26 Mart 2014 Çarşamba

TAKE A BREAK

 
Deep böyle tanımlamış blogumu: Kültür - sanat - günlük - yaşam - edebiyat. Bu haftaki blog bölümünde benim bloguma yer vermiş. Görsel olarak da yukarıda gördüğünüz gibi dergimin mart sayısının kapağını kullanmış. Deep genelde yeni açılan ya da çok fazla tanınmayan blogları tanıtıyor. "Sen onlardan değilsin." dedi. "Buna ihtiyacım olabilir." diye espri yaptım ben de. Sonra bir baktım, gerçekten de benim reklamımı koymuş köşesine!
 
Bir de Deep'in bu reklamına tıklayıp bloguma gelenlerin sayısına baktım: Çok az!
 
Sonuç: Size gelmek isteyen takipçinin önüne engeller de koysanız ne yapıp edip o kişi blogunuza geliyor, ancak size gelmek istemeyen takipçinin burnunun önünde de olsanız gelmiyor. Bazen bana da, "Reklamımı yapar mısın?" diye yorum bırakanlar ya da mail atanlar oluyor, ancak gördüğünüz gibi, bu yöntem de bir yere kadar etkili.
 
*
 
Bu ay kaç yayın paylaştığıma baktınız mı? Neredeyse her gün değil bir, iki yazı yazmışım! Aslında birkaç aydır blogumla çok ama çok fazla ilgileniyorum ve bu durum hem vaktimden hem de hızlanmam gereken romanımdan çalıyor.
 
Bir "take a break" rica ediyorum sizden.
 
Bakalım kaç gün sürecek?
 

25 Mart 2014 Salı

HAYATINI RENKLENDİRMEYİ UNUTAN ADAM # NO. 2: KATİL KİM? KURBAN KİM?


Bölüm 1

Özet: Adam öldürmekle suçlanıp bir süre hapis yattıktan sonra suçsuz bulunarak salıverilen ama özgürlüğüne kavuştuğunda da karısı tarafından terk edilen, şehir dışındaki evi yanan ve yeni aldığı arabası çalınan Ali Cezmi için hayat sona ermiş gibidir. Ta ki ifade vermek için gittiği polis karakolunda, kendisi gibi çaresiz olan genç kız Feraye ile tanışana kadar. Elli ikisindeki Ali Cezmi ile yirmi üçündeki Feraye kısa süre içinde birbirlerinin hayat arkadaşı olurlar ve para kazanmak için akıllarına gelen ilk yolu denemeye karar verirler: Blogger’lık. Fakat Ali Cezmi yerleştiği pansiyondaki oda arkadaşlarından biri intihar edince sarsılır.


 
Ali Cezmi, ikinci el ve eski ürünler satan –dükkandaki kadın onlara ısrarla vintıç deyip durmuştu, şu vinç ne anlama geliyordu acaba, bu ifadeyi karısı Zeliha’dan da bir kez duymuştu– mağazadan çıkıp kapıyı kapatırken cama yapıştırılmış olan el ilanından şu satırları okudu:
Temiz Mutfağım Kebap Salonu
Menü 5
Yoğurtlu Kebap
Çorba
8 lira
Muzafferbey Caddesi - Kelek Lokanta Sokak - No: 8
   Ali Cezmi’nin dikkatini beş numaralı menü çekmişti, ama bir çeşit menü olan el ilanındaki yedi çeşit menünün yedisi de sekiz liraydı. Evden ayrıldıktan –daha doğrusu karısı tarafından terk edilip, üstüne bir de evden kovulduktan– sonra ağzına bir lokma sulu yemek girmemişti. Her gün fast food yeyip durmuştu. Bu kebap salonunu keşfederek oranın müdavimi olabilirdi. Temiz Mutfağım Kebap Salonu belli ki bir esnaf lokantasıydı, ama böyle yerlerin yemeklerinin kaliteli olacağını düşünüyordu. Hem fiyatları da çok ucuzdu.
   Denemekten zarar gelmez, diye düşünüp, bu semtte olduğunu düşündüğü adresi gördüğü ilk kişiye sordu. Tezgahında portakal dilimleyen bir sokak satıcısı, yolu tarif etti.
   Ali Cezmi lokantaya girdiğinde, beklediğinden de kötü bir yer çıktı karşısına.
   Pis, tozlu sandalyeler. Çürümüş tahta masalar.
   Beddualar okuyan bir kadın türkücünün sesi de, tepedeki radyodan yükseliyordu.
   Ali Cezmi, duvar dibindeki bir masada kuru fasulye yiyen tek müşteriden olabildiğince uzaktaki bir masaya oturdu. Tepesine gelen garsona, “Bu ilandaki fiyatlar geçerli, değil mi?” diye sordu. Bu sırada montunu çıkarıp kucağının üstüne koydu.
   “Evet.”
   “Güzel, beğenirsem sizi kaldığım oteldeki insanlara da öneririm.” Belki böylece hesabı bedavaya bile getirebilirdi.
   Sahiden de garsonun gözleri parıldadı. “Hay hay! Hangi menüyü istersiniz?”
   “Menü beş. Yoğurtlu kebap ve çorba.”
   “Hay hay! Bir-yoğurtlu-çorba!”
   “Hayır, hayır! Yoğurtlu çorba istemiyorum ki ben!” Ama garson çoktan mutfağa girmişti bile.
   Az sonra Ali Cezmi’nin çorbası geldi, neyse ki yoğurtlu değildi, üstünden dumanlar çıkan bir ezogelin çorbasıydı. O kadar sıcaktı ki, Ali Cezmi onu on dakikada ancak içebildi. Yoğurtlu kebabı geldiğinde, midesinde hiç yer kalmamıştı aslında. Garson boş çorba kasesini önünden alırken, “Montunuzu sandalyeye koysanıza,” dedi.
   “Yok,” diye gülümsedi Ali Cezmi. “Benim konseptim bu.” O pis sandalyeye montunu koyacak hali yoktu elbette!
   Önündeki yoğurtlu kebaba baktı. Bu şey kesin midesini bozacaktı. Ama o kadar göz kendisine bakarken, yemeden de edemezdi.
 
Ali Cezmi odasına geri dönünce kusmak için lavaboya eğildi. Ancak kusmadı. Hemen Feraye’yi aradı.
   “Feraye, ben zehirlendim galiba.”
   “Aaa! Ne yedin ki?”
   “Etten. Ama çok uyduruk bir esnaf lokantasında yedim. Ne olacak şimdi?”
   “Tavuk en çok bozulan yemektir, o değilse bir şey olmaz. İshal olur, atarsın.”
   “Ama zehirlendiğimi hissediyorum.
   “Bence kuruntu yapıyorsun!”
   “Burada bana bakacak kimse yok, sana söyledim, artık odada iki kişiyiz. Ya zehirden yatağımda ölüverirsem? Sağ kalan oda arkadaşım beni umursamaz bile!”
   “Tamam. Bize gel.”
   “Ne?”
   “Dediğimi duydun. İstiyorsan, sadece bu akşam için, bizde kalabilirsin. İçin rahat etsin de…”
   “Ama annenden bahsetmiştin?”
   “Ne yapalım artık, bir şekilde onu ikna edeceğim.”
 
“Bu adam kim? Ben seni bile kabullenemiyorken, bir de başıma bir sokak dilencisi çıktı! Hem de ishal bir dilenci! Bir saat içinde bir rulo tuvalet kağıdını tek başına bitirdi."
   Ali Cezmi tuvaletten seslendi: “Çıkıyorum!"
   “Çıkabiliyor nihayet!” dedi, Feraye’nin huysuz annesi.
   Arka fonda bir sifon sesi duyulmadan hemen önce, “Ona kibar davranman gerekiyor,” dedi Feraye. “Hiç değilse ona.”
   Annesi omuz silkti.
   “Kusura bakmayın, bütün gün boyunca tuvaletinizi de işgal ettim,” dedi Ali Cezmi.
   “Kusura bakarım, çünkü yalnızca o da değil!” dedi Feraye’nin annesi. “Suyu da çok harcadın! O faturaları sen ödemiyorsun! Ayrıca bencil Feraye de eve katkı sağlamıyor! Şu anda işi bile yok zaten!”
   Feraye annesine cevap vermek için ağzını açtı, ama sonra durup derin bir nefes aldı. “Beni bir saniye bekler misin, Ali Cezmi?”
   “Ne için?”
   “Eşyalarımı toparlamam için.”


Ali Cezmi yeniden odaya döndüğünde -adını hala bilmediği- diğer oda arkadaşı ağzını ilk kez açtı: "Birazdan bir arkadaşım gelecek. Acaba sen o sırada odada olmasan olur mu?"

   Ali Cezmi, oda arkadaşını kendisine bir şey söylerken ilk kez görüyordu ve bu durumda ricasını geri çevirmek pek hoş olmazdı. O sırada odadan çıkmasında hiçbir sakınca yoktu. Yoktu da, niçin arkadaşı biraz hareket edip o içinde küflendiği yataktan kalkmıyor ve misafirini lobide ağırlamıyordu? Yabancı birini odaya almak doğru bir davranış değildi, ama belli ki arkadaşı bu konularda çok rahat davranıyordu.

   "Elbette olur," dedi oda arkadaşına. "Yalnız, olur da bir eşyam kaybolursa, aklıma direkt olarak o arkadaşın gelir, bilesin." Acaba çok mu sert sözlerdi bunlar?

   "Haklısın," diye yumuşak bir cevap verdi arkadaşı. "Haklısın da, bu sakat ayaklarla benim hareket etmem çok zor. Tuvalete bile günde bir kez gidiyorum!" Gözleri sulanmıştı.

   "Ah, çok özür dilerim," dedi Ali Cezmi, ne demesi gerektiğini bilemeyerek. "Kusuruma bakma. Bunu bilmiyordum."

   "Senin suçun değil, benim asosyalliğimden."

   "Kim gelecek peki? Ailenden biri mi?"

   "Aslına bakarsan... kız arkadaşım. Onunla internette tanıştım."

   Gün boyunca dizlerinin üstündeki o bilgisayarda neler yaptığın şimdi belli oluyor, diye düşündü Ali Cezmi. "Peki, ha bu arada, odamıza üçüncü bir kişi çoktan bulundu bile," dedi.

   Arkadaşı sadece gülümsedi, Yeni bir adam, diye düşündü, sonra yeniden kucağındaki bilgisayara gömüldü. Ali Cezmi ona acımış ve inanmıştı. Oysa sakat olduğu gerçeği dışında, geri kalan her şey kuyruklu birer yalandı. Ve bu kuyrukla yalanlar, ikinci bir ölüm vakasına sebep olacaktı. Ya da ölümler.
 
 
Feraye resepsiyondaki kayıt işlemlerini tamamlamıştı. Oradaki kadın, annesiyle her tartıştığında pansiyonlarına gelen Feraye'yi çok iyi tanıyordu. Ama...
 
   "...ama bu sefer elimde sana uygun hiçbir oda yok, tatlım. Kız odalarının hepsi dolu."
 
   "Bana uygun hiç mi oda yok ya?"
 
   "Bizim odada bir kişilik boş yer var işte!" diye seslendi arkalarından, Ali Cezmi. "Kendisi benim kız kardeşim sayılır. Bir kişilik yer boşalana kadar bizim odada kalması sorun olur mu? Ben oda arkadaşıma, odamıza yeni birinin geleceğini söyledim zaten."
 
   "Ne yani? Bunu tuhaf bulmadı mı oda arkadaşın?" diye sordu Feraye, şaşkınlıkla.
 
   Ali Cezmi başını iki yana salladı.
 
   Resepsiyondaki kadının gözleri daha fazla para diye ışıldadı.
 
 
Ali Cezmi sigara içmek için -evet, son bir haftada öyle şeyler yaşamıştı ki sigaraya yeniden başlamıştı- bir dakikalığına terasa giderken, Feraye yeni yaşam alanına doğru gitti ve kendisine verilen anahtarla 702 numaralı odanın kapısını açtı.
 
   Ali Cezmi, bir dakika sonra odasına dönerken, kapının arkasından şu sesleri duydu:
 
   "Sen beni arabanla ezdin! Bak, sakat kalmama sebep oldun! Şimdi de ben senin ecelin olacağım!"
 
   "Ben o kadın değilim!"

   "Buraya gelmekle hata yaptın... Seni affedeceğimi mi sanmıştın?"
 
   Ali Cezmi odaya girdi.

   Aynı anda bir silah patladı.
 
   Ali Cezmi tekrar gözlerini açtığında, yerde yatıyordu. Halıda kan ve iki yanında iki gövde vardı.
 
   DEVAM EDECEK...
 
Not düşümü: İnternette paylaştığım bu öyküleri çok çabuk okuyup çok çabuk tükettiğiniz için, edebi dil bakımından bilerek ve isteyerek özensizce yazıyorum.
 

24 Mart 2014 Pazartesi

ALİ CEZMİ'NİN BAHTSIZLIKLAR LİSTESİ!


Adam öldürmekle suçlandı.

Hapis yattı.

Neyse ki özgürlüğüne kavuştu.

Karısı tarafından terk edildi.

Şehir dışındaki evi yandı.

Yeni aldığı arabası çalındı.

Bir pansiyonda yaşamaya başladı.

Oda arkadaşı intihar etti.

Ve şimdi sıkı durun: Hayatını Renklendirmeyi Unutan Adam'ın Katil Kim? başlıklı ikinci bölümünde, bir ölüm daha gerçekleşecek. Hem de bu sefer tetiğin bir ucunda Ali Cezmi, diğer ucunda Feraye var! Bu trajikomedi gittikçe ciddileşiyor mu, yoksa bize mi öyle geliyor?

22 Mart 2014 Cumartesi

YATMADAN ÖNCE VE AÇ KARNINA


Ocak'ta sadece bloga 12 yazı yazmışım.

Şubat'ta sadece bloga 13 yazı yazmışım.

Bu ay, daha ayın 22'si ve ben şimdiden sadece bloga 18 yazı yazmışım. Sizce ay bitmeden kaç yazı yazmış olurum? Neredeyse her gün yazdığım için, aşağı yukarı sayı belli aslında. Var mı arttıran?

"Sadece bloga" kısmını vurguluyorum, çünkü blog dışında okulun tablet dergisine de yazıyorum ve bir de güya önceliğim olan romanımla ilgileniyorum.

Palavra!

Blog ve dergi yüzünden romanımı son zamanlarda fazlasıyla ihmal ettim.

Ama benim de bağımlılığım bu sanırım: Yazmak.

Yazmadığımda vücuduma bir titreme geliyor ve beynimdeki uyarı sinyalleri çalışmaya başlıyor: Yaz! Bak bugün daha klavyedeki hiçbir harfe dokunmadın!

Biraz da sabırsızım galiba.

Blog ve dergiyle beni takip eden okurlarıma hemen ulaşıyorum diye, oralara daha çok yazmak istiyorum. Ama romanıma istediğim kadar kafa patlatayım, gecemi gündüzüme katayım onu belli bir tarihten önce kimse okuyamayacak ya nasıl olsa. Yani bilinçaltım bana böyle fısıldıyor galiba. Gerçi aklım her an için romanımdaki karakterlerde, olay örgüsünde aslında. Bu da bir gerçek.

Blog'lamanın en güzel saat dilimleri de şunlar galiba:

Her gece yatmadan önce.

Her sabah aç karnına.

EN İYİ 47 HANDE YENER ŞARKISI


1 - Sopa *
2 - Sopa (Chill Out Mix) **
3 - Hayrola
4 - Kim Bilebilir Aşkı
5 - Sarhoş Dünya
6 - İp
7 - Ok Yay
8 - Apayrı
9 - Bi Gideni Mi Var
10 - Nasıl Delirdim
11 - Hipnoz
12 - Pinokyo
13 - Yasak Aşk
14 - Naciye
15 - Biraz Özgürlük
16 - Uzaylı
17 - Kelepçe
18 - Kibir
19 - Romeo
20 - Yalan Olmasın
21 - Seni Sevi... Yorumlar Yok
22 - Fırtına
23 - Paranoya
24 - Pinokyo
25 - Sanma
26 - Yarasa
27 - Kumar
28 - Yaban Gülü
29 - Söndürülmez İstanbul
30 - Dön Bana
31 - Unutulmuyor
32 - Arsız
33 - Narsist
34 - Siz
35 - Ne Rüyası
36 - Burdayım
37 - Tribe Gir
39 - Gece Gündüz
40 - Sopa (Dans Remix)
41 - Bodrum
42 - Boşa Ağlayan Kız
43 - Kalpsiz
44 - Ben Kimim
45 - Böyle Olacak
46 - Neden Ayrıldık
47 - Yüzük

* "İlacın etkisi yok" sözlerini motto'laştıran, Hande'nin dönüm noktası ve en iyi şarkısı.
** "Sopa" gibi enerjisi yüksek ve hareketli bir şarkıyı depresif derinliklere çeken, müthiş bir düzenleme.

EN İYİ 3 ALBÜMÜ

1 - Hande'ye Neler Oluyor: Elektronik müziği geride bırakıp yeniden pop müziğe döndüğü şeklinde lanse edilen, ancak altyapısında oldukça sağlam elektronik melodiler bulunduran ve 2010 yılında çıkardığı albümü. Dönüm noktası. Sopa, Yasak Aşk, Bodrum ve Çöp gibi hit'leri başta olmak üzere her şarkısının altın gibi kıymetli olduğu tek albümü.

2 - Hayrola: Son elektronik ve 2009'da çıkardığı albümü. Hande'nin söz yazma konusunda da ne kadar başarılı olduğunun bir diğer kanıtı. Cüretkar bir kartonet çalışmasına sahip, enfes derecede elektronik bir albüm.

3 - Apayrı: Hande'nin pop müzikten yavaş yavaş sıyrılmaya başladığı ve elektronik müziğe geçişin sinyallerini verdiği, 2006 albümü. Yabancı bir şarkıcının albümü gibi, son derece Avrupai, sound'lar ve besteler çok ama çok iyi. House ve elektronik müziğin yumuşak birlikteliği. Aynı zamanda da sanki bir caz albümü. Albümün her şarkısı çok iyi ve yadsınamaz derecede kaliteli. (Biraz daha yazmaya devam edersem, birinci sıradaki albüm konusundaki fikrimi değiştireceğim.)

EN İYİ 3 KLİBİ

1 - Sopa/Yasak Aşk: Müthiş orijinal bir fikirle, iki şarkının aynı klipte birleşmesi. Çok ama çok iyi bir stüdyo klibi.

2 - Kim Bilebilir Aşkı: Avrupai havası asla eleştirilemez.

3 - Hayrola: Cüretkar ve muhteşem. 

Hande Yener'in dış mekan klipleri değil de, iç mekan yani stüdyo klipleri ve tuhaf objeler taktığı/giyindiği klipleri çok daha başarılı. Romeo'daki "kaldırımdaki bacak dansı" ve Bodrum'daki "koltukta kocaman bir gözlükle oturduğu ve bacağını kırık gösterdiği sahne" de çok iyi. (Son Yener keşfim, Apayrı albümündeki Unut şarkısı. Fareli köyün kavalcısı, diyorum başka da bir şey demiyorum! Müthiş!)

Bu yazı dizisi, Funda Arar ve Gülşen ile devam edecek. Sizin önerilerinize ise her zaman açığım.

20 Mart 2014 Perşembe

MARMARİS KIŞ UYKUSUNDA






Şehir kış uykusundan çıkmak üzere… Hala vaktiniz varken, Marmaris’e gidip deneyimlemeniz için notlar hazırladım.

Bir Orta Çağ kenti: Rodos yazımda sizlere şöyle söylemiştim: Yaz sezonunu kapatıp kış uykusuna yatmaya yüz tutmuş olan Marmaris için sonbahar belki de en güzel mevsimdir. Güneş çok yakmaz, deniz suyu ılıktır ve palmiyeli sokaklarda bisiklet sürme keyfi sadece size kalmıştır. Bu cümleler, bundan önceki sonbahara dek doğruluğunu koruyordu ve muhtemelen tarihe yazılacak olan bu istisna dışında bundan sonraki sonbaharlar için de doğru kalacak. Tabii ki ansızın geliveren şiddetli yağmurdan, yakın köylerde çıkan hortumlardan ve fırtınadan hava durumundaki kehanet gerçekleşmeden önce haberdar değildik. Ama hava durumunun böyle olacağını öğrenince, günübirlik yapacağımız Rodos gezimizi havanın güneşli olduğu bir önceki güne çekmeye karar verdik.
Yaz aylarının gözde tatil yeri Marmaris, kışın yerel halkıyla yalnızlığına terk ediliyor. Ben bundan birkaç yıl önce, hep yazın gittiğim Marmaris'e kış ayında ilk kez gittiğimde gördüğüm manzara karşısında epey şaşırmıştım. Daha bir sürü not ve fotoğraf biriktirdim aslında sizler için, ancak Kasım-Aralık'ta yayımlamayı planlarken ta bu zamana kadar sarkılar gördüğünüz gibi... O nedenle bu sezon onları harcamak istemiyorum, şimdilik şunlarla idare edeceksiniz sevgili okurlarım:
1 – Kaldırımlardaki odun ve kömür çuvallarının şok etkisi yaratmasına İZİN VERİN.
2 – Şehrin üstündeki incecik is tabakası ile ŞAŞIRIN.

3 – Yalnızca barların ve diskoların değil, kafelerin ve restoranların çoğunun da kapalı olması hayalet kasaba etkisi verebilir. Açık bulduğunuz ilk yere DALIN!

4 – Her yerde arı Ege şivesi var. DİNLEYİN.

5 – Bisikletle şehri keşfetmek için bundan uygun zaman olabilir mi? PEDALLAYIN!

6 – Denize giren birkaç kişi göreceksiniz. Siz de GİRİN.

Sonuç:  Yaz hemen gelll!

19 Mart 2014 Çarşamba

REYTİNG ALMIYOR!

Bazı insanlar cidden reyting almıyor artık hayatımda.
Yayından kaldırmak lazım...

Bazı insanların görüntüleri gidip gidip geliyor.
Kanalı değiştirmek lazım...

Yayın gününü değiştirmekle bile uğraşmamak...
İzlenme rekoru kıranlara koşmak lazım!

18 Mart 2014 Salı

KÜRDAN


ket vurulması da ne
çöpe düşen kalp tortusu
elle de alınmıyor ki

et parçası neyse de
dişe kaçan elma kabuğu
kürdanla da çıkmıyor ki

17 Mart 2014 Pazartesi

BUNALIMDAYKEN BÜTÜRİSTİKASLORAFİYA


Sizin hiç blogunuzla ilgili bir kararsızlık, bir karmaşa yaşadığınız oldu mu?

Öykü serilerimi beğeniyle takip ediyorsunuz. Ters Düz ya da Hayatını Renklendirmeyi Unutan Adam'dan en çok hoşunuza gideni okuyorsunuz. (Sahi, en çok hoşunuza giden hangisi?)

Günlük hayata ilişkin yorumlarıma hak veriyorsunuz.

Şehir etkinlikleriyle ilgili yazılarımı beğeniyorsunuz.

Tiyatro, sinema ve kitap eleştirileri yapıyorum. İlgileniyorsunuz.

Kafeler benden sorulur, biliyorsunuz!

Kişisel şeyler yazıyorum, onlardan da oldukça zevk alıyorsunuz.

Seyahat yazılarımı okuyorsunuz.

...

Ama işte ben bunların hepsine yetişmeye çalışırken yoruluyorum!

Bana, üstünde yoğunlaşacağım bir konu söyleyin diyorum, duymazdan geliyorsunuz, söylemiyorsunuz.

İstiyorsunuz ki "Hepsini yazsa da okusak..."

Yazıyorum, yazıyorum ama bu sefer de gördüğünüz gibi her gün bir yazı yayımlamış oluyorum!

Yazmak bir yandan hoşuma gidiyor tabii, bayılıyorum; ama öte yandan da yoruluyorum...

Bana ne önerirsiniz, bekliyorum...

Ve sizin karmaşa içinde olduğunuz blog konuları neler?

Yazın, hep beraber çözüm bulalım.

KARAKTERLER YOL AYRIMINDA

Ters Düz sezon finalindeyken başlayan yeni seri Hayatını Renklendirmeyi Unutan Adam, şu soruyu doğurdu: Ece Duman mı? Ali Cezmi mi?
 
 
Sizin fikirleriniz, hangi hikayenin daha uzun ömürlü olacağını belirleyeceği için sandığınızdan çok daha önemli. O yüzden, lütfen üşenmeyin ve görüşünüzü kısa da olsa belirtin.
 
Bekliyorum...
 

15 Mart 2014 Cumartesi

KARAKÖY DEĞİL, TRABZON!

Karaköy bağımlılığı da bir yere kadar! Hatta en iyisi biraz İstanbul’dan uzaklaşıp, memleketim Trabzon’daki kafelerden birkaçını keşfetme vakti. Bu kafeleri Karaköy’dekilerden ayırt edemeyeceksiniz.

 
 

 

 

Time’s Coffee
Trabzon’un en son açılan kafelerinden biri olan Time’s, aynı zamanda restoran olarak da hizmet sunuyor. İçeri girdiğimde dikkatimi ilk çeken şey, duvarlardaki çeşit çeşit saatler oldu. Yani adının hakkını veren bir mekan Time’s. Ne var ki, saatler yalnızca dekorasyon olarak kalmış, çünkü hiçbiri çalışmıyor! Pasta, kahve ve hellim peynirli salata kafenin en çok tercih edilen çeşitlerden. Fakat yiyeceklerin tadı her yerdekinden pek de farklı olmadığından, astronomik fiyatlar başta biraz gereksiz kaçıyor. Ayrıca bir iş merkezinin terasına konuşlanmış olan Time’s kafenin manzarasının da öyle yemyeşil bir Trabzon olduğunu sakın ha sanmayın! Kafenin manzarası yüksek yüksek binalar arkasından göründüğü kadarıyla azıcık Boztepe… Ancak yine de Time’s, kendine özgü şık dekorasyonuyla müşteri kitlesini çoktan oluşturmayı ve şimdilik korumayı başardı.
Mitra
Meydanın tam ortasındaki Mitra kafenin önünden geçerken, kendinizi kısa bir an için Fransa’da zannedebilirsiniz. Küçük bir yer olmasına rağmen ev sıcaklığındaki sevimli iç dekorasyonu ve kaldırıma dek uzanan masalarıyla Mitra, beş saati için de şehrin en uygun kafelerinden. Açıldığı günden beri bu Avrupai atmosferini koruyan Mitra’nın müşteri profilinde de Trabzon’a gelen yabancı turistler çoğunlukta zaten. Güzel haberse kurabiyelerin, keklerin ve dondurmaların çoğunun ev yapımı olması. Yolunuz bu taraflara kış aylarında düşerse, nefis salepten de tatmanızı şiddetle öneririm. Ve son olarak, Mitra’nın tüm bu artılarına bir de fiyatlarının çok uygun olmasını ekleyeyim.
Soho Green’s
Israrla araştırmama rağmen, Soho Green’s’in eşine benzerine başka yerde rastlayamadım! Her tarafını yemek istediğim iç dekorasyonu ilk başta belki de o büyük Marilyn Monroe tablosundan ötürü hoşuma gitti, ama hayır, buranın tasarımı gerçekten muhteşem! Trabzon’da sıcak mendil uygulamasını başlatan ilk kafe ve restoran olan Soho’da, ister içerideki koca koltuklarda yayılın isterseniz dışarıdaki masalara kurulun. Dürümleri ve pastaları Soho’nun güzellikleri.
Vira
Trabzon’un kafelerin çokluğu açısından Karaköy’ü diyebileceğimiz bir yeri varsa, orası da Beşirli’dir! Şehirdeki her kafe bir tarafta, Beşirli’de açılan kafeler diğer taraftadır. Son yıllarda, apartmanların altında peş peşe açılan kafeler Beşirli’yi tam bir cazibe merkezi haline getirdi. Ancak zirvede uzun süredir Vira var. Özellikle pizzaları ve ekleriyle bilinen Vira’dan çıktıktan sonra sahile geçerseniz, Karadeniz’in kıyıyı döven dalgalı sularına taş atabilirsiniz.
Edward’s Coffee
Meydandaki bir pasajın girişindeki tenis ve golf temalı küçük bir kafe Edward’s Coffee. Belki de bu nedenle bana İngiltere kırsalını ve hatta ekose deseni çağrıştırıyor tasarımı. Önceleri öğrencilerin -ben de dahil- ders aralarındaki uğrak yeri olan bu kafe, artık herkesin gittiği bir yer. Tost ve sandviç çeşitleriyle bilinen Edward’s Coffee’ye giderseniz, benim için mısır taneli Marmaris tostundan söyleyin!
Chef Edward’s
Kısa süre önce açılan Chef Edward’s, kafe tanımında çıtayı iyice yükseldi. Nostaljik tasarımı ve biri avlusunda diğeri içeride olmak üzere sergilediği iki eski otomobille adeta kalite kokan konsepti, astronomik fiyatlarla biraz gölgelenebilir, ama buraya bir restoran olarak da giderseniz asla pişman olmayacaksınız. Sınav başarımı bir de burada kutlamıştık.

İşte gönlümdeki sıralama:

1 - Mitra
2 - Soho Green's
3 - Chef Edward's
4 - Time's Coffee
5 - Edward's Coffee
6 - Vira
 

11 Mart 2014 Salı

MEDYA KAHİNLİĞİ


"Yeni dizilerin tahmini ömürleri: Kaç bölüm sürebilirler?" yazı dizimin ilkinde Kayıp ve Aşk'ın usta kadrolarına rağmen reyting alamayıp biteceğini yazmıştım, nitekim haklı çıktım. Bu serinin Cinayet ve Saklı Kalan dizilerini yazmıştım. Burada da haklıydım, çünkü Cinayet de erken final yaptı ve... Hayır, Saklı Kalan'ın bittiği falan yok, aksine yeniden doğuyor o dizi, bakın iki ay önce aynen şunları yazmıştım:

"Sezon ortasında başlayan bir diğer dizi olan Saklı Kalan ilk bölümü yayımlandıktan sonra sessiz sedasız yayından kaldırıldı. Mı? Şimdilik dizinin ikinci bölümü yayınlanmadı, ama Show Tv’nin belki de en iddialı dizilerinden biri olan Saklı Kalan, eğer ilk bölümündeki enfes kurgusunu devam ettirecekse, ekranlara acilen geri dönmeli. Melis Birkan’ın harika bir şekilde Defne ve Gülce ikizlerini canlandırdığı ve Öyle Bir Geçer Zaman Ki'nin Hasefe Hanım’ı Meral Çetinkaya’nın önemli bir karakteri oynadığı Saklı Kalan'ın konusu da ilginç: Holding patronu Murat Cevher’in hayatı eşi Süreyya ve kızıyla gayet yolunda gitmektedir. Defne ile karşılaşıp ona aşık olan Murat’ın eşi Süreyya intihar edince Defne de Murat’ın evli olduğunu öğrenir. Genç kadrosunda Özgür Çevik ve Burak Sağyaşar gibi isimlerin de rol aldığı dizide Neslihan Yeldan’ı da izliyoruz. Yeldan’ın belki de en akılda kalıcı performansı Sahra dizisinde canlandırdığıydı. Kısacası, Saklı Kalan eğer kendinden emin bir şekilde ekranlara geri dönerse, bence iki sezon devam etmesi kesin olan bir iş."

Dizinin yapımcıları sesimi duymuş olacak ki, dizi ekrana geri dönüyor.

Saklı Kalan'ın yeniden başlayacağı bugün gazetelere çıktı. Ben de teneffüste görür görmez bilgisayar odasına gidip yazıverdim bu yazıyı!

Büyük beğeniyle takip ettiğim Umutsuz Ev Kadınları'ndan sonra, Saklı Kalan'ın da dönüşünün nasıl olacağını merakla bekliyorum. Çok değil, bu pazar akşamı başlıyor dizi.

Sanırım, ileride medya kahinliği falan yaparsam, yerim şimdiden hazır!

10 Mart 2014 Pazartesi

KARAKÖY'ÜN HIZINA YETİŞİLMİYOR!


İstanbul hızlı yaşayan bir şehir, kabul. Ama onun hızına yetişemediğimiz bir semti varsa o da Karaköy'dür. Her geçen gün yeni bir mekanın açıldığı Karaköy'de kafeleri takip etmeyi bırakalı çok oldu. Ama o civarda bir de bunlar varmış, daha yeni öğrendim:

Kamondo merdivenleri

 
Görüntüsü de, tarihi de ilginç! En kısa zamanda oraya ben de gitmek istiyorum. Fotoğraf da çekilirim tabii. Twitter'a veya facebook'a koymak için değil canım, yazacağım yazının altında paylaşmak için.
 
Tophane Art Walk
 
 
Tamam, şehirde yeniyim ama geldiğinden beri İstanbul Modern başta olmak üzere sanat galerilerine bayılan biri olarak burayı nasıl bilmediğime şaşırıyorum. Üstelik öğrendiğimde, şubatın yirmi üçündeki herkese açık olan ücretsiz etkinliği çoktan geride kalmıştı... Ne diyelim, geç olsun da güç olmasın bari.

Yeni kafeler, ama...

Karaköy'de şimdilerde de Bi Nevi ve Press adlı mekanlar yeni (Yani, Karaköy'ün tarihinde çoktan gömüldüler aslında çünkü açılalı bir ay geçti). Ben ikisine de gitmedim, sanırım gitmeyeceğim de. Eh, öyle her açılan kafeye gitseydik... Zaten bence hiçbiri de Dem'in verdiği lezzeti veremez. Yahu Dem Karaköy'ün maskotu be!

Ünlüler nerede?

O değil de, beni kandırdılar herhalde... Yahu o kadar Karaköy'deyim, daha doğru düzgün bir tanecik bile ünlü göremedim! Yani beşinci sınıf ünlüsüne bile razıyım, o derece! Gazetede her gün okuyoruz, ama gerçekte göremiyoruz sizi ey oyuncular ve şarkıcılar! Gerçi sizin göründüğünüz saatlerde ben mışıl mışıl uyuyor oluyorum ya...

SİNEMADA İKİ FİLM

Son günlerde sinemada iki filme gittim. İlki, The Substance. Yani Cevher. Bence mutlaka görülmesi gereken, ama son derece rahatsız edici bir...