19 Ağustos 2025 Salı

Kitap Kulübü Hazırlığı, Yeni Kitap Yorumu ve Öteki Şeyler

Kitap yorumlarıma hız kesmeden devam ediyorum.

İçinde doğadan, hayvanlardan bahseden, hatta bunları baş köşesine koyup kurgusunu tümüyle bu çerçeveye oturtan romanları pek seviyorum. Doğa sorunlarını, iklim krizini de ele aldı mı bu gibi kitaplara ekokurgu, ekolojik roman gibi isimler de veriliyor; bu romanda böyle bir tema yok tabii. Benim (şu anda piyasada baskıları bitmiş olan) ilk romanlarım Ters Düz ve Uçurum Zamanı Trabzon’un kurgu ürünü Bozbalık Köyü’nde geçtiğinden, arka plana Doğu Karadeniz’in bu köyündeki doğa yaşamından çeşitli tasvirler serpiştirmiştim. Gerald Durrell’in usta işi kaleminden (ve Alfa Kitap'tan) çıkan Ailem ve Öteki Hayvanlar’da ise, doğa ve hayvanlar tümüyle başrolde.

Müthiş bir romanla karşı karşıyayız. Çok çılgın, renkli Durrell ailesinin, dört çocuk ve annelerinin, İngiltere’nin havasından sıkılınca bir anda tası tarağı toplayıp Yunanistan’ın Korfu Adası’na taşınmalarıyla başlıyor macera. Hikayeyi, on yaşındaki Gerald’ın gözünden okuyoruz. Kitapta böceklerden kuşlara, kaplumbağalardan örümceklere aklınıza gelecek -ve gelmeyecek- her çeşit hayvanla ilişki kuruyor Gerald. Adadaki sonsuz hayvan çeşitliliğini okuyoruz. Hem bilgiler öğrenerek hem de kurgu edebiyatın tadına vararak yapıyoruz bunu. Mekan Korfu Adası olunca, romanı yazın okumak da ayrı bir keyif veriyor insana. En azından bana verdi.

Gerald Durrell deyince aklınıza Lawrence Durrell geldiyse, evet, kendisinin Lawrence’ın küçük erkek kardeşi olduğunu hemen belirtelim. Hatta kitaptaki karakterlerden biri de Larry kısaltmasıyla Lawrence’ın ta kendisi. Yazar kardeşlerin ikisinin de başarıları malumunuz aşikar. İskenderiye Dörtlüsü romanının ilk kitabı Justine’i de paylaşmıştım bu sayfada. Kardeşler adeta dünyayı kendi aralarında bölüşmüşler gibi. Sen Mısır’ı yaz. Tamam, ben de Yunanistan’ı yazacağım. Ama adaları da bölüşelim. Rodos’u sen al, Korfu’yu ben.

Durrell’ın o kadar eğlenceli, öylesine mizahi bir dili var ki, kendinizi satır aralarında kıkır kıkır gülerken bulabilirsiniz. Kitabın çevirisi (Ayşen Anadol) de çok iyi yapılmış. Sırada serinin diğer iki kitabı var. Bu bir yetişkin kitabı gibi görünse de, kesinlikle çocuklara da hitap edecek. Türsüz, yaşsız kitaplardan. Zaten başarısı da burada yatıyor. Herkese öneririm. (Balım’ın kafesine düşen büyük bir kuyruk tüyü eşliğinde kitabın kapağını kapadım. Tam kitabın fotoğrafını çekecekken tüyü görünce, böyle bir kare çekeyim dedim. Bu kitaba da bu kare yakışırdı.)

Romanın sahiden eğlenceli olduğunu, şu cümlelerle başlamasından bile anlayabilirsiniz: "Okuyacağınız kitap, ailemle birlikte bir Yunan adası olan Korfu’daki beş yıllık misafirliğimin hikayesidir. Yazmaya başlarken, adanın doğasını biraz nostaljik bir dille anlatmaya niyetlenmiştim; ancak kitabın ilk sayfalarında ailemi tanıtmak gibi bir yanılgıya düştüm. Bir kez kendilerini kağıt üzerinde bulunca iyice yerleştiler, çeşitli bölümlere dostlarını bile davet ettiler. Ancak tilki gibi kurnazca hareket ederek, büyük zorluklarla şurada burada birkaç sayfayı bütünüyle hayvanlara ayırmayı başardım."

Okumaya, yazmaya devam.


Ve Akyaka'da geçtiğimiz akşamüstü çekildiğim bu fotoğraf da, İstanbul'daki Mert'in Kitap Kulübü sonbahar buluşmaları için seçtiğim (ama duyurularını yapana kadar kendime sakladığım) kitapları düşünürken... Yüz yüze buluşmalarımızı, okuduğumuz aynı kitaplar hakkında başka yorumlarda bulunmamızı, hepimizin bambaşka detaylara dikkat ediyor oluşunu, karakterleri ve kurguyu heyecanla masaya yatırmalarımızı, samimi sohbetlerimizi, her birimiz nihayetinde farklı insanlar olduğumuzdan romanlarda işlenen temaları beğensek de yargılasak da bunu birbirimize karşı müthiş bir nezaket içinde yapışımızı, kısacası ne olursa olsun aynı sayfada buluşabilmemizi çok özledim doğrusu. 

İstanbul'da görüşmek üzere! 🤸🏻‍♂️📚🧡

instagram.com/ofluoglumert

instagram.com/mertinkitapkulubu

twitter.com/ofluoglumert

ofluoglumert.bsky.social (Evet, Blusky'da da yerimi aldım!)

En son çıkan romanımı incelemek için: https://www.remzi.com.tr/kitap/benim-kucuk-saheserim

Kitabı sesli kitap olarak dinlemek için: https://www.storytel.com/benim-kucuk-saheserim

12 Ağustos 2025 Salı

Karanlıkta Yüzmek ve Fellow Travelers

Politik ve toplumsal baskılar yüzünden bastırılan duygular üzerine bir roman okumak isterseniz, Tomasz Jedrowski imzalı Karanlıkta Yüzmek sizi bekliyor. Adına uygun olarak yaz tatilinde, Marmaris’te şezlong üstünde okuyup bitirdiğim roman, 1980’lerin başında Polonya’da geçiyor ve ülkenin o dönemki siyasi atmosferini arka fonuna alarak iki genç arasındaki gizli aşkı ele alıyor. Aslında buna aşk demek pek de mümkün değil; zira karakterlerden biri bir ilişki kurmak için çabalarken, diğerinin tek derdi ülkenin siyasi şartlarında kendine yer edinmek olarak kalıyor. Özdeşim kurduğumuz ana karakterin kalbinin kırılması ve yarım kalmış, buruk bir aşk hikayesinin kahramanına dönüşmesi kaçınılmaz oluyor haliyle; bu türdeki diğer kitaplarda da sıklıkla alıştığımız üzere, yine yeniden mutsuz sona doğru sürükleniyoruz. James Baldwin’in Giovanni'nin Odası'na değinmelerle başlayıp ilerleyen romanın bu yönünü sevdim. Ancak, duygu yoğunluğu bekleyerek okuduğum kitaptan o yoğunluğu pek de alamadım. Karakterlerin motivasyonları tam olarak oturmamış gibiydi. Örneğin, ana karakter annesini kaybediyor ama bununla ilgili karakterinin içsel düşüncelerinin, ne hissettiğinin üstünde hiç durmuyor yazar. Fakat bize onun hassas, duygusal biri olduğunu söylemişti. Bu gibi tutarsızlıklar/zayıflıklar, romanın gerçekliğine inanmayı okur için güç kılıyor. Oysa sunulan hikaye çok gerçek… Uzun lafın kısası, kitabın çıkış fikri umut vadediyor ama kurgusu ve dili benden çok geçemedi, doğruya doğru. Son sayfayı çevirdiğimde, bu malzeme ile daha iyi bir roman yazılabilirmiş diye düşündüm. Yine de, okunmayı hak eden kitaplardan mı? Kesinlikle. İthaki Yayınları'ndan çıktı. 

Karanlıkta Yüzmek’i okurken aklıma sıklıkla Fellow Travelers dizisi geldi (kitap uyarlaması, ama bizde yayımlanmadı), o nedenle birbirinden çok farklı olan bu kitapla dizi aslında bir yerden de birbirlerine çok yakınlar. Showtime yapımı dizinin başrol oyuncuları Matt Bomer ve Jonathan BaileyBu sefer Polonya’da değil, Amerika’dayız. Hem de farklı zaman dilimlerindeki, 1950’lerden 1980’lere çoğu halini gördüğümüz bir Amerika’dayız. Dizide de tıpkı kitapta olduğu gibi, iki kişi arasındaki bir gizli aşkı takip ediyoruz (duygusal yoğunluk bu sefer had safhada). Ama öte yandan politik kariyeri uğruna içindeki gerçek kimliği saklayanları, duygularını erteleyenleri, bastıranları ya da gözlerden uzakta yaşamak zorunda kalanları ve görünürde savundukları muhafazakar siyaset çizgisi gereği kameralar önündeki söylemleri başkayken özel hayatlarında bambaşka hayatlar yaşayan ikiyüzlü siyasetçileri de izliyoruz. Çok sert, müthiş bir dizi. İzlemeyenlere şiddetle önermiş olayım. Pişman olmayacaksınız.

Kitaptan bir alıntıyla bitireyim: "Hiç böyle hissettin mi? Gençken birini boşuna sevdiğini? Benimki gibi utanç duydun mu? Hep öyle olması gerektiğini, hayatını bu kadar da umursamaz geçiremeyeceğini varsaydım. Ama artık herkesin aynı şekilde acı çekmediğini düşünüyorum. Aslında herkes acı çekmiyor. En azından aynı şeylerden, aynı derecede acı çekmiyorlar. Bizi mümkün kılan da buydu, seninle beni."

instagram.com/ofluoglumert

instagram.com/mertinkitapkulubu

twitter.com/ofluoglumert

ofluoglumert.bsky.social (Evet, Blusky'da da yerimi aldım!)

En son çıkan romanımı incelemek için: https://www.remzi.com.tr/kitap/benim-kucuk-saheserim

Kitabı sesli kitap olarak dinlemek için: https://www.storytel.com/benim-kucuk-saheserim

1 Ağustos 2025 Cuma

Yunanlı Bir Kız Aranıyor: Görmek İstediklerimiz ve Görmezden Geldiklerimiz

Kara mizahı bol, yergisini sakınmadan yapan, düşündürücü, bir o kadar eğlenceli ve anlattığı her şey çok tanıdık bir metin okumak istiyorsanız, sizi İsviçre edebiyatının önemli isimlerinden Friedrich Dürrenmatt'ın 1955 tarihli kısa romanı Yunanlı Bir Kız Aranıyor'a davet etmeme izin verin. Kitabı okuyup Mert'in Kitap Kulübü'ne de gelebilirsiniz, zira sonbaharda İstanbul'daki yüz yüze buluşmalarımızda konuşacağımız kitaplardan biri kesinlikle kendisi olacak.

Bu sıcak yaz günlerini Marmaris'te yazarak, okuyarak geçiriyorum. Aynı anda üç-dört kitap okuyarak, haftada bir-iki kitap bitirerek, fena olmayan bir okuma temposu tutturduğumu söyleyebilirim. Okuduklarımı bildiğiniz üzere zaman zaman instagram hesaplarımda da paylaşıyorum zaten. Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkan Yunanlı Bir Kız Aranıyor da onlardan biri. Kitabın ülkemizde ilk baskısı 1966 yılında Bilgi Yayınevi tarafından yapılmıştı. Haziran ayında Yapı Kredi Yayınları'nca (çeviren: Akşit Göktürk) yeniden okurun ilgisine sunuldu. Bendeki de bu yeni baskısı. Bir oturuşta bitirebileceğiniz uzunlukta harika bir modern klasik... Ama benim gibi bitmesin diye azar azar da okuyabilirsiniz. Seçim sizin.

Arnolph Archilochos, ahlaki açıdan kendine örnek aldığı insanlardan oluşturduğu "dünya düzenine" göre harfiyen bağlı olduğu kurallar çerçevesinde yaşayıp giden, etliye sütlüye karışmayan, bu tekdüze yaşamından da son derece memnun olan biridir. Arnolph'un "dünya düzeninin" en tepesinde Cumhurbaşkanı yer alır. İkinci sırada, İsa'nın Son Havarilerinin Eski-Yeni Presbiteryenleri Piskoposu, üçüncü sıradaysa yardımcı sayman olarak çalıştığı Petit-Paysan Makine Fabrikaları sahibi Petit-Paysan vardır. Devlet-din-ekonomi sırasıyla başlayan liste uzayıp gider. Karakterimiz, fabrikada doğum pensleri üreten Forseps Bölümü'nde sıradan bir yardımcı sayman olarak çalışır. Ancak, benimsediği yüksek inanç ve ahlaki değerlere karşın, çalıştığı şirketin atom topu, savaş tankları ve makineli tüfekler üretmesinde de bir sakınca görmez. Nasılsa kendisinin işin o kısmıyla ilgisi yoktur. Müdavimi olduğu lokali işleten Madam Bieler bunu öğrenince, "Öyleyse ağzınıza sütle maden suyundan başka içki koymamanız, et yememeniz, hiçbir kadınla yatmamanız hep boşuna. Petit-Paysan boyuna orduları donatıyor, ordular donanınca da savaş er geç çıkacaktır. Değişmez yasadır bu" dese de (s. 11), Arnolph, müdürünün "gerçek bir Hristiyan" ve "dürüst bir adam" olduğunu söyler.

"Dünya düzeninin" sarsılışı

Günlerden bir gün, Madam Bieler'in iknası sonucu, artık evlenmesine gerektiğine kani olur ve gazeteye ilan verir: "Yunanlı bay Yunanlı bir kız arıyor." (Kitapta Yunanlı ifadesi kullanılıyor) Çünkü evleneceği kişi ancak bir Yunanlı olabilir, "o ülkede tıpkı onun gibi yalnızlık çeken biri". Ne olduysa bu ilandan sonra olur. Chloè Saloniki adında güzeller güzeli, nereden çıkageldiği belli olmayan genç bir kadın, ilanına cevaben onunla tanışmaya gelir. Böylesi bir kızın onun gibi şişman, yoksul, sıradan bir adamı seçmesi sonucu, kendisi başta olmak üzere herkes şaşkınlık yaşar. Chloè'nin gelişiyle birlikte, Arnolph'un toplumdaki saygınlığı ve popülaritesi, tabii refahı ve varlığı da artar. Kendi halinde, hatta silik bir adam olan Arnolph, "dünya düzenindeki" insanlardan sokak ortasında selam alma şerefine nail olmaya başlar: Cumhurbaşkanı, piskopos, büyükelçi, fabrika müdürü… hepsi, onu kolunda Chloè Saloniki varken selamlar. Arnolph, daha ne olduğunu bile anlamadan, kendini o güne dek hayranlıkla izlediği "dünya düzenindekilerin" arasında, giderek yükselirken bulur. Alt seviyede çalışan biriyken, Fabrikada Atom Topları Bölümü müdürlüğüne atanır. Piskopos tarafından Dünya Kiliseler Birliği Üyesi olarak seçilir. Yaşadığı izbe çatı katından, lüks bir otele taşınır. En iyi terzilere gitmeye, en iyi mağazalardan giyinmeye başlayınca kılık kıyafeti değişir. Ancak hiçbir şey umduğu gibi çıkmaz; işin içine girip, uzaktan başka türlü olduğunu zannettiği sistemi yakından gördükçe, sıkı sıkıya bağlı olduğu düzen ve değerler onu hayal kırıklığına uğratır. Kendisini seçtiğine bir türlü inanamadığı Chloè'nin gizemiyse, tam da düğün günü çözülür ve hikâyenin sonunda, ne olursa olsun sevgiye tutunmak gerektiği mesajı verilir.

111 sayfalık bu kısa roman, yazıda kısaca bahsettiklerimden çok ama çok daha fazlasını içeriyor elbette. Sürprizleri bozmamaya, gizemleri açık etmemeye çalışarak yazmaya özen gösterdim. Sonbaharda İstanbul'da kitap kulübümde yüz yüze konuşmak için sabırsızlandığımı itiraf edeyim. Kitap kulübü yine Anadolu Yakası'nda olacak. Eminim hepimiz yine çok farklı yerlere dikkat edecek, satır aralarındaki detayları bulup çıkaracağız. Leziz bir tartışma olacağını şimdiden görür gibiyim doğrusu!

Yazıyı Petit-Paysan'dan bir alıntıyla (s. 46) noktalayayım: "Toplum yararına birtakım işlere giriştim, anne babalara dinlenme evleri, spor salonları, aşevleri kurdum, sağlık hapları dağıttım, tiyatrolara, konserlere toplu gidişler düzenledim. Ama bütün bu çabalarıma karşılık, maddeciliğe gömülü bu dünya, gene de kör olası paraya tapmaktan vazgeçti mi?"

instagram.com/ofluoglumert

instagram.com/mertinkitapkulubu

twitter.com/ofluoglumert

ofluoglumert.bsky.social (Evet, Blusky'da da yerimi aldım!)

En son çıkan romanımı incelemek için: https://www.remzi.com.tr/kitap/benim-kucuk-saheserim

Kitabı sesli kitap olarak dinlemek için: https://www.storytel.com/benim-kucuk-saheserim

21 Haziran 2025 Cumartesi

Eskişehir: Mutlu İnsanlar Ülkesi

Nedense böyle tanımlayasım geldi Eskişehir’i.

Sokakta gördüğüm yüzler mutlu, insanlar kendiliğinden yardımsever, herkes çok nazikti çünkü.

Onlar mutlu olunca, ben de mutlu oldum ister istemez.

Mutluluk böyle bir şey çünkü. 

Bulaşıcı.

Yürüdüğünüz kaldırımdaki insanlar kibar, huzurlu, saygılı olunca, bu sizin tavırlarınıza, sizin duygu durumunuza da sirayet ediyor fark etmeden.

Ortamı bozmamak için, siz de uyum sağlıyorsunuz.

Çıkıntılık yapamıyorsunuz.

Yapsanız da sizi ciddiye alacak kimse yok. 

Seyirciniz yok.

Ve dikkat edin bakın, seyirci olmayan ortamlarda çıkıntılık yapılmaz genelde.

Büyük şehirlerin sorunu budur belki de. Her tipten, her çeşit insan var ve her an bir kargaşa çıkabiliyor, bir kavga patlak verebiliyor. 

Kaotikliğe müsait bir atmosfer hakim.

Oysa daha küçük yerlerde bu nispeten mümkün değil.

İnsanların genel duygu durumu neyse siz de onu kapıveriyorsunuz ve kavga çıkarmak, ortalığı karıştırmak için fırsat toplayan tipler de genelde aradığını bulamadığı için bunu yapamıyor. 

En basit örnek olarak, İstanbul'da toplu taşımaya bindiğimizdeki o kalabalığı düşünün. İtişmeler, birbirimize söylenmeler. Hatta iş daha da ileri giderse kavgaların, yumruklaşmaların çıktığını ana haberlerde görüyoruz, değil mi?

Ya da işte, "yan baktı" kavgası, "yol vermedi" kavgası...

Şu koca dünyada nedense bir tek bizim ülkemizde görürüz böyle saçma sapan haberleri!

"Bana bakışını sevmedim" diye aniden birbirini öldüren insanlar var. Korkunç.

Eskişehir'de belki en az on kez tramvaya bindim, hepsi de kalabalıktı, ama hiçbirinde böyle bir durumla, beni ittin-itmedin, söylendin-söylenmedin durumuyla karşılaşmadım.

Kimse kimseyle ilgilenmiyordu çünkü.

Herkes sadece kendiyle ilgileniyordu.

Kimse her an patlamaya hazır bir barut fıçısı gibi dolanmıyordu sokakta.

Sırf bu bile, bir Avrupa şehrindeymiş gibi hissetmeme yetti.

Daha bırakın Porsuk Nehri'ni, Venedik'i andıran gondolları, güzelim kafeleri, tramvayları...

Sadece sokaktaki insanlar bile bana Avrupa'da hissettirmek için kafi geldi.

Eskişehir'e gitmeden önce duyduğum şehir efsanesi buydu benim de.

"Avrupa şehri gibi."

Cidden öyleymiş, hatta az bile söylemişler.

Bunlara tespit bile diyemem elbette; olsa olsa naçizane gözlemlerim...

Bana katılmayanlar mutlaka çıkacaktır.

Eskişehir'de yaşayanlardan muhakkak itirazlar yükselecektir.

Ama Eskişehir'de birkaç gün geçiren bir turist olarak kentin bana verdiği duygu bu oldu: Huzur, dinginlik, sakinlik, mutluluk...

E bu da fena bir şey mi canım? Ne güzel işte!

Bu yüzden Eskişehir çok seviliyor, çok fazla turist ağırlıyor.

Yılmaz Büyükerşen kenti çok güzel tasarlamış, fotoğraflardan da görülüyordur. 

Bu yazıya başka türlü girecektim aslında.

Şimdi hatırı kalmasın diye, önden hazırladığım o girişi de paylaşıyorum.

Hatırlarsınız değil mi, pandemiden önce uçak dergileri vardı.

Hatırlayınız efendim.

Pandemiyle birlikte bu dergiler de sessiz sedasız kapandı gitti.

Oysa insanların interneti kapatıp bir şeyler okumaya en çok vakit ayırdığı yer -mecburi olarak- uçaklardı.

İşte ben 2018 yılında İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin Medya ve İletişim Sistemleri bölümünden mezun olunca, böyle bir dergide yazı işleri müdürü olarak çalışmaya başladım.

O zamanların büyük bir dergi grubunun ünlü bir havayolu için hazırladığı dergiydi (konuyu dağıtmamak üzere, meraklısını LinkedIn’e veya Instagram’ımda yüz fotoğraf aşağıya davet ediyorum).

Çok ama çok yoğun, gecesi gündüzü olmayan bir işti fakat şimdiye dek manevi tatmini en çok duyduğum, en keyif aldığım işlerimden biriydi; çünkü çocukluğumdan beri hayalim olan şeyi, dergi yayıncılığını, yazarak içerik üretme işini yapıyordum.

Seyahat yazıları, kültür-sanat dosyaları, röportajlar, araştırmalar, güncel haberler, neler neler…

İnsan ilişkilerini ve iletişimi sevdiğim için, pek çok farklı, alandan yepyeni insanlarla tanışma kısmı en sevdiğimdi.

Dergide çalıştığım dönem, 2019 yılının sonbaharında OMM Müzesi’nin görkemli açılışına davet edilmiş ve trenle Eskişehir’e gelmiştim.

Şimdi tam altı yıl sonra yeniden Eskişehir’de, yeniden OMM Müzesi’nde olunca o eski günlerimi hatırlamadan edemedim.

OMM Müzesi küçük bir müze tabii. Binanın dış cephesinin karakteristiği, içinde sergilenen eserlerden daha çarpıcı.

10-15 dakika gibi kısa bir zamanda gezip çıkıyor insanlar.

Bol bol fotoğraf çekerek.

Tarihe not: OMM Müzesi giriş ücreti 150 liraydı ben gittiğimde.

Hemen yanındaki Yılmaz Büyükerşen Balmumu Heykeller Müzesi'nin önünde muazzam bir kuyruk vardı. Hiç beklemeden geçtik orayı.

Burası tam bir müze kenti zaten. Gezilecek çok müze var!

İyi ki böyle güzel kentlerimiz, güzel müzelerimiz var.

Eskişehir'de gezilecek yerler nereler diyecek olursanız, say say bitmez... 

Ben iki buçuk gün kaldım, aklımsa gezmediğim yerlerde kaldı.

Porsuk Nehri boyunca yürümek harika zaten.

Odunpazarı evlerinin olduğu bölgeye de yarım gün ayırılmalı, bir kafede soluklanıp soğuk içecekler içilmeli, lületaşından hediyelik eşyalar satan dükkanlara girip çıkılmalı.

Sazova Parkı da mutlaka görülmeli. Özellikle çocuklu aileler sevecek, vakit geçirecektir. Masal Şatosu'na girmedim ben.

Yapay Aşk Adası var, oraya da vaktim kalmadı.

Şimdi az önce açtığım konuya dönecek olursam, her ne kadar resmen kapanıp gitmek üzere olan bir devir olsa da, iyi ki basılı dergicilik var ve ben o devri ucundan kıyısından da olsa yakalayabilmiş olduğum için şanslıyım.

Ama asıl, hala inatla dergi ve gazete almaya devam eden, bir şeyi matbu olarak okumanın, sayfaları parmak uçlarıyla hissederek çevirmenin keyfini bilen bizim gibi insanlar iyi ki var.

Tam yeri gelmişken söyleyeyim, Eskişehir'deki kitapçıları da gezdim.

Peki ne zaman gittim?

Havaların ters köşe yaparak beklenenden erken ısındığı bir Haziran günü, bayram vakti.

İstanbul’dan Eskişehir’e doğru yola çıkarken, beni cehennem sıcağıyla dolu bir Eskişehir turunun beklediğini bilmiyordum tabii.

Tek zorlayan bu oldu. Hava sıcaklığı. 

O nedenle gezemeyip otelde durduğum, dinlendiğim saatler de oldu.

Eskişehir'de nerede kalınır diyecek olursanız, ben Park Dedeman Eskişehir'de kaldım.

Küçük bir otel ama derli toplu.

Porsuk Nehri kenarındaki otellerden birinde kalmak istemiştik ama onların otoparkı yoktu.

Otoparkı olması sebebiyle Dedeman'ı seçtik.

Otele gittiğimizde tramvaya yakın olduğunu görünce de hoşumuza gitti.

Şehrin müthiş bir tramvay sistemi var. Her yere tramvayla gidebiliyorsunuz.

Eskişehir'i o ilk gelişimde pek gezememiştim.

Pek değil, hiç gezememiştim.

Açılışa katılıp, bir gece kalıp dönmüştük diye hatırlıyorum.

Şimdiyse keşfettim, doya doya gezdim, kente hayran kaldım, aşık oldum...

Balaban köftesinden/Balaban kebabından da yedim elbette.

Eskişehir'de balaban köfte nerede yenir sorusunun cevabı olarak Google size genelde Abdüsselam Balaban Kebap'ı öneriyor. Burası nehrin iç tarafında, bir ara sokakta. Ben de merak ederek gidip baktım ama önünde çok sıra vardı ve garsonlar yiyin de kalkın der gibi bakıyordu.

Hiç sevmem öyle stres altında yemek yemeyi.

Nehri gören başka bir kebapçıya oturduk, orada yedik biz. Sevdim. Pideli köfte gibi bir şey işte.

Sonraki gün başka bir yerde daha yedim, oradakini pek sevmedim.

Benim yediklerim 290-300 civarıydı. Abdüsselam'da ise 450'den filan başlıyormuş sanırım.

Neyse, yediğim içtiğim bana kalsın. (Birkaç ipucu isteyen, Instagram'da sabitlediğim Eskişehir hikayelerine bakabilir.)

Uzun lafın kısası; kentin muhteşem tasarlanmış planı, mimarisi ve bir İç Anadolu şehrinden beklenmeyecek yemyeşil ağaçlarla kaplı sokakları bir yana, sokaktaki insanların kendiliğinden gelen yardımseverlikleri ve nezaketleri de burayı adeta görmeyi unuttuğumuz bir mutlu insanlar ülkesine dönüştürüyor.

Eskişehir tren bileti hala nispeten uygun. 550 liraya döndüm. 1000 lira gibi bir rakama günübirlik bile Eskişehir'e gidip dönebilirsiniz. 

Eğer hala gidip görmediyseniz, benim gibi yapmayın.

Geciktirmeyin.

İlk fırsatta Eskişehir'i gidin, görün.

instagram.com/ofluoglumert

instagram.com/mertinkitapkulubu

twitter.com/ofluoglumert

ofluoglumert.bsky.social (Evet, Blusky'da da yerimi aldım!)

En son çıkan romanımı incelemek için: https://www.remzi.com.tr/kitap/benim-kucuk-saheserim

Kitabı sesli kitap olarak dinlemek için: https://www.storytel.com/benim-kucuk-saheserim

17 Mayıs 2025 Cumartesi

Kitap söyleşim nasıl geçti?

Dün, Remzi Kitabevi’nden çıkan romanım Benim Küçük Şaheserim çerçevesinde, kitaptaki olay örgüsü ve karakterleri, yazar ve okur olmayı, edebiyatın iyileştirici gücünü konuştuğumuz şahane bir söyleşide şahane insanlarla bir araya geldim. Booky Kitabevi’nin ev sahibi Buket Hanım’a nazik daveti için, söyleşinin moderatörü Betül Hanım’a harika hazırlanmış soruları için ve tüm katılımcılara pozitif enerjileri için teşekkür ederim. Kitabını derinlemesine okumuş, üstüne düşünüp sorular üretmiş ilgili ve samimi okurlarla birlikte olmak bir yazar için büyük şans… Şanslı günümdeydim. Detaylı fotoğraflar için instagram sayfama bakabilirsiniz.

instagram.com/ofluoglumert

instagram.com/mertinkitapkulubu

twitter.com/ofluoglumert

ofluoglumert.bsky.social (Evet, Blusky'da da yerimi aldım!)

En son çıkan romanımı incelemek için: https://www.remzi.com.tr/kitap/benim-kucuk-saheserim

Kitabı sesli kitap olarak dinlemek için: https://www.storytel.com/benim-kucuk-saheserim

12 Mayıs 2025 Pazartesi

Şakir Paşa Ailesi (Sezon) Finali: Ne Umdum, Ne Buldum?

Sezonun en dikkat çeken, en çok tartışma yaratan ve dizinin alt başlığının vadettiği "skandallara" prodüksiyon olarak bizzat (ve maalesef) kendisi yakalanan, başına gelmedik trajedi kalmayan göz kamaştıran dev bütçeli yapımı, bu sezon düzenli olarak izlediğim tek dizi Şakir Paşa Ailesi: Mucizeler ve Skandallar, dün akşam Now TV ekranlarında yayınlanan sezon finali bölümü ile sezonu görece erken kapattı. Bunun temelli bir gidiş mi yoksa geçici bir veda mı olduğu konusunda ise aslında kafalar hala karışık: Cem Yiğit Üzümoğlu verdiği bir röportajda dizinin final yapacağını söylerken (ve diğer başrol oyuncuları da sosyal medya paylaşımlarıyla diziye veda ederken), MED Yapım'ın duayen yapımcısı Fatih Aksoy bunun bir final değil, sezon finali olduğunu açıklayarak muamma bulutunu dağıttı. Nihayetinde dün akşam yayınlanan bölüm "sezon finali" ibaresiyle ekranlarımıza geldi. Umarım, bir dizi olarak kullanmaya bol malzemesi olan böylesi bir ailenin hikayesi önümüzdeki sezon da devam eder. Çünkü sadece diziye temel oluşturan iki anı/biyografi kitabına bakarak bile (Şakir Paşa Köşkü, Nermidil Erner, Remzi Kitabevi - Şakir Paşa Ailesi, Şirin Devrim, Doğan Kitap) bizi daha fazla "mucize ve skandalın" beklediğini, ailenin bir senarist için muazzam konu çeşitliliği sağladığını söylemek mümkün. Böylesi bir hikayeyi sürdürmemek, eldeki malzemeyi heba etmek olur. Yazık olur.

Magazini seven izleyiciler olarak yapılan açıklamaya rağmen kafaları kurcalayan dizi devam edecek mi etmeyecek mi, edecekse kadroda hangi oyuncular yer alacak soruları bir yana, dizinin devamı halinde bile göremeyeceğimiz bazı isimler en azından net: Şakir Paşa'ya hayat veren usta oyuncu Fırat Tanış, "tek el kurşunla" hayatını kaybederek, projeye adını ve salonda asılan büyük yağlı boya portresini bırakarak diziden çıktı, baştan beri planlandığı üzere. Aliye, Fahrünnisa ve Suat'ın çocukluk hallerini canlandıran başarılı çocuk oyuncuları da, yapılacağı söylenen zaman atlaması nedeniyle muhtemelen bir daha görmeyeceğiz. Eh, "yorgan gitti kavga bitti" misali, Aniesi'yi canlandıran Denise Capezza da büyük ihtimalle ikinci sezonda olmayacak. Evin hizmetçilerinden birine hayat veren Helin Kandemir de, giderek parlayan kariyerinde artık böyle yan bir rolü canlandırmak istemeyerek veda etmiştir diye düşünüyorum. Çocuk oyuncuların büyüklük hallerini canlandırma ihtimali olan oyuncularla ilgili Eda Ece, Hazal Kaya gibi isimlerin adı geçiyordu. İkinci sezon muhtemelen, yedi yıllık bir zaman atlamasıyla başlayacak. On dört yıl hapis cezası alıp yedi yıllık cezasının ardından hapisten salınan Cevat Şakir Kabaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı) eve geri dönüp, dengeleri bir hayli değişmiş olarak bulacak (hep öyle olmaz mı?). Ama bu yedi yıllık zaman atlaması, küçük çocuk oyuncuların büyüyüp karşımıza Eda Ece, Hazal Kaya gibi isimler olarak çıkması için yeterli bir zaman mı, ondan emin değilim. Neyse. Dizidir bu dizi. Senarist yazarsa her şey olur.

Giriş paragrafında değindiğim, dizide işlenecek çok konu olması meselesine birkaç örnek vermeden geçmeyeyim. Doğrusu, Şakir Paşa Ailesi'nde, Türk dizi izleyicisi olarak nedense pek sevdiğimiz ve en başarılı örneğini Yaprak Dökümü'nde Leyla-Necla-Oğuz olarak gördüğümüz "iki kız kardeş aynı adama aşık olur" çatışmasının yaşanmış bir örneği gibi, ikinci sezonu başlı başına götürebilecek bir durum var. Çocukluklarından itibaren çok yakın büyümüş olan iki kardeş Aliye ve Fahrünnisa kardeşlerin arasını açan tatsız olayları, Şirin Devrim'in anı kitabından öğreniyoruz. İzzet Melih ile evlenmiş olan ve hamileliğinin son dönemlerindeki Fahrünnisa, Aliye'yle kocası arasındaki ilişkiyi öğreniyor. Bu cidden trajik ve çok kötü bir durum, yankıları öncesiydi sonrasıydı derken en az yedi bölüm sürer. Veyahut bu meselelerin üstünden sular aktıktan sonra, Aliye'nin, sonraki sevgilisi Karl Berger'in evine girerek onun ilişkide olduğu diğer kadını öldürmeye çalışması. Emir bin Zeyd'le evlenen Fahrünnisa'nın Avrupa'nın çeşitli kentlerinde, sonra Irak'ta yaşadığı hayat. Daha sonrasında yaşadığı depresyon. Suat'ın çapkınlıkları. Siyasi meselelere bakacak olursak, Ayşe'nin eşi Ahmet Paşa'nın (Ahmet Faik Erner) yaşadığı Malta sürgünü. 1. ve 2. Dünya Savaşları. Hatta Fahrünnisa'nın Hitler'le olan tanışıklığı, sohbetleri. Bir sürü, bir sürü olay, bir sürü detay var. Tabii bunlar hakkıyla işlenebilecek mi göreceğiz. Hakkıyla işlenebilecek mi derken, sadece televizyon dinamiklerinden ve bunların ne kadarının yansıtılabileceğinden bahsetmiyorum. Karakterlerin Avrupa'nın çeşitli kentlerinde yaşadıkları hayatları bize haftalık bir televizyon dizisi ne kadar sunabilecek? Böylesi bir derde girmek isteyecekler mi, yoksa olayların hepsini İstanbul'da aynı evin içine mi sıkıştıracaklar? Bir kez daha, Şakir Paşa Ailesi: Mucizeler ve Skandallar, ta en başından planlandığı gibi Disney'e dijital bir dizi olsa daha mı iyi olurdu sanki diye düşünmekten kendimi alamıyorum...

Lafı daha da uzatmadan, gelelim sezon finaline. Öncelikle, sezonun en uzun bölümlerinden birini izledik, zira toparlanması gereken çok fazla konu vardı. Zannediyorum çeşitli tepkilerden ötürü Cevat-Aniesi-Şakir meselesini tamamen bir kenara bırakan dizide, son beş-altı bölümdür aslında hikayelerini pek de merak etmediğimiz Asım ve Rozali'nin ilişkisiyle doldurulmuş bölümler izlemeye mecbur kaldık. Son dönemdeki bölümler hem konuları hem de düzensiz yayın takvimi nedeniyle izleyiciyi pek memnun etmedi; savruk, dağınık, ana konudan çok uzakta, adeta bir spin-off tadı veren bölümler izledik. Ve nihayetinde izlediğimiz bölümlerdeki hikaye pek de tatmin edici bir yere bağlanmadan kapandı gitti: Asım'la Rozali ayrıldı, Rozali (sonunda!) memleketine geri döndü. Diziye fazlasıyla renk katan Meryem Uzerli'ye teşekkür ederiz. Açıkçası, Rozali'yle Aniesi arasındaki Şakir Paşa gerilimini hissettiren akslar kurulmasını tercih ederdim. Nitekim, dizinin 7. bölümünde bu iki karakter arasındaki soğuk savaşı izlediğimiz sahne, belki de koca bir sezonun en iyi sahnelerinden biriydi. Kulüpte gerçekleşen, karakterlerin masa altından birbirleriyle çekiştikleri ve kıyafetlerine karşılıklı olarak zarar vererek birbirlerinin üstünde güç oyunu oynadıkları bu sahne çok iyi yazılmış, çekilmiş ve muazzam fon müziği eşliğinde son derece iyi kurgulanmıştı. (Meraklısı ilgili videonun 4:40-10:25 arasını izleyebilir.)


11. bölümün finalinde Aniesi'nin gizlice Şakir Paşa'nın odasına girdiği ve orada büyük bir sürprizle karşılaşarak "Şakir?" diye hitap ettiği karanlıktaki kişinin Cevat olduğunu gördüğü sahne, dizinin bu sezonki belki de son iyi kurgulanmış sahnesiydi. O andan sonra pek de ana hikayenin bütününe hizmet eden bir sahne izleyemedik. Ara bölümler yan hikayelerle doldurulup geçiştirilince herhalde büyük olayı sezon finaline saklayarak sezonu şöyle yürekleri ağızlara getirecek bir bölümle kapatacaklar dedim ama, yok. Dizinin başından beri önümüze sunulan flashforward sahneleriyle hazırlandığımız, Cevat'ın babası Şakir Paşa'yı Afyon'da öldürmesine ilişkin tek bir sahne bile göremedik. Burada şunu söylemek gerekir ki, o gece Afyon'da ne olduğunu kimse bilmiyor. Kaza mı, cinayet mi, kendini koruma refleksi mi, buralar muamma. Bu cinayetin nedeni Cevat'ın Aniesi ile babası arasındaki ilişkiyi öğrenmesi gibi spesifik bir sebep mi yoksa baba-oğul arasındaki süregiden gerginlikler mi, burası da asla net değil. Gerçek olan tek şey, Şakir Paşa'nın oğlu Cevat tarafından tek kurşunla öldürüldüğü. Ben hiç değilse Afyon'daki çiftlik evinde bir baba-oğul sahnesi görmeyi ve kapalı kapının ardında patlayan tek el silah sesi duymayı beklerdim. Net bir yargıya varmaya gerek yoktu. Yine her şey kendi hayal gücümüze ve geçmişin gizemine kalırdı. Belli ki oralara hiç girmeyelim, başımıza iş almayalım denmiş. Ama instagram hesabımdan dizinin sayfasına yaptığım bu birkaç cümlelik yorum binlerce beğeni alınca, izleyicinin de bu baba-oğul sahnesini görmeyi beklediğini anladım. Şakir Paşa, Cevat, Lala, Suat ve köpek Tom'un Afyon'a gitmek üzere hazırlandığı sahnede Şakir Paşa'nın Cevat'tan odasındaki yedek gözlüğü istemek yerine, tabancasını istemesi daha mı etkileyici olurdu diye düşündüm; Cevat'ın babasını bizzat o tabancayla vuracağı iması veren bir dramatik kurguyla.


Öyle veya böyle, sezonun en iyi dizilerinden birini izledik. Bu önemli ailenin hikayesini her şeye rağmen hayata geçirdiği için MED Yapım'a ve Fatih Aksoy'a teşekkürler. Dizinin senaristi Hande Altaylı, bizlere üstünde titizlikle çalıştığı müthiş bir dünya, karakterler ve içi dolu sahneler sundu. Gerçi, dün akşamki bölümün yazarı olarak Altaylı'nın adını göremedim. Yönetmenleri, şahane müziklerle hikayeyi destekleyen bestecileri (dizi müziği konusunda cidden iyi bir ülkeyiz), tüm set ekibini ve tüm oyuncuları da tebrik edelim. Fırat Tanış'ı ve Vahide Perçin'i övmeye bilmem gerek var mı, harikaydılar. Oyunculuğunu ve duruşunu zaten çok beğendiğim Cem Yiğit Üzümoğlu, 19 Mart'ta Ekrem İmamoğlu'nun gözaltına alınması ve kendisinin de bir günlüğüne gözaltında tutulması süreciyle birlikte diziyle paralel olarak siyasi duruşuyla daha önce ulaşamadığı yüz binlerin gözdesi oldu (hani ileride bugünlerin dizisi çekilirse filan diye tarihe not: 95 bin olan takipçi sayısı bu olayla bir günde 600 bine çıktı). Kadro çok iyi oluşturulmuştu. Devrim Yakut, Berfin Nilsu Aktaş, Denise Capezza, Onur Durmaz, Jak Cem Avnayim... Hakkiye'yi canlandıran Yağmur Başkurt'u, mutfak çalışanlarını canlandıran ve samimiyetleriyle içimizi ısıtan Serap Önder, Helin Kandemir, Nehir Topal gibi isimleri, Lala'yı canlandıran İbrahim Şirin'i de özellikle anmak gerek. Çocuk oyuncular Azra Aksu, Zeynep Ebrar Karaca ve Melih Yalçın Yılmaz'ı da öyle. Müthiş bir oyuncu kadrosuyla harika oyunculuklar izledik, tadı damağımızda kaldı. Bakalım olası zaman atlaması ikinci sezonda bu kadrodan kimleri götürecek, kimleri getirecek? Bakalım Şakir Paşa Ailesi'nin çılgın ve renkli üyeleri ikinci sezonda neler yaşayacak? Herkesin emeğine sağlık.

3 Mayıs 2025 Cumartesi

Lady Chatterley'in Âşığı

Şu sıralar yine pek çok farklı türde kitabı aynı anda okuyorum. Final yapacağı haberine üzüldüğüm Şakir Paşa Ailesi dizisinin kendisine kaynakça olarak aldığı iki anı kitabını da keyifle, beğeniyle okudum. Bu kitaplardan, yakın dönem tarihimize ilişkin pek çok şey öğrendim. Mutlaka tavsiye ederim.

Roman olaraksa Lady Chatterley'in Âşığı'nı okuyorum. Kitabın ismindeki kelimelerin Lady yerine Leydi veya Âşığı yerine Sevgilisi olarak kullanıldığı çeviriler de var fakat ben bu şekilde kullanmayı kitabın ruhuna daha çok yakıştırdım. D. H. Lawrence tarafından bu eser, döneminde büyük skandal yaratmış ve kendi ülkesinde yasaklanmış. Bir kadının özgürce yaşadığı cinselliği gibi o dönem için alışılmışın dışında sertlikte bir konu olunca, Lawrence kitabını 1928 yılında İngiltere yerine İtalya'nın Floransa şehrinde gizlice bastırmak zorunda kalmış. Kitabın sansürsüz baskısının yayımı ise İngiltere'de 1960 yılına kadar mümkün olmamış. Roman özetle, aristokrat bir kadın olan ve evli olduğu felçli kocası Sir Clifford Chatterley'den uzaklaşan Lady Constance Chatterley ile malikanelerinin korusunda bekçilik yapan Oliver'ın yasak aşkını konu ediyor. Epey uzun, hacimli bir klasik. Birkaç alıntı paylaşayım:

"İnsanın kendi yalnızlığından kurtulmaya çalışmasının sonu iyi değildi. Tüm hayat boyunca ona tutunmak gerekirdi. Yalnızlığın yarattığı boşluk yalnızca ara sıra doldurulabilirdi. Ara sıra!"

"Almanya'da da bir sevgilin vardı, değil mi? Ne oldu, bir his kaldı mı geriye? Neredeyse hiçbir şey. Bana öyle geliyor ki hayatımızda fark yaratacak etkilere sahip olan şeyler, bu minvaldeki küçük hareketlerimiz ve bu çeşit ilişkilenmeler değildir. Bunlar geçer, neredeler şimdi? Nerede hani? Geçen sene yağan kar duruyor mu? Önemli olan insanın hayatı boyunca kalıcı olan şeylerdir, bana göre önemli olan benim hayatım, onun sürmesi ve gelişmesi önemli. Ara sıra peydahlanan ilişkilerin ne önemi var? Hele de cinsel ilişkilerin! ... Önemli olan hayat boyu sürecek arkadaşlık, yarenliktir. Önemli olan bir iki kere yatmak değil, günbegün beraber yaşamaktır. Sen ve ben, biz evliyiz, ne olursa olsun. Biz birbirimizin alışkanlığıyız. Ve bana göre alışkanlık, herhangi bir günlük heyecandan çok daha hayatidir. Uzun, yavaş, kalıcı olan... Yaşamaya değer olan budur, öylesine anlık coşkular değil!"

"Connie'nin acı içindeki çağdaş kadın beyni hala dinlenemiyordu, ara veremiyordu. Gerçek miydi bu? Biliyordu, kendini adama bıraksaydı, gerçek olurdu. Ama kendini kapattığı sürece bir anlamı olmayacaktı. Kendini yaşlı hissetti, sanki milyonlarca yıl yaşamıştı. En sonunda kendi yükünü taşıyamaz olmuştu. Elde edilmesi daha kolay biri olmak zorundaydı. Bunu yaşamak için böyle olmak zorundaydı."

Farklı yayınevlerinden çıkmış herhangi bir baskısını okuyabilirsiniz.

***

Dün haftalık Oksijen gazetesinin yeni sayısını aldım (tarihe not: 50 TL). Ekinde, Türkiye'de 2024 yılında 414 milyon kitaba bandrol alındığı, ama kurgu ve edebiyat kategorilerindeki kitaplarda yaklaşık 12 milyon düşüş yaşandığına ilişkin bir yazı var. Elbette bu veriler Türkiye Yayıncılar Birliği'nin raporundan. Açıklanan rakamlara göre geçtiğimiz yıl 14 bin 444 farklı roman basılmış. Bunlardan biri de Benim Küçük Şaheserim...

***

Ben bu yazıyı yazarken televizyonda Sözcü TV açıktı, İstanbul'da deprem oldu diye alt yazı geçti. Tekirdağ merkezli 3.7 şiddetinde bir deprem olmuş. Geçen akşamkini hissetmiştim ama bu seferkini hissetmedim, pek hisseden de olmamış, küçük bir deprem neticede. Balım (sultan papağanım) da genelde depremlerde öter, kanat çırpar. Bu seferkini o da hissetmemiş olacak ki, kendi halinde tüylerini temizlemeye devam ediyor.

instagram.com/ofluoglumert

instagram.com/mertinkitapkulubu

twitter.com/ofluoglumert

ofluoglumert.bsky.social (Evet, Blusky'da da yerimi aldım!)

En son çıkan romanımı incelemek için: https://www.remzi.com.tr/kitap/benim-kucuk-saheserim

24 Nisan 2025 Perşembe

Depreme IKEA'da yakalanmak...

İçinden geçtiğimiz sürreal, distopik ve sahiden kara filmlerdekileri katbekat sollayan tuhaflıktaki günleri saymazsak, dün önemli bir güne, 23 Nisan'a uyanmıştık aslında. Ülke gündeminde süregiden tüm olumsuzluklara rağmen, belki de tüm bu olumsuzluklar nedeniyle, insanın içinde coşkuyla kutlama duygusu uyandıran bir güne... Ben de, tatil günü etraf kalabalıklaşmadan, sabah kahvaltıdan sonra, alınacak birkaç parça şey için IKEA'ya gideyim bari dedim. Böylece tuttum Ümraniye'nin yolunu... Mobilya katını gezmeye daha yeni başlamışken, hafif bir sallantı hissettim ve deprem mi oluyor dedim ama bizimkiler bir şey hissetmemiş, ortalık da sakin görünüyor, üstünde durmadım (sonradan haberlerde görünce anlayacaktım ki; hissettiğim bu sarsıntı, 6.2 şiddetindeki ana depremin öncü depremiymiş). Bundan bir yarım saat kadar sonra, yani peşimizdeki alışveriş arabasıyla yemek katına gelip kalabalığın içinde kendimize güç bela bulduğumuz boş bir masacığa oturduktan sonra, daha yemek sırasına bile girmemişken, tüm kat sallanmaya başlamasın mı! Hem altımızdaki zemin hem de üstümüzdeki lamba ve borular zangırdamaya başladığı andan itibaren bir anda Titanik benzeri filmlerdeki gibi bir kargaşa ve panik ortamı oluştu ve masalarında oturan insanlar, çoluklu çocuklu aileler yeni aldıkları yemeklerini, tepsilerini bırakıp aniden koşuşturarak katı terk etmeye başladı. Tıka basa dolu olan kat, göz açıp kapayıncaya dek boşaldı. Nasıl, nereden çıktılar, nasıl izdiham olmadı, bilmiyorum. Sanırım, aşağıdan yukarıya hareket eden yürüyen merdiveni kapatmışlardı ve hem oradan indiler hem de normal merdivenlerden. Bizimkilerse, on beş saniyelik deprem boyunca hiç istiflerini bozmadı. Sanırım, IKEA alçak katlı ve yatay bir bina olduğu, bir de sağlam bir bina hissiyatı verdiği için, kalabalığın peşine takılıp dışarı çıkmaya çalışmadık. Aslında ben çıkalım dedim ama soğukkanlılıkla içeride kalmaya devam ettik. Hoş bu arada zaten deprem de bitti ve ortalık yeniden normale dönmeye başladı. Nitekim sarsıntı bittiğinde, boşalan katta yalnızca biz ve birkaç masa daha kalmıştı. İnsanların dünya paralar verip satın aldığı tepsiler dolusu yemekleri de, masalarında ve hatta kasa önlerinde, trajik bir yalnızlık içinde terk edilip gitmişti. Her şey bittikten sonra dönüp parasını ödedikleri yemekleri yemeye devam ettiler mi, bilmiyorum. Özetle; bu seferkini çok ucuz atlattık, hepimize geçmiş olsun.

IKEA'daki küçücük metrekarelere maksimum konfor ve tarzla dekore edilmiş maket evlere bakarken, gerçekte böylesini dizayn etmenin pek de mümkün olmadığını düşünürüm hep. Oysa artık gözümüz bunlarda da değil, zira son haberlere göre Türkiye'de bir kişinin ev alabilecek parayı biriktirebilmesi için 52 yıldan fazla birikim yapması gerekiyormuş. Avrupa ülkelerinde ev alabilmek için 5 ila 10 yıl çalışmak yeterliyken, Türkiye'de tamı tamına 52 yıl boyunca maaşınızı biriktirmeniz gerekiyor ki, bir ev alabilesiniz! O da kesin 1+1, en ucuz evdir ha. Kısaca ev almak artık neredeyse imkansız da diyebiliriz (ve aldığınız evin depremde yıkılıp mezar olmayacağına dair bir garanti de yok). Ama artık insanlar son beş yılda iyice dibe vuran ekonominin ve hayat pahalılığının düzelmesini de geçti; hukukun düzgün olarak işlediği bir ülkede yaşamak istiyor. Ülkemizde, odaklanmamız gereken en önemli sorunlardan biri de işte bu deprem gerçeğiyken, keşke gündemi başka uydurma konu başlıklarıyla meşgul etmesek. Kanal İstanbul gibi akla zarar bir projeyle İstanbul'u ortadan ikiye bölüp tüm çevresini Araplara satmak yerine, hukuku, adaleti sağlayıp, olanca gücümüzle depreme karşı önlemlerimizi alsak. Elimizdeki güzelim ülkeyi, cennet vatanımızı böyle daha fazla mahvetmesek. Olmaz mı?

instagram.com/ofluoglumert

twitter.com/ofluoglumert

ofluoglumert.bsky.social (Evet, Blusky'da da yerimi aldım!)

En son çıkan romanımı incelemek için: https://www.remzi.com.tr/kitap/benim-kucuk-saheserim

Kitap Kulübü Hazırlığı, Yeni Kitap Yorumu ve Öteki Şeyler

Kitap yorumlarıma hız kesmeden devam ediyorum. İçinde doğadan, hayvanlardan bahseden, hatta bunları baş köşesine koyup kurgusunu tümüyle bu ...