25 Mart 2020 Çarşamba

EVDE BİR GÜNÜM


Bugünlerde koronavirüs tehdidi nedeniyle tahmin ediyor ve umuyorum ki hepimiz evdeyiz. #evdekal ve #evdekaltürkiye gibi hashtag'ler de bunu gösteriyor. Ben de blog'umda evde kalmakla ilgili mim benzeri bu soru cevabı yaparak, kendi ev hallerimi ve evde bir günümü sizinle paylaşmak istedim. İsteyen herkes yapabilir. 

Sabah kalkar kalkmaz Camdan bakarım. Su içerim. Kitap okurum. Hemen telefonuma filan bakmam. Ama roman yazıyorsam ya da kafama bir şey takılmışsa bilgisayar açarım.

Kahvaltıda olmazsa olmazlarım Çayyyyyy, reçeller, kızarmış ekmek, beyaz peynir. (Ve daha bir sürü şey ama bu dördü olmadan asla. Kahve içmem. Güne çaysız başlamam. En az üç kupa/fincan dolusu çay içerim.) 

Evin en fazla vakit geçirdiğim bölümü: Odam. Mutfak. Salon. Okuma köşem. Kütüphanemin önündeki tekli koltuk. Televizyonun önündeki L koltuk. Durduğum yerde duramıyorum gördüğünüz gibi!

Çalışırken bana eşlik eden içecek Sence? Tabii ki çay!

Evde yapılacak en keyifli aktivite Öncelikle şunu söylemek istiyorum ki; hala durumun ciddiyetini anlamayan, sokaklarda "Bana bir şey olmaz ehe ehe ehehe" ya da "Bu insanlar nereye kayboldu acaba böyle?" diye dolaşan cahiller var. Evet, var. Toplumumuzda maalesef herkes yeterli eğitim ya da bilinç düzeyinde değil. Öte yandan evde kalan kitle arasında da evde niye kaldığını tam olarak bilmeyen var. Her gün işe, daha da fenası hastaneye gidip gelmek zorunda olan çalışanlar varken "Evde sıkıldım" dememelisiniz bence. Evde kalabildiğiniz için şanslısınız. Ayrıca evde yapılacak o kadar çok şey var ki, ben şahsen vakit yettirip hepsini yapamıyorum. Roman yazmak, kitap okumak, blog'uma yazılar yazmak, sohbet etmek, konuşmak ve yemek yemek benim için bunlardan bazıları. Bu karantina günlerinin sonunda umarım obez birer Garfield kedisine dönmeyiz –ki ben ne kadar tatlı, pasta, börek, çörek yesem de kilo almayan bir insanım, siz kendinizi düşünün. :)

Şu sıralar izlediğim dizi Yok. Çünkü hayatımız diziye döndü zaten. Ama akşamları televizyondaki birkaç yerli diziye bakıyorum. Yabancı dizi olarak en son Feud: Bette&Joan bitirdim. Herkese öneririm.

Başucu kitabım Polisiye kitaplar.


Gece uyumadan mutlaka Ne WhatsApp'a ne Instagram'a... En son bir televizyona bakarım. Dişleri iyice fırçalayıp "Sabah olsa da uyansam" diye söylene söylene yatarım. Genelde 24 gibi yatıp 6.45 gibi kalkıyorum. Çocukluğumdan beri gece kaçta yatarsam yatayım hep erken kalkan biri oldum. Çok fazla uyumayı sevmiyorum, tembellik gibi geliyor. Benim için 6-7 saat yeterli. Bununla birlikte, konforlu bir yatak ve yastık zevkim var. Öyle her yerde uyuyamam. 

Karantina tedbiri kalktığında gitmek istediğim ilk yer Yaz geliyor, birkaç klasik tatil rotamı özlemle çekiyorum. Ama bu yaz belki de kimse tatil yapamayacak. Nereden nasıl şartlarla geldiğini bilmediğimiz (yerli veya yabancı hiç fark etmeksizin) turistlerle dolu deniz veya havuzlara artık nasıl güvenle girebiliriz ki? Belki de büyük bir kesim bu sene tatile gitmeyecek ya da ıssız bir yerlere kaçacak -Öyle bir yer varsa tabii. Bu yazdan çok umutluydum ama koronavirüs nedeniyle yazın tatil planlarını iptal etmek durumunda kalabilirim, herkes gibi. 

Yapmayı en çok özlediğim şey Sevdiklerime sarılmayı, tokalaşmayı ve öpüşmeyi (yanaktan) çok özledim ya! 

Koronavirüs salgını bana en çok şunu öğretti Ben zaten el yıkama konusunda fazlasıyla titiz olan, sokak-ev ayrımını çok iyi yapan, kişisel temizliğine ve etrafındaki ortamın hijyenine önem veren bir insandım. Bu açıdan aslında hayatımda bir şey değişmedi, yani çoğu insanın yeni yeni edindiği alışkanlıklar benim zaten rutinimdi. Öte yandan, koronavirüs patlak vermeseydi, tam beş yıl sabırla ve sabırsızlıkla beklediğim iki yeni romanımın yayımlanması gündemi vardı. Dolayısıyla virüs bana bu "bir türlü çıkamayan yeni kitap" gündeminden dolayı, bazı şeyler için çok da fazla beklemememiz gerektiğini hatırlattı biraz da. Hayat sadece şu an ve burada yaşanıyor, ben de sizlere şu an ve burada bir öykü anlatmak istiyorum. Hiç düşünmeden, öyle biraz demlensin demeden, yazar yazmaz bölüm bölüm yayımlayacağım bir seriye başlayıverdim. Atalay Mehmet'in Olağan Dışı Ölümünün Olağan Şüphelileri. Tanıtımını geçtiğimiz gün yayımladım, ilk bölümü de bir sonraki yazım olarak paylaşacağım. Şimdilik böyle. 

Benim evde bir günümü okudunuz. Şimdi sıra sizde... Sizin evde bir gününüz nasıl geçiyor? 

Sosyal medya hesaplarıma bakmadan geçmeyin:

21 Mart 2020 Cumartesi

ATALAY MEHMET'İN OLAĞAN DIŞI ÖLÜMÜNÜN OLAĞAN ŞÜPHELİLERİ - GİRİŞ


EĞER BU HİKAYE bir aşk hikayesi olsaydı, muhtemelen üstünde tepişen iki insanın olduğu bir yatağa ev sahipliği yapan odanın üçüncü bir kişi tarafından kızılca kıyametle açılan kapısıyla başlardı. Eğer bu hikaye bir polisiye olsaydı, muhtemelen uğursuz bir karganın ötüşüyle çınlayan karanlık bir gecede, tekinsiz bir elin havada tuttuğu kanlı bıçakla başlardı. Ya da eğer bu hikaye bir bilim kurgu olsaydı, muhtemelen çöplüğe dönmüş bir hayalet kasabada, birbirinin kafasını koparmaya çalışan yürüyen ölülerin artık hiç de umurunda olmayan bir virüs salgınıyla başlardı. Bu hikaye bunların hiçbiri ve bu hikaye bunların hepsi. Bu hikaye gerçek. Bu hikaye burada. Bu hikaye şimdi. O yüzden bu hikaye her nerede başlıyorsa, benim de oradan başlamam gerek. Hala çok tuhaf gelse de, gerçekten buradayım ve başıma ne geldiğiyle ilgili en ufak bir fikrim bile yok. Beni öldüren salgın mı, güzel bir kadının parmaklarının tuttuğu bıçak ya da şüpheli bir elin tuttuğu silah mı, yoksa ihanet ve kalp kırıklığı mı, ben de bilmiyorum. Aslına bakarsanız öldüm mü, onu da bilmiyorum. Tek bildiğim, bir an önce işemem gerektiği. Ama etrafta ihtiyacımı giderebileceğim bir kapı olduğundan emin değilim. Evet, benim adım Atalay Mehmet ve benim hikayem, normal şartlar altında bütün hikayelerin bittiği bir yerde başladı... bir morgda.
🔪
Bu hikaye serisini, tam beş yıl sabırla ve sabırsızlıkla bekledikten sonra, patlak vermek için iki yeni kitabımın çıkacağı zaman dilimini seçerek yazarlık kariyerimi daha yolun başındayken sekteye uğratan virüs salgınına ithaf ediyorum... Alacağın olsun korona! Ya da belki de olmasın, çünkü evden dışarı çıkamadığımız bu karantina günleri bana ilham ve günün yarısı boyunca evde kalıp yazdığım zamanlarda bunun "hayatı boşu boşuna, üstelik beş kuruş para da kazanmadan heba etmek" olduğunu düşünenlere karşı verebileceğim bir cevap verdi - şimdi en azından hepimiz evde olmak zorundayız. Virüs, bu "bir türlü çıkamayan yeni kitap" gündeminden dolayı, bazı şeyler için çok da fazla beklemememiz gerektiğini hatırlattı bana biraz da. Hayat sadece şu an ve burada yaşanıyor, ben de sizlere şu an ve burada bir öykü anlatmak istiyorum. Hiç düşünmeden, öyle biraz demlensin demeden, yazar yazmaz bölüm bölüm yayımlayacağım. Karakter isimleri üstüne bile düşünmedim, her şey o anda aklıma geldiği gibi buradan yazıya dökülecek. Bu, Atalay Mehmet'in de dediği gibi hem bir aşk hikayesi hem bir polisiye hem de eh, nereden baktığınıza bağlı olarak bir bilim kurgu. İmkansız gibi görünen her şeyin imkanlı olduğu, sıra dışı bir hikaye. Bir uzun öykü. Bugünlerde size de bize de biraz moral olursa ne mutlu. Atalay Mehmet'e gelince... Onu anlatmaya bilmem nereden başlasam ki? Belki de buna hiç gerek yok, ne de olsa hikaye başlayınca en güzel o anlatacaktır kendini. Ona kızsanız da onu sevmekten asla vazgeçemeyeceksiniz. Ya da onları mı demeliyim? Geliyorlar. 
İlk bölüm çok yakında. 

19 Mart 2020 Perşembe

KARANTİNA GÜNLÜKLERİ VOL.1: EVİM GÜZEL EVİM!


Karantina günlükleri vol.1: Evim güzel evim! Bugünlerde hangimizin "motto"su bu değil ki? Ne kadar evcimen bir insan olduğumu bilen bilir, eminim benim gibi pek çoğunuz da evde vakit geçirmekten keyif alıyorsunuzdur. Kendi adıma zaten yazılacak kitaplar, okunacak romanlar, dinlenecek albümler, izlenecek diziler-filmler vardı; dünya kıyamet sonrası bilim kurgu filmlerinden hallice bir yere doğru gitmese, evde kalmaktan neredeyse memnunum diyeceğim. Ama günlerce evde kalmak, insanın istediği an dışarı çıkabileceğini bilmesi dahilinde güzel. Şimdiki durumsa, kendimiz ve kendimiz dışındaki bütün insanların, canlıların sağlığı için evde kalmamız gereken günlerin kapıda olduğuna işaret ediyor. Endişe verici gelişmelerle dolu bir dönemdeyiz. Dünyamızın ve ülkemizin başına pekala on yıllık bir zaman dilimine yayılarak gelebilecek her türlü felaket, patlak vermek için bu yılın ilk üç ayını seçti. Savaşlar, saldırılar, siyasi olaylar, ekonomik çalkantılar, depremler, seller, heyelanlar, sanal hack’lenmeler yetmiyormuş gibi, bunların hepsini çıktığı ilk günden başlayarak giderek önemsizleştiren bir şey patlak verdi: Koronavirüs. Hiç hesapta olmadan, sessizce ama giderek güçlenerek dünyanın diğer bütün meselelerini unutturdu, günlük hayatımızdaki tek meselemiz haline geldi. Hepimiz canımızın derdine düştük. Hırslarımızı, isteklerimizi, kıskançlıklarımızı, öfkemizi, aşk acılarımızı, kalp kırıklıklarımızı, sağlık sorunlarımızı, ekonomik meselelerimizi, kısacası kendi kişisel hayatlarımızdaki her türlü sorunu unuttuk. Belki de insanoğlu olarak şöyle bir silkelenip kendimize gelmemizin tam vakti. Şu zor günler biter bitmez, hepimiz şapkamızı önümüze koyup düşünmeliyiz. Dünyada bu kadar savaşa sahiden gerek var mı?

Her şey durdu, hayat durdu, ekonomi bilmem ki artık nasıl düzelecek? Koronavirüs vakalarının hangi şehirlerde görüldüğü hala açıklanmıyor. Ölümlerin bile. Bir yanım, panik yaratmamaya çalışıyorlar diye düşünürken, diğer yanım, bunu tüm açıklığıyla bilmeye hakkımız olduğunu söylüyor. Türkiye sadece İstanbul'dan ibaret değil ki. Belki de Denizli'de, Trabzon'da, Manisa'da, Erzurum'da, İzmir'de, Antalya'da, Afyon'da, Kars'ta, Samsun'da, Artvin'de, Hatay'da, yani tam olarak şu an bulunduğunuz yerde koronavirüs var. Bilmiyoruz. 

Bugünlerde bol bol kitap okuyorum, kitap stoğum bitecek diye de çok korkuyorum. Yeni aldığım kitapların çoğu İstanbul'da kaldı çünkü, bilseydim hepsini yanımda getirirdim. Birkaç kitap sipariş ettim gerçi, dezenfektanla sildikten sonra paketi açtım, o kitaplardan biri de John Grisham'ın Hesaplaşma kitabı, bir polisiye. Zilyon kere okuduğum Millennium Serisi'nin üçüncü kitabını elime alıp karıştırırken, Stieg Larsson'a yapılan övgülerde gördüm onun adını. O nedenle merak ettim, bugün başlayacağım. Öncesinde de José Saramago - Kopyalanmış Adam, Sally Rooney - Normal İnsanlar ve Elena Ferrante - Karanlık Kız okudum. 

Bir mini dizi keşfettim "Feud: Bette and Joan" diye, aslında ne zamandır yazacağım burada da, ilk dört bölümden sonrasını henüz izlemedim ben de. Toplam sekiz bölümlük zaten. Birbirlerinden nefret eden Bette Davis ve Joan Crawford’un "What Ever Happened to Baby Jane?" filmini çektikleri sırada yaşadıkları rekabeti anlatıyor. İkisi de bir zamanlar Hollywood'un yıldızı olan ama birbirlerinden hiç hoşlanmayan bu iki oyuncunun, artık dönemleri geçtiğinde ve unutulduklarında aynı film projesinde yer almalarını anlatıyor. Ama drama ve entrika o biçim! 1960'lı yılların Hollywood'una ışık tutan bir dizi. Arka fonda o dönemin caz müzikleri, kostümleri, sonra her iki oyuncu da birbirinin kötü performans göstermesini sağlamaya çalışıyor. Biri yönetmeni ayartmaya çalışıyor, diğeri magazin basınına dedikodu veriyor, film sektörüne dair bir belgesel gibi yani aynı zamanda. 2017 yapımı. Nasıl dikkat çekmemiş, anlamadım... Herhalde insanlar Netflix'te olmayan dizileri izlemiyor. Ben tam tersine, hala Netflix'te olmayıp da internetin derinliklerinde olan çok kaliteli diziler olduğu görüşündeyim. Hatta o diziler çok daha iyi oluyor. 

Şu sıralar Beth Hart dinlemek çok hoşuma gidiyor. Bad Woman Blues, Caught Out In The Rain, Bang Bang Boom Boom, Trouble, Sister Dear... Hele Toruble, tam da eve kapandığımız bugünlerin şarkısı gibi: "But I just want one day in the sun / Hanging out, having fun / I didn't come to make trouble." Hart, caz ve blues arasında gidip geliyor. Gram Rabbit’e de bu aralar yine takmış durumdayım. 2004 tarihli Music to Start a Cult to, 2006 tarihli Culvitation ve 2012 tarihli Welcome to the Country albümlerini dinleyip duruyorum. Bu grup, dünyanın en az bilinen ve dinlenen en iyi müzik grubu, iddia ediyorum. O zamanlar kimse bilmezdi, hala bilmez. Grup zaten çoktan dağıldı. Öyle Spotify’da falan da boşuna aramayın, bulamazsınız. Keşke Sade'nin yeni albümü çıksa, 2010'dan beri, 10 yıldır sessizlik içinde cazın ve soul'un kraliçesi. İyi müzikler de tıpkı iyi kitaplar ve iyi filmler gibi, bir yerlerde keşfedilmeyi bekliyor. Sizin bana önerileriniz olur mu? 

Şu karantina günleri bahanesiyle, bilgisayarımın derinliklerinde kaybolmuş eski roman taslaklarıma da bir el atayım diyorumEvden dışarı çıkmadığımız bugünlerde, sıra dışı ve renkli karakterlerle, imkansız gibi görünen her şeyin imkanlı olduğu, kafadan çatlak, saçma sapan bir kurgu yazasım var. Ucundan kıyısından, yok aslında baya doğrudan şu koronavirüs salgını da olsun diyorum işin içinde. Hiç düşünmeden, yazar yazmaz bölüm bölüm yayımlayayım. (Tam dört buçuk yıl bekledim de ne oldu: Yeni romanımın içime sinen bir şekilde yayımlanması gündemi varken, koronavirüs patlak verdi.) Ne dersiniz? O zaman başlıyorum? 

Evde olduğumuz bugünler, blog'ları keşfetmek için de güzel bir fırsat. Benim blog'um Kafa Dergi'de de, zaten bildiğiniz gibi, Eylül 2009’dan beri, yani 10 yıldan fazla bir süredir birikmiş olan detaylı bir yazı arşivi var. Televizyondan edebiyata, popüler kültürden seyahate pek çok konu sizi bekliyor. Lütfen bugünlerde maksimum özen gösterelim. Gerekmedikçe evden çıkmayalım; kitap okuyalım, yazalım, düşünelim... Kendinize dikkat edin.

9 Mart 2020 Pazartesi

KORONAVİRÜS KAPIDA: KORONOYAK MI OLDUK?!

Ve dünya, kıyamet sonrası bilim kurgu filmlerinden hallice bir yere doğru gidiyordu... 

Son haftalarda gündemimizi fazlasıyla meşgul eden ve "Türkiye'ye geldi mi? Acaba görülüyor da gizleniyor mu? Eninde sonunda buraya da gelecek" tartışmalarıyla her geçen gün giderek daha fazla konuşur olduğumuz korona virüsle ilgili bir şeyler yazmanın zamanı geldi de geçiyor. Sonuçta blog'da yazılan her şey kalıcı oluyor, tarihe tanıklık ediyor, yıllar sonra açılıp bakılıyor. 2009'dan beri yazdığım yazılara bakıp o zamanların gündemini hatırlıyorum ben mesela. Aslında korona virüsü ile ilgili de ilk günden beri gerek twitter'da, gerek instagram'da (hikaye bölümünde), gerekse burada pek çok paylaşım yapıyorum. Yani korona virüsü daha Çin'in Wuhan kentinde görüldüğü ilk andan itibaren ciddiye alanlardan biri benim. Sonuçta günümüzün ulaşım ve seyahat dünyasında, bir salgın hastalığın dünyaya yayılmaması gibi bir şey mümkün değil. Er ya da geç, bu virüs bu toprakların da kapısını çalacak. Hatta belki çoktan çaldı da haberimiz yok.


Yılın son günü yazdığım şu yazımın üstünden çok zaman geçmeden, korona virüs patlak verdi! Okuduğunuz gibi yazımda "2000'ler, 2010'lar bitti, yarından itibaren 2020'ler başlayacak. Aman sanki ne olacak; faturalar pahalı, yaşamak pahalı, her şey pahalı, pazarda satılan muz bile artık pahalı. Yiyeceklere şüpheyle yaklaşıyoruz. Paket gıdalar kötü diyoruz ama organik olduğu öne sürülen şeylerden de artık emin olamıyoruz. Diş fırçaları, şampuanlar, sabunlar, aklımıza gelen gelmeyen her şeyin içinde zehir var. Sülfatlı şampuanlar saçlarımızda, titanyum dioksit diş macunlarımızda, deterjanlarımızda, hatta leblebi ve sakızlarda bile kol geziyor. E ne yapalım? Yalan Dünya’daki Vasfiye Teyze ses tonuyla: 'Çekecez, mecbuuuuur.' Biz de böyle bir zaman dilimine denk gelmişiz. Kötü zamanlardan geçiyoruz. Yani belki 500 veya 1807 yılında yaşayanlar için de 'eskiden her şey çok daha güzeldi' ve 'şimdiki zaman çok berbat', ama ne yapalım, bu 2019'da da öyle olmadığı anlamına gelmiyor. Sadece ülke olarak da değil, dünya olarak da bir garibiz. Siyaset, ekonomi, toplum, doğa olayları, her şey olumsuz." demiştim. Yazımı, "Gene de 2020'den umutluyuz (boşa çıktı). Yok yok, boşa çıkmasın." diyerek bitirmiştim. Çok değil, Ocak ayında dünya ve Türkiye korona virüsü konuşmaya başladı. Şubat ayıyla birlikte Çin'in ardından İran ve İtalya'da da ciddi ölüm oranlarına ulaşan korona virüs çok ciddi bir sorun haline geldi. Ve içinde bulunduğumuz Mart'ın ilk günleri itibariyle, Türkiye dört bir taraftan bu virüs tehdidiyle sarılmış durumda. Komşu ülkelerimizin hepsinde korona virüs vakaları görülüyor. Türkiye'de de korona virüs var mı yok mu diye düşünüyoruz. Ardı arkası kesilmeyen WhatsApp grublarında türlü iddialar, komplo teorileri, genetik kodlamalar ortaya atılıyor. (Evet, elim korona virüs/ü şeklinde iki türlü de yazmaya gidiyor.)

Bu aralar şehir içinde uçakla sık sık seyahat ediyorum. Hatta şu yazımda da yazmıştım. Şimdi yine Trabzon'dayım ve televizyonda korona virüs haberlerini gördükçe, acaba İstanbul'a dönmeyi erteleyebildiğim kadar ertelesem mi diye düşünmüyor değilim (dediğime bakmayın; bu yazıyı yazarken uçak biletimi aldım bile). Televizyondaki açık oturumlarda tam bir panik havası esmeye başladı zira. Havaalanlarında, uçakta, otobüste maske takmak işe yarıyor mu temalı konuşmalar yapılıyor. Kimisi maskenin yararlı olacağını söylerken, kimisi de "maskeyi hasta olan insanın takması gerekir ama hasta olmayan için maske hiçbir işe yaramaz" diyor. Hatta bazı uzmanlar, maske takınca yüzünüz terler (ki bir kez taktım, cidden acayip terletiyor), elinizi gözünüze götürme ihtimaliniz artar, bu nedenle mikroplar daha beter yayılır diyerek maske takmayı kesinlikle uygun bulmadıklarını söylüyor. Yani herkes gibi benim de maske konusunda kafam karışmış durumda. Yine de maskemi ve el dezenfektanımı almış durumdayım. Eskiden ne güzeldi, evlere misafirliğe gelenlere ya da hasta ziyaretlerinde kolonya dökülürdü. Bakın, hiçbir şey boşuna değilmiş! İşte o kolonyo şimdilerde korona virüse karşı tekrar hatırlanıyor! Bildiğiniz gibi koronaya karşı en etkili yöntem, ellerinizi sabunlu suyla sık sık yıkamak. Ki bu benim zaten günde 1537 kez yaptığım bir şeydi, yani bu açıdan bir endişem yok. Yine de kişisel önlemlerimi iki katına çıkarmış durumdayım. Geçen hafta eczaneden küçücük bir el dezenfektanı aldım mesela. Fiyatı sekiz liraydı. Aynısından bugün bir tane daha aldım, on altı lira olmuş! Korona virüs turizm, ulaşım gibi sektörlere darbe vururken kendi pazarını oluşturup müşterileri kazıklamaya devam ediyor. Maske fiyatları da her geçen gün artıyor, almadıysanız ne olur ne olmaz diye edinin derim ben. (Ocak ayının sonlarında, Hong Kong'daki arkadaşlarımın bana yazıp "Türkiye'den maske gönderebilir misin" diye sorduklarını size söylemiş miydim? Oralarda bulunmaz olmuştu! Şimdilerde durum ne, bilmiyorum.) Televizyon, gazeteler, her yer gösteriyor: Avrupa ülkelerinde bile korona görülen şehirlerde marketler talan edilip tuvalet kağıdı sıkıntısı filan yaşanıyorsa, Türkiye'de korona virüs vakaları görüldükçe neler olacağını düşünmek bile istemiyorum. 


Bir de malum, biz samimi bir toplumuz. Biriyle karşılaştığımızda, onu en son bir saat önce bile görmüş olsak sarılıp öpüşmeden rahat duramıyoruz. Ben de bu anlamda çevremde sıcakkanlı bir insan olarak bilinirim, ama bugünler sarılma günleri değil! Artık kafamda "Bu hafta kaç kişiyle öpüştüm, kaçını atlatabildim, kaçının sadece elini sıktım?" diye çetele tutar oldum! Öpüşmekten kaçabilsen de tokalaşmaktan kaçılmıyor. Biri sana elini uzattığında elini korkuyla geri çekmen hoş karşılanmıyor. Hala koronanın ciddiyeti ülkemizde tam olarak anlaşılabilmiş değil. Umarım herkes ellerini sık sık yıkıyordur, ne diyeyim. 

Bununla birlikte bu "salgın" gündeminin her sektöre olduğu gibi moda sektörüne de etkileri olacağını düşünüyorum. Gucci, Versace gibi büyük moda devlerinin şık korona virüs maskeleri yapacaklarını tahmin ediyorum. Lady Gaga gibi ünlüler taksın diye. Türkiye'de de "hangi ünlüler maskeye 5 bin tl verdi" haberleri çıkar. Bekleyin görün. Bu virüs yüzünden umarım Rene Magritte'in "Aşıklar" tablosundaki gibi olmayız. 

Dünkü Kadınlar Günü sebebiyle Berna Laçin'in attığı bir tweet vardı. "Sevgili eşim mimozalar getirmiş. Bu çiçekleri toplayanlar üzerine hapşırdıysa korona çiçeğin hücre içine girmiş midir, ben de koklarken içime çekersem? Korona çiçekte yaşar mı? Adamı çiçek getirdiğine pişman etmiş olabilirim!" Bu benim de sık sık düşündüğüm bir şey. İşte tam da bu noktada koronoyak olduk diyorum! Hala haftanın bazı günleri gazete, arada bir dergi ve mütemadiyen kitap satın alıyorum. Matbaadakiler koronaysa ve üzerlerine hapşırdıysa, ben o kitabı açınca üzerime korona zerrecikleri yayılır mı endişesi taşımıyorum desem yalan olur. Korona virüs eşyadan bulaşır mı? 

Benim de şansıma bakar mısınız: Tam, dört yıldır çıkmasını beklediğim yeni kitabımın çıkması gündemi var, bu sefer de hiç hesapta olmayan korona virüs çıktı! İnsanlar evlere kapanır, dışarıda hayat durur mu dersiniz? Büyük ihtimalle bir şey olmayacak, henüz sonu gelmeyen dünyamız daha uzun yıllar dönmeye devam edecek. Ama daha şimdiden dünya genelinde 4 bin kişinin ölümüne yol açan bir virüs salgını da öyle görmezden gelinecek, sakince karşılanacak bir şey değil. Pek çok gelişmiş Avrupa ülkesinde bile korona virüs yüzünden ölümler başladıysa, ben bu virüs Türkiye'ye girdiği an kendimi eve kapatmayı düşünüyorum! Yarı şaka yarı gerçek. Koronoyaklık işte, n'aparsın?

Sosyal medya hesaplarım:
instagram.com/ofluoglumert
twitter.com/ofluoglumert
facebook.com/ofluoglumert 

SİNEMADA İKİ FİLM

Son günlerde sinemada iki filme gittim. İlki, The Substance. Yani Cevher. Bence mutlaka görülmesi gereken, ama son derece rahatsız edici bir...