22 Aralık 2022 Perşembe

TWEET'LERİMDEN SEÇMELER...

* Farkında mısınız, 1 litrelik süt 1 litrelik koladan daha pahalı. Bundan sonra kahveleri sütlü değil, kolalı mı içsek? Ya mısır gevreklerini neyle yiyeceğiz? Bebeklere de kola mı vermeli?

 *  Merriam-Webster, yılın kelimesi olarak 2022'de aramaları yüzde 1740 artan "gaslighting"i seçti. Kelime 1938 tarihli oyundan geliyor. 1944 yapımı filmde, gaz lambalarının kısıldığını söyleyen karısını delirmeye başladığına ikna etmeye çalışan bir adam var. Ingrid Bergman başrolde.

* Son yıllarda sıkça karşımıza çıkan "gaslighting", kişinin kendi çıkarı için bir başkasını kasten yanıltması, psikolojik manipülasyon yapması, birinin kendinden şüphe etmesini sağlamaya çalışması anlamına geliyor.

Yeni romanımda ismine bir türlü karar veremediğim bir karakterin ismini bularak uyandım.

Instagram, 2018'deki bir hikayemi karşıma çıkardı. Tchibo'nun vitrinini çekmişim, açmalar 4 lira, cheesecake'ler 8 lira görünce ister istemez inanamıyor insan. Şu an 50-60 liradan çok olan her şey, o zamanlar 10 liradan az. Kahveler de 2-3 liraydı herhalde. Ah ah. Üzüldüm.

* Simit 10 tele olduktan sonra asgari ücret 9 bin tele olsa ne fayda??? Simidin 1 lira, dışarıda çay içmenin 1 lira, soğanın patatesin kilosunun 1 lira olduğu günleri geri istiyoruz!

* Güneşli ama buz gibi bir günde Üsküdar'a indim, 49 liraya köy ekmeği aldım, yaklaşık 1.5 kilo geldi, birkaç dükkana girip çıktım, İş Bankası Kültür Yayınları'nın önünden geçerken yine dayanamayıp kitaplar aldım, eve döndüm.

* Eee, 1 liralık simitin 5 lira olduğu ülkede 500 liralık ayakkabı 2500 lira olmuş, çok mu?

* Bizim evin burada bir taksi durağı var, ne zaman arasam taksi yok. Duraklarda taksi yok. Sokaktan geçen taksiler zaten durmuyor. İstanbul'un taksi sorunu artık cidden sinir bozucu oldu. Taksi bir lüks değil, bir ihtiyaçtır!

* Fransızcada pittoresque, İtalyancada pittoresco, İngilizcede picturesque olan kelime, Türkçemize de pitoresk olarak geçmiş. Bir tablo konusu olmaya değecek güzellikte olan resimsi görünüm olarak tanımlanabilir. "Ters Düz'de tasvir edilen Bozbalık Köyü oldukça pitoresk." 

* "Niçin anlamıyorsun? Her iki zıt şey son noktalarında birleşmiyor mu? Saadetin bittiği yerde felaket başlamaz mı?" Kokotlar Mektebi, Hüseyin Rahmi Gürpınar

Kitap linkleri (tıklayın)

twitter.com/ofluoglumert

instagram.com/ofluoglumert 

16 Aralık 2022 Cuma

KURAK GÜNLER

Çok iyi.

Çok etkileyici.

Mutlaka gidin, sinemada izleyin.

Selahattin Paşalı, Ekin Koç, Selin Yeninci (Bir Zamanlar Çukurova-Saniye), Erol Babaoğlu, Erdem Şenocak ve Eylül Ersöz'ün başrolleri paylaştığı film, 9 Aralık'ta vizyona girdi.

Ve 8 Aralık'ta, filmin yönetmen ve senaristi Emin Alper sosyal medya hesaplarından duyurusunu paylaştı:  

"Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü, Kurak Günler adlı projemize verdiği finansal yapım desteğini yasal faiziyle birlikte geri istediğini bildirmiştir. ... ... ... Yaşadığımız bu mağduriyet karşısında bize destek olmak isteyen seyircilerimizi Kurak Günler'i 9 Aralık tarihinden itibaren sinemalarda bilet alarak izlemeye davet ediyoruz."

Ve böylece Kurak Günler, Bakanlık sayesinde, başka türlü asla yapamayacağı bir reklam kampanyası yapmış oldu.

Ben ve sinemaseverler filme zaten gidecektik, ama haberlerle film müthiş bir destek gördü ve normalde sinemaya gitmeyecek olan insanlar da sırf filme destek olmak için bilet alıp filme gitmeye başladı.

Twitter hesabımda da yazdım.

Şu anlaşılmalı artık: Ne yasaklanmaya ya da engellenmeye çalışılırsa, daha da güçleniyor. Tarih boyu bu hep böyle oldu.

Kurak Günler'in bu başarısı "kazara reklamcılık" olarak reklamcılık tarihine girer.
 
Film, vizyona girdiği ilk hafta sonu  51,4 bin seyirciyle ülkemizi Cannes Film Festivali’nde temsil eden filmler arasında en yüksek açılışa imza atıp 3.611.103 TL gişe hasılatı elde ederek bakanlığın faiziyle geri istediği paranın 4 katını kazandı.
 
Eminim daha da izlenmeye devam edecek... 
 
Emin Alper, Kurak Günler’de Norveçli yazar Henrik Ibsen’in Bir Halk Düşmanı eserinden yola çıkmış. Ortaya sarsıcı bir film koymuş.

Filmin Stefan Will imzalı müzikleri de tek kelimeyle şahane. O gerilimi hissetmenizi sağlıyor.

Hadi bakalım, ilk hangi "edebiyat" dergisi Ocak kapağına Kurak Günler'i taşıyarak satışları arttırma yoluna girecek?
 
Siz filmi izlediniz mi? 

12 Kasım 2022 Cumartesi

TÜRKİYE'DE VE DÜNYADA YAYINCILIK

Yayıncılık dünya genelinde çok büyük bir sektör, rekabetin had safhada yaşandığı, son derece yaratıcı bir endüstri.

İlk sırada Penguin Random House, HarperCollins, Macmillan, Simon & Schuster ve Hachette olmak üzere beş dev marka var. 

Bunlarla kıyaslayınca Türkiye'deki yayınevleri çok ama çok küçücük kalıyor tabii.

Geçtiğimiz günlerde çıkan bir haber şöyle:

"ABD'de Bertelsmann/Penguin Random House yayınevinin Simon & Schuster'ı 2.2 milyar dolar (an itibariyle 40.863.680.000,00 Türk Lirası'na karşılık geliyor) karşılığında satın alma girişimi mahkeme tarafından engellendi. ABD yayıncılık sektörü uzmanları tarafından beklenen sonuç olduğu belirtilen kararın sebebi, satın almanın gerçekleşmesi halinde ABD yayıncılık pazarındaki 'rekabetin ve yazar telif gelirlerinin azalacağı, hikayelerin ve fikirlerin çeşitliliğinin zarar göreceği, bunların nihai sonucu olarak da demokrasinin yoksullaşacağı' oldu."

Yani bu iki dev yayınevinin birleşme kararına yargıdan izin çıkmadı ve gerekçe olarak piyasadaki rekabetin olumsuz etkileneceği gösterildi.  

Simon & Schuster, Stephen King'in yayıncısı olarak da biliniyor.

Hikaye ve fikir çeşitliliğinin zarar görmesine karşı alınan önleme bakar mısınız? 

Keşke bu özenin onda biri bizim ülkemizde de olsa...

***

Öte yandan, bırakın fikri haklar konusunda herhangi bir özen gösterecek durumda olmayı, ülkemizdeki her sektör ve belki en çok da yayıncılık hiç olmadığı kadar krizde.

AVM'lerdeki kitapçıların doluluğuna, insanların kitapçılarda gezinmesine bakıp da sakın ola aldanmayın.

Milliyet Sanat'ın bu ayki sayısında "Yayıncılık dünyası sıkıntıda, kültürel çoraklık kapıda" başlıklı bir yazı var.

"Türkiye'deki yayıncılar artan maliyetler yüzünden yeni kitap basmakta zorlanırken okuyucunun payına kitaplara uzaktan bakmak düşüyor" spotuyla...

Bizdeki de tam olarak o hesap: İnsanlar kitaplara bakıyor, inceliyor, ama onları satın alıp evine götüremiyor. 

Parası olsa bir kitabı alma niyetinde olan 10 insandan belki ancak 1'i alabiliyor.  

Belki o da alamıyor.

Her an her ürüne gelen zamlar nedeniyle, artık kitaplara etiket bile basılmayan bir dönemden geçiyoruz, nasıl olsa yarın fiyatı daha da artacak diye. 

Bir şeyi almadığımız her an, fiyatı daha da artacak endişesiyle yaşadığımız bir dönem bu... 

Konuya başka bir açıdan bakacak olursak: 

Kitaplarını yayımlatma konusunda zaten ezelden beri sıkıntı içinde olan genç ve yeni yazarların yeni kitaplarını bastırması artık çok daha zor olacak.  

Anlayacağınız...

Winter is coming!

Kitap linkleri (tıklayın)

twitter.com/ofluoglumert

instagram.com/ofluoglumert 

2 Kasım 2022 Çarşamba

BARBARIAN: BÖYLE KORKU FİLMİ OLMAZ OLSUN!

 
Efendim tam da doğum günü ayıma girmişken niçin böyle iç karartıcı, sinir bozucu, klişelerden öteye gidemeyen, hatta klişelerden bile daha vasat kalan bir film hakkında yazıyorum?

Öyle ya, Kış Uykusu'nu ya da Aşk, Mark ve Ölüm'ü yeni izlemişim, onlar hakkında yazayım ya?

Öncelikle, ne yalan söyleyeyim, filmin ilk yirmi-yirmi beş dakikası bir gerilim filmi olarak gayet iyiydi.

Yaratmaya çalıştığı atmosfer bende karşılık buldu.

Ne zaman ki film, gerilim filmi olmaktan çıkıp "korku filmi olucam ben ya" demeye başladı, işte oradan sonra, tüm vasatlıklar peşi sıra geldi. 
 
Disney+'ta ya da internette her yerde bulabileceğiniz, izlediğim en saçma filmlerden biri olan Barbarian'da, olaylar şöyle gelişiyor:

Bir kadıncağız, Amerika'nın Detroit şehrinde bir iş görüşmesine gideceği için, Airbnb'den ev tutuyor. Ve bu eve de, gecenin bir yarısı varıyor. Evde kalacak, ertesi gün de görüşmeye gidecek. Bir iş görüşmesi için şehir değiştirip ev tutmak filan artık ne kadar mantıklı, onun yorumunu size bırakıyorum. O iş ne, bu da yanıtsız kalıyor. Kızım, ne teklif ettiler sana, milyarder olacaksın mı dediler de, gözünü karartıp her şeye rağmen o Airbnb evinde kalmaya devam ediyorsun? Zira hava aydınlanır aydınlanmaz, bu hanım kızımız Airbnb diye tuttuğu evin, şehrin terk edilip hayalet kasabaya dönmüş bir semtinde olduğunu fark ediyor. Etrafta in cin top oynuyor, her yer enkaza dönmüş. Ama kızımız, adeta Amerika'da sıradan bir günmüşçesine, gene de hiçbir şeyi yadırgamayıp o semtteki o evde kalmaya devam ediyor. Üstelik, iş görüşmesi yaptığı kadının da her ne hikmetse "orada kalmanı tavsiye etmem" demesine rağmen.

Neyse, filmi tekrar geri saracak olursak, hanım kızımız gece vakti eve gidiyor, bir de ne görsün, evi meğer başka bir adam daha tutmuş. Bu adam da, öyle veya böyle, bir şekilde hepimizin aşina olduğunu düşündüğüm oyunculardan, İsveçli Bill Skarsgård. Hani o bu filmde oynuyorsa film herhalde belli bir standardın üstündedir diye düşünüyordum ben, ama pek de öyle değilmiş. (Gerçi,
Skarsgård filmin yaklaşık 40. dakikasında "bundan sonraki saçmalıklarda ben yokum" diye miadını doldurarak parasını alıp Hollywood'u terk edip köyüne, İsveç'e dönüyor.)


Kızımız ve çocuğumuz bu evi aynı anda "book" etmiş iki kişi olarak, evi kiraladıkları Airbnb sahibini arıyorlar ama, kendisi toz duman! Bu nasıl bir saçmalık filan diye kısa süreli bir şok yaşasalar da, kısa sürede aman neyse ya moduna geçip o gece aynı çatının altında kalmayı kabul ediyorlar. Ama sakın bizim romantik yaz dizilerimiz gelmesin aklınıza! Detroit'te adeta bir İstanbul beyefendisi olan çocuğumuz, kendi yatağını hanım kızımıza veriyor ve kendisi geceyi kanepede geçiriyor. O gece boyunca da, biz seyirciler biraz korkalım diye, bu çocuk uykusunda bir şeyler sayıklayıp hanım kızımızın ürpererek uyanmasına neden oluyor. Ama çocukta hiçbir korkutuculuk yok. Her şey, hedef şaşırtmaca. Çünkü tehlike, evdeki bu yabancı değil. Keşke o olsaymış da daha orijinal bir hikaye izleseymişiz, ama değil!

Neyse, ertesi gün oluyor ve hanım kızımız, tuvaletini yaparken, tuvalet kağıdı bitiyor ve evin içinde tuvalet kağıdı arayışına çıkıyor. (Etrafta A101 filan da yok, oraya şube açmayı unutmuş herhalde.) O sırada da aşağıdaki mahzene/bodruma iniyor. O sırada da bodrumdaki gizli kapıyı keşfedeceği tutuyor. O sırada da kapıdan geçip geçide ulaşıyor ve yine o sırada da geçidin içindeki bir başka geçidi keşfediyor. Geçitler, tüneller derken böyle matruşka bebek gibi, evin altında evin kendisinden çoooooooooooooook daha büyük bambaşka bir alan olduğunu görüyor. Tünellerden aşağı iniyor, kapıları açıp kapıyor, bunları yaparken de korkmuyor ha! Gayet sıradan bir şeymiş gibi, tünel boyunca ilerliyor. Neyse uzun lafın kısası, o tünellerde barınan, orada, o karanlıkta yaşaya yaşaya yaratığa dönüşen bir kadının eline düşüyorlar. Hem kızımız hem de çocuğumuz. Merak etmeyin, daha fazla spoiler vermeyeceğim, zaten filmin bu aşamasından sonrası, vasatlıklar, klişeler ve tahmin etmesi hiç de zor olmayan sinir bozucu geçmişe dönüş sahneleriyle geçiyor... Bu yaratığımsı kadın da, siz deyin Yüzüklerin Efendisi'ndeki Gollum, ben diyeyim bambaşka bir yaratık, hani öyle böyle değil. Ölmek de bilmiyor. Sonuçta insan bu. Ama yok, sanki fantastik bir yaratıkmış gibi, ağzından tükürükler saça saça böğürüp, metrelerce yükseklikten de düşse, atlayıp zıplasa da, araba da çarpsa, ölmeyen bir kadın kendisi.

Tabii film, Airbnb sistemine, ev sahiplerinin evden bihaber olmasına, Amerika'da polislerin suça karşı olan kayıtsızlığına, "yeterli kanıtınız yok" laflarına, hanım kızımızın kendini o cehennemden kurtardığında derdini kimseye anlatamamasına da küçük küçük değiniyor, iyi de yapıyor.

Benden, o da filmin açılış sahnelerindeki başarının ve gerilimi iyi ayarlayan müziklerin hatrına 4/10 puan alan bu filmi üç güne bölerek izledikten sonra, düşünmeden edemiyorum:

Acaba senarist bize hangi mesajı vermek istemiş?

a) Airbnb'den ev tutma!
b) Airbnb'den tuttuğun evin muhitine dikkat et!
c) Bir yabancıyla aynı evde kalma!
d) Tünel gördüğünde kaç!
e) Fazla merak iyi değil!
f) Hepsi!

Ve kafamda deli sorular: Bu hanım kızımız, işe alındı mı? İşe alındıysa, Detroit'te nerede yaşamaya başladı? İş, ne işiydi? Yemek kartı ve ulaşım dahil mi? SGK+özel sağlık sigortası yaptılar mı? 

Siz siz olun, Barbarian'ı korku filmi niyetine izlemeyin dostlar.
 
Sevgiler.

31 Ekim 2022 Pazartesi

MERT PODCAST YAPSIN MI?

Ses bir-ki, ses bir-ki...  

Podcast dinliyor musunuz?

Dinliyorsanız, hangi uygulamadan dinliyorsunuz? 

Ne tür programlar ilginizi çekiyor? 

Ben yapsam dinler misiniz? 

Benden nasıl bir içerik beklersiniz? 

Düşünceleriniz benim için her zaman önemli, biliyorsunuz :)

instagram.com/ofluoglumert

twitter.com/ofluoglumert 

27 Ekim 2022 Perşembe

UÇURUM ZAMANI'NA YENİ BİR OKUR YORUMU

Uçurum Zamanı okur yorumları devam ediyor. Yeni bir okurumun Instagram'da kitabı yorumladığı yazısını aktarıyorum:

@okurseveresra: 

Mert Ofluoğlu / Uçurum Zamanı
 
"Bozbalık Üçlemesi’nin ilk kitabı Ters Düz (sayfamda yorumu var) bir ölümle bitmişti. Serinin ikinci kitabı Uçurum Zamanı aksiyon, entrika, sırlar, ölümler ve aşklar barındıran, her sayfasında sizi içine çeken harika kurgusuyla devam ediyor. Akıcı ve samimi bir dille yazılmış. Onun için olayları okumuyor, yaşıyorsunuz. Üçüncü kitabı sabırsızlıkla bekliyorum. Yazarımıza @ofluoglumert bu güzel kitabı için çok teşekkür ederim. 
 
Ece, üvey kardeşi Nilgün’ü yaşananlardan uzaklaştırmak için kampa gönderir. Kampta aşkı bulan Nilgün eve döndüğünde eskisinden de kötü durumdadır. Sakladığı sır ve hissettiği aşk onu içten içe bitirir.
 
Kocası Ali ile boşanmalarına sebep olarak Ece’yi suçlayan Meryem öyle bir plan yapar ki Burak’la Ece’yi ayırmakla kalmamış, tüm dengelerin sarsılmasına sebep olmuştur. 
 
Saklanan sırra bir ortak daha çıkmış, mesajlarıyla Ece’ye zor günler yaşatmaktadır. 
 
Haziran ayında bir gün öyle bir fırtına çıkar ki tüm doğa şartlarını zorlar. Ağaçlar devrilmeye, çatılar uçmaya başlar. Bozbalık’ta olan bu olağanüstü fırtına sadece çevreyi değil insanların birbirleriyle de yaşadıkları bir fırtınaya dönüşür. Gerçekler su yüzüne çıkarken, götürdükleri neler olacaktır?"

20 Ekim 2022 Perşembe

İMZALI KİTAPLAR SERVET EDER Mİ?

1990'larda, J. K. Rowling tarafından imzalanan Harry Potter kitaplarını satın alan bir anne, bir uzmandan ikisinin de ender ilk baskılar olduğunu öğrenince şaşkına dönmüş. Kadın, Harry Potter ve Felsefe Taşı ile Harry Potter ve Sırlar Odası kitaplarını, 1997 ve 1998 yıllarında oğulları John ve Billy’yi okumaya teşvik etmek için 5 sterline satın almış. Şimdi ise, sadece Felsefe Taşı'nın bile 4.000-6.000 sterlin arasında bir değeri olduğunu öğrenmiş.

Yani kitapları satarsa zengin olabilir. 

Kitapların baskısı aslında görece yakın bir tarihte gerçekleşmesine ve J. K. Rowling hala hayatta olmasına rağmen, gördüğünüz gibi hayli değer taşıyor demek ki.

Uzun lafın kısası, yazar imzalı ilk baskılar önemlidir arkadaşlar... :)

Kitap linkleri (tıklayın)

twitter.com/ofluoglumert

instagram.com/ofluoglumert  
 


 


18 Ekim 2022 Salı

FİYATSIZ KİTAPLAR...

Bu pahalılık durmuyor... Durmuyor!

Artık kitaplara etiket bile basılmıyor. 

Çünkü ekonomik kriz yüzünden her an her kitabın fiyatı artıyor. 

Etiketinde 20 lira yazan kitap 70 liraya satılıyor. 

Durum vahim... 

Ülkemizde kağıt fabrikası kurulmadıktan sonra yayıncılık özelindeki bu kriz zor çözülür gibi...

Benim yeni kitabım geçen yıl bu ay 42 liradan satışa çıkmıştı, çeşitli zamlardan sonra yayınevi şu an 96 lira yapmış...

Daha da artar bu gidişle...

Alacağınız kitapları alın a dostlar!

Kitap linkleri (tıklayın)

twitter.com/ofluoglumert

instagram.com/ofluoglumert 

13 Ekim 2022 Perşembe

EN ÇOK DA KENDİ KENDİNDEN KURTULMAYI İSTEMEK...

 

"Gözyaşlarını elinin tersiyle silip, 'Hepiniz kurtulacaksınız benden!' dedi öfkeyle. En çok da kendine öfkeliydi, sanki en çok da o istiyordu kendinden kurtulmayı." 

Ah Meryem, ah... 

Alıntı, Bozbalık Üçlemesi II. Kitap: Uçurum Zamanı'ndan.

Bu sefer de izninizle kendi kitabımdan alıntı paylaşayım istedim.

Sevgiler...

Kitap linkleri (tıklayın)

twitter.com/ofluoglumert

instagram.com/ofluoglumert 

2 Ekim 2022 Pazar

KİTABA HÜRMET, YAZARA EDEP!

Nurullah Ataç, 1934 tarihli Kitaba Hürmet yazısında, parasını kitap almaya harcamak istemeyenlere hitaben şöyle yazıyor:

"Beğendiğiniz bir romanın şahısları ile tanışmak yüz elli kuruş mu eder? On kuruş verip bu mecmuayı aldınız: Birtakım resimler gördünüz, yazılar okudunuz, belki bir şey öğrendiniz, belki düşüncelerinize uymayan sözlerle karşılaşıp sinirlendiniz ve bu suretle belki kanaatleriniz biraz sarsıldı veya kuvvet buldu. Bütün bunlarla o on kuruş arasında, sorarım size, bir nispet kurmak imkanı var mı?

Hayır, siz yüz elli kuruşla bir kitabın, on kuruşla bir mecmuanın hakiki değerini vermiş olmuyorsunuz. Zaten hiçbir kitabın, yazının para ile ölçülecek bir değeri yoktur. Verdiğiniz para bir iştirak bedelidir. Kitabın yazılmasını, mecmuanın çıkmasını mümkün kılmak isteyenlerin arasına karışıyorsunuz." 

Söylemeye bile gerek yok: Kitaplara paha biçilemez. 

Ama öyle ki, Starbucks gibi seri üretim yapılan kahvecilerde sonu bucağı görünmeyen kahve kuyruklarında bekleyip bir kahveye 35-40 lira verirken hiç gocunmuyoruz da, sıra kitap almaya gelince oldukça tereddütlü davranıyoruz. İstiyoruz ki biz o kitaba para vermeyelim de birisi o kitabı bize bedavaya versin.

Kibarlık gereği biz diyorum, toplumdan bahsettiğim için. Yoksa ben ve muhtemelen sen, hiç de öyle değilsin, sevgili okur.

Sosyal medya, bir kitaba bedava yoldan ulaşmak isteyen kolaycılarla dolu. 

Mesaj kutum, "Kitabınızı gönderin, okuyup yorum yapalım" diyen sözde "okur"larla dolup taşıyor.

Bunlar, maddi güçlük nedeniyle kitaba ulaşamayan değil, kitaba canı istemediği için harcama yapmak istemeyen insanlar. 

Paraları var ama, o parayı kitaba vermek istemiyorlar. "Nasıl olsa sosyal medyada 3-5 bin takipçim var, bana bu kitabı bedava gönderirler" diye düşünüp, üşenmeyip, üşenmeyi de geçtim, yüzleri kızarmayıp, yayınevine filan bile değil, bizzat yazarın kendisine mesaj atıyorlar.

Bir yazara gidip "Bana kitabını gönderirsen okurum" demek, bir oyuncuya ya da yönetmene gidip "Bana sinema bileti verirsen filmini izlerim" demek gibi bir şey.

Okuma kardeşim, benim senin benim kitabını okumana ihtiyacım yok.  

Ve demek ki, senin de o kitabı okumaya ihtiyacın yok...

Daha geçen gün, yine bir benzerini yaşadım: 

Daha doğrusu, bu sefer öyle bir şey yaşadım ki, böylesi daha önce hiç başıma gelmemişti!

Instagram'da kitap sayfası olan bir "okur"dan bana önce, şöyle övgülerle dolu bir mesaj geldi:

"Kitaptaki cümleler ve betimlemeler için kaç gece uykusuz kaldığınızın, yeri geldiğinde burası olmamış deyip tekrar baştan başladığınızın, binbir emekle yazdıklarınızın değerini bilmeyenler romanlarınızı okumasın. Okurun yemek misali doyan midesinin yanında beynine inmek adına cebelleştiğinizin karşılığı eşittir basit lanet rakamlardan ibaretse, okuyorum diyenler gerçekten okumasın! Amacı gerçekten okumak olanlar destek olur!"

Bu iddialı ve yersiz bir şekilde sivri cümlelerle dolu mesajın üstünden çok değil, sadece birkaç gün geçtikten sonra, bu "okur", herhalde bir önce yazdıklarını unutmuş olacak ki, bu sefer de şöyle yazdı:

"Yeni kitabınızı gönderin, okuyup profesyonel yorum yapayım." 

Ne denir ki... Şaştım kaldım...

Yayıncılığın zaten ekonomik kriz nedeniyle zor bir dönemden geçtiği ve benim gibi genç bir yazarın bir sonraki kitabını basacak bir yayınevi bulup bulamayacağı konusunda bile umutsuzluk yaşamaktan neredeyse yazmaya dahi odaklanamadığı şu günlerde, insan hiç değilse "okur"lardan samimi bir destek bekliyor.

Ama herkese de okur dememek lazım.

Okumak, son derece ciddi bir iştir. 

Gerçek okurlar çok şükür o manevi desteği her zaman veriyor da, kendini yükseklerde gören, amacı okumaktan ziyade trendlere uyum sağlamak olan bazı sosyal medya "okur"ları böyle abuk subuk taleplerle ve dengesizliklerle gelebiliyor. 

O nedenledir ki, Nurullah Ataç'ın başlığına ben de naçizane şöyle bir ekleme yapmak isterim:

Kitaba hürmet, yazara edep!

Kitap linkleri (tıklayın)

twitter.com/ofluoglumert

instagram.com/ofluoglumert 

22 Eylül 2022 Perşembe

"EDEBİYAT İŞPORTACILARI"

Blog'umda yayımladığım son yazının üstünden tam bir hafta geçti ki, bugün, yazımda kısmen yer verdiğim bir konuyla ilgili, başka bir yazı çıktı karşıma. Yazan, Thomas Bernhard. Daha doğrusu konuşan. Jean-Arthur Rimbaud’un 100. Yaş Günü Anısına başlıklı bir konuşmasında söylemiş bunları, sonradan yazıya geçirmiş ve ben de Yapı Kredi Yayınları, yani YKY’den çıkan Hakikatin İzi kitabında gördüm bunu, kitapçıda, kitabı karıştırırken: "Kendimizi kandırmayalım; muazzam, heyecan veren, katıp katıştıran ve sakinleştiren kalıcı şeyler, kuzukulağı gibi çayırda bitmezler! İnsanın derinlere bakmasını sağlayan manidar bir mısra her gün, her yıl ortaya çıkmaz. Makine böylesine temel bir hamle yapmadan ve bize bir tane, belki sadece bir tane önemli bir dünya edebiyatı eseri ulaştırmadan önce hep birkaç bin tane kitabın basılıp atılması gerekir. Sürekli rağbet gören şeylere asılıp ayyaşların oturduğu birahanelere kadar sesini ulaştıranlar, dergi şairleri ve işi bazen Nobel Ödülü almaya kadar vardıran edebiyat işportacıları, çoğunlukla allanıp pullanmış boş lakırdılardan ve moda üretiminden ibarettir. Edebiyatta asıl mesele asli olandır, temel olandır, Jean Arthur Rimbaud gibiler."

Peki o yazımda ben ne yazmıştım? "Hep aynı üç beş ismin kitapları görünürde, diğerlerini ara ki bulasın. Bir insanın bir kitabevine gidip de yeni bir yazar keşfetme şansı çok düşük. Zaten kafasında bir yazar ismi oluyor, doğrudan onun kitabını almaya gidiyor. (...) Geçen gün, bir internet sitesinde, "sonbaharın öne çıkan kitapları" diye bir liste gördüm. Böyle listeleri okuyarak (en azından yerli) yeni bir yazar keşfetmenin imkanı yok. Hep bildiğimiz, popüler, ana akımda zaten reklamları dolaşımda olan yazarların tanıtımı yapılıyor. Birisi de demiyor ki daha alternatif/pek bilinmeyen yazarlara yer verelim. Yok. Hep aynı, aynı, aynı isimler..."

Sevgiler. :)

Kitap linkleri

twitter.com/ofluoglumert

instagram.com/ofluoglumert

15 Eylül 2022 Perşembe

NASIL GEÇTİ HABERSİZ, BİR YAZ DAHA MARMARİS'TE...

Bu yaz da bitiverdi işte... Sonbaharın habercisi gibi begonviller dökülmeye, sıcaklıklar azalmaya, güneş tepelerin ardında artık daha erken kaybolmaya başladı -sinekler ve arılar arttıkça arttı ama. Yaz genel olarak yine evde, verandada ve tabii bisiklet üstünde geçti. Bilgisayarımı açıp bir şeyler yazdım, çalıştım; her zamanki Mert işte. Kalk, yaşıtların gibi barlara, alemlere, partilere git, kop kop, di mi, ı-ıh, hiç yok bende o işler. Ben dergimi kitabımı alır, gölge bir yerde okur, hayal alemlerine dalarım. Genç olduğumu ele veren tek şey, bıkıp usanmadan kullandığım şu sosyal medyam. Twitter ve Instagram hesaplarımdan beni takip edenlerle anbean paylaştım yine her şeyi. Paylaşımlarım yine daha çok edebiyat, kitaplar, filmler, şarkılar ve gündem hakkında oldu. Hani bu sosyal medyayı yoğun kullanımım da olmasa, sahi yaşlandım mı ben, diye kendimden şüphe edeceğim. Etrafımda gördüğüm gençler gibi değilim çünkü pek. Daha farklı dertlerim, meselelerim, kaygılarım varmış gibi geliyor. Bilmiyorum ya, pek bu zamanın insanı değilim ben zaten...

Bu yaz mevsiminin önemli bölümünde yine Marmaris'teydim. 50 derece sıcakta, bir de bilgisayarın sıcağı, vallahi de billahi de piştim yaz boyu. İki tane Rus komşu çocuk vardı, çok yaramazdılar, hep koşturup durdular, "Babuşka! Babuşka!" diye bağırdılar. Kate Bush’ın şarkısı değil miydi o? Şimdi popüler bir diziyle yeniden moda olmuş kadıncağız, ohoooo, ben onu taaa ne zamandır bilir, severim. Hatta son kitabım Uçurum Zamanı için hem kitabın içinde yer verdiğim hem de Spotify'da oluşturduğum şarkı listesinde Kate Bush da vardı. Eski, kıymetli, değerli bir şeyin saçma sapan bir kapitalizm çılgınlığıyla yeniden dillere düşmesine de sevineyim mi üzüleyim mi bilemiyorum, neyse. Çöl sıcaklarına dönecek olursak, şikayetim var sanmayın sakın. Sonuçta yaz tatiline İzlanda’ya gelmedim ki, Marmaris’e geldim, elbette sıcak olacak. Klima insanı olmadım hiçbir zaman. Çalıştırmıyorum kardeşim klima falan. Ben buraya terlemeye geldim. 

Terlemeye gelmişken, bir de gidip eski mekanları kontrol edeyim dedim, bakayım bu fiyat zamlarını onlar neye ne kadar yansıtmış diye. Fiyat çılgınlığı artık ciddi ciddi alıp başını gitmiş vaziyette. İki sene önce 35 liraya yediğim cheesecake, şimdi olmuş 85 lira! 85 lira! Aynı yerde kahvaltı ise “sadece” 125 lira. Yani bir oran/orantı problemi de var. Cheesecake yiyemeyen kahvaltı yapsın dercesine… Kafenin sahibi olduğunu tahmin ettiğim yaşlıca adam da, girişteki menüyü uzun uzun incelediğimi görünce, dönüp bana ne dese beğenirsiniz: “Seni kim gönderdi?!” Şaştım kaldım. Aslında adamı iyice huylandırmak için “Beni karşı pastane ajan olarak gönderdi!” demek vardı ya, neyse. “Turistim abicim ben,” dedim, “Ben masumum polis bey!” edasıyla. Menüyü inceliyordum sadece… Amca da sorgulayıcı işletmeci modundan bir anda müşteri velinimettir düsturuna geçerek, “İyi tatiller, hayırlı günler efendim” demeye başladı. Bu numaraları yemezler amca, o fiyata o cheesecake’i de yemezler. Ama yiyorlarmış. “Yetiştiremiyoruz, kapış kapış gidiyor” diyor. “Oh oh kazanın kazanın, daha çok kazanın” diyerek olay yerinden sakince uzaklaşıyorum. Bu arada kafama takılıyor: 26 yıllık daimi turistim ama, gene de turist sayılırım, değil mi? 

Bu pahalılık ne olacak böyle, bilmiyorum. Her şeyin fiyatı arttı, artıyor ve artacak. Maaşlarımızsa aynı ölçüde artmadı. Dahası, maaş filan da yok, işsiziz. Sabahları fırına gidip 5 liraya simit almak düşündürüyor beni... 10 lira da olsa, yine de alacakmışız gibi geliyor. Alıştık artık pahalılığa. Paketli bisküviler 1 liradan ne ara 10 liraya çıktı mesela? 1.5 kiloluk yoğurtlar 10-15 lirayken hangi ara çaktırmadan 39.99 lira oldu? Bu soruların yanıtını hem bilmiyoruz hem de çok iyi biliyoruz... Geçen yıl bu zamanlarda 6 liraya aldığım Tadım ay çekirdeği şu an 18 lira oldu. Bir yıl içinde 6-8-10-12-13-15-17-18 olarak değişimine bizzat tanıklık ettim. Daha çok da bu son 3-6 ay arasında oldu her şey. Artık her hafta fiyat artıyor. Haftaya da eminim 20 olur mesela. Dün televizyonda Aslı Şafak'ı izliyordum, Ayhan Sicimoğlu konuktu. Aslı Şafak bir ara ona, pahalılık bu kadar artmış gitmişken gezi programı gereği yiyip içerken ne hissettiği minvalinde bir şey sordu. Ayhan Sicimoğlu da, önce pazarları gezdiğini, pazarlarda bile insanların artık meyve sebzeye bakıp geçtiğini söyledi. "Meyve müzesi" gibi... Orada duruyorlar, sergileniyorlar ama senin satın almaya paran yok artık. Para, pul oldu. Ya otobüsler bile uçak fiyatı olmuşken, ne desek boş! Pegasus ve THY'de tek yön 2.500 liraya bilet gördü bu gözler yazın. Eskiden yurt dışına gittiğimiz uçak yolculuklarını şimdi yurt içi için ödüyoruz. Ya da ödeyemiyoruz. Her şey çok pahalı! Yine dün izlediğim programdan, bu sefer başka bir örnek: Sokak röportajında gençlere "300 yıl yaşasanız ne yapmak isterdiniz?" diye soruldu, stüdyodaki Şafak ve Sicimoğlu'nun da eleştirdiği bir cevap şuydu: "Fatih Terim'i yeniden Galatasaray başkanı yapmak!" Sana 3oo yıl yaşayacaksın diyorlar ve senin vizyonun bu mu? Belki de yazının başında kendimi zamane gençlerine benzetmeme sebeplerimden biri de budur. Yüzeyselcilik, paraya/şana/şöhrete düşkünlük, cebindeki 49 lirayı plastik bardaktaki kahveye verirken kitaba asla vermeme, dış görünüşe takıntılı olma, ama içi bomboşluk... Elbette vardır benim gibi hassas ruhlular da bir yerlerde... Vardır, değil mi?

Yazıyı bitirirken, önümden Rus bir kadın bana gülücükler atarak geçiyor (ciddiyim). İki gündür de benimle ilgileniyor, kaş göz ediyor, bir şeyler yapıyor sanki, garibim, beni etkilemek için dış güzelliğin yetmeyeceğini bilmiyor. Ha bak ressamım, yazarım, şairim, heykeltıraşım, tiyatrocuyum falan dese, yine bir derece, ama orada da gözden kaçırdığı bir nokta var: Ablacım, benim alın yazımda maskeli bir gelin var, o sen değilsin. Neticede korona yeniden "pik", üstüne maymun çiçeği geldi, bir de domates gribi diye bir şey okudum geçen haberlerde, iyi mi? Olmayan ruhsal sağlığımız bu ekonomik ve toplumsal belirsizliklerle birlikte yeniden diplere vurdu. Ne dersiniz, vakit, İstanbul'a dönünce -ki dün itibariyle döndüm- psikoloğa başlama vakti midir?  

 
Sia Kitap'tan çıkan Sözlerin Ağırlığı'nı bu yaz okudum, sosyal medyada da oldukça bahsetmiştim kitaptan. Uzun zamandır okuduğum en derinlikli, en yoğun kitaplardan. Şiddetle tavsiye. 

 
 İş Bankası Kültür Yayınları'ndan çıkan Meselenin Özü, Graham Greene ile tanıştığım kitap oldu.

 
 
Bu kitabın yazarını tanıyorum.
  
Uçaktan iner inmez Bağdat Caddesi'ndeki Penguen Kitabevi'ne gittim. Marmaris'te pek kitapçı yok, olanlarda da hep aynı üç beş yazarın kitabı yazılıyor, çeşit yok. Hoş, büyük kitapçılarda çeşit var da ne oluyor? Hep aynı üç beş ismin kitapları görünürde, diğerlerini ara ki bulasın. Bir insanın bir kitabevine gidip de yeni bir yazar keşfetme şansı çok düşük. Zaten kafasında bir yazar ismi oluyor, doğrudan onun kitabını almaya gidiyor. Başkasını bulmak, keşfetmek istemiyor, belki öyle bir amacı da yok, belki de sırf "o günlerde o kitap popüler" diye onu almak istiyor, başkası popüler olsaydı, o başkasını alacaktı. Geçen gün, bir internet sitesinde, "sonbaharın öne çıkan kitapları" diye bir liste gördüm. Böyle listeleri okuyarak (en azından yerli) yeni bir yazar keşfetmenin imkanı yok. Hep bildiğimiz, popüler, ana akımda zaten reklamları dolaşımda olan yazarların tanıtımı yapılıyor. Birisi de demiyor ki daha alternatif/pek bilinmeyen yazarlara yer verelim. Yok. Hep aynı, aynı, aynı isimler... Bu anlamda okurların büyük çoğunluğu da biraz tembel galiba. Araştırmak istemiyor. Önüne sunulanı alıyor. Belki de okurlar bu tembelliğe alıştırıldı.

Bu yaz, beni Twitter'dan takip eden bir hanımefendi, bakın o da beni zaten takip etmekte olduğu için, yani Mert Ofluoğlu diye bir yazarın varlığından haberdar olduğu için, kitaplarımı almaya, Penguen'e gitmiş. Sormuş soruşturmuş, bulamamış. Bana yazınca, ben de ona internette Kitapyurdu'nda bulabileceğini söyledim, "Neyse, en azından kitapçı gezmiş oldunuz" notuyla. O da hemen alıp okumuş. İkisini de. Üç günde bitirmiş. Şaşırdım kaldım hızına. Bir yandan, böyle eline geçireni yalayıp yutan okurlar da var ve bu mutluluk verici. Demek istediğim şu: Belki bir yerlerde EceNilgünDumanKara adında bir yazar var, çok da iyi kitaplar yazıyor, ama ne yapsın, görünür olamamış, onun kitapları öylece depolarda bekliyor, o iyi metinlerinin yolu bir türlü iyi okurlarla kesişemiyor. Onu okusa sevecek olan okurlar da, dönüp dolaşıp yine aynı üç beş yazarın kitabını okuyor.

Haydi kalın sağlıcakla. Ve tabii bol bol kitapla. Benimkileri okursanız yorumlarınızı heyecanla bekeldiğimi söylememe gerek yok, değil mi? Daha az önce 265 TL'lik kitap alışverişi yapmamışım gibi, şimdi yine kitap almaya gideceğim... N'apayım, ben de tesellimi kitaplarda buluyorum. Sevgiler.


Edit: Tam bugün blog'uma yazdığım bu yazıda okur tarafından yeni bir yazarın keşfedilmesinin zorluğundan bahsederken, dün gelen bu mesajı gördüm. Okurumdan izin alarak paylaşıyorum. Benim hala umudum var! :)

Kitap linkleri

twitter.com/ofluoglumert

instagram.com/ofluoglumert





















29 Haziran 2022 Çarşamba

ÇOCUK KİTABINA +18'LİK SANSÜR... NEDEN?

Çocuk kitaplarını +18 olarak poşete hapseden ilk ve tek ülke biz miyiz acaba?

Gün Işığı Kitaplığı'nın "7 kitabımızın poşete sokulmasını kınıyoruz!" adlı basın açıklamasını görünce düşündüğüm ilk şey bu oldu... 

Yayınevinin Çıtır Çıtır Felsefe adlı çocuk kitapları serisinden 7 kitap, Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu'nun Resmi Gazete'de yayımlanan kararıyla "muzır" ilan edilmiş ve bu 7 kitabın yalnızca 18 yaşından büyüklere ve poşet içinde satılabileceğine karar verilmiş. 

Asıl Müge Anlı ve Esra Erol gibi televizyonda saatlerce yayınlanan bazı programları filan "muzır" yayın diye poşetle kapatmaları lazım... 

Bu yetişkin programlarını çocuklar kontrolsüzce üç saat boyunca izleyebiliyor, ama veli parasını verip çocuğuna çocuk kitabı mı satın alamıyor?

Bakın dikkatinizi çekerim, ÇOCUK kitabı...

O kitapları ben okumadım, ama içlerinde 18 yaşından küçüklerin okuyamayacağı ne gibi bir içerik olabilir ki diye düşünmeden de edemedim...

Her şey bitti de, bir tek çocuk kitaplarını poşete koyup sansürlemek mi kaldı...

Ben de çocuklar için bir hikaye yazıyorum... Umarım 18 yaştan büyüklere okutmazlar...

twitter.com/ofluoglumert

instagram.com/ofluoglumert

23 Mayıs 2022 Pazartesi

MERT OFLUOĞLU - UÇURUM ZAMANI RÖPORTAJI

İyi bir edebiyat eseri okumaktan daha fazla tatmin edici çok az, belki de tek bir şey var ve o da, eseri objektif bir şekilde okuyup değerlendiren usta işi bir roman kritiği okumak... Uçurum Zamanı’nı okuyan Müge İplikçi’nin soruları, romanın kuytularında kalmış köşelere öyle güzel ışık tuttu ki, yazarı olarak beni bile gerek röportaj sırasında gerekse sonrasında çokça düşünmeye itti. Müge Hoca’nın bir sürü tecrübeli yazarı ağırladığı Zeytin Dalı programına konuk olmak benim için unutmayacağım bir deneyim oldu. Söyleşimizde kitabın ana karakteri olarak tanımladığım Bozbalık Köyü çerçevesinde zaman ve mekanın önemini, romanın merkezindeki kadın karakterler arasındaki çatışmayı, polisiye olay örgüsünü ve daha pek çok şeyi konuştuk. Ben de, konuştuklarımızın bir kısmını yazıya dökerek, birkaç bazı eklemeyle buradan sizlerle paylaşmak istedim. Keyifli okumalar efendim... 

"ÜÇLEME; ÇÜNKÜ ANLATACAKLARIM TEK KİTABA SIĞMADI!"

Bir üçleme fikriyle yola çıkan genç bir yazar var karşımızda... Sizin yaşınızda bir yazar neden üçleme yazmaya girişti? 

Bunun aslında çok basit bir cevabı var: Anlatacaklarım tek bir kitaba sığmadı! Bozbalık Üçlemesi’nin başı ve sonu 2012’den beri belli. Benim lise yıllarımda oluşturduğum, o yıllarda yazdığım bir roman bu. Ters Düz, 2015’in sonunda yayımlandı ama aslında ben onu 18 yaşında tamamladım. Uçurum Zamanı’nı da 2016’da yazdım ama o da ancak 2021 gibi çok geç bir tarihte yayımlanabildi. Ters Düz’ün ilk cümlesini yazarken, son kitabın son cümlesi bile kafamda netti. Olaylar, karakterler dahi kesindi. Ben yıllar içinde kafamdakileri oturup kâğıda döktüm sadece. Bu üçlemeyi, ister birbirinden bağımsız üç ayrı kitap, ister iki bin sayfalık tek bir roman olarak ele alabilirsiniz.

Bir röportajınızda diyorsunuz ki, Uçurum Zamanı’nda kahramanımız aslında bir mekan: Bozbalık. Ece Duman çok rahatlıkla kahramanımız olabilecekken, hayır diyorsunuz ve Bozbalık Köyü’nü karşımıza bir kahraman olarak çıkarıyorsunuz. Neden?

Bozbalık Üçlemesi’nin her kitabında bir sürü insan var ama ana karakter olayların geçtiği Bozbalık Köyü. Ve zamanın kendisi. Ters Düz’de köyün sonbaharını anlatıyordum. Uçurum Zamanı’nda köyün kışına ve ilkbaharına tanıklık ediyoruz. Serinin son kitabında da tekrar sonbaharı ve ilerisini göreceğiz. Böylece üçleme aslında bir mekanda yaşayan insanların bir yıllık süre zarfında geçirdiği dönüşümleri ele almış oluyor. Zaman geçerken karakterler bıraktığımız noktada kalmıyor, onlar da çok fazla değişip dönüşüyor. Fizikselden ziyade psikolojik bir dönüşüm bu... Bozbalık’sa hayali, kurgu ürünü bir köy. Bir o kadar da haritadaki koordinatları belli aslında! Trabzon’un Maçka ilçesine bağlı bir dağ köyü. Romanlar için bu doğa harikası, ormanlarla çevrili küçücük köyü kurguladım ve içini görünürde renkli, gerçekteyse sır küpü karakterlerle doldurdum.

"BOZBALIK KENDİ OLARAK KALABİLMEK, VAR OLABİLMEK İSTİYOR" 

Uçurum  Zamanı’nda çok sayıda karakter var. İnsan okurken şunu düşünüyor: İnsanın olduğu her yerde hakikaten çok büyük bir cehennem var. Peki, Bozbalık kahramanımızsa, bu kahramanın temel yarası nedir?

Bu sorunun yanıtını üçlemenin final kitabında veriyorum. Uçurum Zamanı’nda alttan alta son kitapta neler olabileceğinin sinyalini vermeye çalıştım. Kitabın bir sahnesinde köyde bir fırtına oluyor ve orada doğanın köye yaptığı tahribatı görüyoruz. O an için karakterler en kötüsünün bu olduğunu düşünüyor belki de. Ancak köyde etkisini giderek göstermekte olan çok ciddi bir yapılaşma mevzusu var. Karakterlerimiz henüz bilmiyor ki doğadan ziyade insanın vereceği tahribat gelmekte Bozbalık’a. Bozbalık aslında kendi olarak kalabilmek, var olabilmek istiyor. Ama insanlar buna ne ölçüde izin verecek, bu üçüncü ve final kitabının konusu.

Sözü açılmışken, kitabın final sahnesinde gördüğümüz fırtına, mekan karakterlerimizin simgesel düşmanı mı?

Şimdi, kitabın yazarı olarak düşünüyorum da, Bozbalık Üçlemesi’nde doğa insana yeniden başlama imkânı sunuyor belki de. Ters Düz’ün sonlarında şöyle bir cümle vardı: “İki kız kardeş, isteyerek veya istemeyerek yaptıkları her şeyin, karın zarafetinde yıkanıp kaybolmasını dilediler.” Yağmaya başlayan o karın altında pür-i pak olmak istediler. Aslında, affedilmek istediler. Uçurum Zamanı’nın finalindeki fırtına da bir şekilde herkesi eşitleyip haklıyla haksızın, dürüstle yalancının, cesurla korkağın açığa çıkmasını sağlıyor. Aslında o fırtına, karakterlerimizin düşmanı değil, dostu. Fırtınadan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmuyor. Bunun izlerini de üçüncü kitapta göreceğiz zaten.

"ANNE, ÜVEY ANNE VE KIZ KARDEŞ ÇATIŞMASINI İŞLEMEK İSTEDİM" 

Şimdi kahramanlara gelmek istiyorum... Çok kalabalık bir ekip var karşımızda. Özellikle de Ece, Nilgün, Münevver gibi kadın karakterlerin ön plana çıktığı bir kitap okuyoruz. Bu kadınların kendi iç dinamikleri neler?

Kadın karakterler kesinlikle ön planda. Ece’nin “erkekleri” de var elbette; Burak, Ali, Kerem. Ama bu bir kadın hikayesi. Ece-Nilgün, Nilgün-Münevver ve Ece-Münevver arasında hem geçmişten gelen hem de halihazırdaki konum itibariyle türlü türlü çatışmalar var. Bu çatışmalar bitmiyor. Daha çok bu üç kadının birbiriyle olan ilişkisini irdelemek istedim. Ters Düz’de Ece Duman’ı yirmi sekiz yaşında, yakında yeni kitabını çıkaracak olan, geleceği parlak bir yazar, İstanbul’da tek başına yaşayan, kendi ayakları üstünde duran şehirli bir genç kadın olarak tanıdık. Pek çok yaşıtına göre çok daha olgun, çünkü küçük yaşında çok şey yaşamış ve hayat da onu erken olgunlaşmaya mecbur kılmış. Annesiz büyümüş. Onu babası ve amcası büyütmüş. Babası Kadir, sonradan Münevver’le evlenmiş. Münevver ona iyi bir anne olmamış, kötü davranmış, ondan nefret etmiş; başka bir kadının çocuğu olduğu için onu Kadir’le gerçek bir karı-koca olmasının önünde bir engel olarak görmüş. Ne Münevver Ece’yi, ne de Ece Münevver’i sevmiş. Ece çocukken çeşitli sebeplerle köyü terk edip İstanbul’a gelen bir karakter. Ve yıllar sonra babasının kaybolduğunu öğrenince köye geri dönmek durumunda kalıyor. Üvey annesi Münevver şimdi ortalarda yok. 

Çok ilginç bir öyküsü var Münevver’in...

Ece on yaşındayken Münevver’in hamile kaldığı bebek, yani Nilgün, Ece yıllar sonra köye geri döndüğünde on yedi-on sekiz yaşlarında bir kız olarak çıkıyor karşısına. Tabii yine çeşitli sebeplerle aralarında, daha çok Nilgün’den Ece’ye karşı bir birbirlerinden hoşlanmama durumu var. Bu anne, üvey anne ve kız kardeş çatışmasını işlemek istedim.

Ve bayağı da çatışıyorlar aslında...

Çatışıyorlar, evet! Spoiler vermeden konuşmam zor, o nedenle tam da bu noktada susma hakkımı kullanmak istiyorum.

Bir de Meryem var tabii. Uçurum Zamanı'nda kadınlar bitmiyor! Meryem’i konuşalım biraz...

Meryem, Bozbalık’tan çıkamamış bir karakter. Nilgün de öyle ama o Uçurum Zamanı’nda nihayet şeytanın bacağını kırıp kısa da olsa bir çıkıyor! Meryem, Bozbalık’tan çıkamamış bir karakter olsa da, köyün “aura”sı olan, iddialı da bir kadını. Bozbalık kurgu ürünü bir köy ama Meryem o köy standartları içinde hayli iddialı, çekici bir karakter. Ne zaman ki Ece İstanbul’dan oranın havasını solumuş biri olarak köye geri dönüyor, çocukluk arkadaşı olan Meryem ister istemez onda biraz başka bir hayatını görüyor. Köyden gitseydi belki o da daha farklı bir kadın olabilirdi. Başarılı bir kariyeri olan Ece, ışıltılı bir insan. Meryem biraz da ondaki bu ışıltıyı kıskanıyor. İşin içine çeşitli aşk durumları da girince, Meryem, Ece’den pek hazzetmeyen bir karakter olarak karşımıza çıkıyor.

"BU KİTAPTA MÜNEVVER'İN KAYBEDECEK BİR ŞEYLERİ VAR. MERYEM'İNSE KAYBEDECEK HİÇBİR ŞEYİ YOK, CANINDAN BAŞKA"

Şimdi gel buraya Münevver Kara’yı da koy! Münevver ve Meryem, cidden “femme fatale” gibi çıkıyorlar karşımıza... Bu iki kadının kitap boyunca bize ne tür bir denge sağladığını da sizden öğrenmek istiyorum. Münevver Kara ve Meryem Uzun’un birbirine benzeyen yanları neler?

Birbirlerine benzeyen yanları var mı, emin değilim. Ters Düz’ü geride bırakarak, Uçurum Zamanı özelinde konuşuyorum. Bu kitapta Münevver kaybedecek bir şeyleri olan bir kadın artık. Nilgün ve Ece’yle ilişkisinde “çeşitli” gelişmeler oluyor ve belki de Nilgün tarafından kendisine verilen ikinci bir şansla elindekilerin değerini anlıyor, anlamaya başlıyor. Dolayısıyla Münevver bu kitapta çok da gözü kara bir karakter değil. Meryem’inse kaybedecek hiçbir şeyi yok. Tam anlamıyla hiçbir şeyi yok; vereceği bir candan başka. Hikâyenin bir noktasında bu iki karakterin yolu bir noktada kesişiyor ve kısa bir süre için de olsa bir ittifak yapılıyor. Meryem akıllı bir kadın. Münevver’se, hiç de öyle görünmemesine, hatta köylülerce “deli” olarak etiketlenmesine rağmen, belki de oradaki herkesten çok daha akıllı bir kadın. Meryem duygularıyla, Münevver’se aklıyla hareket ediyor. Üstelik dediğim gibi, hiç de “yarım” filan değil aklı! Neyin ne olduğunun çok farkında bir karakter.

Burada bir parantez açmak istiyorum: Doğrusu, Münevver’i daha çok okumak istedim... Sanki orada frene basmış, “daha ileri gitmeyeyim, burada durayım” demişsiniz gibi geldi. Doğru mu bu tespit?

Her ne kadar Münevver üç ana kadın karakterimden biri olsa da, ben Uçurum Zamanı’nda Ece ve Nilgün’ü anlattım. Final kitabı için Münevver’i ve onun geçmişinde gizli bıraktığım yanları açığa çıkaracağım, ilginç sürprizlerim var.

Gelelim şimdi Hasan ve Kadir kardeşlere... Onlar, bu kadın ordusuna karşın iki erkek olarak olayların akışına acayip yön veren figürler...

Yön veriyorlar, hem de çok ilginç bir şekilde: İkisi de aslında kitapta yok. Buna rağmen olaylara yön veriyorlar. Ama bu karakterlerin geçmişte yaptıkları hatalar ya da seçimler, kadınlarımızın hayatını etkilemiş, etkilemeye de devam ediyor.

O yanı çok güzel vermişsiniz...

Teşekkür ederim... Şu anda olmayan bu karakterlerimizden bir tanesi, kitapta daha sonra bir kedinin adı olarak yer alıyor: Kedi Kadir. 

"BİR BAŞKOMİSER ZATEN SUÇLULARIN PEŞİNDEDİR. SIRADAN BİR EV KADININ DAHİL OLDUĞU POLİSİYELER BANA DAHA CAZİP GELİYOR." 

Uçurum Zamanı bir polisiye mi?

Kesinlikle öyle.  Ben dedektiflerin ya da başkomiserlerin başrolde olduğu polisiyeleri değil, sıradan, gündelik yaşamın içindeki insanların hayatlarına devam ederken kendilerini birdenbire içinde buldukları, dahil oldukları polisiyeleri daha çok seviyorum. Sonuçta bir dedektif ya da başkomiser zaten suç ve suçlularla ilgilenmek durumunda; onun hayatının bir parçası bu. Ama kendi halindeki bir ev kadını, köyde yaşayan bir kızcağız ya da yazar bir kadın kendini böyle bir polisiye olaylar örgüsünün içinde bulunca onların buna nasıl reaksiyon vereceğini düşünmek ve bunu yazmaya çalışmak bana daha cazip geliyor. Çünkü ben de okurken bundan keyif alıyorum. Elbette Bozbalık Üçlemesi’nde de olaylar bir köyde geçtiği için, yaşanan her türlü polisiye vakada iz süren, araştıran bir jandarma komutanımız var. Ama asıl karakterimiz o değil. Onun bakışından pek görmüyoruz olanı biteni. Bir yandan kendi özel hayatındaki sorunlarla boğuşan, bir yandan mesleğini icra etmeye çalışan herhangi bir insanın karıştığı polisiye olaylar var Uçurum Zamanı’nda. Şunu da söylemek isterim: Bir polisiyede illa bir cinayet olması gerekmiyor. Yapılmaması gereken şeyleri kim yapıyor sorusu olması önemli. Buna birini öldürmek de dahil, çok daha basit bir hırsızlık da, entrikalı bir şantaj da. Uçurum Zamanı’nda da polisiye hem o bildiğimiz, klasik anlamdaki polisiye olarak var hem de diğer şekillerde. Hatta, Ters Düz’den farklı olarak tek değil, ayrı ayrı birkaç tane polisiye olay örgüsü var. Bunun haricinde, Uçurum Zamanı bir aşk ve doğa romanı.

Son olarak, Bozbalık Üçlemesi’nin üçüncü kitabı ne zaman çıkacak?

Onu henüz yazıyorum. Ama öncesinde, çekmecemden, bilgisayarımdaki tozlu (!) dosyalardan çıkardığım bir başka roman var. 2018 yılında yazmıştım. Şimdi onu baştan yazıyorum ve zannediyorum ki üçlemenin son kitabından önce bu bahsettiğim yeni roman gelecek. Bundan sonra devam etmek istediğim tarza  daha uygun stilde bir roman. Elbette Bozbalık Üçlemesi de etkileyici, belki de üçlemenin en iyi kitabı olacak bir romanla kapanış yapacak. 

Ters Düz ve Uçurum Zamanı'nı Kitapyurdu'ndan inceleyip satın alabilirsiniz: https://www.kitapyurdu.com/yazar/mert-ofluoglu/184576.html)

instagram.com/ofluoglumert

KİTAP ALINTISI

"Yazın son günleri, insanın dünyayı değiştirebileceğine dair hâlâ içinde umut taşıdığı günlerdir. Ama ne zaman ki mevsim döner, işte o ...