31 Aralık 2013 Salı

2013 KAFA'SINI NASIL BİLİRDİNİZ?

2014'e girmemize çeyrek kala, 2013'le ilgili anıları da taze tutmak gerek. Peki siz Kafa Dergi’nin iyi bir takipçisi olduğunuza emin misiniz? Testi çözerek rüştünüzü ispatlayın! Korkmayın, dört yanlış bir doğruyu götürmüyor... Tam tersine hediye kazanıyorsunuz!




1) Kafa Dergi ile kaçıncı blog yılımı geride bırakmış oldum?
a) 1
b) 2
c) 5
d) 8
2) "Sizin blogunuz hangisi?" adlı yazımda blog dünyasını kaç temel tipe ayırmıştım?
a) 2
b) 4
c) 7
d) 10
3) Ters Düz'de şimdiye kadar kaç bölüm yayımlandı?

a) 3
b) 7
c) 10
d) 12
4) Fırtınaya bir gün kala, güneşli son gününde keşfe çıktığım ve Yorgo'dan size selam getirdiğim hangi yerin gezi yazısını yazarak buradaki ilk büyük gezi yazımı yazmış oldum?
a) Rodos
b) Mikonos
c) Dubrovnik
d) İsveç
5) "Neşeli bir kişiliğin çatı katındaki dünyası!" başlığıyla tanıttığım, Kafa'nın ilk ev-dekorasyon dosyası olan yazıda evinin altını üstüne getirdiğim Nihan Hanım'ın yazısına nasıl bir giriş yapmıştım?
a) Bu evde kaybolmak serbest!
b) O "ev" diyor ama bence bir "müze"de yaşıyor.
c) Binlerce küçük eşyanın arasında yaşayan Nihan Karaali, Kafa Dergi'nin ilk ev ziyareti için evinin kapılarını bana açtı.
d) Fotoğraflara bakıp evdeki eğlenceli detaylarla boğulmaya hazır mısınız?
6) Songül Öden ve Levent Ülgen'in başrollerinde oynadığı "Kafkas Tebeşir Dairesi" oyununun eleştirisini yaparken nasıl bir başlık kullanmıştım?
a) Tebeşir ve daire
b) Tebeşirle yazılan oyun
c) Songül'ün tebeşir dairesi
d) Kafkas'ın tebeşirleri
7) Yazılarımda çokça dilime doladığım İstanbul semti hangisiydi?
a) Erenköy
b) Karaköy
c) Kadıköy
d) Feriköy
8) İlk röportajımı gerçekleştirdiğim kişi hangisiydi?
a) Songül Öden
b) Tayfun Pirselimoğlu
c) Fatih Akın
d) Nuri Bilge Ceylan
9) "Bu kez skandal yok. Yetenek var!" diyerek oyunculuğuna vurgu yaptığım aktris hangisiydi?
a) Marilyn Monroe
b) Audrey Hepburn
c) Elizabeth Taylor
d) Angelina Jolie
10) Ters Düz'de, günün birinde hiç tanımadığı üvey ablası Ece evlerine geldiğinde kendi yerini dolduracağından korkan ve ona düşman kesilen kardeş hangisi?
a) Melek
b) Bora
c) Mehmet
d) Nilgün
11) Hem okunan hem izlenen bir hikaye olan Ters Düz'ün son fragmanında ormanda koşarken vurulduğunu gördüğümüz Ece'nin bir numaralı şüphelileri kimler?
a) Murat veya Mehmet
b) Murat veya Nilgün
c) Nilgün veya Hasan
d) Hasan veya Melek
12) Hangi yazımda gittiğim bir tiyatro oyunu hakkında eleştiri yapmıştım?
a) Yeni dizilerin tahmini ömürleri: Kaç sezon sürebilirler?
b) Barbar mıyız? 13. İstanbul Bienali / Galata # 1
c) Yokuş aşağı hisler bunlar
d) Beykoz'da puslu bir öğle vakti
13) "Miniminnacık bir öykü" olarak bahsettiğim yazım hangisiydi?
a) Magazinin halet-i ruhiyesi
b) Alfred Hitchcock'un 1920'lerinde piyano eşliğinde sessiz sinema
c) O esnada yaşanan diğer şeyler
d) Mavi yazdan sarı sonbahara...

14) Ters Düz'deki kurgu ürünü köyün adı ne?

a) Bozbalık
b) Bozburun
c) Bozalık
d) Bozbaş
15) Sizce ben bu yazıyı kaç saatte hazırlamış olabilirim?
a) Yarım saat
b) Bir saat
c) İki saat
d) Üç saat

15 sorunun en az 12 tanesine doğru yanıt verip 1 saat içinde kafadergi@gmail.com adresine yollayan ilk 1 kişiye Kafa Dergi veya Ters Düz temalı bir tişört hediye!

28 Aralık 2013 Cumartesi

TEKERRÜR EDEN YENİ YILLAR...

Henüz Ocak ayı gelmedi, ama gelecek ayın dergileri çoktan çıktı bile. Yazdıklarına göre, yeni yıl akşamını yorgun bir şekilde atlatmışız, ama çok güzel hediyeler almış ve vermişiz. Ayrıca çok soğuk bir ay geçiriyormuşuz.

Bu böyledir zaten. Her yıl, dergilerin işledikleri konular aynıdır. Bakın. Gerçekten bakın. 2009'un Ocak ayına ait bir dergiyle, aynı derginin bu Ocak sayısını karşılaştırın. Hemen hemen aynı başlıklar, konular, dosyalar çıkacaktır karşınıza. Hatta eğer benim babamınki gibi bir dergi arşivine sahipseniz, 1990'lı, 2000'li yılların dergilerinde bile aynı konular olduğuna bakın ve şaşırın. Aslında şaşıracak bir şey yok. Isıtıp ısıtıp önümüze konulan benzer, sıradan konular... Tek fark röportaj veren kişiler.

Dekorasyon, medya, moda, karikatür ve televizyon dergilerini alıyorum ben. Teknoloji dergilerini almıyorum. Televizyon dergilerini almamla ilgili bir arkadaşım, "Hem izleyeceğiz hem de para verip dergilerini alacağız? Bize bedava vermeleri lazım!" demişti bir zamanlar. Doğru bir mantık bu aslında. Sonuçta parayla reklam alıyoruz biz. Halbuki reklamın paralısı olur mu? Reklam herkese açık olan şeydir. Paralı olan üründür. Haksız mıyım? Ama ben televizyon dergilerini, onların dizileri hakkında yazdıklarını da okumayı çok seviyorum. Dizileri izlemememe rağmen. Belki de bu yüzden metin yazılarımı, blog reklamlarımda yazdığım cümleleri çok beğeniyorsunuz. Bu tip dergileri okumak, beni geliştirmiş olabilir.




Tayfun Pirselimoğlu'nun "Tekerrür" sergisinin açılışı nedeniyle serginin açılış günü olan 18 Aralık'ta, Milli Reasürans Sanat Galerisi'ne gittim. Böylece sadece birkaç aydır süren "İstanbul yaşantım"da ilk kez Nişantaşı'na da gitmiş oldum. Onunla geçenlerde röportaj yapmıştım hani. Öyle üretken biri ki, daha son filmini yeni tamamlamasına rağmen yeni filmi için hazırlıklara başlamış bile. Onun hızına gerçekten yetişilemiyor, ama takip ederken çıkan rüzgar gerçekten çok tatlı ve sanat soslu. Sergi ve film mi yalnızca? Yeni kitabı da çıkıyor. Ressam, yönetmen, senarist, yazar... Her bir yeteneğini aynı anda kullanabiliyor Pirselimoğlu. Neyse, 18 Aralık-18 Ocak tarihleri arasında sergisini görün!

"Umutsuz Ev Kadınları"nın orijinalini hiç izlememiştim, ama sırf şu sıralar izlediğimiz olaylar çok heyecanlı diye denk gelen "Desperate Housewives" bölümünü bulup izledim. Yahu orada Ejder'in ölümü arabayla değil, çok zeki bir senaryoyla "düşen uçak" ile sağlanıyordu. Tabii bizde onu çekecek imkan olmadığından, bizde böyle bir yöntemle aynı olayların gerçekleşmesi sağlandı. E bizim seyircimiz için böylesi hem daha kolay hem daha mantıklı oldu tabii. Ama dizi gerçekten iyi gidiyor ve Yasemin!

Bu arada, Ters Düz'ün 10. ve 11. bölüm fragmanlarını oluşturmak için geçen cumartesi günü Gülhane Parkı'na gidip klipler çektim. Ayrıca çok da güzel fotoğraflar... Onları da yakında burada veya orada paylaşmayı planlıyorum. Bir de az önce diye bir hashtag oluşturdum. "Yalnızca Ece'nin hayatında büyük değişiklikler oldu sanıyorsanız, yanılıyorsunuz!" sloganıyla. Bana blog yorumlarıyla destek veren ziyaretçilerim, beni twitter'da çok kısa bir süre önce tanıdı. Bu yüzden pek bir tweet beklentim olmasa da, belki bir ya da iki kişi yazabilir. Yazanları ve yazılanları da, Ters Düz'de yayımlayacağım özel bir dosyada paylaşacağım. Bu arada "Sizin blogunuz hangisi?" yazımı çok beğenmişsiniz, teşekkür ederim!

Kapanışa geçerken, soranlar için söyleyeyim: Derslerim, notlarım, sınavlarım çok iyi. Çok çok iyi! Ve:

Kar kürelerini, düşen kar taneleri içimi ürpertmediği için seviyorum. Hepinize sımsıcak bir yıl diliyorum!

24 Aralık 2013 Salı

SİZİN BLOGUNUZ HANGİSİ?

Taze blogger adayları ve blog dünyasına yeni giriş yapanlar için öğretmen niteliğinde bir sınıflandırma… İşte karşınızda yedi tip blog! Sizinki hangisi?


Blog türü: Giden sevgilinin ardından açılmış sayfa.
Blog renkleri: Siyah arka plana, koyu kırmızı veya zifiri yeşil renkte yazılmış yazılar.
Blogger tipi: Kimi zaman ekran başında ağlayarak tek mısralık şiirler paylaşan, kimi zaman öfkeli anına denk gelip küfürler savuran gizli kimlik. Ve ne olursa olsun yazdığı şeyi hiç düşünmeden "yayınla" tuşuna basar.
Paylaşım süresi: Her gün yazabileceği gibi, üç ay boyunca hiç uğramayabilir de. Bazen blog’u olduğunu unutup yeni bir blog açar.
Blog’u en iyi anlatan kelime: Gotik.
Detaylar: Yüreğini söküp çıkaran ve sevdiceğine uzatan kız/erkek çizimi, koyu renkli kalpler, kanlı güller.
Yorumcu tipi: Takip ettiği blogger’ın her yazdığına destek veren, yorum kutusunu adeta aşka ilişkin makalelerle dolduran, bu şekilde kendi sevgilisinden de intikam alan kişi.
Dikkat: Üstüne gitmeyin, her an sizin yüzünüzden intihar edebilir!


Blog türü: Şehrin nabzını tutan daktilo.
Blog renkleri: Uçuk pembe, açık sarı, fıstık yeşili ama genellikle beyaz olan duvara, siyah renkte yazılmış yazılar.
Blogger tipi: Sizin şehrinizde yaşayan gizli kimlik. Her türlü festivale, konsere, açılışa gider; ama onun gerçekten orada olup olmadığını hiç kimse bilmez. Ne de olsa onu hiç kimse tanımıyordur. Gerçek adının ne olduğundan bihabersinizdir. Anlattığı şeyleri yaşayıp yaşamadığı koca bir muammadır. O bir hayalettir. Sokakta görmüyorsunuzdur; yanınızdan geçtiğini, belki de alt katınızda oturduğunuzu bilmiyorsunuzdur. Onun blog’unda eğlenceli yazı dilinin hatırına takılırsınız.
Paylaşım süresi: Gittiği etkinliklerle doğru orantılı. Bazen özletmek için uzun süre ortalıklarda görünmez.
Blog’u en iyi tanıtan kelime: Eğlence.
Detaylar: Şehirli modern kadın resimleri; zamanla artan makyaj tutkusuna bağlı olarak ruj, pudra, cep aynası gibi malzemeler. Daha ciddilerinde şehirden kareler.
Yorumcu tipi: Meraklı, olup bitenden haberdar olma heveslisi. Arada kendi derdini de araya sıkıştırıverir.
Dikkat: Ona açık kimlikle yaptığınız her yorumda, nefesinin daha yakınınızda olduğunu bilin.


Blog türü: Kendini anlatan yazarkasa.
Blog renkleri: Beyaz zemine, siyah yazılar. Genellikle Times New Roman veya daha köşeli stiller. İri puntolarla.
Blogger tipi: "Bana, bana, bana, hep banacı", tercihe göre açık veya gizli kimlik. Kendi blog’una yorum yapılması için size adeta yalvarır, ama diğer blog’lara hep düşman gözüyle bakar. Sizi deli gibi takip etse de çaktırmaz. Bunu bir zayıflık olarak görür. Yaşadıklarını blog’una yazmaz, blog’una yazmak için yaşar.
Paylaşım süresi: Narsistlik duygusunun kabardığı her an.
Blog'u en iyi anlatan kelime: Ego.
Detaylar: Bilgisayar teknikleri sayesinde yok ettiği sivilceli suratının fotoğrafları, köpeğinin fotoğrafları, kedisinin fotoğrafları, varsa balığının fotoğrafları, terliğinin fotoğrafları, yürüdüğü sokaktaki kaldırım taşlarının fotoğrafları, okuduğu derginin fotoğrafları, yatak örtüsünün fotoğrafları, aldığı yeni şeylerin fotoğrafları, bazen coşunca kız arkadaşlarının fotoğrafları (Arkadaşları isyan edip o resmi kaldırtıncaya kadar).
Yorumcu tipi: O blogger’a adeta "tapan" kişi. Aksi takdirde yorumlarının barınması mümkün değildir. Anında imha edilir.
Dikkat: Sakın ondan daha iyi olduğunuz bir konuda onunla tartışmaya girmeyin. Eğer gizli kimlikse, tüm çizgisinden kayıp klavye başından size saydırabilir. Eğer açık kimlikse, yaptığınız yorumları siler. Her iki durumda da siz sinir küpüne dönersiniz. Unutmayın! Yaşadıklarını blog’una yazmayan, blog’una yazmak için yaşayan biridir o.


Blog türü: Yemek tarifi verme konusunda Sahrap Soysal'la yarışan, gündüz kuşağındaki her programı takip eden, arada izdivaçlarda iki alkış iki yorum yapıp gelen blogger’ın sayfası.
Blog renkleri: Turuncu veya kırmızı duvara, neon renklerle yazılmış tarifler.
Blogger tipi: Becerikli, hamarat, aynı anda hem yorumlarınıza cevap verip hem de akşam yemeği için üç çeşit hazırlayabilir. Elinin altında her zaman elişi, nakış gibi zahmet isteyen şeyler bulunur. İleri seviyeler hem yazı yazıp hem uzak akrabasının bebeğine patik örebilir, gelen komşusunu da çok güzel ağırlar.
Paylaşım süresi: On günde bir. Ya da market alışverişine çıktığı her gün mü demeli? Bayramlarda ek mesai yapar.
Blog'u en iyi anlatan kelime: Fıkır fıkır.
Detaylar: Etli dolma, yaprak sarması, kabak tatlısı fotoğrafları –Aynı yemeğin en az üç farklı açıdan çekilmiş versiyonu. "Görümcemin bloguna tık tık!" linkleri.
Yorumcu tipi: Kıvamını tutturamadığı yemeğin neresinde yanlışlık yaptığını yazan, cevap için günde üç öğün bakan kişi. Menü sorularını da peş peşe sıralar.
Dikkat: Kırılgandır, onu kırmayın.

Blog türü: Her okuduğuna not veren kitap kurdu.
Blog renkleri: Sarı veya beyaz arka duvar üstüne, siyah veya gri renkte cümleler.
Blogger tipi: Kitap sevgisiyle kedi tutkusunu bir araya getirir, birbirinden ayıramaz. Onun için her kitap okuyan kedi besler, her kedi besleyen de kitap okur. Aksi düşünülemez. Gece gündüz hiç durmadan okur –arada bir kedi tüylerini süpürür–, okuduğu hiçbir şeyi atlamadan blog’una geçirir. Yahu bir kere de takipçilerine yazmak için değil, kendin için oku, değil mi ama?
Paylaşım süresi: Haftada bir.
Blog’u en iyi anlatan kelime: Ayraç.
Detaylar: Kedi çizimleri, kedi fotoğrafları, kedi patileri, kedi mamaları.
Yorumcu tipi: Hem kitap yorumu okumak hem kedi fotoğrafı görmek isteyen kişi.
Dikkat: Kedileriyle yaşlanacaktır. Onun yanında köpek lafı etmeyin, sizin canınıza okur. Ne de olsa dokuz canlıdır.

Blog türü: Modacı Marilyn.
Blog renkleri: Sezonun trend’lerine göre değişen pembe, pembe ve pembe tonları.
Blogger tipi: Makyaj malzemelerinin ve gardırobunun fotoğrafını çekip çekip yayımlayan, günün birinde Ivana Sert olmak isteyen moda delisi. Hiç tanımadığı Marilyn Monroe’yu yazılarının baş tacı yapmaktan çekinmez.
Paylaşım süresi: Her gün. Bazen günde üçer post.
Blog’u en iyi anlatan kelime: Kokoş (Çok affedersiniz!)
Detaylar: Banu Alkan şalı, vintage güneş gözlüğü, Marilyn Monroe’nun sarışın saçları. Sevgilisinden ayrılık dönemlerinde, siyah beyaz Marilyn fotoğrafları (Favori: Binanın tepesinden şehre bakan Marilyn).
Yorumcu tipi: “Bugün ne giydim?” yazılarını okumaktan hoşlanan ve “Bugün ne giysem?” sorusunu sormaktan haz duyan kişi.
Dikkat: Bir “Vogue Türkiye” olmadığını ve çok zorlama durduğunu sakın söylemeyin… Zevksizliğine değinmeyin bile!

Blog türü: Dekorasyon ve tadilat meraklısının evi.
Blog renkleri: Kahverengi, turuncu ya da kırmızı.
Blogger tipi: Her yazıda kendi evinin başka bir köşesinden fotoğraflar yayımlamaktan bıkmayan, ama okurları bıkıp takibi bırakınca başka bir blog açarak yeniden hayata tutunan dekorasyon delisi blogger tipi.
Paylaşım süresi: Çoğunlukla on beş günde bir.
Blog’u en iyi anlatan kelime: Dizayn.
Detaylar: Eskimiş kanepe, abajur, kapı tokmağı.
Yorumcu tipi: Evini yenilemek isteyen ev hanımları, antikacı beyefendiler.
Dikkat: Dekorasyon dışında bir yorum yapacak olursanız, o ağır mobilyayı bilgisayar ekranınızdan uzanıp kafanıza indirebilir!
Not düşümü: Bu yazı, kimseyi kırmak istemeyen bir blogger tarafından yüzlerde tebessüm oluşturmak için yazılmış olsa da, kesinlikle gerçeklerden yola çıkılmıştır!

19 Aralık 2013 Perşembe

TEBEŞİRLE YAZILAN OYUN


"Umutsuz Ev Kadınları" dizisinin her bölümde başına iş açan çocuksu annesi Yasemin rolünü hakkıyla canlandıran Songül Öden'in Zorlu Center PSM’de sergilenen "Kafkas Tebeşir Dairesi" oyunundaki Grusha performansını kaçırmak olmazdı.

Bertolt Brecht'in bu müzikal epik tiyatrosunda, ülkemizde son yıllarda gelişmekte olan “deneysel tiyatro” türüne selam veren bir girizgah var belki de: Seyirciler yerlerine oturmaya devam ederken sahneden inip en ön sırasındaki koltuklara dizilen beş müzisyen ve sahneye çıkıp kendi aralarında “şakacıktan” sohbet etmeye başlayan oyuncular… Bir rol dağılımıyla başlıyor oyun ve kostümlerini sahnede giyiyor oyuncular.
Tarih sayfalarında bıraktığımız bir döneme, Hitler'in işgalci orduları tarafından kuşatılan Gürcistan’a uzanıyoruz. Bazen olaylardaki bir kişi olarak da karşımıza çıkacak olan anlatıcı söze başlıyor. İşgal altındaki şehrin yöneticisi Georgi Abashvili ve onun eşi Natella’nın bebeklerini bile yanlarına almadan kaçmasını, bebeği bulan hizmetçi Grusha rolündeki Songül Öden’in ise onu sahiplenmesini izliyoruz. Daha doğrusu Grusha birkaç sahne boyunca ne yapacağını bilemez halde kalıyor, ama küçük bebeğin işgalci askerler tarafından bulunmasını istemediği için onu bırakamayacağını anlayarak yola onunla devam ediyor. Çok hoş bir pastoral manzaraya, keçi yetiştirmekle geçinen yerel halkın arasına karışıyor. Bebeğin kendi bebeği olduğunu söylemesi sevgilisi Simon’la aralarında soruna yol açıyor, ama eğer bunun aksini söylerse de bebek askerler tarafından kaçırılacak. Çok da sürprizi bozmadan, oyunun ana sorusunu devreye sokarak bu konuyu kapatalım: “Bir çocuğu doğuran mı annesidir? Yoksa onu yetiştiren mi?”
En iyi epik oyunlar arasında sayılan “Kafkas Tebeşir Dairesi” mülkiyet, emek, vicdan, dürüstlük gibi insanlık değerleriyle seyirciyi baş başa bırakıyor. Konusu itibariyle izlemeden önce bir trajediymiş izlenimi veren oyun aslında bol kahkaha attıran bir komedi ama yer yer üzüp düşündürdüğü için belki de dram demek en doğrusu.
İkinci perdede kadroya dahil olan ve Levent Ülgen’in canlandırdığı sarhoş Azdak’ın mahkemede bebeğin onu doğuran Natella’ya mı yoksa onu büyüten Grusha’ya mı verileceğinin kararını verdiği sahne, oyunun en önemli bölümü sayılabilir. Tebeşir dairesine konulan çocuğun bir kolundan Natella’nın, bir kolundan Grusha’nın çekmesi ve üstün gelen tarafın çocuğu alması kararlaştırılır. Natella’nın gücü üstün gelir, ancak Grusha’nın ona verecek ve çocuğun kimde kalacağını etkileyecek bir cevabı vardır: “Kolunu daha fazla çekseydim kopacaktı…”
Oyunla ilgili öncelikle her oyuncunun rolünün altından ustalıkla kalktığını söylemek gerekir. Songül Öden’in sergilediği performans çerçevesinde ilerleyecek olursak, kendisinin samimi oyunculuk yeteneğinin yanı sıra harika bir sese de sahip olduğunu itiraf etmeli. Kafkas danslarıyla ilerleyen oyunda şarkılar söyleniyor, Öden’in solo söylediği yerlerdeyse duru sesi iyice ortaya çıkıyor.
Gelin görün ki saf ve iyi niyetli bir karakteri oynaması, rolünün annelik üzerine olması ve “Yemin ederim! Yemiiin ederim!” replikleri bu oyunda oynadığı Grusha’yı “Umutsuz Ev Kadınları”nda oynadığı Yasemin’e yaklaştırıyor. Hatta tonlamanın iyice benzeştiği zamanlarda konuşan Grusha mı Yasemin mi anlamak zor olabiliyor. Grusha’nın Yasemin’i andırması iki karakteri de Songül Öden oynadığı için doğal bir sonuç mudur, yoksa oyuncu adına bir eksiklik midir, ne dersiniz?

Songül Öden ve Levent Ülgen'in başında bulunduğu kadronun harika bir şölen yaşatacağından emin olabilirsiniz. Ayrıca Öden’i televizyondakinden daha yakın görme isteği de oyuna gelmek için bir sebep ve bu sebep emin olun ki boşa gitmeyecek –Öden yakından çok daha güzel ve tatlı! Sadri Alışık Tiyatrosu’nun sergilediği oyunu, Zorlu Center PSM’de ve belli tarihlerde farklı sahnelerde izleyebilirsiniz. Öğrenci biletleri 46.50, diğerleri 56.50 lira.

Bu arada bu vesileyle ilk kez gittiğim Zorlu Center'ın atmosferini çok beğendiğimi, tiyatro sahnesinde Öden'i izlerken ön sıradaki koltuklarda da dizideki rol arkadaşlarından Bennu Yıldırımlar ve Levent Can'ı gördüğümü hemen ekleyeyim.

İsim: Kafkas Tebeşir Dairesi
Meslek: Tiyatro
Sicil: 9/10
TL: 46.50 - 56.50
İçimde kaldı: Seyircilerin arasında oturan Nermin ve Altay'la bir hatıra fotoğrafı çektirememek...

12 Aralık 2013 Perşembe

YENİ KEŞFEDENLERE...

Yeni bir internet alışkanlığı edinmeye ne dersiniz?
Bu hikaye hem okunur hem izlenir!
Ters Düz, internette bölüm bölüm yayımlanan bir hikaye serisi. Üstelik her yeni bölümden önce paylaştığı bölüm fragmanlarıyla, karakter sayfalarıyla ve özetleriyle bir televizyon dizisi tadında ilerliyor!



Göstermiş olduğunuz ilgiye karşı teşekkür niteliğinde olmasını istediğim yazılarımdan ilki buradan gelsin (Duyuruları normalde Ters Düz'ün kendi sitesinden yapıyorum ama bu seferkini herkes duysun diye buradan yapıyorum). Yakında sizin yapmış olduğunuz yorumları ve belki bir de kendi blogunuzdan/buradan "2013 yılında beni en çok ters düz eden olay..." diye yazacağınız cümleleri kullanarak yeni dosyalar hazırlayacağım. Kafa Dergi'yi ve Ters Düz'ü birlikte takip eden okurlarım olduğu gibi, yalnızca birini takip edip diğerini etmeyen "tutkulu" okurlarım da var. Yorumlar, mail'ler, tweet'ler... Bir şekilde bana ulaşıyorsunuz. Yapmak istediğim son şey hedef kitlesi ve içeriği tamamen farklı olan iki ayrı blogumu karşılaştırmak ama bir de gerçek var: Şimdilik Kafa'nın istatistikleri, takipçi ve üye sayısı daha çok ama Ters Düz de hızla ona doğru koşuyor. Kafa'nın kapak/dergi konsepti de Ters Düz'ün öykü/video konsepti de ayrı ayrı çok sevildi. İkisi de gerçekten üstünde düşündüğüm, orijinal-özgün fikirlerim çünkü. Ben iki blogumu da birlikte güncelliyor/ilerletiyorum ama acaba iyice Ters Düz'e mi ağırlık versem diye düşünmeye başlamadım değil. Sizde bu ilgi olduğu sürece ben saatlerce, günlerce, haftalarca kesintisiz yazabilirim. Çünkü aşığım buna!

DESTEĞİNİZ İÇİN ÇOK TEŞEKKÜRLER!



ŞEHİR KARMAŞASINDA BİR KARDAN ADAM!

Böyle üst üste iki yazı yayımlayınca da altta kalan yeterli sayıda kişiye ulaşamıyor ama... Ne yapayım... Yazmadan da duramıyorum ki... Acaba durmadan yazsam hızıma yetişilir mi?

İstanbul'daki yaşamımın ilk karlı gününden hepinize merhaba! Aslında benim şehrimde daha çok kar yağar, daha çok kar tutar... Ama yine de yeni bir şehirde yağan karın lezzeti başka oluyor. Bir "ilk" işte. "İlk "ve "son". 11 Aralık 2013. Kar yağdı ve bitti. Hala yağıyor ama "ilk" olmaktan çıktı artık.

Kar dediysem öyle geçiştirmeyelim lütfen, mercimek büyüklüğünde dolu yağdı resmen... Tak tak vurdu camlara, pat pat düştü eldivenli ellerime.

Bugün de ilk defa shuttle'da ayakta kaldım! Normalde ben hep erken binip oturuyorum ve ayakta da bir sürü kalan oluyor. Bugün hem ayaktaki tek kişi bendim hem de shuttle o karlı ve buzlu yollarda ağır ağır ilerlerken neredeyse kırk dakika boyunca öylece dengede kalmaya çalıştım, şansımdan...



Bu yaz bu tip espadriller herkesin ayağındaydı... Fotoğrafta gördüklerinizi ben Zara'dan, hem de sezon başında epey pahalıya almıştım. Ama ilk görüşte aşık olmuştum onlara, nasıl kaçırırdım ki!

Üstelik sonradan okul tatil edilince, gelen öğrenciler olarak geri döndük. Shuttle da gelemedi bizi almak için. Ben de metro, tramvay, tünel hattını kullandım. Metrodan nefret ediyorum ve hiç binmemeye çalışıyorum. Ben en çok tramvay ve vapuru seviyorum, hani şöyle geze geze ve daha ferah olanları. Ama tabii ki tüm araçlar ulaşımı kolaylaştırıyor, o ayrı.

Kış giysilerine geçmek de ayrı bir olay. Ben sıcağı sevdiğim için haliyle yorganların, battaniyelerin altında kaybolmayı da seviyorum. Ama yazın o rengarenk modası, tiril tiril giysileri de apayrı bir zevk. Bugün yeni botlarımı giydim, çamurlu karlar üstünde yürüdüm. Kırmızı kadife pantolonum, bordo kareli gömleğim, üstüne gri kazağım, mavi "pofuduk"  montum, tabii eldivenlerim ve atkım da... Ama tüm önlerime rağmen benim ellerim çatlıyor yine yahu! Anlayacağınız İstanbul'un karmaşasında bir kardan adam gibi dolandım bütün gün!

Haydi bu da toparladığım valizim olsun... Gelecek yaz için!



10 Aralık 2013 Salı

PSM, METRUK, A'ADIN MI?


Songül Öden'e "Gümüş" dizisinde Kıvanç Tatlıtuğ ile başrolü oynarken açıkçası pek dikkat etmiyordum. "Umutsuz Ev Kadınları"nın her bölümde başına iş açan çocuksu annesi Yasemin rolüyle keşfettim onu. Yeri gelince kahkahalar atıp yeri gelince hüzünlenerek. Canlı performansını görmek için sabırsızlandığımdan, bu hafta sonu "Kafkas Tebeşir Dairesi" adlı oyununu izlemek için Zorlu Center PSM'deyim. Bertolt Brecht'in bu müzikal epik tiyatrosunun Songül Öden ve Levent Ülgen'le biz seyircilere harika bir şölen yaşatacağından eminim. Haberi olmayanlara haber vermiş olayım: Öğrenci biletleri 46.50, diğerleri 56.50 lira.

Bu "metruk binalar arasında yaşanan kafe çılgınlığı" Karaköy'ün havasını bozacak gibi geliyor bana. Tamam, Karaköy'ü Karaköy yapan zaten bu "iç içe geçmişliği" ama bir durup soluklanın yani. Aynı "arka sokak"ta her gün başka bir kafe açılıyor; kimi sanki bedava altın dağıtıyormuşçasına tutuyor, kimi de sessiz sedasız müşteri bekliyor. Oysa hepsinde hemen hemen aynı şeyler var: Pahalı yiyecekler. Orijinalliği yakalayabilenlerse (Bakınız: Dem) gerçekten ilgi görüyor. Dergiler, gazeteler, köşe yazarları da Karaköy'ün ve Karaköy'deki kafelerin üstüne gittikçe gidiyor. Bir şey değil kaliteler bozulacak diye korkuyorum. "İstanbul Life" diye bir dergi var, son sayısını şöyle ayaküstü inceledim de, onun da içinde yine Karaköy var. İnternetten de okuyabilirsiniz. Hazırlanan haritalı dosyayı çok beğendiğimi söylemeliyim. Başlıkları da şöyle: "Karaköy çılgınlığı bitmiyor." Ben kısa yoldan konuyu kapatayım arkadaşlar: Bizim yeni açılan yerlere hemencecik doluşma çılgınlığımız bitmediği sürece, Karaköy çılgınlığı da bitmez!

Bazı kızlar var, şöyle bir konuşma tarzları var: "Onu öyle dedi bana, bana, bana yani, orada indiriverdim kafasına! Bir kez kızın karnına tekme atmıştım, ama bu dediğimi erkeğe yaptım. Yüzünü tırmaladım, kanlar aktı. Korkacaksın benden! A'adın mı? (Arada burun çekerler) Benim kitabımda bu yoktur! Önce insan olacaksın! A'adın mı? (Bacaklarının arasını açıp otururlar) İnsan olmazsan sana haddini bildiririm ben! Yok ya, sen ne sandın beni, (Küfürleri havada uçuştururlar) öyle duracak mıyım? Bi' de bana diyo' yani? Bana, bana, Bihter'ine? A'adın mı?" Ben bir şey anlamıyorum valla kız olmanın zarifliğini, narinliğini, kibarlığını bilmeyen böyle birkaç tipin yaptıklarını marifetmişçesine anlatmasından.

Yağmur yağarken başlayan günün yağmuru arada kara dönüştü, bilmem fark ettiniz mi? Kar geliyor mu dersiniz? Kar gelir mi bilmem. Aslında hava durumu sunanlar da bilmiyor. Bir aydır aynı şeyi diyorlar, ya tutarsa diye mi acaba, ama tutmuyor işte. Garanti vermek zordur tabii bu işlerde, ben de klavyemin başından ne rahat yazıyorum tabii! Garanti demişken, size garantisini vereceğim bir şey var: Ters Düz'den nefis bölümler geliyor. Öyle böyle değil hem de. Her an yayımlayabilirim, şu sıralar iki bloguma da göz atmayı sakın ihmal etmeyin, diyerek yazıma devam ediyorum.

Bu arada yeni yıl geliyor. İlgili yazı da geliyor.

Yahu son iki yazıdır üstüne titrediğim ve sizin de pek sevdiğiniz Kafa Dergi'nin konseptine aykırı bir şey yapıyorum, her şey planımın bir parçası ama sizden hiç ses gelmedi, yani şimdi siz a'adınız da mı ses etmiyorsunuz? Vallaha a'amadım.

3 Aralık 2013 Salı

BİR ORTA ÇAĞ KENTİ: RODOS

Rodos son zamanların en popüler tatil yerlerinden. Fırtınaya bir gün kala, güneşli son gününde Rodos’u keşfe çıktım. Ve tahmin edeceğiniz üzere girilmedik delik bırakmadım. Yorgo’nun size selamı var!


Fotoğraflar arasında hızlı geçiş yaparak bana "zoom" yapın! Ağacın yaprakları ne kadar da gür değil mi? Haydi, "triptik" gibi bakın bu üç fotoğrafa!

Yaz sezonunu kapatıp kış uykusuna yatmaya yüz tutmuş olan Marmaris için sonbahar belki de en güzel mevsimdir. Güneş çok yakmaz, deniz suyu ılıktır ve palmiyeli sokaklarda bisiklet sürme keyfi sadece size kalmıştır. Bu cümleler, bundan önceki sonbahara dek doğruluğunu koruyordu ve muhtemelen tarihe yazılacak olan bu istisna dışında bundan sonraki sonbaharlar için de doğru kalacak. Tabii ki ansızın geliveren şiddetli yağmurdan, yakın köylerde çıkan hortumlardan ve fırtınadan hava durumundaki kehanet gerçekleşmeden önce haberdar değildik. Ama hava durumunun böyle olacağını öğrenince, günübirlik yapacağımız Rodos gezimizi havanın güneşli olduğu bir önceki güne çekmeye karar verdik.

Yolculuk boyunca yanından geçtiğimiz adalar dışında bomboş bir deniz var... Fotoğraf çektirmek lazım!


 Kaptan köşkünün yeni üyesi benim!

Kadrajıma sığmadı, düşünün o heybeti! Düşünemiyorsanız fotoğrafa bakın: Yeterli olacaktır.
Marmaris’ten bindiğimiz feribotta geçen bir saatlik mavi yolculuğun (ve kaptan köşkünü keşfe çıkmaların) ardından, soluğu saat 10’da Rodos’ta alıyoruz. Güneş mavi gökyüzünde parıldıyor, yarın çıkacak olan fırtına çok uzak bir gelecekteymiş gibi geliyor. Rodos limanına yaklaşırken feribottan gördüğümüz kale sanki tüm adayı çevrelemiş. Adaya ayak basınca da gölgesi üstümüze düşüyor. Yüzlerce balkonu olan büyük yolcu gemilerinden inen turistler kalenin surları önünde fotoğraf çektiriyorlar. Biz de geri kalmıyoruz.

 Kalelere bayılıyorum! Buralarda ne tarihler gizli... "Duvarların dili olsa da konuşsa!" ifadesi sanki bu tip bin yıllık yerler için söylenmiş, siz de on yıllık evleriniz için kullanıyorsunuz!
 Kedi tutkunları, bu fotoğrafı sizler için çektim! Ama sokakta gördüğünüz her kediyle öpüşme durumunu da anlayamıyorum hani. Fotoğraftaysa, arkadaki siyah demir kapıyla önüne kurulan siyah beyaz kedi müthiş bir ikili oluşturmuş gibi. Ne dersiniz?
Kalenin içine kurulmuş bir Orta Çağ şehri olan Old Town’da surların arasında yürürken kendinizi büyülü ve gizemli bir yolculuğa çıkmış gibi hissediyorsunuz. Enfes taşlarla döşenmiş Arnavut kaldırımlı ara yollar adeta birer sanat eseri. Taşların üstünde yürümeye, onlara basmaya kıyamıyoruz. Çarşıda dolanırken kalabalık grupların hiç görmeden yanlarından geçip gittiği patika yollar fark ediyorum. Fotoğraf çekmek için bizimkilerin birkaç adım gerisinde kalıp oraların hüznüne tanıklık ediyorum. “Keşke tek başıma olsam da özgürce ve sonunu düşünmeden girdiğim bu dar yollarda kaybolsam!” diye düşünüyorum. Bunu gerçekten diliyorum.

Ayıptır söylemesi fotoğraf çekmek için olduğu gibi çektirmek için de güzel köşeler bulmakta üstüme olmadığını söylerler. Haklılar sanki?
Bir sürü ilgi çekici dükkandan oluşan çarşıda gördüğünüz her şeyi satın almak istiyorsunuz. Buzdolabı magnetleri 1 Euro, Rodos temalı kıyafetler 10 Euro, şemsiyeler 10 - 30 Euro, Yunan Tanrıları’nın/Şövalyelerin figürleri 20 Euro, nakış işlemeli masa örtüleri 25 Euro civarında. Sahi şemsiye demişken, Akdeniz’de yer alan bir yerin şemsiyeleriyle ünlü olmasının sebebi nedir anlamış değilim. Her köşe başında şemsiye satan mağazalar var! Londra’da değiliz ki… Nedir bu Rodos şemsiyelerinin tarihçesi?
Nihayet kırmızımsı yağmurluğuma uyan bir arka fon bulabildim. Pek de hoş oldu sanki!
Çok güzel yağlı boya tablolar yapan, kendi elleriyle küçücük ve özgün heykelcikler üreten yaşlı bir adamın dükkanıyla karşılaşınca zevkten dört köşe oluyorum. Ta ki fiyatlarını duyuncaya kadar: Bir kadın heykelciği 110 Euro idi. Benim almaya param, param olsa da koymaya yerim yoktu; o yüzden sadece bakmakla yetindim (Fotoğraflarını çekmeye izin alamadığım için sizlerle paylaşamıyorum). Ama siz de eğer bu tip orijinal sanat eserlerine meraklıysanız, Old Town sokaklarında sakın uyurgezer olmayın.



Bir restoran müşteri çekmek için bu renkli papağanları kullanıyor.
Çarşıyı gezerken, esnafın sizinle iletişime geçmek için İngilizce konuşma zahmetine girmediğini, ısrarla ve ısrarla Yunanca konuştuğunu görüyorsunuz. Siz İngilizce konuşuyorsunuz, ama onlar sanki bu dili bilmiyorlarmışçasına Yunanca konuşmaya devam ediyorlar. Bu nedenle ne dediklerini anlamak bazen zor olabiliyor.
Rodos’ta gerçekten ilginç şeyler görüyorsunuz. Mesela her köşe başında görebileceğiniz ve ellerindeki jöleli topları hızla yere fırlatan satıcılar bunlardan bir tanesi. Jöleli Angry Birds’ler bir süre sonra toz toplayıp işlevini kaybediyor. Ama özellikle çocuklar 3 Euro’luk bu oyuncaklara epey rağbet gösteriyorlar.
İlginç şeylerden bir diğeri de balık masajı! Ayağınızı soktuğunuz akvaryumlarda yüzen onlarca balığın size dokunmasıyla masaj gerçekleşmiş oluyor. Gülmeyin, yabancı turistler bu işin ciddi meraklılarından. Masajı yaptıran turistlerin yüzlerinde bir rahatlama ifadesi aradım. Ama onlar gülmekten rahatlamaya fırsat bulamıyorlardı. Evet: Tahmin ettiğiniz üzere fazlasıyla gıdıklayıcı bir yöntem!
Yukarıda da bahsettiğim harika kaldırım taşları meşhur Şövalyeler Sokağı’nı da baştan sona kaplıyor. Sokağın başında kendini beyaza boyamış bir kız çocuğu heykellik yapıyordu (Birkaç adım ötede de prenses kostümü içinde yan flüt çalan bir kadın vardı). Sokak öyle kalabalıktı ki arka fonu boş yakalayıp fotoğraf çektirmek mümkün pek de mümkün değildi.

Şövalyeler Sokağı'nın girişindeki beyaza boyanmış küçük kız pek sevimli. Önündeki kaseye para koymanızı bekliyor. Ama tüm gün orada durmaktan yorulmuyor mu?
Kanuni Sultan Süleyman burayı fethettikten sonra adada bir sürü cami yaptırmış. Yani adada Türklere ait çok iz var, ama hepsini keşfetmeye vakit bulamıyoruz.

Arnavut kaldırımlı dar sokaklar öyle cezbedici ki... Gruptan kopup hepsine sapasım var!
Old Town’dan çıkınca kendinizi tipik bir Avrupa şehrinde gibi hissediyorsunuz. Kasaba havası bitiyor ve büyük markaların parlak vitrinlerinin olduğu mağazalarla dolu şehir hayatına adım atıyorsunuz. Kafeler de aynı şekilde, birbirlerinin aynısı ve her yerde görebileceğiniz sıradanlıkta. O yüzden ben oyumu Old Town’daki küçük, yöresel ve özgün restoranlara gitmekten yana kullanıyorum, nitekim öyle de oluyor.
Yemek zamanı geldiğinde en önemli soru deniz ürünlerini mi yoksa klasik fast food’u mu tercih edeceğiniz. Marmaris’te fazlasıyla balık ve kalamarla dolmuş olan mideler sebebiyle biz pizza ve hamburger yemeyi tercih ediyoruz. Lezzet orta seviyede, hesap gereksiz fazla. Belki de balık yemek daha doğru olurdu.
Rodos’a gelmişiz de yarım saatte şehir turu yaptıran trene binmeyecek miyiz? Kişi başı 5 Euro ödeyerek bindiğimiz bu otobüs-tren, şehrin adeta bir özetini sunuyor. Şoförümüz bir yandan da bilgi veriyor. Şehrin turistik yerleri, kelimenin tam anlamıyla hızlı bir şekilde gözümüzün önünden geçip gidiyor. Rodos Üniversitesi’ni, Rodos Gazinosu’nu, Apollon Tapınağı’nı, Helenistik Stadyum’u görüyoruz. Limanı, kaleyi ve Old Town’ı geride bırakıp şehrin dışına çıkıyoruz. Yer yer kurak, yer yer ağaçlık olan yolları geçiyoruz. Bu manzaraya bahçe içindeki villalar ve evler de eklenince kendinizi Büyükada’da hissediyorsunuz. E ada sonuçta… Aynı hava, aynı atmosfer.
 
Tren yolculuğu sırasında: Florida değil, Rodos!
Tren Old Town’a geri dönmek için yükseklerden inerken, şoför “Sol tarafta Türkiye’yi görebilirsiniz,” diyor. Çok uzakta, puslar içinde görünüyor Türkiye kıyıları. Bir tuhaf oluyor insan. “Ülkem karşıdan böyle görünüyormuş demek ki,” diye düşünüyor. Rodos’tan Marmaris görünüyor. Ama Marmaris’in merkezinden Rodos görünmüyor sanırım.
İlerideki mesleğim gereği gazete/dergi manşetlerine şöyle bir göz attım...

"Yeme de yanında yat!" ifadesine tam uyan, enfes bir hamburger!
Denize giren var mı? Tek tük de olsa giren var. Ben de hevesleniyorum, ama vakit kalmıyor. Son saatimizi, trenden indikten sonra hoş bir kafede oturup bir şeyler içerek değerlendiriyoruz. Ben dondurma yiyorum, “Hayatımda yediğim en nefis dondurma bu!” diye düşünüyorum.
Saat 17 olunca, feribota binmek için limana geri dönüyoruz. Bir saat sonra Marmaris’e vardığımızda, güneş bulutların arkasında kayboluyor. Bir sonraki günün kara bulutları şehre gelmeye başlıyor. Ben de “Rodos’a iyi ki bugünden gitmişiz!” diye düşünüyorum.

Not düşümü: En çok çektiğim hangi fotoğrafı beğendiniz?

Not düşümü 2: Ben buraya bu Ekim'in ortasında gitmiştim, bloga ancak yazabildim. Tüm tatilleri tüketmiş olabiliriz ama karşınıza çıkan ilk tatilde Rodos'u keşfe çıkabilirsiniz!

Not düşümü 3: Üye sayım kısa sürede 100'ü geçmiş, hepinize çok teşekkür ederim!



SİNEMADA İKİ FİLM

Son günlerde sinemada iki filme gittim. İlki, The Substance. Yani Cevher. Bence mutlaka görülmesi gereken, ama son derece rahatsız edici bir...