26 Kasım 2014 Çarşamba

BATTANİYE ALTI MÜZİKLERİ

Battaniye altında ne yapılır? Film izlenir, kitap okunur ve müzik dinlenir. Müzikten başlayalım. İşte şu soğuk günlerde gerçekten de içinizi ısıtacak dört müthiş şarkı.

 
Tea For Two - Blossom Dearie: Bu ne kadar hoş bir şarkıdır, ne kadar güzeldir! Bu şarkıyı çok kişi söyledi ama siz mutlaka Blossom Dearie'den dinleyin! Şarkının şu kısımları çok hoş:
 
"Picture me upon your knee
With tea for two and two for tea
Me for you and you for me alone

Nobody near us
To see us or hear us
No friends or relations
On weekend vacations"
 
Üstte diyor ki: "Çay iki kişi için... İki kişi çay için... Ben senin için... Sen benim için... Kimse bize yanaşmasın... Bizi görmek ya da duymak için... Hafta sonu tatillerinde arkadaşlar veya akrabalar gelmesin..." Yani... Aslında duyguların ne kadar da evrensel olduğunu gösteriyor bu sözler bize. Bazen sevdiğinizi alıp, bir kır evine kaçıp, diğer herkesten uzaklaşmak istersiniz... Dünyanın geri kalanını boş verirsiniz ya hani... İşte bu şarkı da öyle bir yağmurlu sonbahar şarkısı. Sözlerini anlamasanız bile melodisine teslim olun. Ağır ağır, bir trenin raydan yavaşça hareketlenişi gibi. Gözlerinizi kapatın ve dinleyin. (Ama Lisa Ekdahl'ı da es geçemeyeceğim. İsveçli "çocuk-sesli" yıldızımız da bu şarkıyı nefis söylüyor. Yine de siz önce Dearie'den dinleyin, Ekdahl'ı ise alternatif olarak aklınızda tutun.)
 
 
Fever - Peggy Lee: Listemizin nispeten hareketli şarkısı. Çok melodik. Çok ritmik. Sözleri anlamıyor musunuz? Boş verin. Ayağa kalkıp dans edin. Kendinizi gün boyunca mırıldanırken bulacaksınız.
 
 
The Chordettes - Mr. Sandman: "Bam bam bam... Mr. Sandman, bring me a dream..." diye söze başlayan şarkımız çok hoş, çok keyifli bir şarkı. Tam da şömine önünde kestane şarkısı. Olmadı kalorifer de olur, soba da. Sıcak, çok samimi bir şarkı yani. Sandman ise sıradan biri değil. Avrupa folklorunda uyku getirdiğine, güzel rüyalar gördürttüğüne inanılan bir yaratık diyelim. Şarkıyı erkekler söyleyince ya da kızlar söyleyince sözlerde değişmeler olabiliyor, çünkü bir aşk şarkısı. İnanılmaz bir şarkı. Siz The Chordettes kızlarımızdan dinleyin.
 

 
Feist - Comfort Me: Ah, Feist'in hangi şarkısını bu listeye alsam, diğeri dışarıda kalır... Onun her şarkısı çok güzel... Yani bu seçimim belki kötü bile... Neyse, bir şekilde başlamak lazım. Bu şarkı ile başlayın siz, sonra "My Moon My Man", "Honey Honey", "Mushaboom", "Pine Moon", "How Come You Never Go There" ve "Inside and Out" ile devam edin. Bu arada Feist'in sıradışı kliplerini de mutlaka ama mutlaka izleyin. Feist sanki bu dünyadan değil. Ya da bu dünyadan, ama, bizim hiç bilmediğimiz bir yerde usulca yaşamını sürdürüyor.
 

25 Kasım 2014 Salı

YAĞMURDA 54ÖR (HEM DE 1 SAAT) AMA İÇİM GÜNEŞLİ

Ben bu İstanbul'u öğrenciliğimi bitirdikten sonra terk edeceğim galiba! Ya da home office çalışacağım. Zaten işimiz bilgisayar başında değil mi? Yazı yazabilelim, elimiz "klavye tutsun" yeter. Toplantılar olduğunda gidelim ofise. (Yani böyle olmayacağını biliyorum. Keşke böyle olsa diyorum. Bakın daha birinci sınıfta olduğum halde İstanbul gözümü nasıl korkuttu, siz düşünün!) Tüm bu sözlerimin sebebiyse trafik. Aşağıdaki paragraftan devam ediniz efendim.

Bugün hava çok kötüydü. Birkaç gündür çok kötü. Sabahki yazımda kar gelir dedim, akşama gelir belki. Çünkü hava çok soğudu. Şimdi deli gibi yağmur yağıyor pencereme.

Bu sabah, havanın kötü olduğunu ve öğleden sonra da olacağını biliyordum ama bir işim vardı. Taksim'de. Ben de Okmeydanı tarafındaydım. Acaba bugün mü halletsem sonraya mı bıraksam diye düşünürken kendimi 54ÖR Örnektepe-Taksim otobüsünde buldum. Allah'ım! Git git yol bitmiyor... Yani sebebi de asla trafik değil: Duraklar. Evet, bin tane falan durak var. Sürekli duruyor otobüs. Sürekli. 1 saatte ancak gittim inanır mısınız Taksim'e! Dönüş de öyle. Yani 2 saatim boş boş yolda geçti. 2 saat... Ben o 2 saatte neler neler yapardım siz biliyor musunuz? Yazı yazardım, yazı! Otobüste, vapurda, metrobüste, dolmuşta, takside boşa geçen zamanımıza yazık... Yazık ki ne yazık! Yani yürüme gitsem yarım saatte gitmiştim belki de!

Otobüs de hiç konforlu değildi. Durakları gösteren ekran çalışmıyor. Simsiyah. Kapalı yani. Sonraki durak hangisi, nereden gidiyoruz bilmiyor yani yolcu. Böyle saçma bir şey olabilir mi?

Dönüşte de durum farklı değildi. Bu sefer ekran açıktı ama Şişli'de takılı kalmıştı. Duraklar ilerliyor ama ekran sabit. Ben de bu 54ÖR'lerde bir sorun var diye düşündüm açıkçası. Çünkü ekranları çalışmıyor! Adamı sinir ediyor bu ekranlar, bu nereye gittiğin bilinmezliği...

Ama...

Bu yağmurlu havaya, buz gibi soğuğa rağmen...

İyi ki gitmişim Taksim'deki işimi halletmeye...

Benim için çok faydalı ve güzel bir şey oldu. Gerçi otobüste harcadığım zamandan çok daha az durdum, yani işim fazla uzamadı, ama iyi ki de gitmişim. Başlığa da o yüzden içim güneşli diye yazdım ya. Bazen böyle olmaz mı zaten? Hava güneşlidir, ama biz mutsuzuzdur. Ya da hava bozuktur, ama biz mutluyuzdur. Ya da hava güneşlidir ve mutluyuzdur da. Hava bulutlu ama mutsuzuzdur da.

Sevgilerimle!

Not: "İş" dediğim şey çok da gizemli bir şey değil ama ben "iş" demeyi tercih ettim. Yakında daha detaylı yazarım belki.

 

MUMU ÜFLEDİKTEN SONRA...


Sanki de sulu kar.

Yani cuma gününden beri yağan.

Yani doğum günümden beri.

Söz buradan açıldı, buradan devam edelim!

Evet, geçtiğimiz cuma benim doğum günümdü efendim. 19'u bitirip 20'ye girdim, ama bitirdiğimiz yaşı söylediğimiz için 19'um diyorum. Hep de 19'da kalayım.

Öncelikle, doğum günü yazıma yaptığınız harika yorumlarınız için hepinize çok teşekkür ediyorum. Beni tanıyormuş gibi yazdığınız sıcacık cümleler inanın şu havanın buz gibi soğuduğu günlerde nasıl da içimi ısıttı... Çok teşekkür ederim hepinize! Sağ olun, hep de var olun!






Doğum günü soframda yok yoktu... Tatlıdan tuzluya her şey vardı! Canınızı çektirmemek için detaylara girmiyorum, fotoğraflardan bakabildiğiniz kadarına bakın. Doğum günümü biz bize, aile arasında kutladık. Bu kareler masadan... Akşam yemeğimizi yedik, sonra da pastamızı kestik yani. En güzeli aile arasında yapılan böyle samimi kutlamalar oluyor belki de.

Yorumlarda siz sormadan ben cevaplayayım: Pastamı Mado'dan aldık (44 lira). Değişik bir pasta. Kirpi gibi. Diken diken çikolata çubukları var. Ben aslında beyaz çikolatayı severim ama bu sefer bir değişiklik olsun dedik. Bu ise çikolatalı ve muzlu bir pastaydı. Aslında en güzeli annemin yaptığı yaş pastalar ama doğum günlerinde elbette dışarı-pastası yenir! (Annem gerçekten de bir lezzet ustası. Enfes tarifleri var. Kekleri, pastaları, kurabiyeleri, muhallebileri... Her şeyiyle mükemmel! Belki blogda onun özel tariflerinden de paylaşmaya başlarım, ne dersiniz?)

Kekikli-pul biberli elma dilimli patates ve Akçaabat köfte masanın yıldızlarındandı, çünkü ikisini de çok severim! Elma dilimli patates son birkaç yıldır restoranlarda moda oldu ama biz bu lezzeti yıllardan beri yapıp yeriz. En güzeli de evde, bu tip soslarla yapılanı zaten. Ayrıca restoranlarda ya çok tuzlu ya çok yağlı yapıyorlar, dengeyi tutturamıyorlar.

Eveeet... Doğum günü faslını böylece kapatıyorum. İyi dilekleriniz için tekrar hepinize teşekkür ederim.

Havalar cumadan beri soğudu artık, değil mi? Yani kış tam anlamıyla geldi. Gökyüzünde artık güneşi göremeyeceğiz gibi. Yedi sekiz derece hava. Bugün de yağmurluydu ama sanki arada sulu kar gibi de yağdı. Bakalım sezonun ilk karı şehre ne zaman düşecek?

Öğretmenlerimizin bu özel gününü de kutluyorum, unutmadan.

Bu arada tarihte bugün diye bir paylaşım yapacak olsaydım şu yazımı paylaşırdım. Geçen yıl bugün yaşadığım o olayı... (Üstelik ben o tabaktakilerin ve kadraja sığmayanların hiçbirini de bitirmemiştim. Tarihe Çerkezköy Vakası olarak geçsin bu. Şaka yapıyorum yahu, siz ciddiye alıp okuyor musunuz hala?)

Sevgilerimle!


21 Kasım 2014 Cuma

BUGÜN BENİM DOĞUM GÜNÜM


 
Bir doğum günü daha geldi çattı...
 
Kimin mi?
 
Tabii ki benim!
 
Bugün benim doğum günüm!
 
21 Kasım!

Doğduğum günü seviyorum.
 
(Gereksiz bilgi: 21'in 2+1=3 olmasını seviyorum. 3 rakamı sevdiğim bir rakamdır çünkü.)
 
19 yaşına giriyorum!

20'ye girmeme 1 sene kaldı hala inanamıyorum.

Bu yaşımla ilgili anneannem yıllar önce, "Çok yazıyor, çok düşünüyorsun, biraz rahatlat kendini; bak yirmi yaşına geldiğinde kafan bitecek senin," demişti. Şu yazımdan bu efsanenin detaylarını öğrenebilirsiniz!

###
 
Doğum günüm yaklaşırken yazacak bir sürü şey düşünmüştüm, ama şimdi inanın unuttum hepsini. Belki bu yazıyı yayımladıktan sonra not defterlerimin bir yerlerinde rastlarım onlara. İnsanın doğum günü yılda bir kez olunca, o günle ilgili de güzel bir yazı yazmak istiyor çünkü!

###

Ne yapsam da bu yazıyı değişik kılsam... Hah, buldum! Blogda yazdığım doğum günü yazılarında zaman turuna çıkabiliriz mesela. Biliyorsunuz ki 2009'dan beri blog aleminde durmadan yazıyorum. Ben de o tarihten bugüne dek doğum günü yazılarımda neler yazdığımı ve saat kaçta yazdığımı kısaca aktarayım.

2009'da doğum günüm cumartesine denk gelmiş ve 13.20'de yazı yazmışım.

2010'da pazara denk gelmiş ve 13.45'te yazmışım.

2011'de pazartesine denk gelmiş ve 21.20'de yazmışım. "İyi ki doğmuş muyum?" diye sormuşum sizlere ve şöyle devam etmişim: "Buradan size sesleniyorum sevgili birazdan yazacağım cümleyi söyleyen yaşlılar: Siz doğum günlerinizde, 'Bir yaş daha yaşlandım!' diye yakınıyorsunuz da, ben niye yakınamayayım? Ben de bir yaş daha yaşlandım işte!" Ne kadar güzel söylemişim ama, değil mi? Ve yine söylüyorum işte: Evet, ben de yaşlandım! Her gün hepimiz yaşlanıyoruz! Seneye 20 olacağım işte!

O doğum günü yazıma yorum olarak birisi şöyle yazmıştı: "Doğum günün kutlu olsun. Ama asıl tebrik etmemiz gereken, senin gibi birini doğurduğu için annen olmalı. Dolayısıyla ikinizi birden kutluyorum."

 
2012'de çarşambaya denk gelmiş ve 15.04'te yazmışım. O doğum günümde birazcık nezleymişim ve buna üzülmüşüm.

2013'te perşembeye denk gelmiş ve şimdi yaptığım gibi yazımı yazıp 00.00'da yayımlanacak şekilde önceden programlamışım. "Yaş 18 bilmem ki yolun kaçta kaçı eder?" diye sormuşum size.

Birisi yorum olarak şöyle yazmıştı: "Sana planladıklarının hepsini gerçekleştirecek kadar uzun bir ömür dileyeceğim. Fakat bu imkansız. Zira 17 yaşında bu kadar çok karpuzu koltuklarına sığdıran birinin planları son nefeste bile devam edecektir." Ne kadar güzel, destekleyici, motive edici bir yorumdu bu!

Yani...

Önceki doğum günlerimde yazılarımı hep gün ortasında veya akşam yazmış, o günümün nasıl geçtiğini anlatmışım. Ama şimdi inanın ben de bilmiyorum. Bakalım bugün ne sürprizlerle karşılaşacağım. Pastam neliydi, neler olup bitti yaşadıktan sonra buradan yazacağım. Fotolu hem de. Bir yere kaybolmayın!

Eee, o zaman son olarak soruyorum size: İyi ki doğmuş muyum?

 

20 Kasım 2014 Perşembe

AMA BENİ KAYBEDEMEDİNİZ!


Pazar akşamı, Zorlu Center PSM'deki illüzyon şovundaydım... "İmkansıza tanık olun" sloganıyla yola çıkan ve dünyanın en harika illüzyon gösterisini sunacağını vaat eden "The Illusionists" bu iddiasını yerine getirememiş olabilir. Zira şov yer yer bir çocuk gösterisine dönüştü ve bir an için de olsa şapkadan tavşan çıkaracaklarını zannettim!

Zorlu Center PSM'de 13-16 Kasım tarihleri arasında sahnelenen "The Illusionists"in pazar günkü gösterimindeydim. Mademki "Dünyanın en iyi 7 sihirbazı" zahmet edip Türkiye'ye gelmişti, eh, bu görsel şovu kaçırmak olmazdı. Altı erkek ve bir kadından oluşan ekibimiz sahneye çıktılar. Ve şov başladı!
 

Salona girerken hepimize üstünde "Do Not Open" yazılı bir zarf vermişlerdi. Bu zarfın içinde üstünde sihirbazların suratı olan dört kart vardı. Sahnedeki sihirbazın direktifleri doğrultusunda biz bu kartları ikiye ayırarak sekiz karta ulaştık. Sonra yine onun talimatlarına uyarak çırptık çırptık karıştırdık, bu arada bir tanesini de cebimize koyduk. En son bir tanesini elimizde tutmak üzere diğerlerini havaya attık. Ve elimizde kalan parça ile cebimizdeki parça aynı fotoğrafın iki yarısıydı. (Gerçi benimkinde böyle olmadı ama sanırım bu benim hatam. Sihirbazı iyi dinlememişim!)

17 Kasım 2014 Pazartesi

RENKLİ SEMT BALAT'TA SABAH KEŞİFLERİ

 
 
Rengarenk Balat sokaklarında tarihi yapılarla başlayan ve bir film setini andıran ara sokaklarda gezindikten sonra ayvalı tartla son bulan günümü anlatacağım size... Hazırsanız başlıyorum!

15 Kasım 2014 Cumartesi

KADINSAL ŞEYLER - BÖLÜM 2


BÖLÜM 1 OKU

ÖZET: "Bu bir evcilik oyunu değil, bir cinayet. Biri onu kalbinden bıçaklamış." Özgü öldürüldü. "Seviyorum seni, anlasana!" Savaş Duru'ya aşkını ilan etti. "Sen Özgü'yle çıkıyorsun! En yakın arkadaşımla!" Duru onu reddetti. "Bıçağı burana saplarsam… Bir kalbin olmadığını düşünürsek… Sence kan akar mı?" Bal Savaş'a o kadar aşıktı ki gözü döndü. "Sorun sende değil… Ben hiç kimseyi sevemedim…" Savaş Bal'ın bu teşebbüsünden son anda kurtulmayı başardı. "Savaş'la öpüştüğünü gördüm." Özgü, Eda'nın sevgilisini elinden alacak olduğunu düşündü. "O günden sonra Zeynep'i Özgü'nün cenazesinde görmek ne kadar… tuhaf!" Ve sırlar gittikçe daha çok konuşulmaya başlandı.

BÖLÜM TANITIMI: Kadınsal Şeyler'in yeni bölümünde Bal, Özgü'yü öldürdüğü gerekçesiyle sorguya alınıyor! Herkes şüpheli, sinirler gergin, ilişkiler sallantıda, sırlar kayıpta... Şok olmaya hazır olun! 

"Hayırdır, çok sessizsiniz? Sizin masanızdan kahkaha eksik olmazdı?"

"O gece kütüphanede ne yapıyordunuz?" diye sordu Erman bir kez daha. Bal, Duru ve Eda polis karakolunda, onun odasındaki koltuklarda oturuyorlardı. Erman önce üçünü de tek tek sorguya almıştı. Şimdi ise hepsiyle aynı anda konuşuyordu.
“Pardon ama, sorguya mı çekiliyoruz?” dedi Bal, bu muameleden sıkılmış bir ifadeyle. Erman devasa cüssesiyle tepelerinde dikiliyor ve onlara bir cüceymiş gibi davranıyordu.
“Evet, küçük hanım,” dedi Erman, Bal’la göz göze gelene dek eğilerek. “Hala anlamadınız mı?”
“Oraya ödevimizi yapmak için gitmiştik. Sonra uyuyakalmışız. Ve sabaha doğru uyandığımızda... Özgü'yü kanlar içinde bulduk... Hepsi bu! Size bildiğimiz her şeyi anlattık!” dedi Duru yalvarırcasına.
“Ama tatmin olmadım,” dedi Erman kaşının tekini kaldırarak.
“Ne gibi?” dedi Eda.
“Önceden konuşup ağız birliği etmişsiniz gibi.”

13 Kasım 2014 Perşembe

BEĞENMEKTEN ZARAR GELMEZ!



Sevgili dostlarım! Talebiniz üzerine Facebook sayfamı açmış bulunuyorum. Yazılarım, öykülerim, romanlarım ve hayatım hakkında paylaşımlarımı, fotoğraflarımı, yazılarımı buradan takip edebilirsiniz. Blog'a koymayacağım pek çok şeyi sayfama koyacağım, eksik kalmamış olursunuz. Bazılarınız takip etmeye başlamış bile, teşekkürler. Haydi, siz de gelin! Beğenmekten zarar gelmez!

12 Kasım 2014 Çarşamba

BUYURUN, BURADAN BEĞENİN!



Arkadaşlar, merhaba! Sizden gelen talep üzerine Facebook sayfamı açmış bulunuyorum. Yazılarım, öykülerim, romanlarım ve hayatım hakkında paylaşımlarımı buradan takip edebilirsiniz. Önce sayfa açmamı isteyip de sonra beğenmemek olmasın lütfen! (Şaka)

9 Kasım 2014 Pazar

BIRAKIN BENİ YAZAYIM

 
BİZİM ÜLKEDE SENARYOYU ALTMIŞ YAŞINDA ADAMLAR YAZIYOR. KİTAPLARI KIRK YAŞINDAKİLER ÇIKARIYOR. KÖŞE YAZARLARI ELLİ YAŞINDA. SANAT DÜNYASI ORTA YAŞ VE ÜZERİ TAYFASININ YÖNETİMİNDE. GÜYA DA BİZİM ÜLKEDE GENÇ NÜFUS VAR, AMA HİÇBİRİNİN KENDİNİ GÖSTERMESİNE İZİN VERİLMİYOR. BANA, BENİM GİBİ GENÇLERE BİRAZ FIRSAT TANIYIN YA!
  
Benim bir mesleğim yok, benim bir hayatım var. Ben bunun için doğdum. Bunun için doğduğumun farkında olarak doğdum. Çocukluğumda bile hiçbir zaman "Öğretmen olacağım", "Polis olacağım", "Doktor olacağım" veya "Pilot olacağım" benzeri gelecekte edineceğim mesleğe ilişkin geçici heveslerim, tahminlerim olmadı. Çünkü benim ne olacağım zaten belliydi. Beni tanıyan herkesin bildiği bir şeydi bu. Küçükken misafirliğe gittiğimizde ev sahibinden bir sehpa isteyip çantamda getirdiğim kağıt kalemimi çıkarırdım. Hep yazardım ve çizerdim. Hayal gücüm durmadan yeni "proje"ler üretirdi. Yeni karakterler, yeni maceralar, yeni dünyalar işte... Ama bunları illa yazacak, saman kağıtlara dergilerini yapacak, yetmiyormuş gibi bir de bizimkilere satacaktım! Bu nedenle de yazar, editör, gazeteci, sinemacı, tiyatrocu, televizyoncu, reklamcı veya buna benzer şeylerden biri olacağım diyebilirim ki neredeyse doğduğumdan beri belliydi. Şimdi üniversitede de böyle bir bölümde okuyunca beni çocukluğumdan beri tanıyanlar "Ben demiştim..." diyorlar. E haklılar, demişlerdi. "Ünlü olunca bizi unutma" diye şaka da yaparlardı.

Bakın yalan söylemiyorum. Okuma yazmayı öğrendiğim ilkokul 1'den beri hayal gücümün sesini dinleyip yazıyorum. O zamandan beri öykü ve kısa romanlar, çizgi romanlar yazıyorum/yapıyorum. Yazıyla ilgili çeşitli ödüller kazandım. 5. sınıftayken Can Yayınları'nın düzenlediği Türkiye çapındaki masal yarışmasında kazandığım ödül bunların en büyüğü. İngilizce hazırlık sonrası bu yıl Medya ve İletişim Sistemleri bölümüne başladım. Halen üniversitemizin online dergisinde yazarlık yapmaya devam ediyorum. Yazdığım kitabı gönderdim, ger dönüş bekliyorum. Bir de senaryolar yazıyorum. En büyük hayallerimden biri yazdığım kitabın ya da kafamdaki öykülerden birinin televizyona uyarlanarak dizisinin çekilmesi. Sinema filmi de olur, hiç fark etmez.



Yaşıtlarım gibi değildim ve hala da değilim. Bilgisayar oyunu nedir bilmem mesela. Bilgisayar benim için Microsoft Word'de yazılarımı yazabileceğim ve blog'uma girebileceğim bir araç. Üretilmiş olanı tüketmeyi değil, ürettiğim şeyleri başkalarının tüketmesini seviyorum. Eğlenmeyi değil, eğlendirmeyi seviyorum. Anneannem bundan yıllar önce bana, "Yavrum biraz rahatlat kendini, bak yirmi yaşına geldiğinde kafan bitecek senin," demişti. Hiç unutamıyorum bu sözlerini. Kafam bitecek miydi sahiden? Yirmi yaşına gelene kadar her şeyi yapacak ve yirmimden sonra yaşlanıp sessizce oturacak mıydım? Eh, şimdi on dokuz olduğum düşünülürse pek öyle değil. Çünkü hevesim, heyecanım, hayallerim hala yerli yerinde duruyor. Hatta daha da ateşliler. Tüm enerjimi yazmaya harcıyorum ve enerjimi de yine bunlardan alıyorum. Ama aslında anneannem de pek haksız sayılmaz. Ben ölürsem yorgunluktan ölürüm. On kişinin işini tek başıma yapmaya çalıştığım için ölürüm.
 
 
Üniversiteye, istediğim bölüme başlayınca biraz tatmin olurum sanmıştım. Benim gibi yazan, üreten yaşıtlarımın arasında biraz da olsa rahatlar, herkesin benim gibi olduğunu görünce keyiflenirim sanmıştım. Ama hiç de öyle olmadı. Bölümde o kadar alakasız, o kadar ilgisiz, herhangi bir bölüme gelmiş olmak için gelmiş o kadar kişi var ki... Yani yine istediğim çevreyi bulamadım. Dersler de beni tatmin etmiyor. Hatta hafta içi çok boş vaktim bile kalıyor. Ben söylüyorum, bu bölüm dört yıllık falan değil. İsteseler yoğun bir programla iki yıla bile indirebilirler bu bölümü, ama bilerek yapmıyorlar. Olan da benim gibilere oluyor. Sıkılıyorum. Çok sıkılıyorum. Resmen vakit kaybediyormuşum gibi geliyor.

BURADAN YAPIMCILARA SESLENİYORUM: ALTMIŞ YAŞINDA DEĞİLİM AMA BENİM BİR "DİZİ PROJEM" VAR! BURADAN YAYINEVLERİNE SESLENİYORUM: KIRK YAŞINDA DEĞİLİM AMA BENİM BİR "ROMAN ÇALIŞMAM" VAR!
 
Oysa şimdi kitabım çıksa... Bunun yanı sıra bir yapımcıyla konuşup anlaşsam, onlara hararetli hararetli "dizi projelerim"i anlatsam... O diziler çekilse... Ben o esnada ikinci kitabımı yazsam... Neden beklemek zorundayım? Neden? Bu iş eğitimle değil, tecrübeyle olan bir şey işte. İstek, heves işi. Bu iş meslek olarak yapılmaz, bu iş bir hayat tarzıdır. Ama bizim ülkede senaryoyu altmış yaşında adamlar yazıyor. Kitapları kırk yaşındakiler çıkarıyor. Köşe yazarları elli yaşında. Sanat dünyası orta yaş ve üzeri tayfasının yönetiminde. Güya da bizim ülkede genç nüfus var, ama hiçbirinin kendini göstermesine izin verilmiyor. Yetenek yarışmaları bile yetenek çıkarmıyor, farkında mısınız? Oradaki jüri sadece kendini pohpohluyor ve para kazanıyor.
 
Uzun lafın kısası... Artık biri sesimi duysun ya! Bu yazıyı twitter'da, facebook'ta, blog'unuzda, instagram'da orada burada paylaşın ki herkes okusun. Gençlerin biraz daha sözü geçsin. Bana, benim gibi gençlere fırsat tanıyın. Kestirip atmadan önce bir birbirimizi dinleyelim, anlamaya çalışalım.
 
Ben on dokuz yıldır yazıyorum ve ölene kadar da yazacağım işte, daha ne söyleyeyim!

12 Kasım - Güncelleme: Güzel yorumlarınız için çok teşekkür ederim. Benim de bu yazar, yayıncı, sinemacı çevresinden epey tanıdığım var; ama bu dönemde herkes kendi işinin adını duyurma gayretinde olduğu için kimsenin bir başkasıyla ilgilenecek hali yok. Burada onlara da çok hak veriyorum. Kısacası iş kişide bitiyor. Çevresi olsa da olmasa da, eğer biri yetenekliyse değerini bulur diye düşünüyorum. Böyle olacağını umuyorum.

 
 
 
 

8 Kasım 2014 Cumartesi

HAMLELER PROFESYONEL, SADECE...

 

İstanbul benim için özel tiyatrolar şehri demek. Geçen yıldan beri gittiğim özel oyunları buraya yazıyorum. Bugün Cevahir'e gidip de tesadüf eseri bu kuralın bozulacağı aklıma gelmezdi. Gerçekten de her şey spontane gelişti.

Tiyatro katına aylık oyun kataloğunu almak için, öylesine inmiştim. "Profesyonel"in bu ayki tüm biletleri de şimdiden satılmıştı. Tam da bu noktada araya girerek geçen yıl Bennu Yıldırımlar'la yaptığım röportajdaki şu bölümü anımsatmak istiyorum:

Mert: Eşiniz Bülent Emin Yarar’la aynı yazarın (Duşan Kovacevic) farklı tiyatro oyunlarında oynuyorsunuz? Bununla ilgili evde konuşuyor musunuz?

Bennu: Konuşuyoruz tabii (Gülüyor)! Ben Kovacevic’in üç tane oyununda oynadım. Bülent “Profesyonel”e hala devam ediyor.
Mert: Kapalı gişe, bilet bulamıyoruz!
Bennu: Eee, tabii, iyi oyun, güzel oynanıyor. Bizim de işte “İntiharın Genel Provası” ile başladı. Ondan sonra “Buluşma Yeri” ve en son da “Dar Ayakkabıyla Yaşamak”. Biz Kovacevic’i seviyoruz. O da bizi seviyor, geldi, gördü.
Yani oyun yıllardan beri kapalı gişe oynanan bir oyundu. Gişedeki kadına, öylesine, aralık ayı için bilet alıp alamayacağımı sordum. O da biletlerin henüz çıkmadığını söyledi. Sonra yanındaki kadın, tek kişilik bilet mi alacağımı sordu. Ben "Evet" dedim. Ve bir bilet alabildim! Benim gibi başkaları da vardı, onlara da bilet çıktı. Sanırım internet üzerinden bilet alıp sonra iade edenlerin boşluğuydu bu. Saat 15.00'daki oyuna girdim. Hem de biletim en ön sıradandı. A sırası 18 numara. Açıkçası boynum biraz tutuldu ve sürekli sağa bakmak zorunda kaldım ama Yetkin Dikinciler önümde oynadı yahu! (Açıkçası salon full dolu değildi, tüm biletler satıldığı halde bu nasıl iş ben anlamadım.)

Oyunla ilgili önceden tek bildiğim şey tanıtım bültenindeki şu sözlerdi: "Bir edebiyat adamı, bir sekreter ve bir gizli polisin sürprizlerle dolu soluk soluğa izlenecek hikayesi. Bir kara komedi." Ben de oyunu aklında hep polisiye türünde, gizem ve gerilim içerikli bir atmosferde geçecek diye canlandırıp duruyordum. İşte bu nedenle oyun başında Yetkin Dikinciler daktilosu başında bir şeyler yazıp bir yandan da seyirciye arada komik sorular sorup gülmeye başlayınca, "Eyvah," diye düşündüm içimden. "Bu oyun komedi!" Nitekim öyle de oldu. Oyun komedi ve yer yer dramdı. Bu açıdan ele alacak olursak beklediğim gibi değildi yani ve ben beklediğim gibi olmadığını oyunun başında görmüştüm. (Ben biraz daha Trabzon Devlet Tiyatrosu'nda izlediğim "Ölüm Öpücüğü" tarzında bir oyun bekliyordum nedense. Aman Allah'ım, ne oyundu o! Şaşırtıcı bir Hitchcock gerilimiydi sanki! Sanki bir filmdi!)


Ama Yetkin Dikinciler ve Bülent Emin Yarar sahnede döktürdüler. Adeta mimikleriyle oynadılar. Yüzlerindeki her ifadenin bir anlamı vardı. Yazar Tea'nın sekreteri Martha'yı canlandıran Gülen Çehreli de çok iyiydi, ama rolü azdı ve bu nedenle de biraz arada kaldı. Bu arada Dikinciler o kadar cüsseli ve uzun ki, Çehreli de ve hatta Yarar bile onun yanında kısacık kalıyorlar. (Tea ismini de Teo olarak düzeltesim geldi nedense, çünkü Dikinciler'e her Tea dendiğinde aklıma çay geldi.)

Kısacası... Oyunda aslında dört kişi oynasa da (diğer ikisi sekreter ve son sahnede görünen bir adam) oyunda aslında iki kişi oynuyor. Yani oyunu iki başrol erkek götürüyor. Ben beğendim. Uzun zamandır aklımda olan, ama bilet bulamadığım ve bugün tesadüf eseri izleyebildiğim bir oyun olarak kişisel tiyatro tarihime geçti "Profesyonel". Ama dediğim gibi oyun biraz daha polisiye, gizem, gerilim ya da en azından dram perspektifine yüklenseydi çok daha iyi olacaktı. Ya da ben kafamda öyle canlandırdığım, bir komedi beklemediğim için biraz hayal kırıklığına uğradım.

Evet... Yaklaşık bir saat önce oyunu izlerken, şimdi oyun bitmiş ve eve dönüş yolunda yaptığım tahlilden sonra bilgisayarı açıp değerlendirmelerimi blog'umda sizlerle paylaşıyorum. Umarım faydalı olabilmişimdir.

Kıssadan hisse: Bazen planladığımız şeyleri yaparız, bazen de böyle hiç planlamadığımız şeyi yaparız ve güzel olur! Yani siz de bilet bulamam diye düşünüp gişeye gitmemezlik yapmayın, belki tiyatro meleğinin sizin için de bir sürprizi vardır.

İsim: Profesyonel
Meslek: Tiyatro
Sicil: 8.5/10
TL: 6
İçimde kaldı: Oyun biraz daha polisiye, gizem, gerilim ya da en azından dram perspektifine yüklenseydi çok daha iyi olacaktı.



ONLİNE EĞİTİME OFFLİNE'IM!


Okulumu çok seviyorum. Ne var ki hiç anlam veremediğim bazı uygulamaları olan da bu okulun kendisi. Bugün size bunlardan birini tanıtacağım. Yazıyı okuyunca siz de benim gibi sinir olacaksınız, eminim...

7 Kasım 2014 Cuma

BAHAR ELLE'DE


"Şu sıralar neler yapıyorsun?" diye bir soru gelmiş. Ne yapmıyorum ki? Romanımın birincisini yazdım, şimdilerde ikincisiyle uğraşıyorum ve hatta başka romanlar da karalıyorum kenara köşeye. E Kafa var. Her gün buraya yazıyorum. Yeni başladığım öykü serisinin ikinci ve üçüncü bölümlerini yazdım, yayımlayacağım. Sonra okulun tablet dergisi Üniverzete var, oraya da yazıyorum. Kısacası bilgisayar başında bir yaşam sürüyorum.

Arada kalkıp dergi karıştırıyorum tabii. Beni yakından tanıyanlar bilir bir dergi bağımlısı olduğumu. Her ay bir sürü dergi alır, önce koklar, sonra okurum. Elle Decoration Türkiye de bunlardan biri. Dekorasyona gerçekten ilgim var çünkü. Kasım-Aralık sayısında Bahar Kongel'i sayfalarına taşımış bu dergi. Kendisi bizim okulda sosyoloji okumuş, ardından dijital dergiciliğe ve markalara çekim yapmaya yönelmiş bir isim. Ama ondan burada bahsetme sebebim, hoşuma giden şu sözleri: "Dekorasyonda herhangi bir destek almadık çünkü ben evi bir iç mimara dekore ettirme fikrine hiçbir zaman sıcak bakmadım. Dünyamı başka bir insanın yaratması mantıklı gelmiyor bana. Kendi dünyamı ancak kendim yaratabilirim." Ne güzel söylemiş, değil mi! İşin en eğlenceli kısmını, üstüne bir de tonla para ödeyerek başka birine emanet etmek bence de çok saçma ve suni. Otel odasında mı yaşayacağım kendi evimde mi? E alın işte, aynı derginin ilerleyen sayfalarında bir ev sahibi evini Thanx Mimarlık'a yaptırmış: "Biz Thanx Mimarlık olarak, en sevdiğimiz malzemelerden biri de ayna diyebiliriz. Yatak odasında büyük bir ayna kullandık." Bakın, işte ağzıyla ifade ediyor! "Bizim en sevdiğimiz" diyor! E sizin en sevdiğinizi bakalım ev sahibi sevecek mi, ben sevecek miyim? O aynayı git kendi evinde her yere as, ama başka birinin evini yaparken karşı tarafın ne düşündüğü önemli olmalı. Bu nedenle Bahar Kongel'e sonuna dek katılıyorum. En iyisini yapmış, harika bir ev yaratmış. (Ama banyoda havlu askılığı olarak kullandığı iskeleti ben pek sevemedim, öylesine renkli bir evde eğlenceli hissinden çok ürpertici bir his verdi bana.)

Sevgilerimle...



6 Kasım 2014 Perşembe

GECİKMİŞ BİR SEZON

Yakışıklı Kerem'in kasları eridi, güzel Nurgül'ün makyajı aktı! Bu sezon entrika dizilerde değil, ekranın kendisinde.


5 Kasım 2014 Çarşamba

MESAJLAR

 

Bu hafta içinde sizden inanılmaz geri dönüşler aldım. Yazdığım bir yazıya genellikle blog üzerinden yorumlar yapılıyordu ama bu sefer blog'un yanı sıra facebook adresimin diğer kutusuna, twitter'ıma ve gmail'ime de epey mesaj düştü. Bir itirazım yok. Son derece mutlu ve (hala) şaşkınım...

Mesela bir mail'de, "Sizi okuyan, seven kitleler var..." diye başlamış bir takipçim ve düşüncelerini yazmış, inanır mısınız onunla iki gün boyunca mail'leştik! İki günün sonunda, "Ciddiye aldığınız için, verdiğiniz önem için teşekkür ederim" diye bitirdi okurum. Tabii ki ciddiye alacağım, önem vereceğim. Bence doğrusu da bu. Biri benim yazım hakkında üşenmeyip klavye karşısına geçiyor ve bana bir soru soruyor, ben de yanıtsız bırakacağım, öyle mi? Böyle bir şey yapmak saygısızlık olur. Kendimden biliyorum: İstiyorum ki attığım mail'lere hemen cevap gelsin. Hemmmen!

Bu arada, doğum günüm yaklaşırken, beni yine heyecan aldı... 21 Kasım... Bu yıl cuma gününe denk geliyor... Benim için hareketli bir gün olacak yine, biliyorum.

Sevgilerimle...


 

4 Kasım 2014 Salı

YENİ ÖYKÜ

Arkadaşlar merhaba,

Genelde dram, polisiye ve aşk konularında yazıyorum. Şimdi gizem dozunu biraz daha artıran, içine azıcık gerilim ekleyen ve biraz da bilimkurguya selam gönderen bir çalışma geldi aklıma. Yani yeni bir öykü serisi. An itibariyle geldi ve bir şeyler yazmaya başladım.

Kadınsal Şeyler'i, Ters Düz'ü sevdiğiniz gibi okur musunuz acaba, yoksa bu gizem ve bilimkurgu içinizi mi sıkar? Vereceğiniz cevaba göre öyküyü yayımlayacağım. Sevgilerimle...

 

2 Kasım 2014 Pazar

KADINSAL ŞEYLER - FRAGMAN


İlk bölümü hala okumadıysanız tıklayın!

Kadınsal Şeyler'in 1. bölümüne yaptığınız yorumlarınız ve bölümün yayımlandığı o bir saatteki okunma istatistiği o kadar iyiydi ki, ben de böyle bir fragman hazırlayıp size teşekkür etmek istedim. Fragmanda dün yapılan yorumlara da yer vermeye çalıştım ancak hepinizin yorumuna yer veremedim çünkü fragmanın müzikle uyumlu olması gerekiyordu. Umarım anlayışla karşılarsınız. Bir sonraki fragmanda da yorumlara yer vermeye devam edeceğim. Çok güzel yorumlarınız ve desteğiniz için sonsuz teşekkürler! Haftaya cumartesi 2. bölümü merakla bekleyin!

"Sayfa çevirmeye bile çalıştım telefondan okurken, düşün ne kadar sarmış öykü beni! Merakla beklemedeyim devamını!" yorumuna ayrıca bayıldım... Ne kadar eğlenceli ve yaratıcı bir yorum olmuş! Gerçekten de hepinizin yorumu öyküyü daha da zenginleştiriyor, çünkü böylece siz de öyküye bir şeyler katmış ve öyküyü okuyan diğer okurlara seslenmiş oluyorsunuz. Ne de olsa öyküyü okuyan herkes yorum yapmasa bile yapılmış olan yorumları okumaktan büyük keyif alıyor, bundan emin olabilirsiniz.

Son olarak, eğer bu öykü dizisini sevdiyseniz bloglarınızda duyurmayı unutmayın! Sevgilerimle!

 

1 Kasım 2014 Cumartesi

KADINSAL ŞEYLER - BÖLÜM 1


KONU: Çok yakın dört arkadaşın hayatı, içlerinden birinin ölümüyle tepetaklak oluyor! Okulun en popüler kızı Özgü... Erkekler onunla olmayı, kızlar o olmayı istedi... Ve biri onun ölmesini. Aşklar... Dedikodular... Sırlar... Yani kadınsal şeyler... Özgü'nün sevgilisi olan Savaş aynı zamanda diğer üç kızla da ilişki halindedir. Kızların her biri Özgü ölünce Savaş’ın kendisine kaldığını düşünür. Bir yandan Özgü’yü kimin öldürdüğünü bulmak için adımlar atılırken, diğer yandan sırlar ve yasak aşklar üç arkadaşın arasında gün geçtikçe daha da filizlenir… Sımsıkı örülü ya da pamuk ipliğine bağlı aşk ilişkileri, derin arkadaşlıklar, her an tuzla buz olabilecek olan hayaller ve karanlık sırlar sizi bu yeni serinin bağımlısı yapacak! 

Aşkın ve nefretin, iyiliğin ve kötülüğün, dostluğun ve düşmanlığın, savaşın ve barışın en uçlarda yaşandığı Kadınsal Şeyler başlıyor!

“Bıçağı burana saplarsam… Bir kalbin olmadığını düşünürsek… Sence kan akar mı?”

Üniversite hayatı çok eğlencelidir derler. Belki de demezler, ama üniversiteye yeni başlayanlar böyle bir eğlenceyle karşılaşacaklarını bilirler. Dersler rahattır, hocalar çok sıkmaz, arkadaşlarının evinde kalabilir, partiden partiye koşabilirsin. İleride evleneceğin kişiyi burada bulursun denir ve hatta nişanlanabilirsin. Ama her şey bu kadar da tatlı değil… Örneğin bugünkü sabah gazetenizi okuduğunuzda geçen gün olan o korkunç olaya dair bir haberle karşılaşabilirsiniz. Aslında onun hayatında genelde böyle ekstrem şeyler olmazdı. Ne var ki bu kural geçen gün değişti. Başta her şey oldukça sıradan görünüyordu. Olması gerektiği gibi. Derslere girmedi, hiç tanımadığı erkeklere çok arzulu bakışlar attı, her zaman gittiği kafeye gidip cheesecake yedi ve o yine her zamanki gibi böğürtlenli olanını tercih etti. Ölecek olması işte bu yüzden şaşırtıcıydı.
Çünkü ölmek günlük rutininde yoktu.

SİNEMADA İKİ FİLM

Son günlerde sinemada iki filme gittim. İlki, The Substance. Yani Cevher. Bence mutlaka görülmesi gereken, ama son derece rahatsız edici bir...