30 Nisan 2017 Pazar

İSVEÇ LUND'DA VALBORG FESTİVALİ: SKAM'IN GERÇEK HALİ!


Bunları döner dönmez ayağımın tozuyla yazıyorum. 

Bugün yine Malmö-Lund arası bisikletle (en az) 50 kilometre pedal çevirdim. Delilik! 

DELİLİK!

Bacaklarım zaten ağrıyordu, rüzgar yine sert esiyordu, ama kışın gittiğimde gördüğüm manzaralar o kadar güzeldi ki, o yolun bir de bahar halini görmezsem aklım kalırdı. Hatırlayacağınız üzere, Şubat'ın ilk günü de Lund'a bisikletle gitmiştik (o meşhur yazımı hala okumadıysanız buraya buyurun); işte bugün de tam üç ay üstüne, Nisan'ın son günü bisikletle Lund yollarındaydım. Hava serindi tabii ama güneşliydi ve ağaçların tepelerinde öten kuşların sesleri yol boyunca radyo gibi bana eşlik etti. Her şey çok pastoraldi ama bir ara kaybolup kendimi ıssız çiftlik yollarında, tarlaların arasında buldum. Zaten Malmö-Lund E22 karayolundaki tır şoförleriyle de kanka olacağım yakında! 


Şubat'ın ilk günü Lund'a ilk kez giderken...

Peki Lund'a niye gittim? 
Valborg Festivali sebebiyle! Valborg nedir? Bu aslında tüm İsveç'te kutlanan bir festival ama en eski öğrenci şehri Lund olduğu için Lund'daki kutlamalar hep daha büyük ve gösterişli oluyor. İsveç'in her yerinden herkes Lund'a gidiyor, o nedenle ben de Lund'a gittim. Valborg baharı karşılamak içinmiş, "yahu öyle saçmalık olur mu, bahar geleli ohooo, yazı karşılayın bari" dedim başta ama aynı zamanda, okulda dersleri biten üniversitelilerin rahatlamak amaçlı yaptıkları büyük bir piknik bu.

Yani sizin anlayacağınız, bu İsveçliler eğlenmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyor, iyi de yapıyorlar! 


Patlamış mısır!

30 Nisan sabahı erkenden başlıyor Valborg. 
Ben de sabah 6'da kalktım (zaten erkenciyim, biliyorsunuz), 7.30'da yollara düştüm. Gittiğimde herkes çoktan parkta çimenlere kurulmuştu, yüz binler vardı desem abartmış olmam, İsveç'teki tüm öğrenciler Lund'a gelmiş sanırım ve evet, internette okuduğum gibi kahvaltıda çilek yiyenleri ve her yere kurulan (bazıları üstü açık) seyyar tuvaletleri de gördüm (Ah daha başka öyle şeyler gördüm ki, bundan sonra TV dizisi Skam'da izleyeceğim hiçbir şey beni şaşırtamaz, size o kadarını söyleyeyim)! Kısacası baya çılgın bir kafa bu Valborg. Bu seferlik instastory'e hiçbir şey koymadım, çünkü her şeyi detaylarıyla blog'da bu yazımda anlatmak üzere sakladım. Seyyar tuvaletlerin önündeyse otuz kırk kişilik kuyruklar vardı...


Valborg kahvaltısında çilek yiyen İsveçliler.
Seyyar tuvaletlerin önündeki kuyruk...





E22 karayolundaki tır şoförleriyle kanka olacağım bu gidişle... Bugün epey yoruldum! 50 kilometre bisiklet sürmekten bahsediyoruz! Ama çok da güzeldi...

Ve son olarak, ne diyeyim, Valborg'unuz kutlu olsun! 

Not: Son üç beş gündür sağ bacağımda bir ağrı var. Ağrı bile değil de, bir uyuşukluk, arada bir karıncalanma hissi gibi. Gün içinde yürüyen, bisiklet süren ve bilgisayar başında da çokça oturan biriyim. Bilgisayarı, klavyeyi şu sıralar mouse'suz kullanıyorum, yani elimle, acaba sağ elimde başladı da sonra bacağıma mı indi bu uyuşma hissi? Yoksa huzursuz bacak sendromuna mı yakalandım (yok artık!)? Otururken de, ayaktayken de bazen hissediyorum o yüzden bence bisiklet sürmemle de bir ilgisi yok. Ciddi bir şey yok, sadece merak ettim. Bilen varsa yazarsa çok sevinirim. :) 

29 Nisan 2017 Cumartesi

BİR İSVEÇ KENTİ OLAN HELSİNGBORG'DA NE YAPTIM?



Hani geçenlerde Helsingborg'a gitmiştim, şu yazımda da bahsetmiştim sizlere. Orada iki bile değil, bir buçuk gün geçirdim. Su yeşili rengindeki çatılarla, hoş bir İsveç kentiydi. Bizim İstanbul Boğazı'ndaki Anadolu-Avrupa yakaları gibi, İsveç'le Danimarka da karşılıklı birbirlerine bakıyor. O yüzden Helsinborg'un karşısında Danimarka'nın Helsingor şehri var. Hava kötüydü şansıma... Malmö'ye kırk dakika tren mesafesinde bir şehir burası (gidiş dönüş 198 SEK-81 lira yapıyor). Kasaba bile diyebiliriz aslında, ama Skane bölgesinin Malmö'den sonra ikinci büyük şehri. Planım, perşembe Helsingborg'da gezip o akşam orada kalıp cuma günü bir balıkçı kasabası olan Mölle'ye gitmekti, ama hava, rüzgar ve Paskalya tatili olması sebebiyle otobüs hatlarının seyrekliği el vermedi. Aklımın kaldığını da söyleyemeyeceğim çünkü deniz havasını da orman havasını da Helsingborg'da aldım ve yoruldum. Ormanda kilometrelerce yürüdüm. Ve bakın nasıl bir tabelayla karşılaştım:


Dikkat ördek ailesi çıkabilir! Sonra İsveç neden gelişmiş ülke...



Bu kuşu iyi yakaladım...


Fika zamanı! 

Gördüğünüz gibi hava kapalı ve bulutluydu... Olsun, güzel bir buçuk gün geçirdim orada. Sadece trenler İsveç'te çok pahalı, bunu söylemeden geçemeyeceğim. Oradayken instagram'da instastory'ye de bazı anlık fotoğraflar koymuştum, takip edenleriniz görmüştür... Beni sosyal medyadan da takip etmeyi unutmayın!

instagram.com/ofluoglumert

twitter.com/ofluoglumert

facebook.com/ofluoglumert


Not: Son üç beş gündür sağ bacağımda bir ağrı var. Ağrı bile değil de, bir uyuşukluk, arada bir karıncalanma hissi gibi. Gün içinde yürüyen, bisiklet süren ve bilgisayar başında da çokça oturan biriyim. Bilgisayarı, klavyeyi şu sıralar mouse'suz kullanıyorum, yani elimle, acaba sağ elimde başladı da sonra bacağıma mı indi bu uyuşma hissi? Yoksa huzursuz bacak sendromuna mı yakalandım (yok artık!)? Otururken de, ayaktayken de bazen hissediyorum o yüzden bence bisiklet sürmemle de bir ilgisi yok. Ciddi bir şey yok, sadece merak ettim. Bilen varsa yazarsa çok sevinirim. :) 

27 Nisan 2017 Perşembe

ŞOK ŞOK ŞOK! İSVEÇ'TEN DURUM BİLDİRİMİ!

Yazılacak yazılar birikti. Helsingborg'da geçirdiğim bir buçuk günü (iki bile değil) hala yazamadım. Malmö'yle ilgili yazacaklarım var. Bitirdiğim iki kitabı yazmadım. Talihsiz Serüvenler Dizisi, Skam ve Bates Motel hakkında yazacağım hala yazmadım. Her gün üç yazı yazsam planladıklarımı ancak bitirebilirim sanırım!

Ama bu yazımda da erteliyorum. Ve dünkü market alışverişimi yazıyorum, diyecekken, hayır, bugünümü yazmaya karar verdim! Spontane bir şekilde karar verdim, evet, şu an! Midemde iki kanelbulle+iki wienerbröd, önümde de Hindistan cevizli yoğurtla karıştırdığım meyveli müslim var. İşte yazıma başlıyorum! 

Öncelikle... erken uyanmaktan bıktım! Öyle böyle erken değil, mesela dün, dörtte kalktım yahu, dörtte! Bildiğin geceydi! Hani normalde altıda yedide kalkıyorum ama dörtte kalkınca benim için erkenin de erkeni oldu. "Günaydın. Gün bazılarına çoktan aydın. Gecenin dördünde uyanıp yazı masasının başına oturanlar gözüme görünmesin." diye kızdım sonra kendi kendime. Yani uyanınca tekrar uyumayı denediğim de yok, baya kalkıyorum saat çok normalmiş gibi. Kalkıp bilgisayarımın başına oturdum yazmak üzere. Aklımda romanım, kitabım falan olduğundan mı acaba, bilmiyorum...

Sosyal medyadan birisi "Yazmayı uyku kaçırıcı takıntı haline getirdiğine göre büyük yazar olma koşullarının en önemlisini sağlamışsın. Çok güzel eserlerin ufukta..." diye yazmış. Çok teşekkürler! Ama bu gece uyumak istiyorum artık... Bakalım...


Sabah bahçede bir kamera, bir çekim vardı, İsveç televizyonu Ters Düz'ün devamı olan ikinci kitabım hakkında spoiler vereceğimi duyunca bahçeme kadar gelmiş olmalı... O zaman beklenen spoiler gelsin: İkinci kitapta da Bozbalık'ın ölüm kontenjanı yine dolu. Ana karakterlerden en az biri hayatını kaybedecek. Kim bilir, belki birden çok...

Bu arada, buradaki, İsveç'teki hayatım, Erasmus günlerim hakkındaki çizgi romanımı yapmaya başladım, harıl harıl devam ediyorum. Renkli mi olsun siyah-beyaz mı diye sorduğumda, siyah-beyaz isteyenler ağırlıkta çıktı. Siz ne dersiniz? Haftaya birinci bölümü blogda yayımlamayı planlıyorum, takipte kalın! 


Bugün Central Station'da... Reklamın böylesi... Muz değil, banka reklamı! Fikre bak, yaratıcılığa bak, pratikliğe bak! Bir muza sarılı biçimde bankanın katalogunu veriyorlar, tabii muzu almak için kimse geri çevirmiyor. Düşüneni gerçekten tebrik etmek gerek. (Not: Gün içinde bu tip pek çok anlık paylaşımımı instastory'lerden yapıyorum. Beni instagram'dan takip etmeyi unutmayın!)


Bugün kütüphanede bir rafa sarı-turuncu kapaklı kitapları dizmişler. Bildiğiniz gibi daha önce Malmö Şehir Kütüphanesi'nde de rengarenk kitapları dizmişlerdi, yazmıştım, bu tip ince detayları çok güzel düşünüyorlar. Acaba hangi kitaplar diye bakmak için yaklaştığımda, yani tamamen bir tesadüf eseri karşıma çıkan, yan yana dizili bu kitaplar bakın hangileriydi... Dördüyle de geçmişim var. 


1 - Ray Bradbury: Fahrenheit 451: Önceden okuduğum bir kitap. Üstelik, daha bugün Pınar'la mesajlaşırken onun bugünlerde okuduğu kitabın bu olduğunu söylemesinin üstüne geldi. 
2 - Who's Afraid of Virginia Woolf: Kim Korkar Hain Kurttan oyunun tiyatro metni. Zerrin Tekindor'lu oyunu iki yıl önce izlemiş, şurada yazmıştım hani. 

3 - Stieg Larsson: Autisterna, ne anlama geldiğini bile bilmiyorum. Bu kitabının Türkçesi yok, ama Stieg Larsson zaten benim adamım. Millennium üçlemesini 2948517283 kez okudum. Başlı başına İsveç'e gelme sebeplerimden biri, şurada ve hatta şurada da yazdığım üzere. 

4 - Ve dördüncü kitap, bir Yaşar Kemal kitabı! İsveççe'si hem de! Yaşar Kemal İsveç'te bile biliniyor, okunuyor! 



Ah, söz konusu İsveç çörekleri olunca asla doymak bilmiyorum... Bugün iki kanelbulle, iki de wienerbröd yedim! Harikalar! 

Bu da böyle konudan konuya atladığım, kısaca bugünümü anlattığım bir yazı oldu işte... Umarım sevmişsinizdir. Planladığım diğer yazılarımı da yazmak üzere, görüşürüz! Ve çizgi romanımın ilk bölümüne de hepinizi bekliyorum! Beni diğer hesaplarımdan da takip etmeyi unutmayın! 




25 Nisan 2017 Salı

STOCKHOLM TAVSİYELERİNİZ VAR MI?


Merhaba! Fotoğrafı burada, Malmö'de çektim.

Ah, İskandinavya'nın bu pastel renkli evleri karşısında hayallere dalmamak mümkün mü...

Kim bilir nasıl insanlar yaşıyor içeride? 

Hmm, bir düşünelim. 

Birinci katta bir opera sanatçısı, ikinci katta bir film aktrisi, üçüncü katta bir dedektif romanları yazarı, hemen üstünde de dedektifin ta kendisi oturuyor olabilir mesela? 

Tamam, biraz daha zorlarsak bana da bir daire düşecek bu apartmanda!

Bu arada, yakında Stockholm'e gidiyorum! 

Evet, Ejderha Dövmeli Kız'ın baş karakterleri olan Mikael Blomkvist ve Lisbeth Salander'in memleketi olan Stockholm'e! 

Oraya gitmeden İsveç'ten döneceğimi düşünmüyordunuz herhalde, değil mi? 

Mutlaka gitmem/gezmem gereken yerleri, yemem gereken lezzetleri bana yazın, tavsiyelerinizi bekliyorum!



facebook.com/ofluoglumert 

24 Nisan 2017 Pazartesi

KENDİMLE İLGİLİ KIYIDA KÖŞEDE KALMIŞ 17 BİLGİ DAHA VE DAHA

Dün akşam blog'umdaki eski yazılarıma bakarken, tesadüfen, 2014 yılında kendimle ilgili yazmış olduğum 17 bilgi yazı dizisini buldum. Onlardan 3 tane yazmışım, yani 51 tane bilgi vardı. O zaman 52'den devam edelim... 



Bu fotoğrafın altına kendimle ilgili kıyıda köşede kalmış birkaç şeyi sıkıştırmak istiyorum...

1: Her gün yazı yazarım.

2: Ters Düz'ün devamı olan ikinci kitabımı yazmayı bitirdim, üçüncüye de başladım.

3: Sabahları çok erken kalkarım. Günün en sevdiğim saatleri 6, 7, 8, 9, 10 ve 11'dir. Bu saatlerin enerjisi bambaşkadır ama insanların çoğu ne yazık ki 12'den sonra uyanır.

4: Gün geçtikçe büyüyen bir kitap ayracı koleksiyonuna sahibim (En son Brugge'dan aldığım o ayracı görmüş olmalısınız).

5: Çayı kahveye tercih ederim (geçenki çay'a övgü yazımdan sonra artık herkes biliyor).

6: Kitap okumaya zaten ama dergi okumaya da bayılırım.

7: Eskiden çizgi roman yapardım, şimdi tekrar çizgi roman yapmaya başladım (İsveç'te geçirdiğim günler hakkında, dizi tadında).

8: Bisiklet sürmekten büyük keyif alırım.

9: En sevdiğim mevsim tabii ki yaz.

10: Büyük şehirlerin kalabalığından çok küçük şehirlerin samimiyetini seviyorum.

11: Doğma büyüme Trabzonluyum ama yeni tanıştığım insanların buna inanması zaman alır.

12: Haklılar, çünkü akıllarındaki Trabzon insanına ait hiçbir şey bende yok; ne şive ne fizik. Ama zaten Trabzon televizyonda gördükleri kadar yeşil de değil (hatta maalesef İstanbul'dan daha beter).

13: Trabzon'un tarihi ve kültürel yanını çok seviyorum.

14: Marmaris'e aşığım. Her yaz büyük aşk yaşarız.

15: Yay gibi gerilir, Akrep gibi sokarım! Şaka şaka, demek istediğim 21 Kasım'da doğdum, Akrep'in son günü. 22'sinde doğsam Yay olacaktım. Zaten yükselenim de Yay. Daha karanlık, içsel, duygusal taraflarım Akrep'ken daha aydınlık, yaratıcı, sanatsal taraflarım Yay sanırım (Ama bununla ilgili fazlasıyla uzun bir yazı yazmıştım zaten, okumayanlar için işte burada).

16: Kahvaltı yapmayı çok severim.

17: Blog'umu 7 yıldan daha uzun bir zamandır düzenli olarak yazıyorum.

Bonus: Beni instagram'dan ve diğer sosyal medya hesaplarımdan takip etmeyi de unutmayın!

instagram.com/ofluoglumert

twitter.com/ofluoglumert

facebook.com/ofluoglumert

22 Nisan 2017 Cumartesi

O ESNADA YAŞANAN DİĞER ŞEYLER (KISA)


Yıllar önce yazdığım kısacık öyküm "O esnada yaşanan diğer şeyler"in daha da kısaltılmış hali:

O gün kar gibi beyaz olan Microsoft Word sayfasının karşısına geçmiş, dergi için kaleme alacağım yeni yazının konusunu düşünürken epey bir şey oldu. Üçüncü katta yenen bir öğle yemeğinde bir sosyolog bir kadın tanıdı ve ona aşık oldu. Beşinci katta hala uyumakta olan biri yatağından düşerek yeni güne sert bir "merhaba" dedi. Bodrum katındaki apartman görevlisi karanlıkta tuhaf bir şey gördüğünü sandı. Birinci katta yalnız yaşayan kadın geçen yıl ölen kocasının duvardaki siyah beyaz resmini çıkarıp onun yerine bir takvim astı. Yedinci katın sol tarafındaki evde uğursuz bir hayalet dolandı. Sekizinci katın sol tarafındaki evde oturan adam "Yeni kiracılar" diye düşündü. Apartmanın hemen dışında bir taksi şoförü kendisini çağıran müşterinin hangi binadan çıkıp geleceğini sabırsızlıkla beklemeye başladı. Apartmanın diğer tarafında bir kadın kaybolan çocuğunun dönmesini endişeyle bekledi, bu geri dönüş için on üç yıl geçmesi gerekeceğini bilmiyordu. Yandaki terk edilmiş gibi görünen tek katlı eski ev aslında terk edilmemişti ve zorla oraya kapatılan bir kadının gömleği hiç tanımadığı bir adam tarafından çekiştirerek yırtıldı. Semtin biraz ilerisinde, şehrin başka bir köşesinde bir çocuk bakkaldan aldığı gazetenin kuponla ne hediye ettiğini görmek için gözlerini sayfada gezdirdi, az sonra cahil bir adamın sürdüğü kamyonetin altında kalıp ölecekti. Artık yazıma başlamam gerektiğini hatırlatırcasına beyaz ekranda yanıp sönmekte olan sabırsız imleç beni uyarırken, bulunduğum odanın beton duvarlarının ötesindeki sonsuz dünyada yaşanan karmaşayı bilmiyordum elbette, sadece tahmin edebiliyordum. Biraz hava almak için dışarı çıktım. O sırada yanımdan geçen adam ben asansördeyken bir kadın öldürmüştü, ama bana öyle beklemediğim bir anda başıyla eğilerek nazik bir selam verdi ki, ben bu imajı ancak yurt dışı uçağına yetişmeye çalışan bir beyefendiye yakıştırdım. Hemen aynı şekilde karşılık verdim. Belki o da beni caddede yeni açılan kafeye giden bir genç olarak görmüştü. Bu arada ileride bir kamyonet bir çocuğa çarptı sanırım. Birileri polisi arasa iyi olacak.


20 Nisan 2017 Perşembe

ÇAY'A ÖVGÜ


Gelsin zencefilli İsveç cookie'leri, gitsin Hindistan cevizli çikolata topları, badem ezmesinden mazarin'ler, envaiçeşit bisküviler… 

İsveçliler de bizim gibi ağızlarının tatlarına düşkünler! 

Bir de kahveye! 

Hatta bunun için "fika" diye bizim çay saatlerimize benzer bir gelenekleri bile var. 

Ben şahsen sert, acı kahvedense bir fincan çayı tercih edenlerdenim. 

"Çay! Siyahı, beyazı, yeşili, karışığı, açığı, koyusu, sertiyle güzel çay! Ruhumu gevşetip kalbimi yumuşattığından, düşünemem bir an olsun ayrı kalmayı ben ondan! Ve ölüm bir gün gelip kapıma dayandığında, karşılayacağım onu bir fincan sert, leziz çayımla!" demiş eski yüzyıllarda bir şair. 

Ben de işte bu denli çaycıyım! 

Buradaki "fika"dan da gayet memnunum, ama ben bizim çay saatlerimizi çok özledim (bilmeyenler için Trabzonlu olduğumu hatırlatmakta yarar var)! Gidince en çok hasret gidereceğim sanırım bu olacak! 

Ah o çay saatlerinde masanın etrafında ne güzel sohbetler döner… 

En zarif, en şık porselen fincanlarda, belki de cam bardaklarda, en temiz masa örtülerinin üstünde, en çeşitli atıştırmalıklar, tatlılar, tuzlular eşliğinde, dumanı üstünde bir fincan çay, biraz sohbet… 

Sabah masada kahvaltıya eşlik eden çay, sonra gün kuşluk vaktine doğru evrilirken keyif çayı, ikindi olduğunda beş çayı ve akşam yemeğinden sonra, yediklerinizi bastırmanıza yarayan açık çay

Çay için kendime her zaman vakit yaratabilirim. 

Ha öyle kuru kuru çayla da yetinmem (itiraf), yanında illa bir tatlı, bir kek, bir kurabiye, hiç olmadı bir bisküvi olacak! 

Ama en önemlisi, karşında sohbet etmeye bir insan olacak… Sevdiğin… Gerisi boş! 

Zaten tek istediğimiz sevdiklerimizle huzur içinde yaşayıp gitmek değil mi? 

Yaşam da böyle bir şey aslında… Hepimiz bir çay masasının etrafında oturuyoruz… Çayımızı içerken hep birlike sohbet edeceğiz… Çayımız bittiğinde bir fincan daha isteyeceğiz, sonra bir fincan daha ve bir fincan daha… Sonra bir daha isteyeceğiz, ama bardağımız dolmayacak. Bir de bakacağız ki, çaydanlıkta çay bitmiş. O zaman da masadan kalkıp gideceğiz… 

Yüzümüzde sevdiklerimizle ettiğimiz sohbetin gülümsemesi, ağzımızda onlarla içtiğimiz çayın tadı kalarak…



18 Nisan 2017 Salı

İSVEÇ'TE NORMAL BİR GÜNÜM NASIL GEÇİYOR?

Herkese merhaba! İsveç'te Erasmus hayatım son sürat devam ediyor. Zaman o kadar hızlı geçiyor ki, hiçbir şey anlamadan çoğu bitti azı kaldı! Nisan bile bitti bitecek neredeyse... Bu yazımda sizlere okula gitmediğim veya bir yere gidip gezmediğim, son derece boş, rutin, normal bir günümde odamda neler yaptığımı anlatacağım.

06:30: Günüm başlıyor! Yeryüzündeki her noktada her türlü erkenciyim, huyum kurusun! İsveç'te bile uykucu biri olamadım... Her sabah 06.30-7.00 arası kalkıyorum. Hele havalar gittikçe erken aydınlanmaya başladı, yakında 5'te falan kalkarsam hiç şaşırmayın.

07.30-08.00: Kahvaltı! İsveç çok pahalı bir ülke, normal bir taze ekmek 20 SEK civarı yani 7-8 liraya denk geliyor ama ekmek buradaki kahvaltılarımın olmazsa olmazı. Çünkü hem çok lezzetliler hem de bizdeki ekmekler gibi undan ibaret değiller. Normal bir kahvaltım şöyle bir şeye benziyor:



08.00-11.00: Bu saatlerde genelde odamda oluyorum. Bilgisayar keyfi. Bazen yazı yazıyorum, bazen roman (burada çok yazamıyorum sanırım), bazen internette geziniyorum, dizilerimi izliyorum vs...



11.00-13.00: Bisikletimle dışarı çıkıyorum. Şuraya gideyim diye düşünmeden, bisikletime atlayıp gidiyorum. Malmö İsveç'in üçüncü büyük şehri olmasına rağmen her yer birbirine çok yakın, o nedenle hemen hemen şehirde tur atıp dönmüş oluyorum. Şehir Kütüphanesi ve Triangeln'deki alışveriş merkezine her hafta mutlaka gidiyorum. Harika dekorasyon mağazaları var burada. Market alışverişim varsa yapıyorum, ki burada hemen hemen her gün illa bir markete gitmem gerekiyor!








13.00-15.30: Yine yurtta olduğumu varsayarsak, yazı vs. diyelim. Yoğurt-reçel-müsli yiyor olabilirim.


15.30-17.00: Yemek diyelim. Markette dondurulmuş balıklar da satılıyor; somon, morina balığı gibi...

17.00-23.00: Çok değişebilir ama madem odamdayım dedim, o zaman çay saatimi asla atlamam! Zencefilli İsveç cookie'leri eşliğinde... Veya çikolata topları... Yani bisküvi, tatlı illa yerim çayın yanında! Kitap okurum, müzik dinlerim, yerli-yabancı dizi izlerim. Şimdilerde eski dizilerden olan Umutsuz Ev Kadınları'na taktım. Songül Öden'in Yasemin videoları acayip komik, izleyip izleyip duruyorum. Yeni dizilerden Cesur ve Güzel'i kaçırmıyorum. Hayat Şarkısı, Anne de baktığım dizilerden. 




Ve şu anda kar yağıyor! Bu fotoğrafı bir saat önce, bisiklet sürerken çektim: 


Her şeyin "en"lerini yaşıyorum! İki yıl önce Almanya'nın güneyindeki Waldenburg köyüne gittiğimde son yüzyılın en sıcak yazı yaşanmış, bu rekor günlerce haberlere konu olmuştu (o günlerle ilgili yazılarımı şu linkte bulabilirsiniz). Gerçekten muhteşem bir sıcak vardı. Şimdi İsveç'teyim ve şansıma son yüzyılın en soğuk nisan ayı yaşanıyor! Aslında havalar ısınmıştı ama bir anda tekrar buz gibi soğudu: Şu anda kar yağıyor! Bu gördüğünüz de İsveç'le Danimarka'yı birbirine bağlayan Öresund Köprüsü efendim... Brrr, hadi ben kaçtım! 

Daha fazla fotoğraf ve anlık fotoğraflar için beni instagram başta olmak üzere diğer sosyal medya hesaplarımdan da takip edebilirsiniz! Bloglarınızdan tanıdığım sizleri instagram'da vs. görmek çok güzel. 



15 Nisan 2017 Cumartesi

CLARİON GRAND HOTEL HELSİNBORG'DA NELER YAPTIM?



Herkese merhaba! Nasılsınız? Hani size buralarda Paskalya tatili olduğundan ve okulda dersim olmadığından bahsetmiştim, o nedenle Perşembe günü Helsingborg'a gittim. İki gün bile değil, bir buçuk gün geçirdim, dün öğleden sonra döndüm -şansıma hava biraz kötüydü. Malmö'ye kırk dakika tren mesafesinde bir şehir burası (gidiş dönüş 198 SEK-81 lira yapıyor). Kasaba bile diyebiliriz aslında, ama Skane bölgesinin Malmö'den sonra ikinci büyük şehri. Planım, perşembe Helsingborg'da gezip o akşam orada kalıp cuma günü bir balıkçı kasabası olan Mölle'ye gitmekti, ama hava, rüzgar ve Paskalya tatili olması sebebiyle otobüs hatlarının seyrekliği el vermedi. Aklımın kaldığını da söyleyemeyeceğim çünkü deniz havasını da orman havasını da Helsingborg'da aldım ve yoruldum. Sizlere Helsingborg'u iki ayrı yazıda anlatacağım. Neler yaptığımdan, nereleri gezdiğimden fotoğraflarla sonraki yazımda bahsedeceğim. Şimdi, Helsingborg'da nerede kaldığımı anlatmak istiyorum. Yani Clarion Grand Hotel'i. Bildiğiniz gibi gittiğim bir kafeyi, restoranı veya kaldığım bir oteli böyle eleştirmeyi, hakkında yazı yazmayı seviyorum (kalıp da doya doya yazamadığım çok otel yazısı var ama artık bu sefer fotoğraf da çektim, anlatmak istiyorum!). Ayrıca bu yazımda, uzun zamandır yapmadığım bir şey yapıp İngilizce de yazacağım. Daha önce de çok nadir olmakla birlikte İngilizce yazdığım yazılar olmuştu. Bu yazımı da İngilizce yazıyorum çünkü buradaki arkadaşlarım da okumak istiyorlar, fotoğraflara bakıp Google Translate'in o yanlış İngilizce çevirisiyle epey zorlanıyorlar. Yani blogum burada da epey popüler, naber? :) Hem onlar için hem de belki otel arayan başka yabancı birileri de okur diye, bu normal yazım kadar detaylı değil ama birkaç cümlelik özetler şeklinde İngilizce açıklamalar yazacağım. Malum iki dilde yazmak zaman alan bir şey ve maalesef o kadar çok vaktim yok. Bu yazımda kısaca bir deneyeyim,bakalım geri dönüşlere göre devam ederim/etmem.

Hello, how are you guys? Okay. I know I have lots of readers/followers (and also friends here in Sweden) who can't understand Turkish but want to understand what I write. They are always on my blog and just look at the pictures, try to translate Turkish into English with useless Google Translate. I rarely write posts also in English, because it takes too much time to write in both languages. Unfortunately I don't have enough time for this. But for this post, I am back again and I can see your happy faces! You know, it is Easter/Pask here and it means no school! So I visited Helsingborg (round trip is 198 SEK from Malmö). I spent two days in Helsingborg and I will write a detailed post about the city. But for this post, I just want to write about where I stayed in Helsingborg. Where to stay in Helsingborg? My answer is Clarion Grand Hotel Helsingborg, where I stayed and loved.



Şimdi dediğim gibi bu yazımda Helsingborg gezimin sadece otel kısmını anlatacağım için, doğrudan olaya giriyorum: Otele saat 15.30 gibi gittim, bacaklarım gün boyunca kilometrelerce yürümekten yorulmuştu (şehir, sahil, orman... hepsinden fotoğraflarla ve detaylıca gelecek yazımda Helsingborg'u anlatırken bahsedeceğim), ayrıca hava soğuktu, rüzgarlıydı ve yağmurluydu. Yani tek istediğim odama çıkıp biraz dinlenmekti. Resepsiyondaki görevli Michele, kulağının arkasında kırmızı bir gül olan ve o haliyle gerçekten çok sevecen ve yardımsever gibi görünen Michele, samimi bir karşılamanın ardından anahtarımı vardı. Beni Mert diye değil Kafa diye kaydetmişler! Çünkü yer ayırtırken Kafa mailimi kullanmıştım (gerçi adım Mert diye de yazmıştım), yani bunun olmasına şaşırmadım, hatta bu hatayı çok sevimli buldum.

When I arrived at the hotel around 15.30, I was tired because of walking kilometers and kilometers (which will be the topic of my next post, about what I did in Helsingborg) all day. And also, the weather was cold, windy, and rainy. So I just want to meet with my room and take I rest. 
Michele who welcomed me so kindly and friendly in reception gave me some information and then she gave the key of my room. She and all others were so helpful (of course, I definitely need to write Andrea's name too!).

Odam 2. katta, koridorun sonunda, 217. numaralı odaydı. Ne yalan söyleyeyim, böylesi bir oda beklemiyordum. Öncelikle dekorasyonuna ba-yıl-dım! Desenli duvar kağıdı ve yatağın üstünde duran çeşitli desenlerdeki yastıklar odayı anında sevmemi sağladı. Bu tip dekorasyon detayları bence çok önemli, ciddiyim, eğer o desenli yastıklar olmasaydı odayı bu kadar sevmeyebilirdim. Dekorasyon dediğin detaylardan ibaret değil midir? Ve derken, bakın masanın üstünde beni ne bekliyordu, çok hoş bir hoş geldin notu -ve tabii ki benden yine Kafa diye bahsediliyordu: 


When I opened the door of my room, I didn't expect such a room: It was a OMG-I-LOVE-IT room! First thing I love in my room was patterned wall and patterned pillows on the bed. I think decoration is all about details, and congratulations to Clarion Grand Hotel Helsingborg for designing everywhere perfectly! I love the atmosphere in my stylish room and in whole hotel. I started browsing the objects in my room and I recognize that there is a little welcome-surprise for me! And most importantly, a very kind letter written in Swedish that I can understand, of course! ;)




Oda hayli büyüktü ve manzarası çok iyiydi. Karşımda Radhus, pencereden sağa bakınca Karnan kulesi, sola bakınca deniz ve karşıda Danimarka kıyılarını (Helsingborg'un karşısında da Helsingor var) aynı anda görebilen bir manzaraya sahipti. Yani bu küçücük İsveç şehri olan Helsingborg'da görülecek ne varsa hepsini aynı anda görebildim. :) Ama diğer oteller de hep bu cadde üstündeydi, yani şehirde bulunan otellerin hemen hepsinin bu konumda yer aldığını söyleyebilirim.

What a wonderful view! From my window, I can see the Radhus, the sea, the coastline of Denmark and the Karnan tower at the same time! This is what you need to see in Helsingborg! 



Yoksa ben de mi kitabını tamamlamak için otele kapanan o yazarlardan oldum? Yok canım, olmamışımdır! 

Am I one of those writers who stay at hotel to complete their novels?


Televizyonda İsveç kanallarını da seyrettim. Perşembe akşamı Let's Dance yarışması vardı. Ah ah, bir aralar bizde de dans programları vardı, ünlüler her hafta çift olup harika performanslar sergilerlerdi... Canlı yayınlanan Yok Böyle Dans'ta Azra Akın'ın dans performansları ne büyük beğeni toplardı. Çok değil, beş-altı yıl öncesine kadar ekranda böyle güzel, kaliteli programlar da izliyorduk. Şimdi ne oldu o programlara?






Blogumda defalarca yazdım, yazıyorum, biliyorsunuz: Açık büfeler bana göre değil! Hatta en son, geçen aylardaki Lund yazımda da gittiğimiz bir restorandaki açık büfeden bahsetmiştim. Ben kesinlikle açık büfe insanı değilim. O kadar çok çeşit aynı anda mideme dokunuyor, ne yediğinden bir şey anlıyorsun ne de keyif alıyorsun. Açık büfe deli işi! Yazın da açık büfeli olan beş yıldızlı büyük otellere gitmekten keyif almıyorum artık. Geçen yaz gittiğim Otium Hotel Life'tan sonra, buna gerçekten karar verdim, hatta şurada da yazmıştım. Müşteri için mide fesadı, artan yemekler içinse ziyan... Her neyse! Clarion Grand Hotel Helsingborg'da açık büfe kahvaltıyı denedim. Şunu söylemem gerekir ki muhteşemdi! Ben Türk usulü klasik kahvaltıyı seven bir insanım; ekmek, reçel, peynir, çay olmazsa olmazımdır, ama tabii ki burada bildiğimiz anlamda peynirler yok, çay yok. Biraz İsveç usülü kahvaltı oldu yani bu, abur cubur gibi. Ama yine de çok sevdim. Bir kere buraların ekmekleri, çörekleri bir harika, onlara bayıldım! Reçeller de muhteşemdi! Kepekli galetalar, knackebröd'ler, bisküviler, meyveler... Çay poşet çaydı, o yüzden sütlü kahve içtim. Üstüne de yoğurtlu mısır gevreği yedim. Ama ben baştan güne biraz yanlış başladım: Böyle incecik yağlı somon dilimleri vardı, tütsülenmiş olacaklar ki böyle dumanlı, leziz bir kokuları vardı. Yahu tamam da Mert, hadi bunlar İsveçli, belki kahvaltıda yiyorlar normalde akşam yenen bir şeyi, sen, sana ne demeli, sabah sabah yenir mi o? Ama tabii ki büfede gördüğüm her şeyi falan yediğimi sanmayın. Tabağımın fotoğrafı işte yukarıda. Waffle makinesi vardı, onu deneyemedim mesela. Ama İsveçliler waffle'ı seviyor, orası net. 

You know, when it comes to breakfast, I am definitely bread-jam/marmalade-cheese person! Here, I love breakfast because pastries were amazing! Breads, biscuits...Everything was so delicious and fresh. I tried müsli with yoghurt, after my breakfast. There was even salmon fish and waffle machine, but I couldn't make a waffle, because I was already full. :) So just a few words: Breakfast was perfect! 

Uzun lafın kısası... Dekorasyonu, atmosferi ve personeliyle Clarion Grand Hotel, Helsingborg'da kalınacak en iyi yer. Hem lüks, hem rahattı ve modernle klasiği harmanlamıştı. Açıkçası gitmeden önce orta halli bir otel olduğunu düşünmüş, kendi kendime herhalde 6/10 ay da 7/10 veririm diye tahmin etmiştim. Ama 9/10'u hak ediyor burası, hatta biraz daha zorlarsam 9.5/10 bile verebilirim (puan kırdığım bazı şeyler var; mesela odanın büyüklüğüne rağmen banyo küçücüktü, buna pek anlam veremedim, bir de internete bağlanmak için cookie'leri kabul etmek zorunda olmak vardı ve üstelik internet odamdan pek iyi çekmiyordu) sanırım. 

Perfect decoration, atmosphere and personnel... It makes Clarion Grand Hotel the best choice for Helsingborg. It was both luxury and cozy. It was a mix of classic and modern styles. Before my stay, I thought that it would be like 6/10 or 7/10 kind of hotel, but no guys, really, it is 9/10 and even 9.5/10. More than what I expected!  I can highly recommend to stay in Clarion Grand Hotel Helsingborg. I am sure someday in the future I will come back again!

Otelle ilgili instagram'da instastory'ye de bazı anlık fotoğraflar koymuştum, takip edenleriniz görmüştür... Beni sosyal medyadan da takip etmeyi unutmayın!

instagram.com/ofluoglumert

twitter.com/ofluoglumert

facebook.com/ofluoglumert

SİNEMADA İKİ FİLM

Son günlerde sinemada iki filme gittim. İlki, The Substance. Yani Cevher. Bence mutlaka görülmesi gereken, ama son derece rahatsız edici bir...