Galata Kulesi gün doğarken de batarken de seyredenlere eşsiz bir manzara sunuyor, orası kesin. Peki bizim bugün için planlar yapmamıza neden olan dünkü güneşli havayı yeni günde de bulabilecek miyiz, orası muamma.
Kader ağlarını örüyor, hava bir kez daha ne kadar dengesiz olduğunu kanıtlıyor. Bizse çoktan Karaköy'den uzaklaşıp Üsküdar'a gelmişiz, hatta Üsküdar'dan kalkan taksi-dolmuş ile arkadaşlarımızla buluşma noktamız olan Beykoz'a doğru ilerlemekteyiz. Arabada giderken bakıyorum da havadaki pus, sol taraftaki Boğaz manzarasına değişik ve gizemli bir atmosfer katıyor. Yağmurun yağma ihtimali içimizi titretirken, Beykoz'a geliyoruz. Göksu Deresi'ndeki köprüden, bir sürü fotoğraf çekiyorum. Hatta bazen o kadar çok ki, anı yaşamayı unutuyor muyum ne?
Ben gülümsemelerimle, gülmelerimle ve gülücüklerimle meşhurumdur. Neşeli hallerimle yani. Bu fotoğrafı çeken de, çok doğal ve anlık bir poz yakalamış –belki de farkında bile olmadan. Aslında ben de nasıl bir poz verdiğimin farkında değilim, belki de doğallık ondan. Bu fotoğraf, Beykoz'da puslu havaya rağmen harika geçen günün en güzel karesi. Daha çok kare görmek için okumaya devam!
İstanbul'un her köşesi ayrı güzel. Beykoz hem tarihi hem de sevimli bir yer. Bir yanda heybetli köşkler ve yalılar yükselirken diğer yanda masmavi ve kıpkırmızı eski şirin evler, küçücük balıkçı tekneleri, dar kaldırımlar gönlünüzü fethediyor. Beykoz bana şehrin ortasında bir kasabada geziniyormuşum duygusunu hissettirdi, sizde de aynı hislerin yankılacağından eminim.
Şimdi iyi bakın: Bu köprüyü siz de bir yerlerden hatırlayacaksınız sanırım. Göksü Deresi diyor, ipucunu da veriyorum üstelik. Yok, arka plandaki Anadolu Hisarı'nın uzantısı olan kalelerden bahsetmiyorum henüz. En iyisi sizi daha fazla yormadan cevabı söyleyeyim. "Fatmagül'ün Suçu Ne?" ve "Zehirli Sarmaşık" dizilerinde sıkça gördüğümüz bir mekan burası, haydi çalıştırın pembe dizi hafızanızı! Hatırladınız mı şimdi? Sanırım "İntikam" da yine bu bölgede çekiliyor. Zaten İstanbul'daki dizilerin çoğunun çekildiği Beykoz Kundura Fabrikası'na giden yol da buradan geçiyor, ama sorup öğrendiğime göre orası Beykoz'un dışındaymış.
Buluşacağımız arkadaşlarımızı beklerken ben de fotoğraf çekme ve çektirme kotamı bir hayli kullanıyorum. Bunlarsa sadece blog için seçtiklerim... Ama biliyorsunuz, benim facebook'um da instagram'ım da blog'um. Çok seviyorum blog'larımla ilgilenmeyi! Sosyal medyadaki en kapsamlı şey bence bloglar... Eğer sizin de blog'unuz varsa, bence bana katılıyorsunuzdur.
Göksü Deresi'yle ilgili son fotoğrafı da paylaşırken, bir itirafta bulunmadan geçmeyeyim. Ben geçen yılın Kasım ayında Ters Düz serisini yapmayı düşünürken, hikayenin hep İstanbul'a yakın ama uzak bir yerde geçmesini, Karadeniz dokusunu kullanmayı istiyordum. Mesela Boğaz'ın Karadeniz kıyısında bir köy olabilirdi hikayenin geçeceği yer... Beykoz, Riva, Kilyos, Poyraz hep ihtimaller arasındaydı. Ama buralar çok şehirleştiği, köy motifinden uzaklaştığı için çıkmaza girdim. Belki de hikayeyi bundan elli yıl öncesine çekip, oraların henüz köy olduğu zamanlarda yazabilirdim hikayemi. Bu fikre de hikayedeki diğer çatışmalar izin vermedi. Sonuç olarak, İstanbul'a iki saat uzaklıkta bir Karadeniz köyü olan Bozbalık Köyü'nü kurguladım. Evet, aslında böyle bir köy yok. Onun haritasını da yaptım, ama gerçekte tam olarak nereye denk düşeceğini ben de bilmiyorum. Kafamdaki mekan buydu ama ve sonunda onu yakaladım. Yeni bölümde Bozbalık Köyü'yle tanışacaksınız... Aslında Ters Düz'ü bir yıl boyunca kafamda evirip çevirdikten sonra pek çok şeyin ilk baştaki düşüncemle uyuşmadığını gördüm. Mesela baş karakter Ece'nin çok değişik bir fiziksel özelliği ve bu doğrultuda çok ilginç bir mesleği vardı, ama bunu şu anki Ters Düz'de yazmadım. İleride Ters Düz'ü yeniden yazmayı ya da kitaplaştırmayı/senaryolaştırmayı düşünürsem, bu unsuru da kesinlikle ekleyeceğim.
Nihayet arkadaşlarımızla buluşup, Küçüksu Kasrı'na doğru bir yandan da özlem gidererek sohbet ede ede yürüyoruz. Buraya Göksu Kasrı da deniliyor. Tam deniz kenarında, Üsküdar-Beykoz sahil yolu üzerinde. Hava da iyice soğuyor, Boğaz'dan esen rüzgarla kulaklarımızın arkası donuyor. Bana yağmurluğum ince geliyor, "Keşke kalın montlarımdan birini giyseymişim" diye düşünüyorum.
Etrafta o kadar çok gelin-damat ve o kadar çok fotoğrafçı var ki, bu kapalı havada bile buralar böyleyse kim bilir havalar güzelken nasıl bir kalabalık vardır? Küçüksu Kasrı'nın önünde öyle gülümseyerek poz verdiğime bakmayın siz, iki yanımdaki insan sürüsü fotoğraf vermek için sabırsızlandığından gerginim aslında. Herkes o kadar sabırsız ve sinirli ki... Neyse ki güzel bir fotoğraf çektiriyorum. Bu muhteşem tarihi yapıya üzülerek elveda demek zorunda kalıyoruz, çünkü uzun zamandır görüşmediğimiz arkadaşlarımızla hasret gidermek için az zamanımız var. Ama ikinci gelişte kesinlikle gezilmeli.
Kuşların dansı, puslu Boğaz manzarasıyla birleşerek objektifime yansıyor.
Kuşların gökyüzündeki şovu devam ediyor.
Nart Kafe diye Göksu Deresi'nin yanından akıp gittiği bir yere oturuyoruz. Ama dere kenarındaki masalar dolu olduğu ve rüzgar da hayli sert estiği için, biz de ikinci sıradaki masalardan birine oturuyoruz. Nart Kafe'nin yemekleri gayet lezzetli. Cebimden daha küçük, küçücük, minnacık olan havuçlu keki ise favorim oldu. Ama fiyatı benzerlerine göre biraz fazla. Ayrıca son zamanların modası olarak yine masalarda peçetelik denen bir şey yok! Yalnızca yediğiniz şeyin yanında süs olarak getiriyorlar peçeteyi, onun dışında ağzınızdaki kırıntıları elinizle belli etmeden düşürmek için insanüstü bir çabaya girmeniz gerekiyor. Ama sohbet öyle sıcak ve samimi ki, görüntüdeki kusurlar hiç kimse için önemli değil...