22 Eylül 2022 Perşembe

"EDEBİYAT İŞPORTACILARI"

Blog'umda yayımladığım son yazının üstünden tam bir hafta geçti ki, bugün, yazımda kısmen yer verdiğim bir konuyla ilgili, başka bir yazı çıktı karşıma. Yazan, Thomas Bernhard. Daha doğrusu konuşan. Jean-Arthur Rimbaud’un 100. Yaş Günü Anısına başlıklı bir konuşmasında söylemiş bunları, sonradan yazıya geçirmiş ve ben de Yapı Kredi Yayınları, yani YKY’den çıkan Hakikatin İzi kitabında gördüm bunu, kitapçıda, kitabı karıştırırken: "Kendimizi kandırmayalım; muazzam, heyecan veren, katıp katıştıran ve sakinleştiren kalıcı şeyler, kuzukulağı gibi çayırda bitmezler! İnsanın derinlere bakmasını sağlayan manidar bir mısra her gün, her yıl ortaya çıkmaz. Makine böylesine temel bir hamle yapmadan ve bize bir tane, belki sadece bir tane önemli bir dünya edebiyatı eseri ulaştırmadan önce hep birkaç bin tane kitabın basılıp atılması gerekir. Sürekli rağbet gören şeylere asılıp ayyaşların oturduğu birahanelere kadar sesini ulaştıranlar, dergi şairleri ve işi bazen Nobel Ödülü almaya kadar vardıran edebiyat işportacıları, çoğunlukla allanıp pullanmış boş lakırdılardan ve moda üretiminden ibarettir. Edebiyatta asıl mesele asli olandır, temel olandır, Jean Arthur Rimbaud gibiler."

Peki o yazımda ben ne yazmıştım? "Hep aynı üç beş ismin kitapları görünürde, diğerlerini ara ki bulasın. Bir insanın bir kitabevine gidip de yeni bir yazar keşfetme şansı çok düşük. Zaten kafasında bir yazar ismi oluyor, doğrudan onun kitabını almaya gidiyor. (...) Geçen gün, bir internet sitesinde, "sonbaharın öne çıkan kitapları" diye bir liste gördüm. Böyle listeleri okuyarak (en azından yerli) yeni bir yazar keşfetmenin imkanı yok. Hep bildiğimiz, popüler, ana akımda zaten reklamları dolaşımda olan yazarların tanıtımı yapılıyor. Birisi de demiyor ki daha alternatif/pek bilinmeyen yazarlara yer verelim. Yok. Hep aynı, aynı, aynı isimler..."

Sevgiler. :)

Kitap linkleri

twitter.com/ofluoglumert

instagram.com/ofluoglumert

15 Eylül 2022 Perşembe

NASIL GEÇTİ HABERSİZ, BİR YAZ DAHA MARMARİS'TE...

Bu yaz da bitiverdi işte... Sonbaharın habercisi gibi begonviller dökülmeye, sıcaklıklar azalmaya, güneş tepelerin ardında artık daha erken kaybolmaya başladı -sinekler ve arılar arttıkça arttı ama. Yaz genel olarak yine evde, verandada ve tabii bisiklet üstünde geçti. Bilgisayarımı açıp bir şeyler yazdım, çalıştım; her zamanki Mert işte. Kalk, yaşıtların gibi barlara, alemlere, partilere git, kop kop, di mi, ı-ıh, hiç yok bende o işler. Ben dergimi kitabımı alır, gölge bir yerde okur, hayal alemlerine dalarım. Genç olduğumu ele veren tek şey, bıkıp usanmadan kullandığım şu sosyal medyam. Twitter ve Instagram hesaplarımdan beni takip edenlerle anbean paylaştım yine her şeyi. Paylaşımlarım yine daha çok edebiyat, kitaplar, filmler, şarkılar ve gündem hakkında oldu. Hani bu sosyal medyayı yoğun kullanımım da olmasa, sahi yaşlandım mı ben, diye kendimden şüphe edeceğim. Etrafımda gördüğüm gençler gibi değilim çünkü pek. Daha farklı dertlerim, meselelerim, kaygılarım varmış gibi geliyor. Bilmiyorum ya, pek bu zamanın insanı değilim ben zaten...

Bu yaz mevsiminin önemli bölümünde yine Marmaris'teydim. 50 derece sıcakta, bir de bilgisayarın sıcağı, vallahi de billahi de piştim yaz boyu. İki tane Rus komşu çocuk vardı, çok yaramazdılar, hep koşturup durdular, "Babuşka! Babuşka!" diye bağırdılar. Kate Bush’ın şarkısı değil miydi o? Şimdi popüler bir diziyle yeniden moda olmuş kadıncağız, ohoooo, ben onu taaa ne zamandır bilir, severim. Hatta son kitabım Uçurum Zamanı için hem kitabın içinde yer verdiğim hem de Spotify'da oluşturduğum şarkı listesinde Kate Bush da vardı. Eski, kıymetli, değerli bir şeyin saçma sapan bir kapitalizm çılgınlığıyla yeniden dillere düşmesine de sevineyim mi üzüleyim mi bilemiyorum, neyse. Çöl sıcaklarına dönecek olursak, şikayetim var sanmayın sakın. Sonuçta yaz tatiline İzlanda’ya gelmedim ki, Marmaris’e geldim, elbette sıcak olacak. Klima insanı olmadım hiçbir zaman. Çalıştırmıyorum kardeşim klima falan. Ben buraya terlemeye geldim. 

Terlemeye gelmişken, bir de gidip eski mekanları kontrol edeyim dedim, bakayım bu fiyat zamlarını onlar neye ne kadar yansıtmış diye. Fiyat çılgınlığı artık ciddi ciddi alıp başını gitmiş vaziyette. İki sene önce 35 liraya yediğim cheesecake, şimdi olmuş 85 lira! 85 lira! Aynı yerde kahvaltı ise “sadece” 125 lira. Yani bir oran/orantı problemi de var. Cheesecake yiyemeyen kahvaltı yapsın dercesine… Kafenin sahibi olduğunu tahmin ettiğim yaşlıca adam da, girişteki menüyü uzun uzun incelediğimi görünce, dönüp bana ne dese beğenirsiniz: “Seni kim gönderdi?!” Şaştım kaldım. Aslında adamı iyice huylandırmak için “Beni karşı pastane ajan olarak gönderdi!” demek vardı ya, neyse. “Turistim abicim ben,” dedim, “Ben masumum polis bey!” edasıyla. Menüyü inceliyordum sadece… Amca da sorgulayıcı işletmeci modundan bir anda müşteri velinimettir düsturuna geçerek, “İyi tatiller, hayırlı günler efendim” demeye başladı. Bu numaraları yemezler amca, o fiyata o cheesecake’i de yemezler. Ama yiyorlarmış. “Yetiştiremiyoruz, kapış kapış gidiyor” diyor. “Oh oh kazanın kazanın, daha çok kazanın” diyerek olay yerinden sakince uzaklaşıyorum. Bu arada kafama takılıyor: 26 yıllık daimi turistim ama, gene de turist sayılırım, değil mi? 

Bu pahalılık ne olacak böyle, bilmiyorum. Her şeyin fiyatı arttı, artıyor ve artacak. Maaşlarımızsa aynı ölçüde artmadı. Dahası, maaş filan da yok, işsiziz. Sabahları fırına gidip 5 liraya simit almak düşündürüyor beni... 10 lira da olsa, yine de alacakmışız gibi geliyor. Alıştık artık pahalılığa. Paketli bisküviler 1 liradan ne ara 10 liraya çıktı mesela? 1.5 kiloluk yoğurtlar 10-15 lirayken hangi ara çaktırmadan 39.99 lira oldu? Bu soruların yanıtını hem bilmiyoruz hem de çok iyi biliyoruz... Geçen yıl bu zamanlarda 6 liraya aldığım Tadım ay çekirdeği şu an 18 lira oldu. Bir yıl içinde 6-8-10-12-13-15-17-18 olarak değişimine bizzat tanıklık ettim. Daha çok da bu son 3-6 ay arasında oldu her şey. Artık her hafta fiyat artıyor. Haftaya da eminim 20 olur mesela. Dün televizyonda Aslı Şafak'ı izliyordum, Ayhan Sicimoğlu konuktu. Aslı Şafak bir ara ona, pahalılık bu kadar artmış gitmişken gezi programı gereği yiyip içerken ne hissettiği minvalinde bir şey sordu. Ayhan Sicimoğlu da, önce pazarları gezdiğini, pazarlarda bile insanların artık meyve sebzeye bakıp geçtiğini söyledi. "Meyve müzesi" gibi... Orada duruyorlar, sergileniyorlar ama senin satın almaya paran yok artık. Para, pul oldu. Ya otobüsler bile uçak fiyatı olmuşken, ne desek boş! Pegasus ve THY'de tek yön 2.500 liraya bilet gördü bu gözler yazın. Eskiden yurt dışına gittiğimiz uçak yolculuklarını şimdi yurt içi için ödüyoruz. Ya da ödeyemiyoruz. Her şey çok pahalı! Yine dün izlediğim programdan, bu sefer başka bir örnek: Sokak röportajında gençlere "300 yıl yaşasanız ne yapmak isterdiniz?" diye soruldu, stüdyodaki Şafak ve Sicimoğlu'nun da eleştirdiği bir cevap şuydu: "Fatih Terim'i yeniden Galatasaray başkanı yapmak!" Sana 3oo yıl yaşayacaksın diyorlar ve senin vizyonun bu mu? Belki de yazının başında kendimi zamane gençlerine benzetmeme sebeplerimden biri de budur. Yüzeyselcilik, paraya/şana/şöhrete düşkünlük, cebindeki 49 lirayı plastik bardaktaki kahveye verirken kitaba asla vermeme, dış görünüşe takıntılı olma, ama içi bomboşluk... Elbette vardır benim gibi hassas ruhlular da bir yerlerde... Vardır, değil mi?

Yazıyı bitirirken, önümden Rus bir kadın bana gülücükler atarak geçiyor (ciddiyim). İki gündür de benimle ilgileniyor, kaş göz ediyor, bir şeyler yapıyor sanki, garibim, beni etkilemek için dış güzelliğin yetmeyeceğini bilmiyor. Ha bak ressamım, yazarım, şairim, heykeltıraşım, tiyatrocuyum falan dese, yine bir derece, ama orada da gözden kaçırdığı bir nokta var: Ablacım, benim alın yazımda maskeli bir gelin var, o sen değilsin. Neticede korona yeniden "pik", üstüne maymun çiçeği geldi, bir de domates gribi diye bir şey okudum geçen haberlerde, iyi mi? Olmayan ruhsal sağlığımız bu ekonomik ve toplumsal belirsizliklerle birlikte yeniden diplere vurdu. Ne dersiniz, vakit, İstanbul'a dönünce -ki dün itibariyle döndüm- psikoloğa başlama vakti midir?  

 
Sia Kitap'tan çıkan Sözlerin Ağırlığı'nı bu yaz okudum, sosyal medyada da oldukça bahsetmiştim kitaptan. Uzun zamandır okuduğum en derinlikli, en yoğun kitaplardan. Şiddetle tavsiye. 

 
 İş Bankası Kültür Yayınları'ndan çıkan Meselenin Özü, Graham Greene ile tanıştığım kitap oldu.

 
 
Bu kitabın yazarını tanıyorum.
  
Uçaktan iner inmez Bağdat Caddesi'ndeki Penguen Kitabevi'ne gittim. Marmaris'te pek kitapçı yok, olanlarda da hep aynı üç beş yazarın kitabı yazılıyor, çeşit yok. Hoş, büyük kitapçılarda çeşit var da ne oluyor? Hep aynı üç beş ismin kitapları görünürde, diğerlerini ara ki bulasın. Bir insanın bir kitabevine gidip de yeni bir yazar keşfetme şansı çok düşük. Zaten kafasında bir yazar ismi oluyor, doğrudan onun kitabını almaya gidiyor. Başkasını bulmak, keşfetmek istemiyor, belki öyle bir amacı da yok, belki de sırf "o günlerde o kitap popüler" diye onu almak istiyor, başkası popüler olsaydı, o başkasını alacaktı. Geçen gün, bir internet sitesinde, "sonbaharın öne çıkan kitapları" diye bir liste gördüm. Böyle listeleri okuyarak (en azından yerli) yeni bir yazar keşfetmenin imkanı yok. Hep bildiğimiz, popüler, ana akımda zaten reklamları dolaşımda olan yazarların tanıtımı yapılıyor. Birisi de demiyor ki daha alternatif/pek bilinmeyen yazarlara yer verelim. Yok. Hep aynı, aynı, aynı isimler... Bu anlamda okurların büyük çoğunluğu da biraz tembel galiba. Araştırmak istemiyor. Önüne sunulanı alıyor. Belki de okurlar bu tembelliğe alıştırıldı.

Bu yaz, beni Twitter'dan takip eden bir hanımefendi, bakın o da beni zaten takip etmekte olduğu için, yani Mert Ofluoğlu diye bir yazarın varlığından haberdar olduğu için, kitaplarımı almaya, Penguen'e gitmiş. Sormuş soruşturmuş, bulamamış. Bana yazınca, ben de ona internette Kitapyurdu'nda bulabileceğini söyledim, "Neyse, en azından kitapçı gezmiş oldunuz" notuyla. O da hemen alıp okumuş. İkisini de. Üç günde bitirmiş. Şaşırdım kaldım hızına. Bir yandan, böyle eline geçireni yalayıp yutan okurlar da var ve bu mutluluk verici. Demek istediğim şu: Belki bir yerlerde EceNilgünDumanKara adında bir yazar var, çok da iyi kitaplar yazıyor, ama ne yapsın, görünür olamamış, onun kitapları öylece depolarda bekliyor, o iyi metinlerinin yolu bir türlü iyi okurlarla kesişemiyor. Onu okusa sevecek olan okurlar da, dönüp dolaşıp yine aynı üç beş yazarın kitabını okuyor.

Haydi kalın sağlıcakla. Ve tabii bol bol kitapla. Benimkileri okursanız yorumlarınızı heyecanla bekeldiğimi söylememe gerek yok, değil mi? Daha az önce 265 TL'lik kitap alışverişi yapmamışım gibi, şimdi yine kitap almaya gideceğim... N'apayım, ben de tesellimi kitaplarda buluyorum. Sevgiler.


Edit: Tam bugün blog'uma yazdığım bu yazıda okur tarafından yeni bir yazarın keşfedilmesinin zorluğundan bahsederken, dün gelen bu mesajı gördüm. Okurumdan izin alarak paylaşıyorum. Benim hala umudum var! :)

Kitap linkleri

twitter.com/ofluoglumert

instagram.com/ofluoglumert





















KİTAP ALINTISI

Yeni romanım Benim Küçük Şaheserim'den bir alıntı:  "Kitaplar onun ecza dolabıydı. Hastalanırsa -ruhu hastalanırsa- hangi kitabı aç...