Alfred Hitchcock'un ilk dönem filmlerinde "hiç" deneyimi yok (!)
Yabancı oyunculardan Marilyn Monroe'ya olan hayranlığımı (ve konudan sapmadan araya sıkıştıracak olursak onun sadece aptal bir sarışın olmadığını) şu yazımda dile getirmiştim. İşte şimdi dile getireceğim bir şey varsa o da yabancı yönetmenlerden en çok Alfred Hitchcock'a ilgi duyduğumdur. Öyle ki, geçtiğimiz pazar günü İstanbul Modern'deki etkinliğini öğrenir öğrenmez koştum oraya!
İstanbul Modern, Trabzon'dan beri takip ettiğim ve gidip göremediğim için iç geçirdiğim etkinliklere ev sahipliği yapan enfes bir yer. Üniversite için İstanbul'a gelince, hemen yakın takibe almaya karar verdim burayı. İlk olarak Bienal vasıtasıyla ziyaret etme fırsatım oldu, bu yazımda anlatmıştım. Ama pek de istediğim performansı sergileyemedim müşterisi olma yolunda, çünkü okul ve blog koşuşturmacası derken İstanbul Modern hayallerim kaynadı gitti. İstiklal Caddesi'ndeki dijital panoda "The Hitchcock 9" etkinliğini görmeseydim yine yerimde sayıyor olacaktım. İstanbul Modern'in sinema bölümü, British Council ve British Film Institute işbirliğiyle beyazperdede "gerilimin efendisi" olarak kabul edilen Hitchcock'un (Of, yazması ne zor bir soyadıdır bu!) ilk döneminde yaptığı 9 sessiz filmi Türkiye'de ilk kez gösterime sokuyordu. Ve yine o yazımda bahsettiğim türden bir "son dakika haberini alma" durumuyla karşı karşıyaydım. Etkinlik 7'sinde başlamıştı ve 17'sinde yani pazar günü sona eriyordu! Pazar günü gidip hemen o günkü son iki filme de bilet aldım.
15'te başlayan ilk film "The Pleasure Garden" (Zevk Bahçesi) idi ve Hiçkok (Artık soyadını böyle yazsam sanırım kimseye zararı olmaz, hem "hiç" ironisini de rahatça kullanabilirim!)'un yönetmen koltuğunda oturduğu ilk film olma özelliğini taşıyordu. Buna rastladığım için şanslıydım açıkçası. Hem de sessiz bir film izlemiş olacaktım. Pek severim ben sessiz filmleri. Ne güzeldir, şimdiki zamandan bakınca ne akıl almazdır, ne ilginçtir o filmler! 90 dakikalık film gösteriminin bir de tıpkı orijinal sessiz sinemalarda olduğu gibi piyano eşliğinde gerçekleşeceğini öğrenince ben zevkten dört köşe olmayayım da kim olsun!
Hakan Ali Toker'in perde önüne yerleştirdiği piyanosu çok eğlenceli, komik notalar basınca yanlış filme mi girdim diye düşünüyorum açıkçası. Çünkü Hiçkok'tan beklediğim filmin müziği "Da da da dannn" diye başlamalı ve "DAAANN!" diye sona ermeli. Bizi germeli yani. Ama bir yandan da Toker perdedeki görüntülere çok uygun melodiler çalıyor, acaba o dönemde de bu film gösterilirken aynı ezgiler mi çalındı diye düşünüyorum, sorarım filmden sonra diyorum, ama sormadım (Şimdi araştırdım, sanırım değil). Bence o dönemin müzikleri değildiler, ama filme uydukları kesindi. Filmde "Zevk Bahçesi" diye bir müzikal tiyatroda çalışan Patsy, sonradan iş için o tiyatroya gelip Patsy'den de çok para kazanmaya başlayan Jill, Patsy'nin filmin sonunda gözü dönen kocası Levet ve Jill'i seven ama filmin sonunda onun ihanetlerinden ötürü Patsy'le yakınlaşan Hugh'ı izliyoruz. 90 dakikalık filmin neredeyse 70 dakikası öyle eğlenceli, öyle komik, öyle neşeli sahneleri aktarıyor ki bizlere, filmin Hiçkok'un ilk yönetmenlik deneyimi olduğu çok belli. Korkunun "k"si yok hani. Ama sonra Levet, Patsy'den gizlediği sevgilisini suda boğarak öldürünce ve o sevgilinin hayaleti (günümüzdeki dizilerde hala kullanılan "saydamlaştırma" tekniğiyle) Levet'i rahatsız etmeye başlayınca Hiçkok asıl sevdiği konulara giriş yapmış oluyor. Sonrası da zaten Patsy'nin Levet'ten kaçma çabaları, Levet'in onu kovalayarak öldürmek istemesi ve Hugh'ın ölüm döşeğindeyken Patsy'i kurtarması gibi gerilim dolu dakikaları aktarıyor. Karakterlerin "Doğu ülkelerinden biri"ne gittikleri sahnelerde Toker'in çaldığı Türk nağmeleri de dikkatlerden kaçmadı doğrusu. Sonuç olarak Hiçkok'un bu ilk filmi korkutmaktan ya da germekten çok eğlendirdi ama günün birinde onun nasıl da "gerilimin efendisi" olacağının sinyallerini de verdi. Film siyah-beyazdı, ama yer yer sarı-beyaz, kırmızı-beyaz, yeşil-beyaz ve mavi-beyaz da oldu. Eee, olacak o kadar. Ses olmadığı için karakterlerin konuşmaları metinler halinde veriliyor sessiz sinemada, çok da zevkli oluyor. Ayrıca dediğim hayalet-saydamlaştırma tekniği ve su altı çekimleri, 1925 yılında çekilen bir filme göre çok, çok ama çok iyiydi bence. Ya da olması gereken budur belki, bizse anlayamıyoruz bizim sinemamız çok geriden geldiği için.
Etkinliğin son benimse ikinci filmim olan "Easy Virtue" (Hafif Meşrep) ise 70 dakikalıktı ve onda da Erdem Helvacıoğlu elektronik gitarıyla şov yaptı. Ama Toker'de olduğu gibi sahnesine göre yer yer eğlenceli yer yer gergin notalara basmak yerine sürekli sert, bizi diken üstünde tutan ama sonra uykumuzu getiren melodiler çaldı. Her an gerildik yani ve benim yan koltuğumda oturan kişi uyudu, ben de uyumamak için ne savaşlar verdim, ama arada koyverdim kendimi. Çünkü elektronik gitar zaten kasvetlidir, 70 dakika boyunca dinlenmez, iç bayar. Bu nedenle Helvacıoğlu'nun nefis tınıları, filme ait olmaktan biraz uzaktı, önce bunu söyleyeyim. Bu film de 1928 yapımı. Larita adlı geçmişi "kötü" olan bir kadın zengin ve yakışıklı John'la evleniyor ve tek isteği geçmişini unutmakken kayınvalidesi onu bir yerlerden tanıdığını söyleyince hayat ona zindan oluyor ve zzzz... Elektro gitar!
İstanbul Modern'in sineması olduğunu öğrenince çok sevindim. Yalnız salon o kadar küçük ki, "Easy Virtue"de deyimin tam anlamıyla doldu taştı. Kimsenin yeri yani koltuk numarası olmadığından bazı insanlar yerlere oturmak zorunda kaldı. Bir de benim gibi ilk kez giden bir adam, "Salonun ortasındaki bu direk da ne!" dedi. Evet, görüşü kesen o sütun bence de manasız... Faaliyet çok İstanbul Modern'de, takip etmek lazım. Hatta sinemadan önce sergiyi gezdim, sonra salona girdim. Modern'in bir sonraki sinema etkinliği 19-29 Aralık'ta, "Sinemanın Hikayesi" adlı tam 15 saatlik bir belgesel. Artık sinemada geceleriz herhalde! Merak ediyorum, parça parça mı yoksa kesintisiz 15 saat mi? Onca insan neredeyse tam bir gün boyunca o kutu gibi salonda tutulur mu, bilmem. Ama belgesel konusunun "...sessiz sinemanın ilk günlerinden Hollywood’un doğuşuna ve yıldız sistemine uzanarak, sinemanın Rusya, Japonya, Almanya, Fransa, İtalya, İngiltere, İskandinavya ve ABD’deki sanatsal evrimi..." gibi bir şey olduğunu öğrenince, o 15 saatlik kadroda ben de yer alabilirim belki.
Bu arada 23 Kasım'da "Kafkas Tebeşir Dairesi" adlı oyun Zorlu Center'da başlıyor! Türkiye'nin en iyi kadın oyuncusunun canlı performansına tanık olmak için sabırsızlanıyorum. O kim mi? Songül Öden elbette! Onun fotoğrafını görünce bile mutlu oluyor, gülümsüyor, neşe doluyor insan! "Umutsuz Ev Kadınları"ndaki Yasemin karakterinden dolayı. Bu tiyatroya gitmeyi de ajandama kaydediyorum, sanırım bir süre her cumartesi sahnelenecekmiş.
Ve... İki gün sonra doğum günüm! Kendime böyle sanatsal aktivitelerle önden doğum günü hediyesi vermiş olayım (21 Kasım).
Süper:):) aynı aktiveleri hafataya inşallah ben gerçekleiştirmek istiyorum..İstanbul Modern'deki hiçbir sergiyi kaçırmam..Hatta başka bir blogtada dile getirmiştim sanırım..Orası ile ilgili bir hayalim var :):) İzinde artık kısmetse Tophanede Miro var ardından İstanbul Modern..Bu arada şimdiden doğumgününüz kutlu olsun..Nice yaşlara :)
YanıtlaSilSessiz ve siyah beyaz bir film. Fırsatım olsaydı izlemek isterdim.
YanıtlaSilKıskandım desem yalan olur ama imrendim diyebilirim. :)
http://hayatkitap.blogspot.com/2013/11/kafa-dergi-ve-ters-duz-hikaye-blog.html
YanıtlaSilaaaa istanbul modern pek severim de hiçkok sessizleri piyano eşliğinde, duymamıştım.
YanıtlaSiljoan miro sergisine gitmelisin. tophane-i amire'de.
kafkas tebeşiri izledim zorluda.
:)
Rakı sofrasından bildiriyorum efenim. Hitchcock manyağının kuşlarr adlı filminin sahne arkasını,başrol oyuncusu sarışın ! bayana yaptığı piskopatlıkları konu alan bir film izledim.(hitchcock 9 olmasa gerek) Adam manyakmış yahu !
YanıtlaSil