediği Yıldız Tilbe’li bir İbo Show akşamında, olayların seyri kısa süre içinde değişmek üzereydi. İbrahim Tatlıses şarkılarını sürekli kestiği Yıldız Tilbe’ye üstüne bir de laf atınca işler çığırından çıktı, arabeskin kraliçesi stüdyoyu terk etti! Olayın etkileri Tilbe’nin magazin muhabiri olan Seyhan Erdağ’a iki yıl sonra edeceği "O... Seyhan" lafına kadar uzadı gitti. 

8. Anlat Güzel Mi Oralar?

Milenyuma girmeye bir yıl kala, geride kalmakta olan yılın bunu da göreceği varmış... Yer: Bodrum. Mekan: Bir gece kulübü. Zaman: Gecenin ilerleyen saatleri. Burnundan estetik operasyon geçiren Hande Ataizi paparazzilerce görüntülenmemek için çareyi, alkolün de etkisiyle, kulübün tuvalet penceresinden kaçmakta buldu. Ne var ki kader ağlarını ördü, Ataizi pencereye sıkışıverdi ve ortaya tam da gazetecilere şenlik görüntüler çıktı! Ataizi geçtiğimiz günlerde Jülide Ateş’in 40 programında bu olayı değerlendirirken, "Genelevin tuvaletinden kaçarken yakalanmış değilim. Şimdi olsa efendi efendi kapıdan çıkar giderim" ifadelerini kullandı. 

7. Vaka-i Şemsiye  

Başrolde yine Hande Ataizi, pardon, bu sefer bir şemsiye ve yine gecenin ilerleyen saatleri... Zavallı muhabirin az sonra o şemsiyeyi kafasına yiyeceğinden haberi yoktu. Ataizi’yi çok kızdıran ve ısrarla onu çekmeye devam eden kameraman, yaptığının bedelini ağır ödedi. Olan da bir ona, bir de beş liralık şemsiyeye oldu. 

6. Istakoz Problemi: Istakoz Istakoz Olalı Böyle Çok Sevilmedi! 

Yıldızları birlikte Uzak Doğu ülkelerini gezdikleri Dünya Güzellerim programından beri pek barışmayan Bülent Ersoy ve Banu Alkan’ın bu çekişmeye ıstakozu da dahil etmesi sürpriz olmadı... Diva’yla Afrodit’i ıstakoz yüzünden karşı karşıya getiren olay, Alkan’ın Ersoy için “Istakoz yemeyi benden öğrendi” demesiyle başladı: “Duydum ki Bülent kulisine ıstakoz istemiş. Çok komik. 2017'de Vietnam'a birlikte gitmiştik, ıstakozu orada benden öğrendi. Haberi bile yoktu. Nasıl yeneceğini bile ben öğrettim.” Ersoy’sa ona cevaben, “O daha çok gençtir benden. Bana nasıl öğretmiş bilemedim” gibi alttan alan bir tavır sergiledi. Istakoz ıstakoz olalı böyle çok sevilmedi, bu kadar can çekişmedi! 

5. “Ay Em Dı Nambır Van”   

Yıllardır küs olan Sibel Can ve Gülben Ergen aynı uçakta karşı karşıya gelirse ne olur? Ne olmaz ki! Birbirlerini gören ancak selamlaşmayan ikili, haliyle gazetecilerin bir hayli dikkatini çekti. Ergen, kendisine yöneltilen “Sibel Hanım’ı gördünüz mü?" sorusuna verdiği cevapla yüzyılın ince ayarını çekti: “Ben 1 numaradaydım, arkamdakileri görmedim!” Üstelik gazetecilerin “Biraz ince bir mesaj oldu” yorumunu da “İnce mi, bence kalın oldu” diye kahkahayla karşıladı. Tebrikler Gülben! Doğrusu bu cevap hiç kimsenin aklına gelmezdi! 

4. Bitmeyen Kan Davası: Hande-Demet 

Onlarsız bir liste yapmak mümkün mü? Pop müziğin aslında çok farklı kulvar ve tarzlarda olmalarına rağmen sürekli karşılaştırılan iki iddialı ismi Hande Yener ve Demet Akalın, uzun yıllar magazin gündemini meşgul etti. Laf sokmalarla geçen bir ömrün ardından neyse ki sular durulmuşa benziyor. Bu satırları şu an rahatlıkla yazabiliyoruz çünkü aralarından su sızmayan ikili, artık birbirlerinin “can sister”ları ve karantina günlerini sürekli telefonlaşarak geçirmişler. “Alo Hande, senin şu maydanoz kürünün tarifini versene kız!” 

3. O Bakış Unutulur Mu?  

Düşmanlıkları dilden dile dolaşan Seren Serengil ve Gülben Ergen’in aynı mekanda karşılaşması, az sonra caps’lere bile konu olacak bir bakışı doğuracaktı. Ergen, kendisine omuz atıp geçince, Serengil’in tek yaptığı ünlü şarkıcının arkasından kahkahalarla gülmek oldu. Tabii acar gazeteciler o an’ı ölümsüzleştirmekte gecikmedi. O an’larda ikili birbirlerini gördü mü görmedi mi, tüm bunlar tesadüfen mi yoksa bilinçli olarak mı gerçekleşti, hala gizemini koruyor. 

2. Bu Sözler Kavgada Bile Söylenmez!  

Hülya Avşar, ödül gecesinde kendi eliyle takdim edeceği ödülü almaya gelmeyen Tarkan’ı fena payladı. Kavgada bile söylenmeyecek sözler sarf ederek, “Dangalak”, “Bir metrelik adam”, “Eşek herif”, “Onu boğabilirim” gibi ifadelerle megastarı topa tuttu. Eyvahlar olsun!

1. Yıllar Geçse De Üstünden Bu Kalp Seni Unutur Mu: "Ne dedin sen?!?!?!" ŞAK!!! 

Ve listemizin bir numarasında tabii ki o tokat var: Kahkahalarla başlayan bir gecede stüdyonun bir anda buz keseceğini kim tahmin edebilirdi ki? Sevda Demirel’in, Hande Ataizi ve Cem Davran’ın güle oynayan sundukları İki Kere Kiki adlı televizyon programında Ataizi’yi “Ne dedin sen?!?!?!” diyerek tokatlaması üstünden yıllar geçse de unutulacak gibi görünmüyor.

Bonus: Ummadık Koltuk Baş Yarar! 

Ey koltuk, sen nelere kadirsin! Nükhet Duru'nun programına konuk olarak katılan Gönül Yazar’ın oturmakta olduğu koltuktan bir anda yere düşmesi, sadece basit bir canlı yayın kazası olarak tarihe geçebilirdi –eğer Duru o unutulmaz tepkiyi vermeseydi. Görünmez kaza ucuz anlatıldı ancak bu olaydan daha enteresan olanı, Duru’nun verdiği şu tepki oldu: “Allah’ım Yarabbim, niye öyle oldu?” Biz de anlamadık be Nünü'cüm...

Sosyal medyada beni takip etmek için:

4 Aralık 2020 Cuma

HAFTA SONU KARANTİNASI ŞARKILARI

Robyn - Dancing On My Own

Miley Cyrus - Gimme What I Want

Benee - Supalonely

Marvin Gaye - Let's Get It On

Stevie Wonder Superstition

Miley Cyrus - Heart of Glass

Kylie Minogue - I Love It

Jessie Ware - Spotlight

Sade - Love Is Found

Sosyal medyada beni takip etmek için:

3 Kasım 2020 Salı

CAN SIKINTISINDAN MÜTEVELLİT BİR ÖLÜM - 1

O günlerde Şişli'de ucuz bir oda bulmak, kumların arasında altın tanesi bulmak kadar imkansız olduğundan, Beşiktaş’a razı gelmek zorunda kalmıştım. Hiç unutmam, sene 90’dı, milenyuma daha on yıl vardı, Ekim’in ortasında hala pastırma yazı sürüyordu ama kış kapıdaydı: En kısa sürede başımı sokacak bir yer bulmam gerekiyordu. Her şeye rağmen içimde bir umut kırıntısı vardı ve beni en çok şaşırtan da buydu; zira genç yaşımda dibe vurduğumu hissediyordum. Kendi kendime defalarca "Ölmek istiyorum... Ölmek istiyorum... Ölmek istiyorum!" diye tekrarlayıp dursam da, kendimi öldüreceğim falan yoktu. Öyle bir yürek yoktu bende ya da o deli aklı. Yirmi üç yaşında yazar olmaya çabalarken, aslında dalgalara karşı yüzmeye çalıştığımın farkındaydım. Ama nafile: Bu ateş içime düşmüştü bir kere. Ne var ki artık kalem oynatamıyordum. Aslında uzun zamandır kafamda dönüp duran bir roman konusu vardı ama bir türlü daktilonun başına geçip yazamıyor, yazsam da yazdıklarımı birkaç paragraftan öteye götüremiyordum. Bitirdiğim ve tamı tamına on bir yayınevinden ret cevabı alan polisiye romanım, ki yaklaşık iki yüz altmış sayfaydı, masaüstündeki diğer sayısız roman taslağım gibi, unutulmaya yüz tutmuştu. Ama en son yazdığım o olduğundan sürekli olarak bana göz kırpıyor, "Beni yayımlamak üzere yazdığın halde neden bundan vazgeçtin?" dercesine bakıp duruyordu. Haklıydı. Onu yırtıp çöpe atamıyordum, ateşe veremiyordum, ama açıp okumak ya da başka yayınevlerine göndererek yeni bir ret cevabı almak da istemiyordum. Onunla ne yapacağım konusunda kararsızdım. Ben de hiçbir şey yapmamaya karar vermiştim.

Kendimi bir çay fincanına batırılan ve çıkarmaya zamanında yetişilemediği için fazla ıslanmaktan mütevellit çayın içine düşüp onlarca parçaya ayrılan bir bisküvi gibi hissediyordum. Gecenin beşinde uyandım, çıplak ayaklarımı yataktan aşağı sarkıtarak bunu düşündüm. Son zamanlarda hayatımda hiçbir şey yolunda gitmemişti ve bu olumsuzluklar daha ne kadar sürecekti, merak ediyordum. İçimde gittikçe büyüyen huzursuzlukla yataktan kalkıp pencerenin yanındaki yazı masama oturdum, daktiloma bakarak hüzünle bir sigara yaktım. Issız ve çıplaktım. Sanki asırlardır süregelen bir karanlığa gömülmüş olan ruhumun tek düşmanı, ısırılmayı bekleyen parlak bir elmayı andıran ayın yaydığı ışıktı. Parmaklarımın ucundaki sigaradan derin bir nefes çektim, sonra dumanı havaya üfledim; o duman bulutunun içinde yok olup gitmeyi diledim.

Halet-i ruhiyem inanılmaz derecede yerle yeksandı. İşten ayrılmıştım, çok az param vardı ve kendi kendimi odalara hapsetmiştim. İnsan yüzü göresim yoktu! Dahası, kendi yüzümü bile göresim yoktu ve bu yüzden yaşadığım yerdeki aynaların üstünü kalın örtülerle örtmüştüm. Romanımın her seferinde yayımlanacakmış gibi olup bir türlü yayımlanamaması ve bana "Kitabını basacağız" dedikten sonra ortadan kaybolan kadın editörün attığı kazık bir yana (Bugün ona beni sorsanız herhalde, "Aa, o çocuk mu? Evet, ona kitabını basacağımızı söyledim. Sonra canım istemedi, fikrimi değiştirdim. Bir süre umutla bana mektup atmaya devam etti. Ama cevap alamayınca ümidi kesti. Yaşasın kötülük!" filan diyecektir), beni şu eski siyah beyaz melodramlardaki gibi yatak döşek hasta eden bir aşktan yeni çıkmıştım. Aslında karşılıklı bir aşk bile değildi, tek taraflıydı, daha çok benim tarafımdan bir takıntı halini alan, hastalıklı bir şeydi. Kızın benim yoğun duygularımdan, daha doğrusu ona karşı duygularımın bu denli yoğun olduğundan haberi bile yoktu. Gel gör ki aşktı işte, gökte süzülen bir taç yaprağıydı, kime konacağı belli olmuyordu. Belki de, sevdiğimin beni Boğaz kenarındaki pahalı bir restoranda değil ama, köşedeki pilavcının bir bacağı kırık taburesinde bırakıp giderken dediği gibi, kendimi, en azından yazdığım bir roman karakteri kadar ciddiye alsaydım, şimdi o soğuk odada yalnız başıma, acınası bir halde düşüncelere dalmış olmazdım. Onu hala unutamamıştım, bu nedenle de onunla sınırlı sayıdaki anımın olduğu Şişli’yi terk etmem, neresinden bakarsanız bakın isabetli bir karardı.

Sosyal medyada beni takip etmek için:

26 Ekim 2020 Pazartesi

HANDE YENER VE EVRENE YOLLADIĞI MESAJLAR

HANDE YENER CARPE DİEM İLE KENDİ ÇITASINI ÇOK YUKARIYA ÇIKARDI; ŞARKILARINDA YALNIZCA SEVGİLİYE DEĞİL, EVRENE VE UZAY BOŞLUĞUNA DA MESAJLAR YOLLUYOR

Hande Yener’in kemik dinleyici kitlesi ile ilgili gözlemlediğim şöyle bir şey var: Hepsi, Hande Yener’in daha iyi, hak ettiği yerlere gelebilmesini neredeyse Hande Yener’den bile daha çok istiyor! Bunu olumlu bir yorum olarak söylüyorum, çünkü dinleyicilerine bu hissi verebilmek her sanatçının yapabileceği bir şey değildir. Hande Yener’in sesi çok güzel, pop da söylese, elektronik de söylese, daha alternatif tarzları da denese ona çok yakışıyor. Çok duru, su damlası gibi bir sesi var. Hal böyle olunca sevenleri de onu daha iyi yerlerde görmek istiyor. Zaten gayet iyi bir yerde Hande Yener, hatta bazı yorumcular “Ajda Pekkan’ın boşluğunu bir tek o doldurabilir” yorumları yapıyor. Açıkçası, Hande’nin nev-i şahsına münhasır bir ses ve duruşu olduğu fikrindeyim. Romeo’yu da, Biraz Özgürlük’ü de o söyledi sonuçta. Nasıl Delirdim dedi. Sonra Sopa ile "Her günahın bir bedeli var bunu zaten ödedim / Her delinin bir sebebi var bunu zaten söyledim" dedi. Hande Yener’in bütün bir yolculuğu, aradaki birkaç kötü şarkıyı saymazsak, özgün bir hikayenin devamı aslında. Onu ne hiçbir alakasının olmadığı Demet Akalın’la ne de başka bir sanatçıyla aynı cümle içinde geçirme taraftarı değilim. Hande’nin sesi, sound’u ve yaptığı tüm albümler kendine özgü, başka da kimsede olmayan bir orijinallikte.

20. yıl albümü Carpe Diem’in iki part’a böldüğü ilk albümünü yayınladığı 2 Ekim gününü nasıl bir heyecanla beklediğimi ben biliyorum... Şarkılar o kadar güzel ki, daha şimdiden albümün ikinci part’ı için inanılmaz bir açgözlülük içindeyim! Keşke o kısmı da hemen yayınlasa istiyorum. Ama bu ikinci kısmın 2021’den önce gelmeyeceği aşikar, gelmemeli de: Carpe Diem’deki her bir şarkı öyle kıymetli ki, hak ettikleri değeri ve kliplendirmeleri görmeleri için bir süre dinleyici nezdinde dinlenip demlenmesi gerekiyor. Ancak, Carpe Diem’in devam albümü çıktığında, bu iki albümdeki şarkılara kesinlikle ama kesinlikle bir remix albümü gelmeli. Şarkıların farklı versiyonlarını dinlemek için şimdiden sabırsızlanıyorum.

2016'da, "Ben bu Hande Yener'i çok özledim" başlıklı bir yazı yazmış, "Hande Yener Apayrı, Nasıl Delirdim, Hipnoz ve Hayrola albümleriyle bir zamanlar çıtayı öyle bir yükseğe koydu ki, şu an kendisi bile o noktaya ulaşamıyor" demiştim. Sonra 2017'de, "Bu yazın en iyi albümü Hande Yener'den geldi. Çünkü..." yazımla yeni durumu değerlendirmiş, Hande Yener'in o özlediğim/özlenen günlerdeki sound'larına geri döndüğünü, 2006'daki Apayrı ruhunu 2017'ye taşıdığını yazmıştım. Sahiden de, bugünkü Carpe Diem'de de yaptığı gibi, Apayrı dönemindeki gibi özgün sound'lar yapacağının sinyalini aslında Hepsi Hit Vol. 2'deki şarkılarında vermişti Hande Yener. Carpe Diem’de, o çıtayı yukarıya çıkardı, şimdi albümün ikinci part’ı için beklentiler çok daha yüksek. En az Carpe Diem kadar iyi olsa bile Hande Yener geriye Apayrı gibi zamansız bir albüm daha bırakmış olacak.

Şarkıların istisnasız HEPSİNİ çok sevdim ve hiçbirini sıraya koyamıyorum. Ama yine de kendimi zorlayarak şöyle bir sıralama yapabildim:

1 – Melekler & Şeytanlar: "Yetmiyorsa kalır dünde / İstemiyorum hiçbir şey için üzülmek de / Hiç kimse için değişmek / İstemiyorum yarınları düşünmek de"

2 – Aşk Sandım: "Her gün her gün dönüştüğün / Bir başkası var geceyi bölüştüğüm / Bendim aşkın olmadığı devirde, aşk sandığım biriyle / Dev gemiler batırdım, hepsi derinde"

3 – Bulut: "Unuta unuta, atıyorum buluta / Adeta bir meta, kıymeti hissiyatında"

4 – Başka Dudaklar: "Sessizce saklanan o duygularda / Çok konuşulmayan o arzularda / Bu defa değiştim ayarladım / Kalbimle ortak kararlarım / Boza boza en kesin kuralları / Öpüyorum başka dudakları"

5 – Senden Çok: "Hiç geçmeyen şeyler geçiyor artık aklımdan / Takılıyorum peşine durmadan"

6 – Aşk Elinde: "Aşk herkese beni soruyor / Her yerde beni arıyor / Duydun mu? / Dün sana aşkı emanet ettim / Şimdi ihanet edip kovdun mu?"

7 – Carpe Diem: "Bi’ dak’ka, dedi ruhum, seni mi çekicez her dak’ka?"

8 – Kaç: "Dayanamıyorum aşkım azalınca, olayım bu!"

9 – Yolcu: "Ben sığamam o kalıba, kalamam o duvarın ardında / Özgürce yol aldığım, kaybolduğum sokaklar var aklımda"

10 – Boşuna: "Korkarım gelsen de, tanışmak imkansız / Öyle çok beklendik, zaman insafsız"

Bazı şarkıların uzun intro'ları çok iyi, 80’ler disko havalarında. Retro fütüristik bir albüm bu.

Bu albümle ilgili şunları çok sevdim:

1. Hande Yener şarkılarında salt sevgiliye değil; uzay boşluğuna, evrene de mesajlar veriyor/gönderiyor.

2. Sound'ları her dinlediğinizde daha önce fark etmediğiniz yeni bir melodiyle, yeni bir detayla karşılaşabiliyorsunuz.

Albümün ikinci kısmını ve bir remix albümünü büyük bir merakla bekliyorum. 

Eğer Türkçe pop'ta yeni bir şeyler arıyorsanız, Carpe Diem'i mutlaka keşfedin derim... 

Sosyal medyada beni takip etmek için:


23 Ekim 2020 Cuma

EKSİK TUĞLA

Hayat problemlerle dolu. Gerçekten. Bu konuda uzun uzun konuşup akıl verecek bir pozisyonda değilim; zaten böyle olduğunu hepiniz eminim benden çok daha iyi biliyorsunuzdur. 

Problemler denizi içinde yüzerken hayat bazen dalgaların altında kalıyor, ona ulaşamıyoruz. 

Şimdiye dek yüzleştiğimiz ve henüz yüzleşmediğimiz bir sürü problem var. Hepsi teker teker gelse yine iyi ama bazen hepsi aynı anda gelebiliyor! İşte o zaman bir afallıyoruz, bocalıyoruz, "Eyvah, yandım, öldüm, bittim ben şimdi!" diyoruz. 

Ben çok dedim. 

Dünyam başıma yıkıldı sandığım oldu, hayat bundan sonra bir daha toparlanmayacak dediğim oldu. 

Oldu da oldu. 

Olacak da. 

Nasıl olmasın ki? 

İnsanız yani.

İlla ki yolunda gitmeyen ve o an için çok doğru gelen ama aradan belli bir süre geçtikten sonra gereğinden abartılı verdiğimizi fark ettiğimiz tepkiler üretebiliyoruz. Ben böyle durumlar için şöyle bir strateji geliştirdim: 

Büyük bir sorunla karşılaştığımda, kendimi yüzlerce tuğladan oluşan bir ev ve hemen şu anda çözemeyeceğim sorunumu o evin bir tuğlası olarak düşünüyorum. Tuğlalardan biri varsın –şimdilik– eksik olsun. Tuğlalardan biri eksik diye hiçbir ev yıkılmaz, ben de yıkılmayacağım.

Sosyal medya adreslerim: 

15 Ekim 2020 Perşembe

YARIM KALMAK

Yıllardır bilgisayarımda duran bir roman taslağı var. Karakterlerin acıları çok ağır geliyor, yazamıyorum. Onu silemiyorum, imleçle tutup çöpe gönderemiyorum, ama açıp okumak da istemiyorum. Her roman yazılacağı zamanı bekler. Bu romanın zamanı geldi mi, geçti mi, bilmiyorum.

Ve gerçek hayatta yarım kalan hikayelerle ilgili bazen şunu düşünüyorum: O hikaye yarım falan kalmadı. O hikaye o kadar yazılmıştı.

11 Ekim 2020 Pazar

TRABZON'DA SONBAHAR: NASIL GEÇİYOR GÜNLER?


Koronavirüs başlıca sağlık tehdidinin yanı sıra sosyal hayatlarımızı ve ruhsal sağlığımızı etkilemeye son sürat devam ederken, öyle veya böyle hayat da devam ediyor. Trabzon'dayım. Bol bol kitap ve dergi okuduğum, çizim yaptığım, kuru boyalarla renklendirdiğim (kuru boyaların fiyatı inanılmaz artmış: 36'lısını 32 TL'ye aldım geçen gün), dizi izlediğim, dışarı çıkıp yürüyüş yaptığım günler geçiriyorum. Havalar hala ılık, güneş hala bulutların arkasından yüzünü gösteriyor. Kasvetli kış günlerine biraz daha var neyse ki. 

Geçen gün buradan sizlerle paylaştığım Mert'in Kitap Kulübü oluşumum için çok güzel geri dönüşler aldım, onunla ilgileniyorum. İlk ayımız olan Ekim ayının kitabı Martin Eden, şimdiden Kasım için seçeceğim kitabı düşünüyorum.

Netflix'te Emily in Paris'i izledim. Emily sempatik mi itici mi anlamadan diziyi bitirdim. 

Bu yazıda size eşlik eden fotoğraflar, günübirlik gittiğim Maçka'da hoş bir kulübeden. Trabzon'un şehir merkezi ise oldukça kalabalık. Deniz doldurulduğu için tüm sahil yürüyüş yolu toz toprak. Bugün yine biraz yürürüm. Hande Yener'in Carpe Diem albümünü dinleyerek. Şu sıralar elimin altında Milliyet Sanat ve Sabit Fikir dergileri var. Onları okuyorum.  



8 Ekim 2020 Perşembe

MERT'İN KİTAP KULÜBÜ AÇILIYOR!

Pandemi süresince giderek yalnızlaşarak eve kapanan kitap kurtlarının kendilerini yalnız hissetmemesi için aynı kitap sayfalarında buluşmasını hedefleyen bir oluşumdur. Trabzon'da bir sonbahar günü Mert'in aklına düşerek heyecan yaratan bir fikirle kurulmuş, binası hayal gücü olan bir kitap kulübüdür. Okumanın büyüsüne kapılmadan duramayan ve internet bağlantısı olan her kitap kurdu davetlidir! 

Bu kitap kulübünde her ay bir kitap okunacak ve ay boyunca okunan kitapla ilgili tartışmalar yürütülecek, alıntılar paylaşılacaktır. Katılımlar blog'daki veya instagram'da Mert'in Kitap Kulübü sayfasında yapılacak olan paylaşımların altından sağlanabilir. İnternet üzerinden kitap toplantıları, aynı şehirde olanlarla sosyal mesafeli buluşmalar yapılması da kulübün uzun vadeli hedefleri arasındadır. Kitabı olmayan da okuma etkinliğine katılıp yorumlarda diğer kitap kurtlarıyla buluşabilir. Kitaplar sonradan okunmak üzere öneri olarak da değerlendirilebilir. Mert'in Kitap Kulübü'ne DM'lerden ve mesajlardan her zaman ulaşılabilir.

Okunacak olan kitaplar arasında tür kısıtlaması yoktur ve bu kitap kulübü önerilere her zaman açıktır. Aşktan polisiyeye, dünya klasiklerinden bilim kurguya, gerilimden maceraya, Türk edebiyatından fantastiğe, psikolojikten suça edebiyatın farklı dallarında pek çok kitap okunacaktır.

Kendini yalnız hissettiğinde edebiyat sana müthiş bir aile sunar. Ve içindeki kalabalığı keşfetmene yardım eder. Mert'in Kitap Kulübü'ne hoş geldin!

(İlk ayımız olan Ekim ayının kitabı Jack London'ın Martin Eden'ı.)

Sosyal medyada buluşmak için:

2 Ekim 2020 Cuma

CARPE DİEM


Hande Yener'in koronavirüs olmasaydı yaz başı çıkması planlanan 20. yıl albümü Carpe Diem nihayet çıktı. 

Koronanın bitecek gibi olmadığını gören Hande, 10 şarkılık albümü yayınlayarak ne iyi yaptı. 

Albüm Aşk Sandım, Bulut, Senden Çok, Aşk Elinde, Başka Dudaklar, Boşuna, Carpe Diem (Anı Yaşa), Melekler ve Şeytanlar, Kaç ve Yolcu şarkılarından oluşuyor. 

2 Ekim 2020 olur olmaz yayınlanan albümü sabahtan beri dinliyorum.

Sound'lar, altyapılar, müzikalite muazzam.

2006'daki Apayrı çıtasını çok daha yukarıya taşıyan nefis bir albüm: Cüretkar, yenilikçi ve sanatsal. 

Herkes, ön yargılarını bir kenara bırakarak, 2020'nin bu en güzel albümünü dinlemeli. Albüm gerçekten alternatif ve çok Avrupai! 

Eline, diline sağlık Hande Yener... 

29 Eylül 2020 Salı

TELEVİZYONDA YENİ SEZONUN DİZİLERİ NASIL BAŞLADI?

Koronavirüs tehdidi tüm hızıyla, hatta hızını daha da artırarak devam ederken, televizyonda yeni sezon çoktan başladı. Geçtiğimiz sezon dizilerin birçoğu sezon finali bile yapamadan pat diye mecburi koronavirüs tatiline girdiği için, bu sezon da sessiz sedasız, yeni sezonmuş gibi olmadan, diziler yeni bölümleriyle kaldıkları yerden devam ediyorlarmış gibi başladı. Koronavirüsün endişe verici durumuna baktığımızda, bu sezon evlerde her zamankinden çok vakit geçireceğiz gibi görünüyor. Hal böyle olunca, televizyon da mütemadiyen açık olacak. Diziler "seç, beğen, al" rekabetlerine çoktan başladı. Dün akşam başlayan Uyanış: Büyük Selçuklu pazartesinin, Masumlar Apartmanı salının ve Kırmızı Oda cumanın dengesini tamamen değiştirdi. Diziler birbirlerinin ayaklarını kaydıradursun, olan gerçekten de tiyatrolara oldu. O güzelim koltuklara oturup sahne tozu yutamayacağız bir süre daha. Çok üzücü...

Şimdi gelin, benim kısa yorumlarımla ekranda ne var ne yok şöyle bir bakalım.

Pazartesi

Drama olarak başladığı ekran yolculuğuna adeta bir komedi dizisi olarak devam eden Yasak Elma, 4. sezonunda da reyting listesinde hiç fena ilerlemezken, dün akşam başlayan Uyanış: Büyük Selçuklu listede 1.liği kaptı. Onu Çukur, Yasak Elma ve Sefirin Kızı izledi. Her akşam yayınlanan Master Chef'i de unutmamalı... Hiç izlemedim.

Salı

Netflix'te yayınlanan Fransız dizisi Dix pour cent'ten Ay Yapım'ın Türk kültürüne uyarladığı Menajerimi Ara, bizim toplumumuz için fazlasıyla konsept ve spesifik bir dizi olsa da, izleyicinin ilgisini çekmeyi başardı. Bir oyunculuk ajansında yaşananları anlatan dizi, oyunculuğa, dizi sektörüne dair bir ilginiz varsa kesinlikle ilginizi çekecektir. Benim içinde olduğum bir sektör olduğu için keyifle izliyorum mesela. Ahsen Eroğlu, Deniz Can Aktaş, Barış Falay, Canan Ergüder, Fatih Artman ve Ayşenil Şamlıoğlu'nun oluşturduğu ana cast'a, her hafta birbirinden ünlü oyuncular dahil oluyor. Konuk oyuncu açılışını halihazırda zaten Ay Yapım'ın oyuncusu olan Tuba Büyüküstün'le yapan ve sonrasında Çağatay Ulusoy'dan Edis'e pek çok ismi konuk eden dizi, bu açıdan izleyiciye eğlenceli vakit sunuyor ve "Acaba bu haftanın konuğu kim?" diye düşündürtüyor. Ancak öte yandan, orijinal dizinin bir sezonu sadece altı bölüm ve bu aşamadan sonra bizdeki yerel dizinin nasıl ilerleyeceği, biraz senaristlerin marifetine kalmış. Ayrıca ünlü konukların sezon boyunca devam etmesi de bir parça imkansız görünüyor. Ama dizi sektörün içinden müthiş sektör eleştirileri yapıyor: "Artık esas kızın annesi rolü için bile 30 yaşın altındaki oyuncular isteniyor!"

Yeni başlayan Masumlar Apartmanı, Menajerimi Ara'nın reytingini fazlasıyla düşürdü. Menajerli dizi geçen haftaki bölümüyle reyting listesinde sert bir düşüş yaşadı. AB'de 8. olurken, TOTAL'de ilk 10'a bile giremedi. Masumlar Apartmanı ise her iki kategoride de 1. olarak zirveye oturdu. Hekimoğlu AB'de 4., TOTAL'de 7. olarak devamlılığını korurken, Baraj da müthiş düşüşlerle AB'de ilk 10'a bile giremezken, TOTAL'e de ancak 10. sıradan girebildi. Bu şekilde dizinin devam etmesi imkansız. 

Gerçek bir hayat hikayesi olarak lanse edilen Masumlar Apartmanı, Gülseren Budayıcıoğlu'nun romanından esinlenen dizilerden yalnızca bir tanesi. Bildiğiniz gibi İstanbullu Gelin ve Kırmızı Oda da kendisinin kitaplarından uyarlandı. Farah Zeynep Abdullah, Birkan Sokullu, Ezgi Mola ve Merve Dizdar'ı bir araya getiren dizi, yaşamı takıntılarla dolu insanların hayatını gözler önüne seren bir dram. İlk adı Çöp Apartman olan dizininin bu yeni adını ve afişini çok beğendiğimi de söylemeliyim. 

Çarşamba

Yaz dizisi olarak başlayan Fox dizisi Sen Çal Kapımı çarşamba akşamları zirveye otururken, haftaya Kanal D'de başlayacak olan Sadakatsiz'in bu listeyi nasıl etkileyeceği merak konusu... Cansu Dere ve Caner Cindoruk'u buluşturan dizi, aldatılan bir kadının öfkesini ele alacak. Her yeni dizisini merakla beklediğim MED Yapım'ın bu yeni işini de merakla bekliyorum. Sadece adı acaba Sadakatsiz değil de Sadakat mi olmalı diye sesli düşünüyorum. Vatanım Sensin'in ilk adı Vatan Haini'ydi mesela. Küçük bir algı oyunu, ama izleyiciye daha sempatik gelmesi açısından etkisi büyük. Bu arada, geçtiğimiz sezon çarşamba akşamının dizisi olan Öğretmen'e hala gün bulunamadı.

Perşembe

Mucize Doktor ve Bir Zamanlar Çukurova kızışması devam ediyor... TOTAL'de Çukurova, AB'de ise Mucize Doktor 1. oluyor. 

Cuma

Geçtiğimiz sezondan devam eden diziler arasında yeni sezonun en iyi ilk bölümü Babil'indi bence. Listedeki yeri pek parlak olmasa da (kaliteli işlerin aldığı sonuç... şaşırmadık), şahane bir bölümdü. Ozan Güven'in boşluğunu dolduran Onur Saylak kadroya yakışmıştı, Birce Akalay'ın performansı çok iyiydi. Aslı Enver, Halit Ergenç, Nur Fettahoğlu, Selahattin Paşalı hepsi öyle... Ama dizi, tıpkı Hercai ve Bay Yanlış'ta olduğu gibi, Kırmızı Oda'nın karşısında tutunamıyor. Bu üç dizinin de yakında bitmesi büyük ihtimal...

Netflix

Ve gelelim Netflix'e... Rita bittiğinden beri Netflix'te yeni bir diziye başlamamıştım. Biraz Away'e baktım. Bir de, The Home Edit diye bir ev programı keşfettim! Ünlülerin "vakitsizlikten" fırsat bulup düzenleyemedikleri gardıroplarının içini hizaya sokan bir format. Bir de sanki dünyayı kurtarıyorlarmış gibi tamı tamına altı kişilik bir ekip var. Oysa yaptıkları hepi topu bir çantayı alıp alt raftan üst rafa koymak. Tonla da para istiyorlar. Tam bir sosyete işi, tam bir "ekmek bulamayan pasta yesin" durumu. Korkarım ki bu trend yakında Türkiye'ye de gelir. Ben yazdım ya, kesin gelir.

Sosyal medyada beni takip etmek için:

instagram.com/ofluoglumert

twitter.com/ofluoglumert

25 Eylül 2020 Cuma

KLASİKLER: ZAMANSIZ ROMANLAR

"Klasikleri okuyamıyorum" ya da "Okurken çok sıkılıyorum" diyenlerinizden aldığım mesajlar doğrultusunda, onlara bakış açınızı tamamen değiştirecek iki kitap önerisinde bulunmak istiyorum.

Peki belli başlı klasiklerin kitapçılarda sürekli çoksatanlarda olmasının (şükürler olsun) sebebi ne? Klasiklerin şöyle bir özelliği var ki; içinde bulunduğumuz, bizzat yaşamakta olduğumuz çağdan önce yazılmış olan bir klasik, bize insanların her dönem aslında aynı sorunlarla, aynı duygularla, aynı hislerle mücadele ettiğini anlatır ve aslında bizi rahatlatır. Yalnız olmadığımızı, bizden yüzyıllar önce yaşamış olan birinin bile bizimle benzer sorunlara karşı göğüs gerdiğini hatırlatır. Bu nedenle iyi klasikler her dönem için zamansızdır, vazgeçilmezdir ve popüler kitaplar kadar, hatta onlardan çok daha fazla, klasiklere ihtiyacımız var. 

Fotoğrafta benim çok ama çok sevdiğim iki klasiği görüyorsunuz: Biri zaten, "yazarın yolculuğu" olması bakımından neredeyse benim hayat hikayemin (!) anlatıldığı, Jack London'ın muazzam edebi eserlerinden biri olan Martin Eden (ki, blog’da geçtiğimiz aylarda yazdığım "Türkiye’de Genç Bir Yazar Olmak... Ya Da Olamamak" başlıklı yazımda da ondan bolca alıntı yapmıştım). 

Diğeri de, Gonçarov'un Oblomov'u. Oblomovluk terimini de hayatımıza sokan kitap. 

İkisini de Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'ndan sipariş etmiştim. Bilgi Yayınevi gibi diğer yayınevlerinde de bu kitapları bulmanız mümkün. 

Eğer henüz hiçbir klasik roman okumadıysanız ya da klasiklere ön yargınızı değiştirecek kitaplar arıyorsanız, bu ikisini şiddetle tavsiye ederim. 

Biraz hacimli kitaplar olsalar da, sıkılmadan okuyacağınızın ve elinizden bırakamayacağınızın garantisini verebilirim. Eğer benden duyup okumuş olacaksanız da, önce yazarlara, sonra onları okurla buluşturan yayınevlerine, sonra da bana teşekkür edeceğinize eminim. 

Bu arada söylemeden geçemeyeceğim: Hepimiz biraz Martin Eden, biraz Oblomov değil miyiz zaten?

Peki sizin en çok sevdiğiniz klasikler hangileri? 

Sosyal medyada beni takip etmek için:

instagram.com/ofluoglumert

twitter.com/ofluoglumert

20 Eylül 2020 Pazar

BLOG'UM 11 YAŞINDA!

Yine o gün geldi çattı... Blog'um Kafa Dergi 11 yaşında! 20 Eylül 2009'da yazdığım ilk yazıdan beri durmak bilmeksizin yazmaya, blog'umu güncel tutmaya devam etmişim.

2009'dan beri kitaplar, diziler, filmler, tiyatro oyunları, seyahat yazıları, röportajlar, popüler kültür konuları, kendi yaşantıma dair yazılar ve hikayeler yazdığım blog'um... Büyümeme tanıklık eden, yazılarımın satır aralarına dikkatli gözler için sırlarımı serpiştirdiğim canım blog'um... Dile kolay, tam 11 yılı geride bırakıp 12. yaşından gün almaya başladı... Nice 10'lu yıllara... Bu gidişle 20., 30. yılını da görürüz gibime geliyor, ne dersiniz? 

Bu konuda en güzel yazı geçen yılki 10. yıl dönümünde yazdığım yazıydı diyerek, sizleri o yazıyla bir kez daha baş başa bırakıyorum... Yıllar boyunca beni yalnız bırakmayan hepinize teşekkürler!

http://kafadergi.blogspot.com/2019/09/blogum-kafa-dergi-10-yasinda.html

Not: Blog'da yeni bir hikaye serisine mi başlasam diyorum. Aynı zamanda bir de Spotify'da bir podcast yayınına mı başlasam diyorum. Diyorum da diyorum yani, bilmiyorum :) Bu podcast işi ta geçen yıldan beri aklımda zaten, biliyorsunuz... Öyle bir podcast programı yapsam, içeriği ne olur ki? 

instagram.com/ofluoglumert

twitter.com/ofluoglumert

15 Eylül 2020 Salı

YOL'A ÇIKMAK

 

Hayat, seçimlerden ibaret değil mi?

Ağzımızdan çıkacak bir söz, zamanımızı nasıl geçireceğimiz, önümüzde uzanan bir günü nasıl dolduracağımız gibi farkına varmadığımız küçük seçimler ya da daha kritik konulardaki önemli, büyük seçimlerimiz... Yaşayacağımız şehir, çalışacağımız iş, birlikte olacağımız insan, hatta nasıl bir insan olmak istediğimiz bile, aslında kendi seçimimiz...

Ve tabii her seçimin, bir sonucu olduğu gerçeği...

Peki ya neyi seçeceğimiz konusunda o kadar da net değilsek? Söz konusu olan, psikolojisi her an değişebilen insanoğlu; her zaman o kadar kararlı bir şekilde duramayabiliyor aldığı “kararların” arkasında. Ama en kötü karar bile kararsızlıktan daha iyi değil mi? Bir yanda sonunda bizi mutsuz da edecek olsa, ihtimallerin sonsuzluğu varken, eylemsizlik, insanı içten içe yiyip bitirmez mi?

Her şeye rağmen o küçük adımı atmak en iyisi değil mi?

İki farklı patikaya ayrılan, iki farklı yola çatallanan bir yolun başında durduğunu düşün. Hangisine gireceksin? Kararsız bir şekilde yolun başında dakikalarca, saatlerce, günlerce, haftalarca, aylarca, senelerce bekleyebilirsin ve belki beklemişsindir de, ama iyi kötü bir karar alıp, o kararın arkasında tüm riskleriyle, pişmanlık ihtimalleriyle ve sorumluluklarıyla durup yollardan birini seçmekten daha mı iyidir bu kararsızlık? Eylemsizlik, hareketsizlik daha mı iyidir? Hayır, hiç şüphesiz o kararsızlık hepsinden daha kötüdür. İyi veya kötü sonuçlanacak da olsa, bilinmezliğin tüm korkutuculuğuna rağmen, o yollardan birini seçmek zorundasın. Ama aklın diğerinde kalmadan. Ya da kalarak. Hiçbir yol dönülmez değildir ki... Evet, yol seni değiştirir ve geldiğin yoldan geri dönmek istesen bile, dönüş yolunu o kadar kolay bulamayabilirsin, bir daha geri gelmeyecek bir fırsatı kaçırmış olabilirsin ya da geçtiğin o yol artık üzerine basılmış, hırpalanmış bir yoldur (“aynı nehirde iki kez yıkanılmaz”) ama dönüp o girmediğin yola girme ihtimalinin de bulunduğu bir durumsa bu, hala o ikinci yola girme şansın varsa, oraya yeniden girebilirsin. Elbette artık sen de o baştaki seçimi yapacak olan sen değilsindir, çünkü yollardan birini seçip o yolda biraz ilerlemişsindir ama o yolun senin için bir varış noktası olmadığını görmüşsündür. Bu arada hiç şüphesiz değerlerinden, zamanından biraz kaybetmişsindir. Ama yola çıkmadan önce, bu risklerin hepsini göze almış olman gerekir zaten.

İyisiyle, kötüsüyle, pişmanlıklarıyla, düş kırıklıklarıyla, karşılanmayan beklentilerle, yolumuza çıkardığı güzelliklerle, acı sürprizlerle, bizi yarı yolda bırakıp gidenlerle, o yolda tek başımıza kaldıklarımızla, aldığın bir kararın arkasında sonuna kadar durmak zorundayız. Onlara sahip çıkmalıyız. Onları kucaklamalıyız. Çünkü onlar bizden bir parça taşıyor.

Bazen, yolda olmaya devam etmek gerek.

Kim bilir, belki de aslında iki farklı yol diye bir şey yoktur. Yolların ikisi de sonunda aynı düzlüğe çıkıyordur?

***

Psikolojide üç tür çatışma vardır: Kaçınma-kaçınma çatışması, kaçınma-yaklaşma çatışması ve yaklaşma-yaklaşma çatışması. Kaçınma-kaçınma, ki en zoru bu gibi gelir, kişinin ikisi de olumsuz olan durumlardan birini seçmek zorunda olmasıdır (ne bu ne o). Yaklaşma-kaçınma (hem isterim hem istemem), kişinin bir şeye karşı hem olumlu hem de olumsuz değer beslemesidir. Yaklaşma-yaklaşma ise, kişinin iki olumlu durumdan yalnızca birini seçmeye mecbur olmasıdır (hem bu hem o). İstediğiniz iki şey vardır, ama seçim hakkınızı yalnızca birinden yana kullanmanız gerekmektedir. Belki de en kolay gibi görünüp en zor olan çatışma türü budur, kim bilir? 

Martin Eden'dan sonra, Jack London okumaya devam ediyorum. Bilgi Yayınevi’nden çıkan Deniz Kurdu’nun daha bu sabah okuduğum 272. sayfasında karşıma çıkan diyalog, bu yaklaşma-yaklaşma çatışmasına bir örnek gibi. Kurt Larsen ve Maud adlı karakterler arasında geçen diyalog şöyle:

"Bana göre insan yaptığı şeyi öyle arzuladığı için yapar. Pek çok arzusu vardır. Acıdan kaçmayı ya da zevkin tadına varmayı arzular. Ancak ne yaparsa yapsın, işini arzusu için yapar."

"Ancak birinin diğerini yapmasına izin vermeyecek birbirine zıt iki şey yapmayı arzuladığını varsayalım, o zaman ne olacak?"

İşte. Soru tam olarak bu. O zaman ne olacak?

instagram.com/ofluoglumert

twitter.com/ofluoglumert

25 Ağustos 2020 Salı

MARMARİS'TEYİM...

Marmaris'teyim. Ağustos'un başından beri buradayım. Günlerim sabahları erkenden bisiklet sürerek ve bazen denize girip eve öyle dönerek geçiyor. Sonra hem iyice bastıran sıcak hem de malum korona yüzünden pek bir şey yapamıyorum. Yani yaşadığımı hissettiğim anlar, doğayı özgürce içime çektiğim sabah saatleri. Sonrası sıkıcı ve tekdüze geçiyor. Arada instagram hikayelerime ve twitter'a manzara fotoğrafları yüklüyorum, belki görmüşsünüzdür.

Sahiller sabahları bile çok kalabalık oluyor. Hatta, herhalde herkes sabah serinliğinden ve insan tenhalığından faydalanmak isterken, aksine, en kalabalık saatler sabah saatleri oluyor. Sabah saatlerinde sahil yolunda bisiklet sürerken koşanlarla, yürüyenlerle, benim gibi bisiklete binenlerle karşılaşıyorum. Acaba yanından geçtiğim birinde korona var mı? Muhtemelen vardır, ama Marmaris’e de evde oturmak için gelmedim ki. İlk başta yabancı turistler yoktu ama artık yabancı turistler de var; özellikle de Ukraynalılar. Denizler hep çok kalabalık. Kalabalık yerlerden uzak durmaya çalışıyorum. Zaten Marmaris’e geldiğimi pek anlamadım çünkü bu sene hiçbir şekilde bir plajda şezlongda yatmadım, dahası denize bile çok az gidildi. Ben sabahları kendi başıma bisiklet sürerken denize giriyorum ve hepsi bu.

Biliyorsunuz, pembe ve beyaz begonviller buralarda her yerde. İşte bu begonvillerin küçük dikenleri, bisikletlerin lastiklerini acımasızca patlatabiliyor. Geçenlerde dönüş yolunda bisikletimin lastiği patladı ve eve kadar elimde sürerek götürmem gerekti mesela. Küçücük ve incecik bir diken bunu nasıl yapabiliyor bilmiyorum ama yapabiliyor işte. Dolayısıyla her hafta mutlaka bisiklet tamircime uğramış oluyorum. Bana, "Biz belediyeyle birlikte çalışıyoruz, her yere begonvil dikin de bize de müşteri çıksın diyoruz" diyen, esprili bir adam. Her hafta gelmeye başladığımı görünce biraz indirim de yapmaya başladı.

Sıcakta maske takmak gerçekten zor. Günün birinde, Marmaris’in 40 derece sıcağında maske ile bisiklet sürmem gerekeceğimi asla tahmin edemezdim. Ama insan her şeye alışıyor. Neydi o şarkı sözü? Ah be korona, ben senin olmadığın her yerde yeşillenirim, yeter ki düş yakamızdan kutupta bile güneşlenirim ama gel gör ki bu ortamda hiç canım çekmiyor... En iyisi gene ev. 

Burada hayat açık havada yaşandığı için, evdeysen bile balkonlarda, bahçelerde, dışarılarda oluyorsun. Balkonunun ön tarafından yol geçiyor ama, maske takmıyorsun. Biri hapşırıyor, biri tıksırıyor. Sokaktan kimin geçtiğini bilemezsin ki. Aslında düşününce maske takman gerekir. Ama evde de maske takarsak... O kadar da değil yani.

Yalnızlığa demir atmak... (Kızkumu / Marmaris)

Bisiklet sürerken kulağımda müziklerim oluyor. Şu sıralar, biraz yabancı genç pop dinliyorum. Yani Lizzo, Dua Lipa, BENEE, Miley Cyrus filan. Cyrus’ın yeni çıkardığı şarkıyı çok sevdim. Midnight Sky. "I was born to run, I don’t belong to anyone, oh no," diyor şarkıda. "I don’t need to be loved by you."

Tatil iyi, güzel ama her güzel şeyin de bir sonu var, malum... Üstelik bu sene o son, her zamankinden daha belirsiz ve korkutucu. Bir korona tehdidiyle karşı karşıyayız. Şehir hayatına geri döndüğümüzde kim bilir neler olacak? Bu korona belli ki daha uzun zaman böyle sürüp gidecek... Vakalar azalmak bir yana, ilk baştakinden bile daha yüksek sayılara ulaştı ama artık tükendiğimiz bir noktadayız. İlk baştaki kadar paranoyakça tedbirler almıyoruz. Aslında korona aynı korona. Ama işte. Yorulduk mu, bıktık mı ne? Yorulmamalıyız, bıkmamalıyız.

Taslak halinde bıraktığım (ve büyük ihtimalle öyle kalacak olan) bir romandan... 

Marmaris'teyim... Tatildeyim, bisiklet sürüyorum, denize giriyorum... Unutmaya çalıştığım bazı şeyleri unutmaya çalışıyorum... Ama kendini unutabilir misin?

instagram.com/ofluoglumert

twitter.com/ofluoglumert

28 Temmuz 2020 Salı

TÜRKİYE’DE GENÇ BİR YAZAR OLMAK... YA DA OLAMAMAK.


Aslında bu yazı, yayımlamamaya karar verdiğim bir yazıydı. 16-17 Mayıs tarihlerinde yazılmıştı ve son anda paylaşmaktan vazgeçilip bilgisayarımın masaüstündeki diğer sayısız Microsoft Word taslağı gibi, unutulmaya yüz tutmuştu. Ama sürekli olarak bana göz kırpıyordu, "Beni yayımlamak üzere yazdığın halde neden bundan vazgeçtin?" dercesine bakıp duruyordu. Haklıydı. Onu silemiyordum, imleçle bir ucundan tutup çöp kutusuna gönderemiyordum, ama açıp okumak da istemiyordum. Onunla ne yapacağım konusunda kararsızdım. Ben de hiçbir şey yapmamaya karar vermiştim.

Tam iki ay sonra, 16 Temmuz’da, Martin Eden'i okumayı bitirdim ve yayımlamaktan son anda vazgeçtiğim bir yazı olan bu yazıyı, Eden'dan alıntılar ekleyerek aynen yayımlama kararı aldım. Aslında Martin Eden sınıf çatışması, felsefe romanı, aşk hikayesi gibi çeşitli başka açılardan da ele alınabilecek bir roman ancak ben bu yazımda ondan, bir yazarın yazma yolculuğunu ve yazar olma mücadelesini anlatması bakımından alıntılar yapacağım. Biraz uzun olduğu için kolay okunması açısından yazımı 8 bölüm halinde numaralandırarak yazmıştım. Aşağıdaki 8 bölüm, onları 17 Mayıs’ta yazdığım halleriyle duruyor. Şu anki hislerimle ilgili yazının sonuna bir 9. paragraf ekleyeceğim. Alıntılar da kitaptaki kronolojik sıralarına göre yazımın sonunda yer alacak.

1) Bildiğiniz gibi 18 yaşında yazdığım ilk romanım Ters Düz, 2015’in Kasım ayında, hem de doğum günümde, ben 20. yaşımı tamamlayıp 21'e girerken yayımlandı. Ters Düz henüz yayımlanmadan önce yazmaya başlayıp 2016 yılında bitirdiğim, bu kitabın devamı olan ikinci romanım içinse hala bir yayınevi bulabilmiş değilim. Yıllar içinde başka romanlar daha yazıp bitirdim ve çeşitli yeni romanlara başladım. Bugüne kadar bahsettiğim bu ikinci kitap için görüşmediğim yayınevi kalmadı diyebilirim (görüşmek: mail atmak, çok nadiren yüz yüze). Kitabımın basılmama sebebi edebi açıdan kötü veya yetersiz olması değil. Aksine, yayınevleri kitaplarımı iyi cümlelerle karşılıyor. Ancak her seferinde "İyi bir yazarsın, geleceğin de çok parlak ama..." diye başlayan buruk ret cümleleri alıyorum. İyi de, burada bir terslik yok mu? Bir kitabın yayımlanma şartı sadece iyi olup olmaması değil midir? Maalesef değil, en azından bugünlerde. Bundan bir on-yirmi yıl öncesinde durum daha farklı olabilirdi belki. Peki o zaman sorun ne, neden "fena da yazmayan" ve "geleceği parlak olan" genç bir yazarın kitapları bir türlü basılamıyor? Bugün size, ilk kitabım okurlar tarafından hatırı sayılır bir ilgi görmesine, bana kemik bir okur kitlesi kazandırmasına ve hatta dizi uyarlaması için birkaç yapımcının ilgisini çekmesine rağmen, yayınevlerinin beğendiği yeni kitabımın beş yıldır neden bir türlü çıkamadığını ve Türkiye’deki yayıncılık sektörünün perde arkasında yaşananları anlatacağım. Bunu, bana yeni kitabımın ne zaman çıkacağını soran ilgili ve destekleyici okurlarımın sorularına tatmin edici bir cevap vermiş olmak adına artık yapmam gerek. Konuyu asla kişiselleştirmeyeceğim, çünkü söylemek istediklerim kişisel bir mevzu olmanın çok ötesinde, yayıncılık sektöründe uzun zamandan beri ters giden bir şeyleri değiştirebilmeye yönelik. Peki değiştirebilecek miyim? Kesinlikle hayır. Bu içerikteki ve uzunluktaki bir yazının kaç kişi tarafından okunacağını bile kestiremiyorum. Yine de, siz okuyacak olanlarınıza, bunun için şimdiden teşekkür ederim.

2) Beni hiç tanımayanlar için kendimi yazma eylemini okuma yazmayı öğrendiği 1. sınıftan beri dur durak bilmeksizin yapan, yazmayı bir tutku ve bir yaşam amacı (nefes almak kadar doğal) olarak gören, henüz yazdığı kitaplardan sadece biri yayımlanabilmiş biri olarak tanımlayabilirim. Ve hemen burada en önemli olanın kesinlikle yazma eyleminin kendisi olduğunun altını çizmek isterim. "Yazar" unvanını, hayatında çok kitap yazmış ama hiçbiri yayımlanmamış birinin, piyasaya üç beş tane çoksatan kitap sunmuş birinden çok daha fazla hak ediyor olabileceğini hiçbir zaman akıldan çıkarmamalı. Çünkü yazmak, gerçek bir yazar için su içmek kadar ihtiyaç, uyku kadar gerekli ve tuvalete gitmek kadar acildir. Kitabını yayımlatıp yayımlatmama kararıysa başka bir meseledir. Ama yazıp biriktirdiği sayfalar dolusu metnin ardından bir yazarın bunları en azından tek bir okurla paylaşmak istemesi de en az yazmanın kendisi kadar ihtiyaç, gerekli ve acil olabilir. İşte ben tam olarak bu noktadayım ve bu satırları da artık bu birikmişlikle yazdığımın bilinmesini isterim.

3) Yazmak işin en keyifli kısmı. Ancak eğer yeni bir yazarsanız kitabınızı yayımlatma çabası tam bir savaş meydanı. Fırtınada rüzgara karşı yürümek, denizde dalgalara karşı yüzmek gibi. Bu ülkede sosyal medya fenomeni olmak, kendini bir yazar olarak ispatlamaya çalışmaktan çok daha kolay. Yazar olarak "ben buradayım" demeye çalışmak çok yorucu, zahmetli, yıpratıcı bir süreç. Elbette ben yazmaya hep devam ettim, hep ediyorum ve hep edeceğim. Ama heveslerimin kırıldıkça kırıldığı, umutlarımın tükendikçe tükendiği, hayallerimin suya düştükçe düştüğü de bir gerçek. Normalde kitaplarımı yazmaya vereceğim enerjiyi onları yayımlatma mücadelesine vermekten o kadar yoruldum ki, yirmi beş yaşında kendimi en az elli yaşında kadar yorgun hissediyorum. Artık kitabımın çıkmadığı her an bir yük gibi omzuma biniyor. Benim gibi genç yazarların, yolun başında olan kimselerin hevesini kırmak istemem. Ama bu benim yıllardır içimde büyüyen bir sorundu ve bugün de daha fazla içeride kalamayarak dışarı çıkıverdi. Hemen yazımın başında aklınıza gelmesi muhtemel şu sorunun yanıtını vermek istiyorum: Elbette eğer mükemmel bir kitap yazmış olsaydım, hiçbir yayınevi buna direnemezdi. Ben çok iyi yazdığımı iddia etmiyorum. Zaten 20'li yaşlarımdayım ve en iyi romanlarımın henüz yazmadıklarım olduğunu biliyorum. Ama kaleminin yetkinliği ortalama seviyede olan genç bir yazarın kitabını yayımlatacak bir yayınevi bulması bu kadar zor olmamalı. Kitapçıların “bestseller” raflarını dolduran popüler yayınevlerinin, ki bu piyasanın büyük kısmında onlar yer alıyor, kitaplarımla neden ilgilenmediğine birazdan geleceğim. Onların yanı sıra, bu ülkede yoluna iyi edebiyattan sapmadan devam eden çok kıymetli yayınevleri de hala var. Mesela sektörden benim adımı bildikleri için kitaplarımı isteyen saygıdeğer ve köklü bir yayınevi, kitaplarımın edebi açıdan yazdığım yaşa göre büyük bir başarı olduğunu, yayın kurulunda da övgüler aldığını, ancak tanınmamış bir yazarın bir köyde geçen üçlemesini basmak riskli olduğu için kitapları üzülerek reddettiklerini söyledi. Kimse tanınmamış bir yazarın üçlemesini basma riskini almak istemiyor, “Tek kitaplık bir romanından haber ver” diyor, elbette yayınevi politikalarına saygı duyuyorum (anlayacağınız bu devirde bir üçleme yazmış olmak da pek akıl karı değil, ama bu yola çıkmış bulundum bir kere). Şu yaşım itibariyle yazdığım romanlar, bu çizgideki diğer yayınevlerinin beklentisini karşılayacak romanlar değil (ya da kalemimi beğendikleri halde yayın programı dolu olduğu için takvimine alamayanlar, önceliği başkalarına, daha tanınmış ve okur kitlesi daha kalabalık olanlara verenler de olabiliyor). Yazmakta olduğum veya daha ileriki yaşlarımda dönmek üzere kıyıda köşede sakladığım romanlarım içinse henüz biraz daha zaman var. Ama bu, şu anda yazdığım romanların kötü veya yetersiz olduğu anlamına gelmiyor, zaten yayınevleri de editörler de okurlar da bu konuda hemfikir gibi görünüyor. Kitabımın, yazdıklarımın kötü olduğundan bir an bile şüphe etsem bu ısrarımdan vazgeçeceğim, ama yazdığım kitap kitapçı raflarında büyük kitlelerin eline gitmeyecek arka sıralarda bile olsa orada olmayı hak eden bir kitap, bunu biliyorum. Edebi açıdan son derece tatminkar kitapları basan veya çok kötü yazılmış ama kesinlikle “bestseller” olacak kitapları basan yayınevlerinin yanı sıra, bu ikisinin ortasında bir yerde, benim kitabımı basacak türde bir yayınevi hiç mi olamaz? Piyasaya her gün o kadar kitap çıkıyor ki, neden benimki onlardan biri olamıyor? İşte bugün buna kendimce bulduğum sebepleri yazmak istiyorum.


4) İlk kitabım Ters Düz 2015’te çıktığında, diğer kitabımın yayımlanması için tam beş yıl boyunca bir mücadele vereceğimi ve tüm bu çabaya rağmen elimde "İyi bir yazarsın, geleceğin de çok parlak ama..." diye başlayan buruk ret cümleleriyle dolu mail’lerden başka hiçbir şey olmayacağını asla tahmin edemezdim. (Hatta benim fazla hayalci tahminlerime göre Bozbalık Üçlemesi’nin üniversite ikinci sınıfta olduğum yıl çıkan ilk kitabını, üçüncü sınıfta çıkacak olan ikinci ve son yılımda çıkacak olan son kitabı izleyecek, böylece ilk kitaplarım olacak olan Bozbalık Üçlemesi meselesi benim üniversiteden mezun olmamla birlikte çoktan yayımlanmış olacak, ben de diğer kitaplarım üstünde çalışmaya devam edebilecektim.) İstanbul’da yaşayan genç bir yazar olan Ece Duman’ın babasının kaybolduğunu ve geride dört üvey kardeşi kaldığını öğrenmesi üzerine doğup büyüdüğü Trabzon’daki kurgu ürünü Bozbalık Köyü’ne geri dönmek zorunda kalması ve daha önce varlıklarından bile haberdar olmadığı üvey ailesiyle tanışıp kaybolan babasına ne olduğunu bulması üzerine kurulu olan Ters Düz, Bozbalık Üçlemesi’nin de ilk romanıydı ve ilk olarak yıllardır düzenli olarak yazdığım, şimdi 11. yılına gitmekte olan blog’umun takipçileri, ardından hakkında olumlu yazılar çıkınca yayıla yayıla çeşitli okurlar tarafından satın alınarak gayet iyi satmış ve hatta kitabı yayımlayan yayınevinin o yıl en çok satan kitabı olmuştu. Normalde benim gibi tanınmayan yazarların ilk kitaplarının baskısı (elbette yayınevine de bağlı ama) ortalama olarak 500-1000 adet yapılır. Benimki ise 2000 adet basılmış ve ilgi görmüştü. Aşk, entrika, aile ilişkileri, gizem ve sırlar gibi konuların yanı sıra içinde merak unsuru olan bir polisiyeydi. Bu kurgumu başından beri bir üçleme olarak planlamış, Ters Düz’ün ilk cümlesini yazarken adı daha o zamandan bile belli olan üçüncü kitabın son cümlesini dahi kafamda kurgulamıştım. Bu yayınevi ise kitapların sattığını gördükçe hakkım olan telifi ödemeyi erteledikçe erteledi. Anlamadığım şey, önü açık olan bir kitabın ayağına neden çelme takılır? Mantıklı olan fikrin “Biz bu çocuğu elimizde tutalım, üçlemesinin kalan iki kitabını da biz basarız, neticede belli bir okur kitlesi var, kitaplarının satılacağı kesin” olması gerekmez miydi? Evet, ne desek, ne tahmin yürütsek boş. Belki de yürütülecek fazla bir tahmin yoktur. Çok geçmeden, 2016 yılı gibi her yerden engellenerek hayatlarından çıkarıldım. Cevap alma hakkım elimden alındı. Alamadığım teliflerimi ise artık umursamıyorum bile. Evet, telifim hiçbir zaman ödenmedi. İşin daha da garibi, kitabın ilk baskısından kalan tek tük baskılar hala internetteki popüler kitap sitelerinde satışta.

5) 2016 sonbaharı geldiğinde, serinin kendi içinde bütünlüklü bambaşka bir kitap olan ikinci romanını bitirmiştim ama artık yeni bir yayınevi bulmam gerekiyordu. Tabii ki bulamadım, çünkü bunun bir üçleme olduğunu ve ilk kitabın başka bir yayınevinden yayımlandığını duyan yayınevleri zaten hayalet görmüş gibi arkalarına bile bakmadan kaçıyordu. Sonra başka birkaç kitap yazdım ya da taslağa başladım ama onları hiçbir yere göndermedim çünkü ilk olarak üçlememin yayımlanmasını istiyordum. Ayrıca diğer kitaplarım bu kadar “bitmiş ve baskıya hazır” değildi. Dolayısıyla yıllar içinde sürekli açıp açıp okuyup ufak tefek düzeltiler yaptığım bu ikinci romanım için yeni (bu sefer daha büyük) yayınevleriyle görüşmeye devam ettim. Bu esnada Ters Düz, aradan geçen yıllara rağmen bana sık sık “Yeni kitap ne zaman çıkıyor?” diye sorular soran tutkulu ve meraklı bir okur kitlesi kazandırdığı için aslında kendimi şanslı da görüyordum (neyse ki o okurlar hala benimle birlikte yolculuğumun devamını sabırla beklemekte, benim gibi). Ve evet, bunlardan biri bana geri döndü! Ülkedeki en büyük yayınevlerinden birinin bir alt markasıydı ve piyasadaki yıldız yazarların çoğu buradan çıkıyordu, yani bunca yıl beklemiş ama sonunda olabilecek en iyi yerlerden birini bulmuştum! Ya da o zamanlar için öyle düşünüyordum. İkinci kitabımın 2019’un sonbaharında çıkması üzerine konuştuk. Hatta artık olaylar iyice kesinleşince Haziran 2019’da bununla ilgili bir paylaşım bile yaptım; hani bu müjdeyi duyurmak için kitap taslağının bir bölümünü havaya fırlatıp romanlarda olayların geçtiği köye benzeyen bir yerde çektirdiğim fotoğrafların altına yazdığım yazı. Kitabın Eylül’de çıkmasını konuştuğumuz için zaman daralıyordu ve ben bir an önce bu müjdeyi kitabı bekleyen okurlarımla paylaşmak istemiştim. Kitapları seçen genel yayın yönetmeni olan kadın, “Serinin bu ikinci kitabı, Ters Düz’den daha da iyi. Editoryal açıdan da senin zaten baskıya hazır bir şekilde teslim ettiğini görüyorum. Normalde bir serinin ikinci kitabını bizim yayınevi asla basmaz, ama buna rağmen seninkini basıyoruz!” demişti ve sevinçten tıpkı o fotoğraftaki gibi havalara uçmuştum. Ama yayınevi piyasasında yemek üzere olduğum ikinci kazık beni bekliyordu: Romanımı istenen şekilde yaklaşık yirmi sayfa kadar kısalttığım halde, genel yayın yönetmeni olan hanımefendi birdenbire benimle tüm iletişimini kopardı. Bu olay benim için hala gizemini korur: Ne oldu da bu kadın benim kitabımı basmaktan vazgeçti? Diyelim ki o bana bir sebepten dolayı gıcık oldu, vazgeçti, bu, bu kadar basit bir karar mıdır? Koca yayın kurulunun kararı hani nerede? Böyle bir olay başınıza ülkedeki en büyük yayınevi tarafından geldiğinde, üstelik buna bir açıklama alamadığınızda (genel yayın yönetmeni mail’lerinize cevap vermeyerek üstüne bir de aniden ortalıktan kaybolduğunda) bunun pek de hoş olmadığını söylememe sanırım gerek bile yok. Evet, henüz sözleşme imzalanmamıştı ama masada oturulup konuşulmuştu. Vaatler verilmiş, sosyal medyada “kitabım çıkıyor” duyuruları paylaşılmıştı. Yazar tarafı burada en azından bir açıklamayı hak etmiyor mu? Aslında belki de, hatta büyük olasılıkla, o yayın kurulundaki diğer kişilerin benim kitabımın basılacağından haberi bile yoktu. Bana bunu yapan genel yayın yönetmeninin bile pek önemsediğini sanmam. Bugün ona beni sorsanız herhalde, "Aa, o çocuk mu? Evet, ona kitabını basacağımızı söyledim. Sonra canım istemedi, fikrimi değiştirdim. Bir süre umutla bana mail atmaya devam etti. Ama cevap alamayınca o da ümidi kesti. Yaşasın kötülük!" filan diyecektir. (Yani sözleşme imzalanmadan, görünürde en güvenilir yayınevine bile güvenmemeniz gerekir. Evet, bunu ben de biliyordum ama sektörde adı sanı bilinen birtakım insanların size bunu yapacağına ihtimal vermiyorsunuz yine de. Tabii bunların hepsi bana sağlam bir tecrübe olarak geri döndü.)


6) Kısacası benim için 2019 yılı da kitabımın çık(a)ma(ma)sı açısından yine hüsranla ve hayal kırıklıklarıyla sonuçlandıktan sonra, beni artık bu yazıyı yazmaya, içimde tuttuklarımı bir bir açıklamaya iten son olay geçen hafta yaşandı: Biri Ters Düz’ün yeni baskısı diğeri yeni kitabım olmak üzere iki kitabım için bir süredir (beş aydır) görüşmelerimi sürdürdüğüm küçükçe bir yayınevi, daha önce böyle bir konu asla gündemde olmamasına rağmen, evet kitaplarımı basacaklarını, ama bunu "parayla" yapacaklarını açıkladı. Birdenbire. Pat diye. Daha önce buna dair en ufak bir sinyal bile vermemişken. Dahası ben onların yayımladıkları kitapları parayla basan bir yer olduklarını bile bilmiyorken! Sektördeki üçüncü şokumu, kitaplarımın basım aşamasına gideceğini sandığım yayınevinin sahibiyle olan bu mail’leşmeyle yaşadım. 5 yıl sonra nihayet şeytanın bacağını kırdığımı, kitaplarımın insanlara duyurduğum gibi 2019 sonbaharında değil ama hiç değilse 2020 sonbaharında çıkacağını sanıyordum, yine olmadı (Belki de şaşırmamam gerek; çünkü büyük ve itibarı olan bir yayınevi bile bana bu şekilde kazık atabildiğine göre, daha ismi cismi olmayan yayınevleri neden yapmasın ki? Vurun vurun, bir tane de siz vurun!). Yayınevine bunca zamandır boşu boşuna mı yazıştığımızı, beni hiç mi tanımadıklarını, ayrıca eğer kitabımı parayla bastıracak olsam bir yayınevi bulmak için tam 5 yıl beklemeyeceğimi söyledim. Tabii karşı taraf benim bu tepkimi beklemiyordu; onlara boyun eğeceğimi, parayı vereceğimi hesaplıyorlardı. Bu tepkim sonucunda yayınevinin sahibi olan kadın, kitapların gerçekten iyi satacağını düşündüğü için, "O zaman 500 adet baskınızı biz yapalım" diyerek geri adım atsa da ben çoktan vazgeçmiştim. Böyle ite kaka, gönülsüzce olacağına hiç olmasın. Niyetinde kitaplarımı parayla basmak olan bir yayınevinin bana bunu uzun bir süre boyunca söylemeyip tam işler ciddiye binmeye başladığı sırada söylemesini asla hoş karşılamıyorum.

7) Yani günümüz şartlarında piyasada söz sahibi olan popüler bir yayınevi tarafından "yazar" olarak kitabınızın basılabilmesi için ilk kural "tanınan biri olmak" ve bununla kastettikleri de instagram’a koyduğunuz selfie’nin, twitter’da paylaştığınız özlü aforizmanın kaç bin beğeni aldığı. Eğer benim gibi özlü sözler paylaşan biri bile değilseniz, vay halinize. Ya da ergen kitleyi hedef alan kötü çocuklu, depresif, melankolik aşk öyküleri yazmıyorsanız işiniz zor. Ben kişisel gelişim, hayat hakkında kıssalar ("Hayatınızı hemen şimdi sadeleştirin!") veya koca bir sayfa boyunca tek bir aşk cümlesinin yazılı olduğu ("Hmmm, acaba yazar burada ne demek istiyor?" "Hiçbir şey demek istemiyor! Sadece o büyük puntolu, beş kelimelik cümleler çok kolay okunuyor!") kitaplar yazmıyorum. İçsel yolculuğumu anlattığım "ruhani" kitaplar da yazmıyorum (zaten pek çok yayınevinin gözünde bu yüzden baştan kaybediyorum sanırım). Ben kurgu romanlar yazıyorum. Ancak yayınevleri bunu umursamıyor. Çünkü neden? Çünkü ben "tanınan" biri değilim. Bir sosyal medya fenomeni değilsiniz, şarkıcı değilsiniz, twitter’da paylaştığınız özlü sözleri retweet edecek binlerce takipçiniz yok. İyi bir yazar mısınız? Kimin umurunda! O şeyler bundan yirmi yıl öncesi için geçerliydi. Devir, sosyal medya devri. Devir, yayınevlerinin "ünlü olmayan" bir yazarın kitabını basma riskini alacakları bir devir değil. İlk kitabımdan bu zamana beş yıl geçti ve sadece beş yıl önce bile piyasanın bugünkünden çok daha iyi olduğunu söyleyebilirim. Evet, o zamanlar da her önüne gelen kitap bastırabiliyordu ama en azından benim gibi sosyal medya fenomeni filan değil, sadece "yazmayı seven ve fena da yazmayan biri" olanlar da arada kaynayıp gitmiyordu. (Belki de piyasaya, sosyal medyada hiç olmayan gizemli bir yazar olarak sunulmak daha iyi bir fikir olabilirmiş. Bak bu fena bir strateji değilmiş, neden daha önce gelmedi ki aklıma?) Ters Düz'de, kendisi de bir yazar olan ana karakter Ece Duman’ın gözünden şöyle bir cümle yazmıştım: “Çünkü yayınevleri aslında edebiyat heveslilerinin bir araya toplanıp sanatsal konuşmalar yaptıkları yerler değil, para kazanma hırsıyla birbirini yiyen insanların ne tür kitaplar basıp daha çok para kazanabileceklerini tartıştıkları ticarethanelerdi.” Hayli ironik olsa da zaman, bizzat yaşayarak bana yazdıklarımı doğrulattı, deneyimletti.

8) Peki benim ve benim durumumda olan genç yazarlar için çözüm ne? Bizim gibiler için romanları çıktıktan sonra ünlü olmak bir hayal de, ancak bir şekilde yırtınıp önce ünlü olup ardından roman yazmak mı tek yol? Biz nasıl görünür olacağız? Sosyal medya fenomenlerinin, "tanınmış kişi"lerin, instagram yıldızlarının, twitter aforizmacılarının ya da bilimum "seni bir yerden gözüm ısırıyor" simalarının arasından kim sesimizi duyacak da bizim kitabımızı basmaya karar verecek? Yoksa bizler umutsuz vaka mıyız? Yol yakınken bu sevdadan geri mi dönmeliyiz? Ama bir dakika, dön deseler sanki dönecek miyiz? Bu zamana dek hep oluşturmak istediğim yazar kimliği için çalışıp üretmeye gayret ettim. Mesleğim, ilgim ve çevrem gereği elime bugüne dek pek çok magazin olayının içinde yer alma ve adımı bu şekilde duyurma fırsatı geçmesine rağmen, ben hep bir yazar olarak tanınmayı seçtiğim için bu durumların gerisinde ve uzağında durdum. Bunları yapmadıysam, sebebi insanların beni bir yazar olarak tanımasını istememdi. Yani bu ülkede genç bir yazar olabilmek için illa ünlü birinin sevgilisi ya da sosyal medya fenomeni filan mı olmak gerekiyor? Öyle veya böyle, bir şekilde iş dönüp dolaşıp tanınmamış olmaya geliyor mu, geliyor. "Bunun adı yok, bir ismi yok, bunu basana kadar bir YouTuber bulun ona kitap yazdıralım." (Çocukken, 5. sınıfta Can Yayınları’nın Türkiye çapındaki masal yarışmasında “Buzlar Ülkesi” masalımla bir ödül kazanmıştım. Bugün bunun hiçbir anlamı yok.) Ben iyi kötü bunca kitabın çıktığı bir ülkede, neden benim gibi yaşının yarısından daha uzun bir süredir okuyup yazan birinin kitabı yayımlanamıyor, bilmek istiyorum. “Fena da yazmayan” genç bir yazarın kitaplarının yayımlanması bu kadar zor olmamalı. Bu kadar sorun haline gelmemeli. Hoş bu piyasada bir şeyler değişmedikçe hiçbir şeyin değişmeyeceğinin de farkındayım. Tabii şunu da diyebilirsiniz: "Nerede ne yolunda ki yayıncılık sektöründeki sistemsel hatalar ya da senin kitabını basacak bir yayınevi bulamaman büyük bir mesele olsun? Zaten korona da var." O zaman da size bir şey diyemem. Sadece derdimi dinlediğiniz için teşekkür ederim.


9) İki buçuk ay önce duygularım bu şekildeymiş, o zamanlar yazdığım yazıyı tek bir harfine bile dokunmadan, olduğu gibi paylaştım. Şimdi, bu yazıyı yayımladığım 28 Temmuz 2020 itibariyle de şu şekilde: 3. paragrafta, artık kitabımın çıkmadığı her an bir yük gibi omzuma biniyor, demişim ya: Artık hiçbir şey binmiyor. Yani en azından artık düşüncelerimi bu şekilde yönlendirmeye çalışıyorum. Hala içimde büyük bir acı ve sızı var, gerçekten, bir şeyler kaybetmiş gibiyim, belki de gençliğimin en güzel yıllarını, buna birazdan geleceğim. Ama artık, müthiş bir kayıtsızlık içindeyim. İşte tam da bu noktada, Martin Eden ile kendi aramda bir bağlantı kurdum. Martin, kitapları çıkıp da sonunda beklediği üne kavuşunca bir anda etrafında beliren insan yığınının samimiyetsizliği karşısında “Bu muydu yani?” diyerek kayıtsızlığa giriyor, ben henüz yeni kitabım çıkmadan ve ünlü filan da olmadan bu kayıtsızlığa girdim. Evet, biraz tedirgin edici, sonuçta benim gibi tam yirmi beş yıldır bunun için yaşayan birinin bu savaştan vazgeçmemesi gerekirdi, aslında hala da vazgeçmiş değilim, ama artık biraz daha hızımı ve beklentilerimi düşürdüm sanırım. Çünkü elimden başka bir şey gelmiyor artık. Bunca zaman çok zorladım, zorladım, zorladım, zorladım ve zorladım, bilmiyorum, belki de zorlamadım ve acaba yapabileceğim başka bir şeyler daha vardı da ben mi yapmadım diye düşünerek de kendimi ayrıca yordum; ama olmuyorsa da olmuyor işte. Elbette ben kendi dünyamda yazmaya devam ediyorum, hep de edeceğim.

Ama bazen, keşke yazma sevdasına hiç tutulmamış olsaydım diyorum! Evet, gerçekten. Bazen keşke başka bir işi yapsaydım diyorum. Ne bileyim, içinde bu kadar "yaratı" ve onları paylaşma arzusu olmayan herhangi başka bir iş olabilirdi. Öğretmenlik, veterinerlik, mühendislik, polislik, doktorluk gibi başka bir meslek edinseydim. Her sabah işime gider, işimden evime gelir, aralara da içinde yazma olmayan başka hobiler serpiştirirdim. Ama olmamış. Ben böyle olmuşum. Bu sancılarla, bu kaygılarla doğmuşum. Bu saatten sonra kendimi başka bir ruhun içine girmeye de zorlayamam. Tabii zaten bunun için çok eskiye, çocukluğuma dönmemiz, yazma olaylarını hiç sevmeyeceğim bir şekilde yetiştirilmem ve büyütülmem gerekir. O zaman da ben ben olmazdım. Mert olmazdım.

Şu düşünceden kurtulamıyorum: Ben bu "yazma sevdası" uğruna tüm gençlik yıllarımı, lise yıllarımı, üniversite yıllarımı, arkadaşlarımla dışarıda saatlerce takılmak, eğlenmek, dostlukları pekiştirmek varken, bir an önce evime, odama, yazı masama döneyim de kitap yazayım diye boşu boşuna mı harcadım yani? Elbette ben kimse için değil, herkesten ve her şeyden önce kendim için yazdım, ama başta da dediğim gibi, artık onları kendime saklayamayacak bir noktadayım. Bu kadar emek sonucunda ortaya çıkan ürünleri insanlarla paylaşabileceğim hiç mi bir yol olamaz? Yıllarım heba mı oldu yani? "Ama Mert senin bir kitabın zaten çıktı" diyebilirsiniz, evet ama şu anda benim bu hızımla 3-5 kitabımın daha çıkmış olması gerekirdi. Olmadı. Belki olmayacak da. Ters Düz’den bu yana 5 koca yıl geçti ve ben bir yandan başka bir şeyler yazıp bir yandan da ikinci romanımı yayımlatmaya çalışırken, bir de baktım ki sadece bu "bir başka beş yıl"ın daha geçtiğiyle kalmışım. Artık motivasyon, heves, istek filan kalmadı bende. Soğudum. Hatta neredeyse yazmaktan bile soğudum. Diyorum ya, tuhaf bir kayıtsızlık içindeyim. Biri, "Hadi gel, üç kitabının üçünü birden basıyoruz" bile dese, buna sevinemeyecek gibiyim.

Bazen mail kutumda yayınevlerinden abuk subuk mail’ler alıyorum: "Kitap çalışmalarınız olduğunu duyduk. Bütçeniz varsa, seve seve basalım." Hatta bir yayınevi işi ileri götürerek, "Kitabınız olduğunu duyduk. Eğer kitabınız wattpad’de varsa basmak isteriz" gibi bir şey diyebildi. Tabii burada kastedilen aslında wattpad’de bir şeyler yazıyor olup olmamam değil, wattpad’de “milyonlarca tık almış” ve halihazırda çılgın bir okur kitlesi olan bir kitabımın olup olmadığıydı. Ben bu kadar saçma ve arsız bir isteğe nasıl bir cevap vereceğimi düşünerek, "Yani sizin bir romanı basma şartınız wattpad'de olup olmaması, iyi olup olmaması değil?" diye sordum. İki ay oldu, hala bir yanıt gelmedi.

İşin aslı, önceden şöyle düşünüyordum: "Yazmak benim için geçici bir heves değil ki, kitaplarımı parayla bastırayım. Benim için edebiyat böyle bir şey değil. Yazdıklarım, gerçekten iyi olduğu için basılmalı, param olduğu için değil. 1 kuruş bile olsa, o parayı vermeye niyetli değildim." Bunu bir tavır meselesi, bir prensip haline getirmiştim. Yukarıda uzun uzun anlattığım gibi, yayınevleriyle olan görüşmelerim sonucunda boşu boşuna ümitlenip her seferinde kitap ha çıktı ha çıkacak diye, kitaplarımı kendi başıma bastırma fikrinin uzağında durmuştum. Ancak kitabımı (kitaplarımı) kendi başıma bastırmamamın esas sebebi, kitapları para karşılığında basan bir yayınevinden yayımlanması durumunda okurun gözünde kitabın "bu bilinen bir yayınevinden çıkmadığına göre, herhalde edebi değeri düşüktür" diye daha baştan olumsuz değerlendirilecekmiş gibi bir his içinde olmamdı. Aslında bunun yersiz bir düşünce olduğunun farkındayım. Bugün bilinen yayınevlerinin sırf çok satmak için ucuz ve popüler edebiyat basması gibi, adı sanı bilinmeyen küçücük bir yayınevinin daha kaliteli bir eser basabildiğini görüyoruz sonuçta. Gerçekten de, büyük yayınevlerine sesini duyuramayıp kitaplarını parayla bastıran pek çok yazar var. Bunların büyük bir kısmı, eşi dostu için tek bir kitap çıkarıp hevesini alınca vazgeçenler. Ama daha azınlıkta olan bir kısmı da, bu yola gerçekten baş koymuş, fark edilmeyi bekleyen, üstelik kalemleri de hayli kuvvetli olan, yetenekli kişiler. Aramızda böyleleri de var. Bu tıpkı şunun gibi: Bir yazar, yirmi tane kitap yazar, ama ününe ve geniş okur kitlelerine yirmi birinci kitabıyla kavuşur. Ülkemizde de, dünyada da tarih boyunca bunun sayısız örneği var. Sonra, öncesinde yazdığı kitaplar da yeniden keşfedilerek çok satanlara girer ama bu arada fark edilebilmek için yıllarını vermiş ve kimsenin ilgi göstermediği, çok az okunan yirmi kitap yazıp her seferinde "Belki bu sefer" olur diye umutla beklemiş, olmadığını gördüğünde de umudunu kaybetmemiş, yine aynı umuda tutunarak yazmaya devam etmiştir. Yazarlık şan şöhret veya para için yapılabilecek bir şey asla değil. Hele bizim ülkemizde hiç değil. Kolay yoldan para kazanıp ünlü olmak isteyenler için bugün televizyon ve internet dünyasında çok daha kısa sürede etkili olabilecek çözümler var. Yazmak, bir tutku meselesi. Ne var ki bazen bu tutkunun ürününü somut bir şekilde elinize alabilmek için tam yirmi kitap boyunca beklemeniz gerekebiliyor. Bilmiyorum, bu "prensip" ve "doğru bildiğin şeyler" meselesine ben biraz fazla mı takılıyorum? Yani ortada yapmak, "gerçekleştirmek" istediğim bir şey (hatta BİR SÜRÜ) var, bu öyle gerçekleşmesi imkansız bir şey de değil aslında, ama bu şey doğal yollarla olmuyor. Belki de parayla bastırıp kurtulmalıyım? Ama yani, kendimi bu şekilde mi tatmin edeceğim? Hem madem böyle yapacaktım, o zaman neden beş yıl önce yapmadım? Ya da beş yıl önce yapmadım diye bu, şu anda yapmamın önünde bir engel mi? İnat etmeye gerek yok mu? Ama ne bileyim, ne böylesi içime sinecek gibi, ne öylesi? Gibi gibi kısır döngüde dönüp duran, biri diğerinin kuyruğunu kovalayan sorulardan, yazılmış yığınla sayfadan, kafamın içinde dönüp duran hayali dünyalardan ve derin bir umutsuzluktan başka, hiçbir şey yok elimde...

Ama yine derinlerde bir yerlerde, o umutsuzluğun kardeşi olan umut da var içimde...

Not: Bu yazımı okuyan halihazırdaki kendi okurlarım için ekleyebileceğim tek şey, zaten her bir satırımdan da anlamış olabileceğiniz üzere, ne kadar üzgün olduğum. Sizi her seferinde "Kitap bu sefer çıkıyor!" diyerek ümitlendirdim ama kitap çıkamadı, çıkamıyor ve görünen o ki Bozbalık Üçlemesi uzun bir süre daha çıkamayacak. Özür dilerim...

Not 2: Üçlemenin yanı sıra yıllar içinde küçük küçük taslaklar halinde yazdığım veya yazmakta olduğum tamamlanmamış romanlarım var demiştim. Bu karantina günlerinin başındayken, Mart gibi, evde gelen bir ilhamla başladığım yeni bir roman daha var. Başta hızla ilerleyecekmişim gibiydi ama bu yazı boyunca uzun uzun anlattığım her şeyin (ve belki karantinanın kendisinin de) bana olan negatif etkileri sebebiyle, asla yazamadım. Hayatımın normal seyrindeyken "Bir an önce eve gitsem de yazsam" diyen ben, bu karantina boyunca aylarca evde olmama rağmen maalesef çok verimsiz bir zaman geçirdim. Şimdi bu yeni roman üzerinde çalışıyorum demek isterdim ama, yukarıya eklediğim 9. bölümde de anlatmaya çalıştığım gibi, çalışmaya çalışıyorum demem çok daha doğru olur. Aslında çalışmaya bile çalışmıyorum. Sanırım bir süre her şeyi durdurup, roman yazmaya dair en ufak bir eyleme bile girmeden, hiçbir şey düşünmeden yaşamak istiyorum. Belki her şey yolunda giderse, eğer ben tekrar yazı masamın başına dönmek için içimde o isteği ve motivasyonu bulabilirsem, üçlemeden önce, bu bahsettiğim tek kitaplık roman sizinle buluşur.

Not 3: Bu uzun yazının, en azından yeni kitabımın ne zaman çıkacağına dair bir açıklama bekleyenler ve konunun meraklıları tarafından okunduğunu biliyorum. Neredeyse 11 yılı geride bıraktığım blog hayatım boyunca, 2009’dan beri yazdığım en uzun yazı belki de bu oldu. Anlattıklarım nedeniyle, benim için çok özel bir yazı bu; o yüzden sizlerden ricam, lütfen kimse sırf yorum yapmış olmak için yapmasın. Bu uzun yazıda pek çok şeye değindim ve eğer bu doğrultuda benimle kendi görüşlerini paylaşmak isteyenleriniz varsa, onların yorumlarını bekliyorum.

Kendinize çok iyi bakın.

MARTİN EDEN'DAN ALINTILAR


"Dergi okumak veya kitap almak için kütüphaneye gitmek ya da Ruth’a uğramak dışında ara vermeksizin sabahtan gece geç saatlere kadar yoğun ve verimli biçimde çalışıyordu. Çok mutluydu. Hayat çalkantılıydı. Müthiş bir duygu yoğunluğu yaşıyordu. Tanrılara özgü olduğu sanılan yaratma kudretine o da sahipti artık. ... Asıl dünya onun kafasının içindeydi ve yazdığı hikayeler, birçok parça halinde zihninden çıkan gerçeklikti. ... Günler kısa geliyordu. İncelemek istediği çok şey vardı. Uykusunu beş saate indirdi ve bunun yeterli olduğunu gördü. Dört buçuk saate indirmeye çalıştı ama üzüntüyle tekrar beş saate döndü. Uyanık kaldığı tüm saatleri uğraşılarından birine ayırmaktan mutluluk duyuyordu. Yazmayı bırakıp bir şeyleri incelemeye başlarken üzülüyor, incelemesini bırakarak bilginin harita odasının bulunduğu kütüphaneye ve mallarını satmayı başarmış yazarların bunu nasıl yaptıklarına dair sırlarla dolu dergilerin durduğu okuma salonuna giderken de bunun pişmanlığıyla doluyordu." (s. 108)

"Hikayeleri de benzer şekilde iade ediliyordu. Onları tekrar tekrar okuyor ve o kadar beğeniyordu ki işin içinden çıkamıyor, neden reddedildiklerini anlayamıyordu." (s. 109)

"Henüz yazdıklarının hiçbiri kabul edilmemişti. Kırk kadar metni, sınırsız bir dergiler dairesi içinde sürekli seyahat halindeydi. Öteki yazarlar nasıl yapıyorlardı acaba? Kütüphanenin okuma salonunda saatler harcayarak diğerlerinin ne yazdığına bakıyor, hevesle ve eleştirel bir gözle inceliyor, kendi yazdıklarıyla karşılaştırıyor, sırrını keşfedenlerin yazılarını satmalarını sağlayan o gizemli püf noktasının ne olduğunu öğrenmeye çalışıyordu. Gazete ve dergilerde basılan ruhsuz hikayelerin muazzam sayısına hayret ediyordu. Azıcık bile ışık yoktu, hayat yoktu, renk yoktu onlarda. ... Uçsuz bucaksız sorunlarla, hayallerle, kahramanca mücadelelerle dolu böylesine tuhaf ve harika bir hayat varken bu hikayelerde hayata dair sadece beylik laflar yer alıyordu. Halbuki Martin hayatın baskı ve gerilimini, heyecan ve alın terini, şiddetli isyanını hissediyordu; asıl yazılması gereken buydu işte! ... Yoksa dergilerin editörleri de sıradan insanlar olduğu için mi böyle acaba, diye sordu kendine. Ya da hayattan mı korkuyorlardı bu yazarlar, editörler ve okurlar?" (s. 135)

"Editörlerin kanlı canlı insanlar olduklarından şüphe etmeye başladı. Sanki bir makinenin dişlisi gibiydiler. Gerçekten de öyleydi, bir makineydiler. Hikayelerine, makalelerine ve şiirlerine ruhunu dökmüş, sonra da o makineye emanet etmişti Martin Eden. ... Bu sürecin makineye feci şekilde benzemesini sağlayan da o ret yazılarıydı; belli bir kalıp halinde basılmış olan bu matbu yazıların yüzlercesi ulaşmıştı ona. İlk dosyalarının her birine ondan fazla ret yazısı düşüyordu. Hepsini reddetsinlerdi, ama yeter ki bir satır, tek bir satır özel ve kişisel bir not görüp sevinseydi. Ancak tek bir editör bile varoluşuna dair tek bir kanıt göndermedi. Martin, diğer uçta kanlı canlı bir insan değil de, iyi yağlanmış ve makinenin içinde güzel güzel dönen çarklar olduğu sonucuna varmasın da ne yapsındı..." (s. 137)

"Sıkı bir savaşçıydı, mücadeleye tüm ruhuyla girerdi, inatçıydı ve gerekirse yıllar boyunca o makineyi beslemekten memnuniyet duyardı. Ama artık kan kaybından ölmek üzereydi ve mücadelesinin sonucunu yıllar değil, haftalar içinde almak zorundaydı." (s. 137)

"Kimsenin yol göstermediği, teşvik etmediği, hatta cesaretini kırdığı Martin, karanlıkta da olsa mücadelesini sürdürüyordu. Gertrude bile ona kuşkuyla bakmaya başlamıştı. Önceleri yapmak istediklerini Martin’in aptalca işleri olarak görüp ablaca bir şefkatle yaklaşmıştı, ama artık iş kardeş dayanışmasından çıkmıştı ve Gertrude giderek daha çok tedirgin oluyordu. Ona göre kardeşinin aptalca işleri artık deliliğe dönüşüyordu. Martin bunu fark edince, Bernard Higginbotham’ın sürekli kusur bulan dırdırcı memnuniyetsizliğinden çok daha fazla acı veren ince ve keskin bir sızı hissetmişti. Martin’in kendine güveni tamdı ama kendine yalnızca kendisi güven duyuyordu. Ruth bile güvenmiyordu ona." (s. 137)

"Benim sevgili masam... Seninle ne kadar mutlu saatlerimiz geçti. Aslına bakarsan, bana iyi bir arkadaş oldun. Beni hiç yarı yolda bırakmadın, ret yazısı vermedin, aşırı çalıştım diye asla şikayetçi olmadın." (s. 149)

"Bugüne kadar hiçbir yazısı kabul edilmemişti. Kırk kadar yazısı dergilerde dolaşıp duruyordu. Diğer yazarlar bunun nasıl becermişlerdi?" (s. 150)

"Aynaya yaklaşıp kendi kendine yakından baktı ve kahkahalarla güldü. ‘Biraz histeri, biraz da melodram ha?’ diye sordu. ‘Boş ver, olur böyle şeyler. Peynir Surat’ı çiğnemiş adamsın, isterse iki kere on bir yıl sürsün, bütün o editörleri de ezip geçersin. Burada duramazsın. Devam etmek zorundasın. Biliyorsun ki sonuna kadar gitmek zorundasın." (s. 158)

"Bugün, içinde yazmaya yer olmayan yeni bir savaş başlıyordu. Evini ve ailesini arkasında bırakıp giden birinin hüznüne benzer bir üzüntü kapladı içini. Köşede duran dosyalarına baktı. Buydu işte. Onlardan kaçıyor, zavallı, itibar edilmemiş, hiçbir yerde kabul görmemiş bu çocuklarından uzaklaşıyordu. Yanlarına giderek eline alıp karıştırmaya, oradan buradan göz gezdirmeye, en sevdiği cümleleri okumaya başladı. ... ‘Anlamıyorum’ diye mırıldandı. ‘Belki de asıl anlamayanlar, editörlerdir. Bu hikayede ters bir şey yok. Her ay daha kötülerini yayımlıyorlar. Yayımladıkları her şey bundan çok daha beter, her şey... Neyse.’ " (s. 160)

"Martin küçük odasında yaşıyor, uyuyor, çalışıyor ve yazıyordu." (s. 223)

"Yazıları nedeniyle hayal kırıklığı yaşıyordu. Kimse satın almıyordu onları. Gazetelerde, haftalık dergilerde, ucuz yayınlarda gördüğü yazılarla karşılaştırdı ve kendisininkilerin daha iyi olduğuna karar verdi; ortalamaya göre çok daha iyiydi, ama yine de kimseye satamıyordu. ... İki gazete grubunun adresini buldu ve öykülere boğdu onları. Yirmi öykü yazıp tekini bile yayımlatamayınca bıraktı. Sonra gazete ve dergilerde, hiçbiri kendisininkilerle kıyaslanmaya bile değmeyecek onlarca öykü okumaya devam etti." (s. 231)

"Bir şeyler yapabilecek bir adam, bunu değerli bulmadığı için yapmıyor ve kalbinin derinliklerinde, her zaman bunu yapmadığı için pişmanlık duyuyor, bunu yapmanın getireceği ödülleri gizliden gizliye alaya alıyor, ama daha da büyük bir gizlilik içinde, bunu yapmış olsaydı yaşayacağı keyfin ve alacağı ödüllerin özlemini çekiyor." (s. 281)

"Bu dönemde bazı büyük aylık ve üç aylık dergilere yazdığı mektuplara gelen cevaplardan, talep etmedikleri makaleleri değerlendirmeye almadıklarını, yayımladıkları yazının çoğunun alanlarında otorite konumunda olan tanınmış uzmanlara verdikleri siparişler üzerine yazıldığını öğrendi." (s. 290)

"Yaz, Martin için hayli sıkıntılı geçti. Dosyaları değerlendiren danışmanlar ve editörler tatile çıkmış ve normalde kararlarını üç haftada bildiren yayınlar, şimdi cevap süresini üç aya uzatmışlardı, hatta daha geç cevap verdikleri de oluyordu." (s. 291)

" - Bence güzeller, çok güzeller. Peki ama bunları satabilir misin? Ne demek istediğimi anlıyorsun. Senin bu yazdıklarının bir faydası yok. Bir sorun var, belki de piyasadadır ama sonuçta para kazanamıyorsun. Lütfen beni yanlış anlama sevgilim. Çok hoşuma gitti, çok gururlandım, başka türlü olsaydı gerçek bir kadın sayılmazdım, çünkü bu şiirleri bana yazdın sen. Ama bu şiirler bizim evlenmemizi sağlamıyor. Görmüyor musun Martin? Paragöz olduğum için böyle konuştuğumu sanma. Aşkımız nedeniyle. Geleceğimizi düşünmem lazım ve ben de bu sorumluluğumu yerine getiriyorum. Birbirimize açıldığımızdan bu yana koca bir yıl geçti, ama düğün tarihimiz konuşulmadı bile. Düğünden, evlilikten bahsettiğime bakıp beni haddini bilmez, arsız bir kız sanma; çünkü gerçekten kalbim seninle dolu ve ben de en az senin kadar bu işin içindeyim. Neden bir gazetede iş bulmaya çalışmıyorsun? Neden gazeteci olmuyorsun, en azından bir süre için?

- Üslubum bozulur. Üslup sahibi olabilmek için ne kadar çalıştığım hakkında bir fikrin var mı?

- Peki ya o kısa hikayeler? Onlara değersiz işler diyorsun. Ne kadar çok yazdın onlardan. Üslubunu bozmuyorlar mı?

- Onlar farklı. Onlar, üslup denemeleriyle geçen yorucu bir günün sonunda yazdığım şeyler. Gazetecininse sabahtan akşama yaptığı, buna benzer yazılar yazmaktır; hayatının esası budur. Gazetecinin fırtınalı bir hayatı vardır ama o ana özgüdür, geçmişi ve geleceği yoktur. Üslup derdi yoktur, tek derdi haber yazmaktır. Yani gazetecilik kesinlikle edebiyat değildir. Şu anda, tam da üslubumun belirginleşmeye ve oturmaya başladığı böyle bir zamanda gazeteciliğe başlamak, edebi intihar olur. Zaten bu halde bile yazdığım her kısa hikaye, her kısa hikayemin her kelimesi özümü, kendime duyduğum saygıyı ve güzelliğe duyduğum hürmeti ihlal etmem demek. Feci bir şey bu. Günahım büyük. Bu yüzden de piyasa beni kabul etmeyince takım elbisem rehine gitse bile gizli gizli memnun oluyorum. Ama o ‘Aşk Şiirleri’ni yazmanın keyfi! En asil haliyle yaratma hazzı! Her şeyin telafisi!" (s. 305-306)

"Düşünebildiklerini sanan bu düşünce fakirleri, editörler, hakikaten düşünebilen üç beş kişinin hayatını belirliyor. ... Editörlerin yüzde doksan dokuzunun başta gelen özelliği, başarısızlıkları. Yazar olmayı başaramamışlar. Sakın masabaşı işinin sıkıcılığını, satışların ve işletme müdürünün kölesi olmayı yazarlıktan daha çok istediklerini zannetme. Yazmaya çalışmış ve becerememişler. İşte lanetli paradoks da tam burada. Edebiyatta başarıya açılan her kapının önünde bekçi köpeği olarak onlar, yani edebiyatta başarıya ulaşamamışlar durur. Editörlerin, editör yardımcılarının çoğu ve dergilere, yayınevlerine dosya değerlendirmesi yapan danışmanların hemen hepsi, yazar olmaya çalışmış ama bunu başaramamış kişilerden oluşuyor. Özgünlük ve deha konusunda yargı makamında oturup, matbaaya neyin gidip neyin gitmeyeceğine karar verenler, şu dünyada bu işi yapması gereken son kişiler, yani özgün bir yanlarının olmadığı kanıtlanmış, ilahi kıvılcımın yanlarına bile uğramadığı belli olmuş bu adamlar. Onların ardından yine bir başka başarısızlık abidesi olan eleştirmenler gelir. Sakın bana o rüyayı görmediklerini, şiir ya da roman yazmayı denemediklerini anlatma; denemiş ama becerememişlerdir. Neden ortalama bir eleştiri, balıkyağından bile fazla mide bulandırır? Eleştirmenler ve kendini eleştirmen sananlar hakkında ne düşündüğümü zaten biliyorsun. Büyük eleştirmenler yok değil, ama sayıları kuyrukluyıldızlar kadar azdır. Yazar olmayı beceremezsem, editörlükte kendimi kanıtlarım, merak etme. Her halükarda, benim için kolay ekmek kapısı." (s. 307-308)

"Beni seviyorsun. Peki beni neden seviyorsun? Bende beni yazmaya zorlayan şey neyse, seni bana çeken de o. Beni seviyorsun, çünkü tanıdığın ve sevebileceğin herkesten farklıyım. Masabaşı işleri için, muhasebecide çalışmak için, küçük iş meseleleri üzerinde didişmek, mahkemelerde tartışmak için yaratılmadım ben. Bana böyle şeyler yaptırır, beni diğer adamlara benzetir, onların işlerine sokar, onların soluduğu havayı solutur, onların bakış açılarını kafama yerleştirirsen, işte bu farklılığı, beni, sevdiğin şeyi yok etmiş olursun. Yazma arzum, içimdeki en hayati şeydir benim. Odunun biri olsam, ne ben yazmayı arzulardım ne de sen koca olarak beni." (s. 314)

"Yazabildiğini anlıyorum. Gözüm kapalıyken bile görürüm bunu. Tabii yazdıklarında öyle bir şey var ki bütün dergilerin kapısı suratına kapanıyor. Buna yürek denir ve dergilerde asla bu malın alıcısı yoktur. Onlar istedikleri tek şey olan yıkama yağlamayı, vıcık vıcık çamuru istedikleri kadar bulurlar ama senden değil." (s. 325)

"Size neden geldiğimi söyleyeyim. Hepinizin bu kadar sevdiği hikayenin parasını almaya. Hikaye yayımlandığında bana ödeyeceğinizi vaat ettiğiniz para beş dolardı sanırım." (s. 340)

"Dosyası, unutulmuş vaziyette masanın üzerinde yatmaya devam ediyordu. Hazırladığı bütün dosyalar artık masanın altındaydı." (s. 397)

"Ne yapacağını bilmiyordu. Bildiği tek şey, hayatının bir dönüm noktasına geldiğiydi. Eriştiği bu dönemi ustalıkla tamamlamaya çalışıyordu. Gelecek konusunda endişelenmiyordu. Geleceğin ona neler getireceğini kısa süre içinde görecekti zaten. Gelecek ne getirirse getirsin, onun için önemli değildi. Zaten görünüşe göre artık hiçbir şey önemli değildi." (s. 399)

"Sabah turunu atan postacının sesiyle uyanana kadar deliksiz bir uyku çekti. Yorgun ve enerjisiz hissediyordu kendini, mektupları rastgele gözden geçirdi. Soyguncu bir dergiden gönderilen ince zarftan, yirmi iki dolarlık çek çıktı. Bir buçuk senedir isteyip duruyordu. Çekin miktarına büyük bir kayıtsızlıkla baktı. Eskiden bir dergiden çek gelince duyduğu büyük heyecan kalmamıştı şimdi. Eski çekler gibi değildi elindeki, artık büyük şeyler olacak vaadiyle yüklü değildi. Yiyecek bir şeyler alabileceği yirmi iki dolarlık bir çekti, hepsi bu." (s. 407)

"Martin ne gülüyor ne de diş biliyordu. Bütün bunların onda yarattığı şey, büyük bir hüzündü. Başta aşk olmak üzere tüm dünyasının yıkılışı yanında, dergiciliğin ve aziz kamuoyunun iflası çok da önemli sayılmazdı." (s. 410)

"Editörlerin iki yıldır ısrarla reddettikleri şeyleri şimdi kabul etmek kafalarına nereden esmişti, Martin’in aklı almıyordu." (s. 412)

"Martin bir gün ne kadar yalnız olduğunu hissetti. Sağlıklı ve güçlüydü ama yapacak bir şeyi yoktu. Okumayı ve yazmayı kesmesi, Brissenden’in ölümü ve Ruth’tan ayrılması hayatında büyük bir boşluğa neden olmuştu; içindeki yaşam gücü, kafelerde güzel zaman geçirmek ve Mısır sigarası içmek dışında bir şey yapmamaya isyan ediyordu. Güney Denizlerinin onu çağırdığı doğruydu ama daha Birleşik Devletler’de işini bitirmediğini hissediyordu. Yakında iki kitabı basılacak olması dışında başka kitapları da yayımlanabilirdi. Bu kitaplardan iyi kazanıp oralara kesesi dolu vaziyette gidebilirdi. ... Vadi ve koy, Martin’in merkezi olacaktı. Tati gibi sazdan pederşahi bir ev yapacak, vadisini ve uskunasını esmer uşaklarla dolduracaktı. Evinde Taiohae’nin ileri gelenlerini, ticaret gemilerinin kaptanlarını ve Güney Pasifik’teki en sağlam başıbozukları ağırlayacaktı. Evinin kapısı herkese açık olacak ve prensler gibi eğlenecekti. Kitapları ve bir hayalden ibaret olan dünyayı da böylece unutur giderdi. ... Bir daha asla yazmayacaktı. Bu konuda karar kesindi. Ama kitaplarının yayımlanmasını beklerken de içine girmiş olduğu umursamaz hal içinde salak salak yaşayıp gitmek yerine bir şeyler yapması gerekiyordu." (s. 415-416)

" ‘Güneşin Utancı’ ekim ayında basıldı. Ekspres postayla gönderilen paketin ipini kesip yazar hakkı altı adet nüshanın masaya saçıldığını görünce Martin’in üzerine ağır bir hüzün çöktü. Fazla değil, birkaç ay önce olsaydı yaşayacağı muazzam sevinci, o an içinde bulunduğu umursamaz soğuklukla karşılaştırdı. Kitabı, ilk kitabı yayımlanmış, ama nabzı biraz olsun hızlanmamıştı bile, kederliydi sadece. Bunun pek bir değeri kalmamıştı. En fazla biraz para getirirdi, ama artık parayı da umursadığı yoktu." (s. 427)

"Bu arada elindeki dosya yığınını eritmekle meşguldü. Editörlerden gelen isteklerden bıkmıştı. Üslup sahibi bir yazar olduğu, üstelik bu üslubun da insanların çok hoşuna gittiği anlaşılmıştı. ... Bu dosyaların, tam da şimdi çılgın gibi isteyen dergiler tarafından reddedildiğini asla unutmuyordu. Üstelik ne kadar da soğuk, önceden hazırlanmış belli bir tavır içeren, kalıplanmış bir tutumla gelen reddiyelerdi. Çok terletmişlerdi Martin’i; şimdi o da onları uğraştırmak istiyordu. ... Yeni bir şey yazmak için taahhütte bulunmayı kesin olarak reddediyordu. Tekrar kağıdın başına oturmanın düşüncesi bile deli ediyordu onu." (s. 434)

"Martin kızgın değildi. Efendilik bende kalsın diyor da değildi. Sadece tükürdüğünü yalamak nasıl bir histir, bunu düşünerek Bay Morse’a tahammül etti. Daveti geri çevirmedi. ... Bu arada içinde büyümekte olan o küçük şey, Martin’in kafasını karıştırmaya devam ediyordu. Kimsenin yemeğe davet etmediği açlık günleri geldi aklına. Asıl yemeğe o zaman ihtiyacı vardı, asıl o zaman midesine bir şey girmediği için zafiyet geçirmiş, halsiz kalmış ve düpedüz açlık nedeniyle kilo kaybetmişti. Yaşadığı açmaz buydu. Asıl yemeğe ihtiyacı varken kimse onu davet etmemişti ama şimdi binlerce yemek satın alabilecek durumdayken ve tersine iştahı giderek azalırken sağdan soldan peş peşe yemek davetleri yağıyordu. Neden? Ona kalırsa, en ufak bir hakkaniyet yoktu bu işte... Martin değişmemişti. Eskisine göre hiç de daha marifetli değildi. Elinden çıkmış olan bütün iş, daha önce yazılmış olan eserlerden ibaretti. Halbuki Bay ve Bayan Morse onu boş gezenin boş kalfası olarak mahkum etmiş ve Ruth aracılığıyla bir ofiste katip olarak çalışması için zorlamışlardı. Yazmış olduğu eserlerden haberleri varken hem de... ... Şimdi Morse’ların kendisini yemeğe davet etmelerine yol açan şey ise adının bütün gazetelerde görünüyor olmasıydı. Kesin olan tek şey vardı: Morse ailesi Martin’i kendisi için veya eserleri için istiyor değildi. Kendisi ve eserleri için istemiyorsa, o zaman şöhreti için, tanınmış olduğu için ve bir de –neden olmasın?– yüz bin dolar parası olduğu için istiyor olmalıydı. ... Ancak Martin, mağrur bir adamdı. Böyle kıymetlendirmelere tenezzül etmezdi. Kendi olduğu için veya netice itibariyle kendisinin bir ifadesi olan o eserleri ürettiği için değer görmek istiyordu." (s. 439-440)

"Kafasındaki küçük şey böylece giderek büyüyordu. Sağlıklı ve normaldi; düzenli yemek yiyor, uzun saatler boyunca uyuyor, ama kafasındaki o küçük şey giderek bir saplantıya dönüşüyordu. O kitaplar yazılmıştı. Beyninde dolanıp duruyordu bu cümle. ... O kitaplar yazılmıştı! O zaman beni aç bırakan, evini yasak eden ve düzenli bir işe girmiyorum diye lanetleyen siz, o zaman yazıldı. Şimdi sizin aklınızda, benimse ağzımda evirip çevirdiğim, ama hiçbirimizin asla dile getirmediği bu düşünceler yerine ne söylesem saygıyla dikkat kesiliyorsunuz. Ağzımı açıp gözümü yumsam, suratınıza karşı topunuz çürümüşsünüz; içiniz yolsuzlukla, hırsızlıkla, rüşvetle dolu diye konuşsam öfkeden kudurmak yerine kem küm edip isabet buyurdunuz dersiniz. Neden? Çünkü ünlüyüm, çok param var. Martin Eden olduğum, iyi biri olduğum ve salak sayılmayacak biri olduğum için değil. Size desem ki gökteki ay bir kalıp peynirdir, hemen bu fikrin müridi olursunuz, olmasanız da reddetmezsiniz, çünkü benim dağlar kadar dolarım var. Hem de hepsini uzun zaman önce kazandım, çünkü eserlerimi yazmıştım; tam da ne zaman, size diyeyim, ayağınızın altındaki toz gibi üzerime tükürdüğünüz zaman." (s. 441-442)

"Tanrım! Halbuki o sırada ben açlıktan geberiyor ve giysi diye üzerime paçavralar geçiriyordum diye düşündü. Neden o zaman davet etmediniz yemeğe? Tam zamanıydı oysa. O hikayeler o zaman yazılmıştı. O işlerim sayesinde bana şimdi yemek yediriyorsunuz; neden ihtiyacım olduğunda yedirmediniz? Tek bir kelime değişti mi o günden bugüne? Hayır. Siz o zaman yazılmış eserlerim yüzünden karnımı şimdi doyuruyorsunuz. ... Demek ki karnımı ne onlar için ne de yazdığım herhangi bir şey için doyuruyorsunuz. Bana yemek yediriyorsunuz, çünkü beni doyurmak moda olmuş, çünkü bütün güruh Martin Eden’a yemek ısmarlamak için çıldırıyor." (s. 446)

"Zihni olağanüstü aktifti. Düşünceleri bir daire etrafında dönüyor, dönüyor; o dairenin merkezinde yer alan ‘kitaplar yazılmıştı’ cümlesi, asla ölmeyen bir kurtçuk gibi beynini yiyordu. Sabahları gözünü bu cümleye açıyordu. Geceleri rüyalarını işkenceye çeviren, yine aynı cümleydi. Duyuları aracılığıyla içine nüfuz eden etrafındaki hayata dair her şey hemen ‘kitaplar yazılmıştı’ cümlesiyle ilişkileniveriyordu. Amansız bir mantık silsilesi içinde, kendisinin önemli biri olmadığı, hatta bir hiç olduğu sonucuna doğru yol alıyordu." (s. 450)

" - Senin için ölürüm!

-Neden daha önce göze almadın? İşim gücüm yokken... Açlıktan ölürken... Şimdi kimsem o zaman da aynı adamdım, insan olarak, sanatçı olarak aynı Martin Eden’dım; o zaman neden yapmadın? Kafamı duvarlara vura vura sorduğum soru buydu. Sadece senin için değil, herkes için sordum. Görüyorsun değil mi, değişmedim ben. Gerçi bana biçilen kıymetteki gözle görülür ve ani artık nedeniyle bu konuda sürekli şüphelerimi gidermem gerekiyor ama değişmedim. Aynı kemiklerim üzerinde aynı ten, ellerimde aynı, ayaklarımda aynı on parmak. Aynı adamım. Ne yeni bir erdem sahibi oldum ne de yeni bir gücüm var. Beynim, eski beyin. Edebiyatta veya felsefede yeni bir fikir ortaya atmadım. Kimse beni istemezken hangi kıymete sahipsem şimdi de öyleyim. Şu anda kafamı en çok kurcalayan şey, beni neden istedikleri. Beni kendim olduğum için istiyor olamazlar çünkü hala eskiden istemedikleri kişiyim. Demek ki beni başka bir şey için, benim dışımda bir şey için, ben olmayan bir şey için istiyorlar! Sana bu şeyin ne olduğunu söyleyeyim mi? Gördüğüm kabuldür bu. Halbuki o kabul ben değilim. İnsanların kafalarındaki bir şey o. Bir de kazandığım ve kazanacağım paralar için istiyorlar. Halbuki o para da ben değilim. Para bankada duran, herkesin cebinde olan bir şey. Sen de mi bunun için, kabul ve para için istiyorsun beni?" (s. 457)

"Ama artık çok geç. Ben hasta bir adamım. Hayır, bedenim değil, ruhum hasta, beynim hasta. Bütün değerlerimi kaybettim sanki. Hiçbir şeyi umursamıyorum. Birkaç ay önce gelseydin her şey çok farklı olurdu. Ama artık çok geç. ... Ben hastayım, çok hasta. Şu ana kadar hastalığımın ne kadar ilerlediğini anlamamıştım. Bir şeyler uçup gitmiş benden. Hayattan hiç korkmamışımdır, ama bir gün hayata doyabileceğimi hiç hayal etmemiştim. Hayat beni o kadar doyurmuş ki hiçbir şeye arzu duymuyorum. Duysaydım, şu anda seni istemem lazımdı. Ne kadar hasta olduğumu anlıyor musun?" (s. 461-462)

"Durumun umarsızlığı çöktü içine. Bütün açıklığıyla Gölgeler Vadisi’nde olduğunu gördü. İçindeki hayat giderek sönüyor, yavaş yavaş ölüme doğru ilerliyordu. Ne çok uyuduğunu ve buna rağmen ne çok uyumak istediğini fark etti. Halbuki eskiden uykudan nefret ederdi. O zamanlar uyku, hayatının kıymetli anlarını çalıyordu. Yirmi dört saatte dört saat uyku, dört saatlik hayatın elinden alınması demekti. Nasıl da çok görürdü uykuyu! Oysa şimdi çok gördüğü şey hayattı artık. Hayat güzel değildi; tatsızdı, acıydı. En vahimi de buydu. Yaşamayı arzu etmeyen bir hayat, sona erme yoluna girmiş demektir." (s. 470)

"Çok uyudu. Kahvaltıdan sonra güvertedeki koltuğuna gömülüp eline asla bitiremediği dergisini alıyordu. Matbu sayfalar bıkkınlık vermişti ona. İnsanların bu kadar çok yazacak ne bulduğuna hayret ediyor ve bu konuya kafa yorarken koltuğunda sızıp gidiyordu. Öğle yemeği çanı çalıp uyanması gerektiğinde asabı bozuluyordu. Uyanık olmak, onu memnun etmiyordu." (s. 474)

"Hayat hastalıklı bir şeydi, daha doğrusu hastalıklı bir hale gelmişti; dayanılmaz bir şeydi. Hayat acı veren bir bezginliğe dönüşünce, ebedi uykusuyla ölüm teselliye hazırdı. O zaman ne bekliyordu? Artık gitme vaktiydi." (s. 477)

"Ölüm acı vermezdi. Hayattı, hayatın sancısıydı bu feci, bu insanı boğan his. Hayatın Martin’e vurduğu son darbeydi. ... Dipte bir yerde karanlığın içine düştü. Bu kadarını fark edebildi. Karanlığın içindeydi artık. Bunu fark ettiği anda da farkındalığı sona erdi." (s. 480)

SİNEMADA İKİ FİLM

Son günlerde sinemada iki filme gittim. İlki, The Substance. Yani Cevher. Bence mutlaka görülmesi gereken, ama son derece rahatsız edici bir...