30 Mart 2017 Perşembe

SİZE BİR KÜÇÜK SORUM VAR!


Merhaba! Acaba diyorum, buradaki günlerimi anlatan bir çizgi roman mı yapsam? 🎨 

Ocak’ta İsveç’e geldiğim ilk andan itibaren başıma gelenleri, ne yediğimi, ne yaptığımı, kış boyu donmayıp nasıl hayatta kaldığımı, mizahi bir dille, özet şeklinde? 

Aşk, entrika, sırlar, ilişkiler, yaşam mücadelesi, bildiğin dizi gibi olur işte? 

Blog'da yayımlarım? Bak bence siz bunu bir düşünün! 

Not: Ben düşünmeye başladım bile! 😉



28 Mart 2017 Salı

GÜNDEMİMDEN KISA KISA...

Herkese merhaba! 7'de kalktım. Hemen her sabah 7'de, hatta bazen 6'da kalkıyorum. Ne yapayım, gün aydınlandıktan sonra uyumak bana zaman kaybı gibi geliyor. Uykumu almak şartıyla tabii. Pazar günü burada saatler 1 saat ileri alınınca, Türkiye'yle aramızdaki zaman farkı 2 saatten 1 saate düştü. Şu an burada saat 8, orada 9. Ben bu yazıyı yayımladığımda burada 9, orada 10 olur. Bu sabah knackebröd, ekmek, lingon reçeli, yumurta, salatalık, Bulgar beyaz peyniriyle yaptığım kahvaltımın ardından şu an İngiliz poşet çayımı içmekteyim bu satırları yazarken, öhöm. Dün sabah markete gittim, aslında taze ekmek almak için gitmiştim ama (yine her zamanki gibi) gördüğüm HER ŞEYİ alarak döndüm. Bu Bulgar beyaz peyniri de onlardan biri... SEK kaç oldu demiştiniz? :)


abdülcanbaz osmanlı tokadı ile ilgili görsel sonucu

Hiç 5000 kelimelik essay yazasım yok... Hem de 3 gün içinde... Burada aldığım dersin hocası bazı şeyleri hep son anda duyuruyor, ayrıca notu da gerçekten kötü, zaten derslere de kimse gelmiyor, o nedenle arada kaldım dostlar! Bir önceki essay'i Tenten hakkında yazmıştım, bunu Abdülcanbaz hakkında yazıyorum, bu çizgi romanı bilir misiniz? Hoca tam olarak ne yazmamız, nasıl yazmamız gerektiğini de söylemiyor, o nedenle cidden kararsızım. Essay yerine roman yazsam, blog yazsam olmaz mı? E yazıyorum işte blogumu! 

Saatler de ileri alındı ya, yok, artık hava kararmıyor burada. Dün dikkat ettim, saat 19.45 falan, hala havanın kararmasını bekliyoruz! 20'ye doğru ancak karardı. Yani Nisan'da, Mayıs'ta iyice uzun günler göreceğiz İsveç'te. 

Bugünlerde Isabel Allende-Canavarlar Kenti kitabını okuyorum.

Yazmadan edemeyeceğim... Oysa geçen hafta ne kadar övmüştüm Cesur ve Güzel'i... Cahide'nin hamile olmadığının bu kadar erken açığa çıkması müthiş bir zamansızlık, müthiş bir senaryo hatası... Sezon finalinde bomba etkisi yaratacak böylesine bir olayın sezon ortasında sanki başka hiç yan konu yokmuş gibi, üstelik özensizce geçiştirilmesi, yemekten sonra tatlı beklerken şef garsonun bir anda "Bu akşamlık bu kadar, kapatıyoruz!" demesinden bin beter!

Ya Cry Me a River ne güzel bir caz parçasıdır! Çalanın, söyleyenin eline, ağzına sağlık... Her zaman durur dinlerim...

Birazdan bisikletime atlayıp okula gideceğim. Ders cuma hariç 10'da başlıyor, cuma günü 9'da başlıyor. Burada yağmur çamur demeden insanlar her gün bisikletleriyle gidiyor işlerine, okullarına, tabii ben de. Tabii laf aramızda, bazen bisikletimin yağmurda ıslanan selesine oturmak için fazla şık giyinmiş oluyorum; öyle durumlar için bisikleti üstü kapalı bir yere park etmeyi tercih ediyorum. :) Neyse ki şu günlerde hava hayli güneşli, soğuklar da epey kırıldı, artık buraya da bahar geliyor umarım! 

İsveç'te Erasmus hayatım böyle gidiyor işte... Acaba diyorum, buradaki günlerimi anlatan bir çizgi roman mı yapsam? Blogda yayımlarım?

- - - 

Beni sosyal medyadan takipte kalmayı unutmayın! 24 saat sonra silinen anlık fotoğraflarım için de instagram'ı hayli aktif kullanıyorum:




26 Mart 2017 Pazar

İSVEÇ'TE EKMEK BİLE NEDEN PAHALI?

Herkese merhaba! Caz, blues dinlemeyi sever misiniz? Ben bayılırım! Hele de güzel bir pazar sabahında... O zaman bu yazıyı müzik eşliğinde okumaya ne dersiniz? 

İsveç, malumunuz, dünyanın en pahalı ülkelerinden biri, belki de en pahalısı... Bizim ülkemizde 1 liraya alabildiğimiz en basit bisküvinin eş değeri burada 6 liradan aşağı bulunmuyor, sırf bu bile İsveç'in ne kadar pahalı olduğunu anlatmaya yeter. 1 SEK bazen 0,40 TL oluyor, bazen 0,45'leri buluyor. Mesela benim İsveç'te Erasmus günlerim başlamadan önce, 0,33 TL'ydi, o günler artık çok geride kaldı ve SEK'in 0,40'ın altına düşmesi artık hayal gibi... 

Gelelim ekmek konusuna... Bizde 1 lira olan ekmek burada yok. Burada 1 liraya ekmek yok. Çünkü buranın ekmekleri başka bir şey. Buraların ekmeği bizdekiler gibi undan ibaret değil, baya lezzetli, kek gibi ekmekler satılıyor. Belki de bu nedenle ucuza ekmek bulamıyorsunuz. Çünkü satılan her şey kaliteli, o nedenle de pahalı. 

İsveç'te yediklerim ekmekse, bizim ülkemizde ekmek diye alıp yediğimiz şeyler ne? Bu soruyu sormadan edemiyorum. Trabzon Vakfıkebir ekmeği ve mısır ekmeğini hariç tutarak söylüyorum tabii ki. O ikisi kesinlikle doğal, hakiki, lezzetli ekmekler. Ama İstanbul'da, büyük şehirlerde, kalabalık tatil beldelerinde (yaz geliyor!) vs alıp yediğimiz ekmeklere maalesef ekmek gözüyle bakamayacağım İsveç'ten döndükten sonra... Pahalı mahalı, burada alıp yediğim ekmekler gerçekten buna değiyor... 

Şimdi gelelim bazı ürün-fiyat karşılaştırmalarına...


Bir çörek 23 SEK, 10 lira. (Hoş bizde de pastanelerde aldığınız şeye göre bir şeye 10 lira ödeyebilirsiniz.)


Bizim de Wasa markasından dolayı bildiğimiz sert, krakerimsi ekmeğin aslı olan knackebröd, İsveç'in geleneksel ekmeği. Bu tekerlek şeklinde olanları 19 SEK, 8 lira. 



Bir baget ekmek en aşağı 10 SEK, 4 lira. İçinde 8 ince dilim olan ragbröd (bir çeşit çavdar ekmeği) 3,50 lira. Ama ben genel olarak 20 SEK'lik taze ekmeklerden alıyorum -veya bazen poşetli başka değişik ekmekler alıyorum. Bir ekmek beş gün bile gitmiyor, üç-dört gün sonunda bitmiş oluyor. Çünkü bildiğiniz gibi, kahvaltı yapmayı seviyorum! 



Bu kara ekmek, 18 SEK, 7,50 lira. 


Herhangi bir bisküvi paketi en az 10-15 SEK, 5-6 liradan aşağı değil. 





Türk veya Yunan yoğurdu diye satılan, bizim bildiğimiz beyaz yoğurdun 1 kilosu 20 SEK, 8,50 lira. Yani bizdekinin iki katı fiyatı... Geçen hafta başıma gelen, bisikletimin zincirinin tamiri için ödediğim 100 SEK'i ise düşünmek bile istemiyorum... Mesela o zaman 100 SEK'in karşılığı 41,50 liraydı, şimdi baktım, 40 lira olmuş... Böyle işte, paranın bizdeki karşılığı sürekli değişiyor... 

Türkiye'de olsam harcamayacağım parayı İsveç'te harcadığım doğrudur... İsveç'te hayat pahalı... İsveç'e Erasmus'a gelmeden önce iki kere düşünün, ama eğer benim gibi gerçekten seviyor ve istiyorsanız, o zaman İsveç'te Erasmus yapmak gerçekten buna değiyor!

- - - 

Beni sosyal medyadan takipte kalmayı unutmayın! 24 saat sonra silinen anlık fotoğraflarım için de instagram'ı hayli aktif kullanıyorum:



23 Mart 2017 Perşembe

CESUR VE GÜZEL: BUNDAN SONRA NE OLACAK?


Geçtiğimiz perşembe akşamı (16 Mart), Türk dizi tarihinin belki de en güzel 18. bölümünü izledik... Bizde genel olarak seyirci olayların hiç beklenmedik bir anda çözüldüğü, sırların ortadan kalktığı bölümleri sevmez, ayrıca polisiyeyi de -sebepsizce hiçbir zaman izlemediğim- Arka Sokaklar'dan ibaret sanabilir. Ama Cesur ve Güzel'in 18. bölümü kurgu, çekim ve oyunculuk açısından muazzamdı ve bence Türk dizi tarihinin unutulmaz bölümlerinden biri oldu. Sinema filmi tadında falan bile diyemeyeceğim, çünkü her şey o kadar birbiri ardına geldi ki, hiçbir şey düşünmeden, sadece tadını çıkararak izledim (sonra ikinci kez, üçüncü kez tekrar tekrar izledim tabii bu analizi hakkıyla yazabilmek için; İsveç'e gelmişim, uğraştığım şeye bak). Bildiğiniz gibi dizinin senaristi Ece Yörenç diziyi bıraktı, 18. bölüm (ya da belki 19) onun yazdığı son bölüm oldu. Ece Yörenç attığı düğümleri çözmekle kalmadı, giderayak senaryoya "tazelenme" kapısı da açtı ve bundan sonrası diziyi yazacak yeni ekibin işi... 

SEZON FİNALİ TADINDA BİR BÖLÜM: JR'I KİM VURDU? 

Cesur ve Güzel'in 18. bölümünde, adeta bir sezon finali izledik. 18. bölüm muazzamdı, çünkü içinde, bir soap opera'dan beklediğimiz entrikaların tamamı Dallasvari polisiye olay örgüsüyle harmanlanmıştı ve pek çok sır açığa çıktı, karakterlerin ilişkileri değişti, yani tam bir "olaylar olaylar" durumu oldu. Bölümü Cesur ve Tahsin'in uçurum kenarındaki hesaplaşmasıyla açtık. Tahsin tam Cesur'a "Anneni ben öldürmedim ama babanı kimin öldürdüğünü söyleyebilirim. Babanı..." diye itiraf ediyordu ki (evet, Adalet'i ele vermek üzere miydi değil miydi bunu asla öğrenemeyeceğiz), onları uzaktan izleyen bir kişi tarafından vuruldu. Ve bölüm boyunca tam bir Dallas rüzgarı esti: JR'ı kim vurdu? Dallas'ın kötü adamı JR'ı kimin vurduğu sorusu da bir dönemler seyirciyi merak ettirmişti, bu bölümdeyse Tahsin'i, dizinin kötü adamını kim vurmuş olabilir diye merak etti seyirci, neyse ki aynı bölüm içinde cevabı öğrendik. Olay yerine gelen Sühan "Yeter artık! Bu böyle olmayacak!" deyip yüzüğü parmağından çıkarıp attı. Ama hastanede Adalet'in Tahsin'i Cesur'un vurduğunu söylemesine karşı da Cesur'unu korumadan edemedi. Neyse, Tahsin'in ameliyatı iyi geçti, en çok da Mihriban gizli gizli rahat bir nefes aldı. Aynı dakikalarda Rıfat'ı gizemli hallerde gösterip seyircinin "Acaba Tahsin'i o mu vurdu?" diye düşünmesi istendi, Rıfat ifadeye alındı, ama Rıfat'ın yapmadığı da ortaya çıktı. Öte yandan, dizinin göz bebeği, entrikalar kraliçesi Cahide Korludağ, hamile olduğunu Hülya'dan saklamaya devam ediyordu. Onu bir şekilde plan dışı bırakmak istiyordu. Bu sırada Tahsin Sühan'dan söz aldı: Eğer Cesur'a her şeyi, babasına ne olduğunu anlatırsa, Sühan ondan boşanacaktı. Ama Adalet gerçeklerin açığa çıkmasını istemiyordu, çünkü Cesur'un babasını vuran aslında oydu. Sonra Tahsin Korhan'ı ikiden ikiye sorguya çekti, vurulduğu sırada kim neredeydi öğrenmek istedi. Koray da "Cesur'un seni kaçırdığını öğrenince hepimiz bir tarafa dağıldık" dedi. Tahsin "Adalet mi?" diye düşünmeye başladı ve çiftlikteki bütün tüfeklerin sayılmasını, eksik var mı diye bakılmasını salık verdi. O tüfeklerden birinin ateş ettiğini düşünüyordu. Cesur'un annesini de aynı kişinin öldürdüğünü düşünüyordu. Meğer birisi Mihriban Hanım'ın tüfeğini çalıp öyle vurmuş Tahsin'i, bak bak. Sühan bir kez daha herkesten ve her şeyden (özellikle de Tahsin'i Cesur'un vurduğunu düşünen ve bunu dile getirip duran Adalet'ten) uzaklaşmak için soluğu Nişantaşı'ndaki evde aldı. Bilmiyordu ki o evde başına gelecekleri... 


Bildiğiniz gibi, bizim dizilerimiz 120 dakika. (Reklamlar falan derken diziyi bitirmemiz 4 saati buluyor tabii.) 120 dakikalık dizilerde, seyircinin ilgisini çekmek için 60. dakikada bir bölüm ortası finali yapılır. Bu bölümde tam 60. dakikada da Hülya'nın Sühan'a saldırması gerçekleşti, ki bölüm ortası için hayli tatmin edici bir finaldi ve seyirci meraklanıp izlemeye devam etti. 

BÖLÜM ORTASINDAKİ FİNAL: HÜLYA'NIN SÜHAN'A SALDIRMASI 

Sühan'ın Nişantaşı'ndaki evde kaldığı günün sabahı, Hülya Cahide'yle o evde buluşacaktı. Tabii bunlar evde kimse yok sanıyorlar. Hülya önden gitti, şifresini bildiği alarmı rahatlıkla kapattı, ama Sühan'ı uyandırmış oldu ve Sühan "Korhan? Korhan?" diye koridorlarda abisini aramaya başladı. Hülya evde hangi deliğe saklansam diye öyle ecel terleri döktü ki, anlatılmaz, izlenir (videoyu yukarıya bıraktım zaten). Sühan evde geziniyor ama ben herhalde Hülya'yı bulamaz diye düşünüyordum, öyle de oldu, ama Hülya'nın elindeki şemsiyeyle ona vurup kızı yere yığacağını da beklemiyorduk.  Sühan onun bulunduğu odaya geldiğinde hiç düşünmeden elindeki şemsiyeyle ona arkadan vurup onu bayılttı. İşte 18. bölümün orta gelişmesi (yani birinci finali) Hülya'nın Sühan'ı bayıltmasıydı. Ve dahası, sahne çok iyi çekilmişti. O gerilim müziği, o muhteşem soundtrack bizi de gerim gerim gerdi zaten. Sühan'ın yere yığılışı, karnı burnunda, ha doğurdu ha doğuracak olan Hülya'nın karnını tutarak onun üstünden atlayıp evden kaçmasını çok iyi çekmişler, gerçekten tebrikler. Müziğin Sühan'ın yere düşmesiyle bir anda hızlanıp atağa geçmesi de çok iyiydi. 



Hemen ardından gelen sahne, Adalet'in yolunun arabasının önünün Cesur tarafından kesilmesi, Cesur'un ona hesap sormasıydı. Adalet'in soğukluğu, donukluğu, replikleri on numara. Adalet çok iyi yazılmış bir karakter, Cahide gibi, Mihriban gibi, Hülya gibi, Şirin gibi (onlara da geleceğim). Adalet, "Beni tehdit mi ediyorrsun, şimdi de seni öldürmeye çalışırım mı diyorsun ne diyorsun?" derken polisler geldi. Adalet, "Sen gelmeden burası huzurlu bir yerdi, ne yapıyorsan sen yapıyorsun" dedi. 

Tahsin Mihriban'a, Bülent'e köpürürken Mihriban, "Ben seni öldürmek isteseydim bundan yıllar önce gözümü kırpmadan öldürürdüm! Ama şu an en son isteyeceğim şey bu, çünkü umurumda bile değilsin!" dedi. Mihriban da Adalet'in Rıza'yla konuşmak için hapishaneye gittiğini söyleyince ve Adalet de yalanlamayınca, Tahsin şok oldu. "Sen hamleyi karşıdan beklemişsin ama sırtından yemişsin!" dedi Mihriban ve diğer herkesi odadan çıkardı Tahsin. Adalet'i öfkeyle sorguya çekti. Artık onu Adalet'in vurduğunu iyice düşünmeye başlamıştı. Rıza Adalet'i aramış, Tahsin'in onu kandırdığını, onu kullandığını söyledi ve Adalet'in aklını karıştırdı. Onun Tahsin'e mahkum olduğunu söyledi. Sağ kolu Salih'e kimseye güvenmemesi gerektiğini söylüyordu, ama asıl tehlikenin Salih olduğundan henüz haberi yoktu Tahsin'in. Tabii seyircinin de... 

NE SÜHAN NE CESUR! BU DİZİYİ YAN KARAKTERLER SIRTLIYOR!

Benim gözüm bu beşliye bakmaktan, ne Sühan'ı görüyor ne Cesur'u... Cahide, Adalet, Mihriban, Hülya ve Şirin... Cesur ve Güzel'de bu beş yan karakter diziyi adeta sırtlıyor!





Adalet, Tahsin'in onun arkasından iş çevirebildiğini düşünmesine çok bozuldu, çok kırıldı, gözyaşlarını işte böyle tutamadı. Nihan Büyükağaç'ı çok tebrik etmek lazım, dizinin en kilit karakterlerinden biri olan Adalet'i hakkıyla canlandırıyor. 


Hülya'nın Sühan'dan saklanırken ecel terleri döktüğü sahne muhteşem, Adalet'e yakalanan Cahide'yle Hülya'nın birlikte döktükleri ecel terleri daha muhteşemdi: İzleyiniz.  Sühan'a saldırdıktan sonra Cahide'yle durum kritiği yapmak üzere çiftliğe giden Hülya, "O kadar korktum ki bugün... Az daha doğuruyordum biliyor musun?" dediğindeyse, bir kısım seyirci bölüm bitmeden bunun olacağını anlamıştı.


Bölüm sonuna doğru, Hülya'yı Antalya'ya göndermek üzere olan Cahide aldığı telefonla şok oldu: Hülya, doğurmak üzere olduğunu söylüyordu! Sezin Akbaşoğulları, tek başına diziyi izleme sebebim. Muhteşem bir oyuncu, gerçek bir aktris! O mimikleri, o yüz ifadeleri... Bin bir surat adeta!



Tahsin'in onun evinden çalınan tüfekle vurulduğunu öğrenen Mihriban Hanım'ı dakikasında afakanlar bastı... Karakteri canlandıran Devrim Yakut'u Ekşi Elmalar'da da çok beğenmiş, şurada yazmıştım. 


Şirin rolüyle Irmak Örnek döktürüyor... Kendisi ekranlardaki en şanslı dadılardan/hizmetlilerden! Evin hanımı Sühan'la kız kardeş dedikoduları yapabiliyor mesela...




Bölüm sonunun beş dakikasında şok olduk! Rıza ne yaptı etti, Tahsin'e karşı zaten çok kırgın olan Adalet'e suçunu itiraf ettirdi! Adalet Tahsin'i arayıp "Sana tek bir şey söylemek istiyorum... Ben sana asla ihanet etmedim. Ama asla. Bunu bil istedim" dedikten sonra, polisler tarafından tutuklandı. O dakiakalrda Cesur ve Sühan, Tahsin'le hesaplaşıyorlardı ve Cesur'un telefonu da "Biraz evvel Adalet Korludağ aradı beni." diye çaldı. Ve bölüm sonunda Tahsin, Korhan, Sühan ve Cesur, Cesur'un babasını öldürdüğünü itiraf eden Adalet Korludağ haberiyle şok olmuştu. Ama seyirci için sürpriz bitmedi. Adalet tutuklanırken, Hülya doğum sancılarıyla hastaneye kaldırılırken, bizler Rıza'ya dışarıdan haber verenin Salih olduğunu, ikisinin iş birliği yaptığını, Tahsin'i de Salih'in vurduğunu öğrendik! İşte bölüm esas olarak orada bitti. Aslında çok da şaşırmamamız gerekir, çünkü yılların klişesi yine değişmedi: Katil yine uşak çıktı!  

Yani... 18. bölümde dengeler değişti. Tahsin aklandı, Sühan'la Cesur'un arasında aile meselelerinden ötürü bir sorun kalmadı (ama 19. bölümün ilk değil ama 2. fragmanında hala aynı konu devam ediyor: Sühan ona "babamın düşmanısın" diyor çünkü Cesur babasını Adalet'in değil, Tahsin'in öldürdüğünü düşünüyor hala). Bakalım neler olacak? Adalet hapse girecek mi? Salih'in karşı tarafta olduğunu Tahsin ne zaman öğrenecek? Rıza hapisten çıkınca ne olacak? Öte yanda, Hülya konusunda Cahide ne yapacak? Hülya cidden korkutuyor. Eğer gerekirse, Cahide gözünü bile kırpmadan ortadan kaldırır Hülya'yı. Bakalım bu akşam yeni bölümde neler olacak... Perşembe akşamı bu sezonun en dolu akşamı: Vatanım Sensin, Çoban Yıldızı, Vatanım Sensin... En güzel diziler hep perşembe akşamı. Türk dizisi izlemediğini söyleyenler? Ben perşembeleri hangisini izleyeceğime karar veremiyorum, siz ne diyorsunuz! :) 



21 Mart 2017 Salı

MALMÖ'DE HOŞ BİR KAFE

Merhaba! Malmö'de bir sürü kafe bulunuyor ve gözüme kestirdiğim çoğuna gitmeye çalışıyorum. Tabii ki burada her şey gibi bir kafeye gidip kahve içmek, yanında pasta veya buraların çöreklerinden vs. yemek de pahalı. (Hoş bizde de pahalı bunlar...) Bugün de sizlere geçen gün gittiğim Lilla Kafferosteriet'i yazacağım. 

Burası şirin, küçük bir kafe. İki katlı bir ev gibi, odalardan oluşuyor. Arka tarafta bahçesi de var. İçeride her masada mum olması hoş bir atmosfer yaratıyor. Hoş bir atmosfer, kremalı sıcak çikolata, bir de eskilerden bir caz melodisi insana ne hayaller kurdurur... 



Sıcak çikolatam, 40 SEK. Arkadaşım kahve aldı, 38 SEK. Kahve alınca bardağınızı bir kez daha doldurma hakkınız oluyor. Sıcak çikolatamı bitirdikten sonra ikinci kez dolduramadım maalesef. 


Malmö'de gezinmekten daha köprüyü geçip Kopenhag'a bile gidemedim! (Yani havaalanı için gittim ama onu saymıyorum.) E burayı ancak bitirdim... Bir sonraki fotoğrafı başka bir şehirden koyana kadar Instagram kullanmayacağım! (Evet, artık bir yere seyahat etmeye mecburum.)

Çok spontane olacak ama bakarsınız, yarın giderim bir yerlere... 

Beni sosyal medyadan da takipte kalmayı unutmayın:




19 Mart 2017 Pazar

MALMÖ ŞEHİR KÜTÜPHANESİNİN GÜZELLİĞİ!


Herkese merhaba!


Bugün açılış saatinden beş-on dakika önce Malmö Şehir Kütüphanesi'ne gittim. Kapıda bir kuyruk, bir kalabalık var ki sormayın... Hani dersiniz bedava ekmek dağıtıyorlar ya da AVM'de yeni bir kıyafet mağazası açılmış! Çünkü ben daha bizim kütüphanelerde kitap, gazete okumak için sıraya girenini görmedim. Bizim şehirlerimizdeki kütüphaneler nasıl, o da ayrı konu. İşte fark, daha ne diyeyim. Genci, yaşlısı, kadını, erkeği demeden insanlar pazar günü bile (hafta içleri çok daha kalabalık oluyor) zaman geçirmek için kütüphaneye geliyorlar. Hatta bebeklerini bile getiriyorlar, çünkü küçükler için de kütüphanede aktiviteler düzenleniyor. Güzel çalışma köşeleri, okuma alanları, masalar, sandalyeler, koltuklar, türlü türlü kitaplar, dergiler, gazeteler... Yani insanları kütüphaneye çekmek için her şey yapılıyor... Kütüphane binası desen zaten muazzam... Hakikaten AVM'yi aratmıyordu kalabalık... Ne diyeyim, iki ay geçti, hala heyecanlanıyorum ben bu İsveç'te (ve tabii ki Avrupa'da) insanların kütüphanelere, okumaya, çalışmaya olan ilgilerine... Şunu da söylemeden geçemeyeceğim: Burada kitapçılarda en çok satılan kitaplar; romanlar, yemek kitapları ve hobi kitapları... İnsanların hobilerine ayıracak ilgileri, zamanları var çünkü... Hem de ne hobiler... Piknik kitaplarından tutun evde yaşam üzerine pek çok kitap var... Bizdeki gibi aslında hiçbir şey söylemeyen, birbirini taklit edip duran kişisel gelişim kitaplarını koysan satmaz, burada kimse alıp okumaz onları. İnsanlar gerçekten yararlanabilecekleri kitapların peşindeler çünkü. Yine bizdeki gibi Aşkım Canikom, Papatya Falı, Çok Yakışıklı Çocuk, Aslında Hoş Çocuk, Çok Yakışıklı Çocuk II gibi kitaplar da sökmez burada. Neyse işte, bu mevzular uzun.


Kütüphanede bizim Buz Prenses'in yazarı Camilla Lackberg'in röportajının olduğu bir İsveç dergisini karıştırdım...


Kütüphanede küçük de olsa Türkçe kitaplar bölümü bile varmış! Ayrıca bir Türkçe gazete bile vardı...


Oturmaya yer yok neredeyse...


Monopoly Malmö mü varmış?! Varmış valla... 


Bu da genel halimden bir fotoğraf olarak gelsin bakalım... Yazarınız kitap yazıyor, senaryo yazıyor... Yazarınız İsveç'te de boş durmuyor! 


Şu an kendime müsli hazırlıyorum, fotoğrafını çekip yazıma koydum. Muzlu, meyveli, yaban mersini reçelli ve birazcık da tarçınlı müsli. Yoğurdun içine. Sütten çok, yoğurtla yapılan müslileri seviyorum ben.




Şimdi ben meyveli-yaban mersini reçelli müslimi aldım önüme, biraz kitap okuyacağım. Paul Auster'ın Kehanet Gecesi'ni veya Isabel Allende'in Canavarlar Kenti'ni okuyanlarınız var mı? Herkese mutlu pazarlar ve iyi haftalar...



Günlük hayatımdan detaylar için beni sosyal medyadan da takipte kalmaya devam!










15 Mart 2017 Çarşamba

İSVEÇ'TE BİSİKLET TAMİRİNE 41,50 LİRA VEREN MERT'İN DRAMI...


Sen misin yazın Marmaris'teki bisikletçiye bir lastik şişirme için 5 lira alıyor diye söylenen, işte İsveç'e gelir böyle bir zincir taktırmaya paşa paşa 45 lira verirsin! Sabahki yazımda bahsettiğim bisiklet olayını hiç vakit kaybetmeden bugün çözdüm, bisikletimi tamire götürdüm ve o nedenle yine hiç vakit kaybeden yeni durumu sizlere bildireyim diye bu kısa yazıyı yazıyorum. Şaka değil, 350 SEK'e aldığım bisikletimin tamiri için 100 SEK verdim. Tam 41,50 lira! Bir zinciri çıkmış, bir de lastiği demire vurmaya başlamıştı oysa. Hepsi bu. Ne yapalım, işim görüldü en azından. 

Bir daha bir şey olursa bisikletçiye falan gitmeyip, jonglör gibi tek teker üstünde gitmeyi planlıyorum! Hiç değilse hareket olur fena mı?

GEÇ GELEN BAHAR VE İÇİMDEKİ YANGIN... İSVEÇ'TEKİ HAYATIMDA OLAYLAR OLAYLAR!

Bu yazımda sizlere yine İsveç'teki sıradan günlük hayatımı, gezdiğimi, yaptığımı, yediğimi fotoğraflarla anlatıyorum... Ama yazının sonunda sizi film adı gibi koyduğum cuk gibi oturan başlıkların detayları bekliyor. Kod anahtarları: Yangın ve bisiklet! 


İsveç'te Erasmus hayatım nasıl geçip gidiyor? İki kelimeyle özet geçecek olursam; pahalı, çok pahalı buralar, sevgili okur. Ve İsveç'in en güneyinde, Malmö'de olmama rağmen çok da soğuk, ama neyse ki soğuklar giderek yok olmaya, hava biraz da olsa ılınmaya başladı. Geçtiğimiz cumartesi günü buralara neredeyse bahar geldi. Yani gelmediyse bile gelsin artık çünkü bu kış iyi donduk. Hava yine soğuktu ama haftalar sonra ilk kez güneşi gördük cumartesi günü. Gökyüzü pırıl pırıl, parklar dopdoluydu. Gerçi sonra pazar günü yine sisli, kapalı, yağmurlu, soğuk bir güne uyandık. Ama bugün de hava güneşli. Evet soğuk, ama en azından güneş var. (Bu arada, iyi ki bir yalandan güneş çıktı diye yurtta kaloriferleri hemen kapattılar. Yani tam olarak kapatmadılarsa bile neredeyse yanmıyor kalorifer, ılık-ımsı diye bir kelime varsa, işte ondan. Burası soğuk, soğuk odalar...) 



Yaz ne zaman geliyorsun? Bak gözümüz yollarda kaldı... 



İsveç'te marketlerde satılan bisküviler, kurabiyeler pahalı olsa da, insan illa almak istiyor. Çay saatimi asla atlamam! Evet, İsveç'te bile! İsveçliler kahve/çayın yanında kurabiye yemeyi "fika" olarak adlandırmış olsa da, bu aslında her kültürde olan bir şey. Biz de çay saati diyoruz işte. Hatta şu anda bu yazımı da fotoğrafta gördüğünüz zencefilli-tarçınlı cookie'lerimi (pepparkaka) ve chokladbollar'ımı (bizdeki fondanın neredeyse aynısı) yiyerek, çayımı içerek yazıyorum. Merak edenler için hemen yazayım; 600 gramlık bir pepparkaka paketi 25 SEK. 6'lı bir sert chokladbollar paketi 11 (ki içindeki kakao-kahveyle daha lezzetli), 9'lu bir chokladbollar paketiyse 10 SEK (içi boş olduğundan, daha ucuz). İsveç'te maalesef ucuz bir şey yok ve bisküviler de istisna değil... Bizde 1 lira olan bir bisküvi paketi burada en az 6-7 lira. Yapacak bir şey yok... 


Dammsugare'yi diğerlerine göre pek sevemediğim için, detaylarına girmeden fotoğrafıyla geçiştiriyorum... 


Marabou çikolatalarını biliyor musunuz? Nasıl bir çikolata saatim gelmişse, dün tam dört çeşidini aldım! İki tanesi 15 SEK'ti, dört tane aldım 30 SEK'e denk gelmiş oldular, ki bu normal şartlarda asla olmayan bir indirim! İlk ve son kez rastladım sanırım. Demek arada böyle sürprizlerle şaşırtabiliyorsun İsveç... 


Ve bu fotoğraf da, iki hafta önce cumartesi günü gittiğim Malmö Müzesi'nden... Burayı kendime yazı köşesi yapsam? Olur di mi? 



Ve bu hoş dekoratif tabaklar, kaseler, Sostrene Grene diye bir mağazadan... Malmö'deki, İsveç'teki en iyi tasarım mağazalarından biri kendisi. Zaten İsveç tasarımları meşhurdur (bkz: IKEA), o nedenle Malmö'de harika dekorasyon mağazaları/dükkanları var. Burası da alışveriş yapmaktan, gezmekten keyif aldığım bir mağaza. Danimarka merkezli, ama İsveç başta olmak üzere Avrupa'nın belli başlı bölgelerinde mağazaları var. 

(Yazıyı saatlerdir yazıyorum, şimdi müsli yeme faslına geçtim.)


Araya 20 SEK'lik bir falafel sıkıştırayım... Düşünün: Bir ekmek, bir falafel ve bir bisküvinin fiyatı aynı.


Çarşamba, çarşafa dolanıhakjmbnbilsöaşaksljek! Sisli puslu pazar günü sahilde çektiğim bu fotoğrafı da paylaştıktan sonra (evet, çıplak bir şekilde denize giren adamı görmeden önce çekmiştim-burada kışın bu şekilde denize girmek hayli yaygın kültür-hayır hava hem buz hem de çıplaksın kardeşim-ama hasta olmaya karşı birebirmiş, İsveçlilerin yalancısıyım), gelelim haftanın olaylar olaylar köşesine (bak cidden yapabilirim her yazıda böyle bir köşe)!


Şimdi geçen hafta değil bir önceki hafta perşembe akşamı, yurtta yangın alarmı çaldı. Buranın saatiyle 21.10'du (orada 23.10). Ben de internetten Cesur ve Güzel'e bakıyordum, arada da o akşam ilk bölümü yayınlanan Çoban Yıldızı açıktı. Yeri gelmişken söyleyeyim, Sezin Akbaşoğulları gerçek bir aktris. Cesur ve Güzel'de Cahide karakteriyle her hafta diziyi izleme sebebim. Neyse, yangın alarmı çalmaya başladı. Böyle kulak tırmalayıcı bir ses, sonradan anladık yangın alarmı olduğunu. Başta bilgisayardan mı geliyor dedim, dizileri kapattım, baktım ses devam ediyor. Sonra hemen bilgisayarımın üstündeki yangın alarmının öttüğünü anladım, kapımı açtım, baktım koridorda karmaşa. Hatta herkes yurdu boşaltıyor, herkes dışarıya çıkıyor! Bizim kat hariç, biz pek hareket etmedik, çünkü muhtemelen yanlış alarm olduğu konusunda rahattık. Geçen dönemden beri burada kalanların söylemesine göre, birisi mum üflese bile çalıyormuş alarm. Herhalde yine öyle bir şey oldu. Ama epey bir süre çaldı yani, sonra itfaiyeciler mi ne gelmiş kapatmış...

Bir sonraki gün, yani cuma günü, sabah ders için okula gittim, saat 8.40 falan, ben dersi beklerken yangın alarmı çaldı! O da yanlıştı herhalde, bir süre sonra durdu. Yani peş peşe iki gün yangın alarmları benimle... Belki de yangın içimdedir?

Dün, saat 14.30'da okuldan yurda dönerken bisikletim bozuldu. Hem zinciri çıktı hem de lastiği demire vurmaya başladı, yani süremedim haliyle. O bisiklet iki ay iyi bile dayandı aslında. Biliyorsunuz, herkes gibi ben de ikinci el almıştım bisikleti ve iyice eski, hurda bir bisikletti. Şimdi iyice hurda oldu. Yaptırsam, yaptırma parası İsveç'te yeni bir ikinci el almaya bedel. Yeni bir ikinci el alsam, nereden, nasıl bulacağım, çünkü şu an dönem ortası, satan kimse yok. Yani ya bisikleti garajda bırakıp her gün her yere yürüyeceğim (ki Malmö'de her yere 15-20 dakika içinde yürüyebilirsiniz) ya da 200-300 SEK verip tamir ettireceğim bunu. Dün yurttan Folkets Park'a yürüdüm, bisikletten daha hızlı gittim neredeyse. Çünkü rüzgar olunca bisiklet sürmek zorlaşıyor. Ama büyük ihtimalle bisikletimi yaptıracağım, çünkü bisiklet sürmeyi seviyorum. Yani hobi olarak sürüyorum ben bisikleti, yoksa yürüme yürürüm, onda sıkıntı yok. Şimdi bir arkadaşımla yürüyerek bir kafeye gidip kahve veya sıcak çikolata içeceğiz. Böyle işte... Bu hafta her gün okulum var, bugün hariç. Gerçekten yoğun. Vakit buldukça gezme, kitap, dergi, müzik, dizi keyfi. Elbette yeni kitaplarım üzerinde de çalışıyorum her gün... 

Günlük hayatımdan detaylar için sosyal medyadan da takipte kalmaya devam!



facebook.com/ofluoglumert 

Edit: Sen misin yazın Marmaris'teki bisikletçiye bir lastik şişirme için 5 lira alıyor diye söylenen, işte İsveç'e gelir böyle bir zincir taktırmaya paşa paşa 45 lira verirsin! 350 SEK'e aldığım bisikletimin tamiri için 100 SEK verdim. Tam 41,50 lira! İşte detayları şurada yeni yazı olarak yazdım: http://kafadergi.blogspot.se/2017/03/isvecte-bisiklet-tamirine-4150-lira.html

11 Mart 2017 Cumartesi

BENİ İSVEÇ'E GETİREN ŞEYİ YAPTIM! EN AZINDAN BİRİNİ...


Hani taaaa 23 Kasım'da şu yazıyı yazmıştım ya, ikinci dönem İsveç yolcusuyum, peki İsveç'te ne işim var diye anlatmıştım sizlere... Ve cevabı daha yazının başında yapıştırmıştım: Ne işim yok ki! İşte o sebeplerden ilki Millennium Üçlemesi'ydi. 


Türkçe'sini bin kez okudum, yetmedi (Ejderha Dövmeli Kız). İngilizce'sini okudum, o da kesmedi (The Girl With Dragon Tatoo). Dedim madem bu kitap beni İsveç'e getiren sebeplerden biri, o zaman sırada İsveççe'si var (Män Som Hatar Kvinnor)! 


Dili yavaştan öğrendiğim ve kitabı zaten ezbere bildiğim için keyifle okuyorum -tasarım harikası yeni ayracımı nihayet kullanabildiğim için de çok mutluyum. 


KRUVASAN SİMİT, SMÖRGAS SANDVİÇ OLARAK ÇEVRİLİRSE...

Bir kitabı orijinal dilinde okumak gibisi var mı? En çok bizim Mikael'in Susanne'ın kafesinde yediği şeylerin (bak aklım gene yemekte) İsveççe adlarını merak ediyordum, sırf bunun için bile aldığıma değdi. Örneğin bizim Türkçe kitapta "sandviç" olarak çevirilen şey aslında "smörgås", yani "açık sandviç" olarak çevrilebilir. (Gerçi Bates Motel'in 5. sezon ilk bölümünde kruvasanı alt yazıda simit olarak çevirmelerinden sonra, siyahı beyaz diye de çevirseler kabulüm artık). Ayrıca Mikael kafeye gittiğinde sık sık "bröd" yani ekmek yiyor. 


Ki bu, bizim anlamakta biraz zorlanacağımız bir şey. Hazır yeri gelmişken içimi dökeyim, bakın nasıl kültür farkı var arada... 


KOCA KOCA ADAMLAR, HEYKEL GİBİ KIZLAR EVDEN EKMEK GETİRİP YİYOR! 

Arkadaşlar, dışarıda bir yere gittiğimizde en pahalı, en lüks şeyleri yeme arzusu bir tek bizde var! Ya da bir tek bizde yoksa bile, İsveçlilerde böyle bir şey asla yok! Mesela okuldaki İsveçliler yemeklerini sürekli evlerinden getiriyor. Getirdikleri yemeğe de yemek demeyiz biz, birkaç ekmek dilimi, bazen soğuk makarna, salata falan. Yani koca koca adamlar, heykel gibi kızlar çantalarından plastik kutularını çıkarıp öğle yemeği olarak evden getirdikleri ekmeği yiyorlar! Bizim okullarda biri böyle yapsa (hayal bile edemiyorum) arkadaşları ya "Ay şu görgüsüze bak, yemek diye ekmek getirmiş evden" der ya da "Ay canım, herhalde parası yok kuru kuru ekmek yiyor"... (Hoş sadece ekmekle nasıl doyuyorlar anlamıyorum ama, buraların ekmeği bizdekiler gibi undan ibaret değil, baya lezzetli, kek gibi ekmekler var.) 


Ama ah ah, bizim insanımız kesinlikle bir başka ya! Birbirimizi hiç tanımasak bile bir anda kaynaşıverir, kırk yıllık dost gibi halimizi hatrımızı sorarız biz birbirimize... Buralarda da o durum pek yok işte (ama sokakta yürürken sana karşı da sürekli güleryüzlüler, bizdeki gibi az sonra dövecekmişçesine bakmıyorlar sana). Bak konu nereden nereye geldi.


Böyleyken böyle.


Beni sosyal medyadan takip etmeyi unutmayın:




YENİ ROMANIM BENİM KÜÇÜK ŞAHESERİM ÇIKTI! ARTIK SİZİNDİR...

Üçüncü romanım Benim Küçük Şaheserim, Remzi Kitabevi etiketiyle bugün çıktı! Bu yeni romanımda,  Remzi Kitabevi'nin paylaştığı videoda ...