30 Kasım 2013 Cumartesi

GÜN BATARKEN BEN DOĞARIM...


Karaköy ile Eminönü'nü birleştiren Galata Köprüsü günün her saatinde iyi bir gözlem noktası ("Aslında İstanbul'un her yeri gibi," demeden de geçemeyeceğim). Burada oltasını köprüden denize sarkıtıp balık tutan, bir yerlere yetişmek için koşuşturan, yalan söyleyen, yalan söylemeyi beceremeyen, yaşamaktan keyif duyan, fotoğraf makinesine sarılan, turist olan, turist değilken turist takılan, kendi çıkarları için insanları kandıran insanları gözlemleyebilirsiniz. Burada vapurların etrafında uçuşan, atılacak olan simitleri bekleyen, zaman zaman kafalarını denize sokup balık avlayan kuşları da görebilirsiniz. Ya da İstanbul'un unuttuğumuz tarihi yapılarını. Ben bugün son şıkkı tercih edenlerden oldum ve cep telefonumun kamerasına akşamüstü şöyle çok hoş görüntüler yansıdı. Üstelik çektiğim fotoğraflarda filtre/efekt gibi yapay unsurlara hiç yer vermediğimi bir kez daha belirtmek isterim, fotoğraftaki siyah-mavi-sarı ışık kontrastı tamamen doğal.


Galata Köprüsü'nün altında sıralanan restoranların önünden geçerken başımı kaldırıp yukarıya baktığımda balıkçıların köprüden sarkıttıkları oltalar da ekleniyor manzarama. Sizce de bu deneyim çok güzel değil mi?

Karaköy'den Eminönü'ne yaptığım sabah yürüyüşleri, yediğim simitler ve içtiğim ekşi nar suları ruhuma şiir gibi geliyor. Yeri gelmişken söyleyeyim: Bu nar sularını kimi tezgahtar 1 liraya satarken kimi tezgahtar 2 liraya satıyor (Balık-ekmek için de aynısı geçerli, yani fiyat değişkenliği: Kimi tezgahta 5'e ve kiminde 6'ya satılıyor). Bu arada manzara güzel de, hava buz. Fotoğraf çekmek için cep telefonumu tutarken ellerim donuyor. Çeşitli fotoğraf makinelerim var, ama şu cep telefonları da en az onlar kadar iyi çekiyor sanki (Hatta bir sır: Herkes Ters Düz'ün trailer'larını & videolarını kamerayla çektiğimi zannederken, hayır, ben onları da telefonumla çekiyorum!).


Buradan Kafa'da bundan sonra yayımlayacağım yazıları da müjdeleyeyim. Önümüzdeki günlerde Rodos'un ve Marmaris'in sonbahar dönemini sizlere bol fotoğrafla anlattığım gezi yazılarımı yayımlayacağım (Kendileriyle ne zamandır uğraşıyorum; ancak bitirebildiğim için çok mutluyum!). İki farklı blogum var ve ikisini de ayrı ayrı güncellemekten büyük mutluluk duyuyorum. Ters Düz'ün formatına ve yayımladığım hikayeye gösterdiğiniz ilgi için bir kez daha çok teşekkür ediyorum.

Ayrıca benim için hiç doğru bir başlık olmadı bu; o ne öyle, hem de benim gibi bir deniz/kum/güneş/ışık/gündüz/sabah tutkunu için; gün batarken ben de batarım, gün doğarken ben de doğarım!

24 Kasım 2013 Pazar

SİZİ UYARIYORUM!

Öncelikle tüm öğretmenlerin "Öğretmenler Günü"nü kutlayarak başlayayım sözüme. Sonra da başıma geleni anlatayım. Güneşli pazar sabahında şöyle güzel bir kahvaltı yaparım düşüncesiyle gittim Karaköy'deki Çerkezköy'e...

Gitmez olaydım.

Pazar keyfim burnumdan geldi resmen. Oysa ki ben güne güzel bir başlangıç yapıp sonra dönünce bilgisayarımı açıp yazı yazacaktım. Bu yazıyı değil ama, kafamda dönüp duran başka bir konu hakkında yazacaktım güya.

Çerkezköy, Karaköy'de en sevdiğim restoranlardan/şarküterilerden biriydi. Namlı Gurme'nin, Güllüoğlu'nun sırasında hani, belki biliyorsunuzdur. İstanbul'a ilk olarak Karaköy'den ayak basan turistlere hitap ettiği için yemekleri, özellikle de pizzaları çok lezzetlidir. Hatta ben buraya iki ay önce ilk gittiğimde "Önemli olan telefonun değil, pizzanın incesi!" diye bir espri yaparak pizzalarının kaliteli olduğunu söylemiştim.


Bugün de ilk kez kahvaltı için gittim Çerkezköy'e. Menüde hep görüyordum kahvaltısını da, yemeye hiç fırsatım olmamıştı. 18 lira idi kahvaltısı. Tamam, öğrenci için biraz pahalıydı ama arada bir böyle lezzet duraklarında yemek lazımdı.

Şarküteri reyonundan kendimiz seçiyormuşuz peynirleri, salamları. Ben de seçtim. "Bir nevi açık büfe gibi," diye düşündüm. Çok bir şey de seçmedim, bitiremem diye. Adam sordu "Yumurtanızı nasıl istersiniz?" diye. Seçenekleri saydı, "Menemen olsun," dedim. "Sigara böreğiniz kaç tane olsun?" dedi. "Üç beş tane olsun," dedim. "Beş iyidir," dedi. "Çeri domates ister misiniz?" dedi. "Tamam," dedim.

Demez olaydım.

"Bunların hepsi kahvaltıya dahil, sizi o kadar önemsiyoruz ki, nasıl istediğinizi bile soruyoruz!" anlayışı var sandım.

Sanmaz olaydım.

Yedim, içtim. Hatta çok fazla geldiğinden bitiremedim bile. Kasaya yöneldim. Hesabı istedim.

48 lira.

Hangi kameraya bakıyorum?

"Buyurun, bu da fişiniz."

Buyurun, bu da fişim.


"2 kişi görünüyor burada?"

"Onu ben yazdım, dikkate almayın."

"Menünüzde 18 lira yazıyordu kahvaltı için?"

"O hafta içi geçerli. Hafta sonu böyle. Hafta içi çay da sınırsız."

Ne yani, hafta içi ne yersen ye sabit 18 lira ödüyorsun ama hafta sonu oldu mu, yediğin her şeyi sayıyla, parayla mı yemiş oluyorsun? Böyle saçma şey mi olur? Üstelik çay da sınırsız değil! Madem öyle menünüzde parantez içinde belirtin "Hafta sonu kahvaltımızda yediğiniz zeytin kadar, içtiğiniz çay kadar, istediğiniz ekmek dilimi kadar para ödersiniz!" diye! Ve ben tek kişi gittim, hani hesabı 48 lira görüp "3 kişi mi gittiniz Mert?" diye düşünmeyin.

"Buyurun, 48 lira. Kolay gelsin."

Yanımdaki çift 55 lira ödedi, ama ben 48 lira ödedim. Nasıl oluyor bu? Kesin bir yanlışlık oldu, zaten fişte de 2 kişi yazıyordu... Zaten fişe de fazla fazla yazmıştı, onları düşürttüm. Bence bir netlik de yok. Hani öbür hafta sonu gidip aynılarını yesem hesap başka gelecek gibi geliyor bana. Kafalarına göre. Kurcalamadım ama daha fazla. Öyle sinirliydim ki, bir an önce dışarı çıkmak istedim. "Karaköy melek mi şeytan mı?" yazı dizimin ikinci yazısı da bu olsun hadi. Bu kez şeytan Karaköy.

Kıssadan hisse: Para mevzularını hiç sevmem, bilen bilir. Hele fişin fotoğrafını çekip koymak bence büyük görgüsüzlük (Bunu ilk ve son kez yaptığımdan emin olabilirsiniz). Ama bunu yapmaktaki sebebim sizleri uyarmak. Yediğim şu aşağıda gördüğünüze ek olarak sadece bal ile menemendi. Tamam her şey çok sağlıklı ve lezzetli olabilir, ama bu yapılan bence büyük saygısızlık/müşteriyi hiçe saymak. Hele de benim gibi öğrenciler için. Demek ki hafta içi ve hafta sonu aynı menüyü kullanarak müşterisini zora sokan, ama iş hesaba gelince astronomik rakamlar almaktan geri durmayan yerler de varmış. Öğrenmiş oldum. Öğrenmiş olduk.

Benim pazarım böyle kötü başladı, umarım sizinki güzel devam eder. Herkese iyi pazarlar!


YAŞ 18, BİLMEM Kİ YOLUN KAÇTA KAÇI EDER?

Tam da 18 olduğum 21 Kasım'da neler yaptım...

1 - Tayfun Pirselimoğlu ile Kafa Dergi için yaptığım röportajı kendisine yeni filmi "Ben O Değilim"in "Roma Uluslararası Film Festivali"nde "En İyi Senaryo Ödülü"nü kazanmasıyla ilgili sorduğum birkaç yeni soruyu da ekleyerek Üniverzete'nin son sayısında yayımladım.


2 - Ters Düz'ün yeni bölümü için iki dakika içinde bir storyboard hazırladım ve ben çizgi roman yaparken de roman yazarken de eskiz süreciyle uğraşmadan direkt olarak kafamdakini aktardığım için ilk kez storyboard yapmış oldum. Normalde bir "Microsoft Word" dosyası açıp bölümü yazıyorum, o kadar. Üstelik storyboard'ı hazırlarken bölümü çoktan yazmıştım, yani bir nevi bölümün en çarpıcı sahnelerini (Bakınız: 7. bölüm fragmanı) çiziktirmiş oldum, amacım da sadece eğlenmekti. (6. bölüme yaptığınız muhteşem yorumlardan sonra 7. bölüm de umarım aynı etkiyi bırakır.)


3 - İlk defa bir doğum günümü ailemden, evimden ve şehrimden uzakta geçirdim. Dolayısıyla "doğum günü sofrası" ve "hediye zamanı" kelimelerinden uzakta, biraz tuhaf duygular içindeydim. Ama arayarak hep yanımda olduklarını belirttiler. Ayrıca haftaya geliyorlar! "Hey dostum, parti nasıl verilir sana öğreteceğiz!"


4 - Bu arada bir yerde, birbirinden farklı yaş ve meslek gruplarından olan sekiz kişi bir araya geldik tesadüfen. Günlerden de tesadüfen 21 Kasım'dı, doğduğum gün. Karşımda oturan kırklı yaşlarındaki bayanın da o gün doğum günüymüş! İstanbul'da böyle bir tesadüfün olması çok garibime gitti. Böyle bir olasılık sorusu vardı yüz kişi için, birbirinden alakasız sekiz kişinin içinde biz iki kişi aynı gün doğmuşsak o olasılık da gerçekleşebilir demek ki...

5 - Bugün (23 Kasım) İstiklal'deki doğum günü kutlamamdan önce Karaköy'de yaptığım sabah yürüyüşü, yediğim simit ve içtiğim ekşi nar suyu ruhuma şiir gibi geldi.

6 - İki arkadaşımla İstiklal Caddesi'nde Limonlu Bahçe diye çok güzel bir yere gittik. Başka arkadaşlarım da gelecekti ve onları beklediğimiz için biz tam iki saat boyunca masada sohbet ederek vakit geçirdik. Onları bekledik, gelmeyeceklerini bilmeden. Ben hem garsonlara hem arkadaşlarıma ayıp olduğunu düşündüm, tabii bir yandan da -hiç dillendirmediğim- asıl ayıbın bana yapıldığı gerçeği vardı. Sonra nihayet arkadaşlarımdan biri aradı ve evden daha yeni çıktıklarını söyledi, masamıza iç bunaltıcı bir sessizlik çöktü, hem de dördüncü kişi olarak tam da yanımıza. Onlarla sonra buluştuk buluşmasına, ama bir kez daha anladım ki bu tip organizasyonları yaparken çok daha dikkatli olmak gerekiyormuş.



7 - Severek takip ettiğim bir çizer-blogger da doğum gününü kutlamak için benimle aynı mekandaydı. O sanırım beni tanımadı ama ben onu tanıdım ve tam yanına gidecekken bir de baktım ki çoktan kalkmış. Kendisi istemeyebilir diye buradan kim olduğunu yazamıyorum, ama ona haber verdim. Bakın işte siz kendinizi gizleyip yazıyorsunuz ya, işte o zaman sizi yolda bile görsek tanıyamıyoruz! Halbuki ne güzel oluyor böyle rastlantılar...

8 - Hani tamam, beni hiç tanımamanıza ve daha da önemlisi benim sizi hiç tanımamama rağmen çok güzel doğum günü dileklerinde bulundunuz, çok teşekkür ederim. Ama bir yorum var ki, Ters Düz'ün sıkı bir takipçisi olan Nalan Hanım'dan, yorumunun bir kısmını alıntılamadan edemeyeceğim: "Desene oğlumcuğum, aramızda kırk bir yıl artı bir hafta varmış. Benim geçen perşembeydi. Kutluyorum. Sana planladıklarının hepsini gerçekleştirecek kadar uzun bir ömür dileyeceğim. Fakat bu imkansız. Zira 17 yaşında bu kadar çok karpuzu koltuklarına sığdıran birinin planları son nefeste bile devam edecektir." Ne kadar edebi, ne kadar içten yazmış kendisi değil mi! Gelecekte bir gün "Takipçi yorumları" diye bir yazı hazırlarsam, ilk sıralarda olacak olan bir yorum bu... Çok teşekkür ederim!

19 Kasım 2013 Salı

ALFRED HİTCHCOCK'UN 1920'LERİNDE PİYANO EŞLİĞİNDE SESSİZ SİNEMA

Alfred Hitchcock'un ilk dönem filmlerinde "hiç" deneyimi yok (!)

Yabancı oyunculardan Marilyn Monroe'ya olan hayranlığımı (ve konudan sapmadan araya sıkıştıracak olursak onun sadece aptal bir sarışın olmadığını) şu yazımda dile getirmiştim. İşte şimdi dile getireceğim bir şey varsa o da yabancı yönetmenlerden en çok Alfred Hitchcock'a ilgi duyduğumdur. Öyle ki, geçtiğimiz pazar günü İstanbul Modern'deki etkinliğini öğrenir öğrenmez koştum oraya!

İstanbul Modern, Trabzon'dan beri takip ettiğim ve gidip göremediğim için iç geçirdiğim etkinliklere ev sahipliği yapan enfes bir yer. Üniversite için İstanbul'a gelince, hemen yakın takibe almaya karar verdim burayı. İlk olarak Bienal vasıtasıyla ziyaret etme fırsatım oldu, bu yazımda anlatmıştım. Ama pek de istediğim performansı sergileyemedim müşterisi olma yolunda, çünkü okul ve blog koşuşturmacası derken İstanbul Modern hayallerim kaynadı gitti. İstiklal Caddesi'ndeki dijital panoda "The Hitchcock 9" etkinliğini görmeseydim yine yerimde sayıyor olacaktım. İstanbul Modern'in sinema bölümü, British Council ve British Film Institute işbirliğiyle beyazperdede "gerilimin efendisi" olarak kabul edilen Hitchcock'un (Of, yazması ne zor bir soyadıdır bu!) ilk döneminde yaptığı 9 sessiz filmi Türkiye'de ilk kez gösterime sokuyordu. Ve yine o yazımda bahsettiğim türden bir "son dakika haberini alma" durumuyla karşı karşıyaydım. Etkinlik 7'sinde başlamıştı ve 17'sinde yani pazar günü sona eriyordu! Pazar günü gidip hemen o günkü son iki filme de bilet aldım.

15'te başlayan ilk film "The Pleasure Garden" (Zevk Bahçesi) idi ve Hiçkok (Artık soyadını böyle yazsam sanırım kimseye zararı olmaz, hem "hiç" ironisini de rahatça kullanabilirim!)'un yönetmen koltuğunda oturduğu ilk film olma özelliğini taşıyordu. Buna rastladığım için şanslıydım açıkçası. Hem de sessiz bir film izlemiş olacaktım. Pek severim ben sessiz filmleri. Ne güzeldir, şimdiki zamandan bakınca ne akıl almazdır, ne ilginçtir o filmler! 90 dakikalık film gösteriminin bir de tıpkı orijinal sessiz sinemalarda olduğu gibi piyano eşliğinde gerçekleşeceğini öğrenince ben zevkten dört köşe olmayayım da kim olsun!

Hakan Ali Toker'in perde önüne yerleştirdiği piyanosu çok eğlenceli, komik notalar basınca yanlış filme mi girdim diye düşünüyorum açıkçası. Çünkü Hiçkok'tan beklediğim filmin müziği "Da da da dannn" diye başlamalı ve "DAAANN!" diye sona ermeli. Bizi germeli yani. Ama bir yandan da Toker perdedeki görüntülere çok uygun melodiler çalıyor, acaba o dönemde de bu film gösterilirken aynı ezgiler mi çalındı diye düşünüyorum, sorarım filmden sonra diyorum, ama sormadım (Şimdi araştırdım, sanırım değil). Bence o dönemin müzikleri değildiler, ama filme uydukları kesindi. Filmde "Zevk Bahçesi" diye bir müzikal tiyatroda çalışan Patsy, sonradan iş için o tiyatroya gelip Patsy'den de çok para kazanmaya başlayan Jill, Patsy'nin filmin sonunda gözü dönen kocası Levet ve Jill'i seven ama filmin sonunda onun ihanetlerinden ötürü Patsy'le yakınlaşan Hugh'ı izliyoruz. 90 dakikalık filmin neredeyse 70 dakikası öyle eğlenceli, öyle komik, öyle neşeli sahneleri aktarıyor ki bizlere, filmin Hiçkok'un ilk yönetmenlik deneyimi olduğu çok belli. Korkunun "k"si yok hani. Ama sonra Levet, Patsy'den gizlediği sevgilisini suda boğarak öldürünce ve o sevgilinin hayaleti (günümüzdeki dizilerde hala kullanılan "saydamlaştırma" tekniğiyle) Levet'i rahatsız etmeye başlayınca Hiçkok asıl sevdiği konulara giriş yapmış oluyor. Sonrası da zaten Patsy'nin Levet'ten kaçma çabaları, Levet'in onu kovalayarak öldürmek istemesi ve Hugh'ın ölüm döşeğindeyken Patsy'i kurtarması gibi gerilim dolu dakikaları aktarıyor. Karakterlerin "Doğu ülkelerinden biri"ne gittikleri sahnelerde Toker'in çaldığı Türk nağmeleri de dikkatlerden kaçmadı doğrusu. Sonuç olarak Hiçkok'un bu ilk filmi korkutmaktan ya da germekten çok eğlendirdi ama günün birinde onun nasıl da "gerilimin efendisi" olacağının sinyallerini de verdi. Film siyah-beyazdı, ama yer yer sarı-beyaz, kırmızı-beyaz, yeşil-beyaz ve mavi-beyaz da oldu. Eee, olacak o kadar. Ses olmadığı için karakterlerin konuşmaları metinler halinde veriliyor sessiz sinemada, çok da zevkli oluyor. Ayrıca dediğim hayalet-saydamlaştırma tekniği ve su altı çekimleri, 1925 yılında çekilen bir filme göre çok, çok ama çok iyiydi bence. Ya da olması gereken budur belki, bizse anlayamıyoruz bizim sinemamız çok geriden geldiği için.

Etkinliğin son benimse ikinci filmim olan "Easy Virtue" (Hafif Meşrep) ise 70 dakikalıktı ve onda da Erdem Helvacıoğlu elektronik gitarıyla şov yaptı. Ama Toker'de olduğu gibi sahnesine göre yer yer eğlenceli yer yer gergin notalara basmak yerine sürekli sert, bizi diken üstünde tutan ama sonra uykumuzu getiren melodiler çaldı. Her an gerildik yani ve benim yan koltuğumda oturan kişi uyudu, ben de uyumamak için ne savaşlar verdim, ama arada koyverdim kendimi. Çünkü elektronik gitar zaten kasvetlidir, 70 dakika boyunca dinlenmez, iç bayar. Bu nedenle Helvacıoğlu'nun nefis tınıları, filme ait olmaktan biraz uzaktı, önce bunu söyleyeyim. Bu film de 1928 yapımı. Larita adlı geçmişi "kötü" olan bir kadın zengin ve yakışıklı John'la evleniyor ve tek isteği geçmişini unutmakken kayınvalidesi onu bir yerlerden tanıdığını söyleyince hayat ona zindan oluyor ve zzzz... Elektro gitar!

İstanbul Modern'in sineması olduğunu öğrenince çok sevindim. Yalnız salon o kadar küçük ki, "Easy Virtue"de deyimin tam anlamıyla doldu taştı. Kimsenin yeri yani koltuk numarası olmadığından bazı insanlar yerlere oturmak zorunda kaldı. Bir de benim gibi ilk kez giden bir adam, "Salonun ortasındaki bu direk da ne!" dedi. Evet, görüşü kesen o sütun bence de manasız... Faaliyet çok İstanbul Modern'de, takip etmek lazım. Hatta sinemadan önce sergiyi gezdim, sonra salona girdim. Modern'in bir sonraki sinema etkinliği 19-29 Aralık'ta, "Sinemanın Hikayesi" adlı tam 15 saatlik bir belgesel. Artık sinemada geceleriz herhalde! Merak ediyorum, parça parça mı yoksa kesintisiz 15 saat mi? Onca insan neredeyse tam bir gün boyunca o kutu gibi salonda tutulur mu, bilmem. Ama belgesel konusunun "...sessiz sinemanın ilk günlerinden Hollywood’un doğuşuna ve yıldız sistemine uzanarak, sinemanın Rusya, Japonya, Almanya, Fransa, İtalya, İngiltere, İskandinavya ve ABD’deki sanatsal evrimi..." gibi bir şey olduğunu öğrenince, o 15 saatlik kadroda ben de yer alabilirim belki.

Bu arada 23 Kasım'da "Kafkas Tebeşir Dairesi" adlı oyun Zorlu Center'da başlıyor! Türkiye'nin en iyi kadın oyuncusunun canlı performansına tanık olmak için sabırsızlanıyorum. O kim mi? Songül Öden elbette! Onun fotoğrafını görünce bile mutlu oluyor, gülümsüyor, neşe doluyor insan! "Umutsuz Ev Kadınları"ndaki Yasemin karakterinden dolayı. Bu tiyatroya gitmeyi de ajandama kaydediyorum, sanırım bir süre her cumartesi sahnelenecekmiş.

Ve... İki gün sonra doğum günüm! Kendime böyle sanatsal aktivitelerle önden doğum günü hediyesi vermiş olayım (21 Kasım).

16 Kasım 2013 Cumartesi

İÇİMDEKİ BLOG YAZMA AŞKI HER AN ÇOK GÜNCEL!

An itibariyle Ters Düz'ün 6. bölümünü de yayımlayarak 1 haftada 2 bölüm yayımlamış oluyorum. Her seferinde Kafa Dergi'ye yeni yazılar, örneğin kafamda dönüp duran Rodos ve Marmaris gezi yazılarını yazmak istiyorum, ama Ters Düz'ün istatistikleri öyle iyi ve o kadar çok istek geliyor ki, bari yeni bölümü yazayım diye düşünüp yine Ters Düz'ü güncellemiş oluyorum. Mesela şu son 5 saattir Ters Düz'ün 6. bölümünü yazıyorum. Şimdi de bu yazıyla eş zamanlı olarak yayımladım. Heyecanın doruğa ulaşacağı bir bölüm sizleri bekliyor.
 
Kafa Dergi'nin konsepti çok sevildi. Yani her ay bir dergi kapağı hazırlayıp bir internet dergisi gibi yayımladığım yazılar, her ziyaretçiden ilgi gördü. Kafa'nın bu kadar kısa süre içinde bu kadar çok insana ulaşacağını tahmin etmiyordum açıkçası.
 
Öte yandan Ters Düz'ün konsepti daha da ilgi gördü. Çünkü böylesi daha önce hiç yapılmadı. Televizyon dizisi gibi fragmanlar yayımlayıp sonra hikayeyi paylaşmak, "Hem okunan hem izlenen bölümler" sundu sizlere. Karakterler ve hikaye de sevilince, Ters Düz resmen patlama yaptı. İsteyen kitap okur gibi takip ediyor Ters Düz'ü, isteyen televizyonda pembe dizi izler gibi...

Her seferinde söylüyorum: İnternetteki en iyi "sosyal medya" aracı bu "blogspot". Facebook, instagram ve twitter'ın gördüğü işlevleri görürken edebi çizgisinden de hiçbir şey kaybetmeyen bir mecra bu "blogspot". 5 yıldır blogger'ım, ölene kadar da blogger olmaya devam edeceğim sanırım. Ben çok seviyorum "blogspot"u ve çok güncelliyorum. Boş da yazmıyorum hani, dolu dolu şeyler yazıyorum. Yorumlarınızda da bunu diyorsunuz ya, çok mutlu oluyorum. Ama yazı 100 kez okunuyorsa 1 yorum yapılıyor. Yorum yapmak ayrı bir yetenek ve zaman istiyor çünkü.

Uzun lafın kısası, sizi çok seviyorum. Çok "post" yayımlayınca hepsi aşağılara inip kayboluyor belki ama çok emek veriyorum dediğim gibi. Umarım hoşunuza da gidiyordur.

Hepinize iyi blog'lamalar!

Ters Düz'ün 6. bölümünde...

Ece evde beklediğinden de kötü bir manzarayla karşılaşır: Üvey kardeşlerinin her biri aynı evde ama ayrı bir dünyada yaşamaktadır. On yedi yaşındaki Nilgün evin sorumluluklarını yüklenmekten bıkmış usanmıştır, on beşindeki Mehmet olup bitenlere karşı sorumsuz davranmaktadır, on yaşında olan Bora annesizliğe hala alışamamışken babası da ölünce iyice içine kapanmıştır, altısındaki Melek ise yaşadığı aile trajedileri içinde akıl sağlığı gidip geldiğinden olanı biteni henüz fark etmemiştir bile. Ece bu durumu ve babasının mektubunu göz önünde bulundurarak Bozbalık'a taşınıp çocuklarla ilgilenmeye karar verir. Onu başta Nilgün olmak üzere kimse istemez. Herkes bir şekilde hayatına devam etmek istemektedir, ama yanlarında Ece olmadan. Nilgün'le sert bir biçimde tartışan Ece, buna yapmak zorunda olmadığının farkına varır. İstanbul'a dönmeye karar verir. Bora ise onu annesi yerine koymuştur, bu nedenle Ece'nin gidişine en çok üzülen o olur ve onun dönmesini bekler. Ece ise İstanbul'a doğru çoktan yola çıkmıştır.

Uçurum kenarındayken aşka nasıl tutunabilirsin?

13 Kasım 2013 Çarşamba

KARAKÖY: MELEK Mİ ŞEYTAN MI? # 1




Karaköy rıhtımında tekinsiz adımlar, kaliteli gün batımlı fotoğraflar...

Siz sırrını keşfettiniz mi bilmem, ama Karaköy'ü ben henüz çözemedim. Bir yanda kahveciler, berberler, alet edevat satan esnaflar ara sokaklarda cirit atıyor; öte yanda onların kapı komşusu olarak lüks kafeler, sosyetik uğrak mekanları ve üst tabakaya hitap eden restoranlar aynı ara sokaklara konuşlanıyor, sandalyelerini kaldırımlara kuruyor. Yeni moda böyle işte. "İç içe"lik.

Turistlerin akın ettiği bir yerde, bir (1) tane eczane ve bir (1) tane market olmamasına ne diyebiliriz peki? Pardon, ikisinden de 1 (bir) tane var. Ama nedir bu sayı kıtlığı? Çeşitlilik kıtlığı? Burada yaşayan insanın alışverişini yapabileceği tek bir market, hastalanınca ilaç alabileceği tek bir eczane mi vardır? Bu normal midir? Hem de Karaköy gibi nezih bir yer için?

Karaköy ilginç bir yer gerçekten. İstanbul'un yeni ama hızlı çıkış yapan yerlerinden.
Yıllar önce özellikle bulup gittiğim Fransız Geçidi'ndeki Kağıthane burada mesela. Rıhtım, büyük mü büyük yolcu gemileri, enfes deniz de burada. Son bir ayda özellikle arayıp gittiğim birkaç kafeyi yazacağım şimdi sizlere. Ama bu daha başlangıç. "Karaköy: Melek mi şeytan mı?" yazı dizimin ilk bölümüne hoş geldiniz!


Bando Cafe: Sandviç ağırlıklı bir menüye sahip olan, küçücük, kutu gibi bir kafe. Beş çeşit sandviçi var ve ben 4. sıradakini seçiyorum: İsli peynirli olanı. Hamburger gibi kare bir ekmekte, ama çok da doyurmuyor açıkçası. Fiyatı 12 lira.
Yeni açılan Bando'yu bulmak için elimdeki adres "Denizciler Sokak" olunca yarım saat arıyorum, onlarca ara sokağa girip çıkıyorum, üstelik akşam olmuş, hava soğumuş, sırtım terliyor ve ben zaten hastayım. Zaten Karaköy'de bir kafe arıyorken hangi esnafa sorsam tepki gösteriyor ve "Bit gibi çoğalıyorlar! Biz de takip etmekten yorulduk artık! Ne bilelim!" diyorlar. Haklılar da. Şimdi Karaköy popüler oldu ya, kafe açan açana. Onlar da her yeni açılan yeri bilmek zorunda değiller. Gerçi sokak adından da pek bir yol gösteremiyorlar. Örneğin bugünkü "Denizciler Sokak"ı bulmak için en az on sokağa girdim, en az elli kişiye sordum. Kimi "Denizin yanında mıdır acaba?" dedi. Kimi "Denizadamları diye bir bina vardı şurada, orada olabilir!" dedi. Kimi "Bilmem ben, burada on beş tane sokak var!" dedi. Sonuç olarak yarım saat aynı caddelerde, birbirinin benzeri ara sokaklara gire çıka yarım saati doldurdum. Tam vazgeçip gitmek üzereydim ki "Dur bir de şuraya bakayım..." deyip Fasuli'nin arasına girdim. Baltazar'ın önüne geldiğimdeyse karşımda ne göreyim: Bando Cafe! E ben biliyormuşum meğersem burayı! Baltazar'a gelmiştim bir defa, onun karşısındaymış meğer.

6/10

Dem: Herbs & Ginger çayıyla açılışını yaptığım bu şirin yer hepimize hayırlı olsun! Çaylar 9-15 lira aralığında. Ama gönül isterdi ki kafenin hoş dekorasyonuna ve müziğine uygun olarak fincanlar da biraz daha büyük olsaydı, içilen çaydan bir şey anlaşılsaydı. Bir de menüde ıhlamur olmaması büyük eksiklik bence. 60 çay var da bir ıhlamur neden yok? Ben boğaz ağrısından ölüyorken gittim buraya (yine ölüyorum, geçmedi), ıhlamur içmeye. Ama yoktu. Bu nedenle ona en yakın olan Herbs & Ginger'ı denedim.

8/10

Fasuli: Adı üstünde, fasulye yiyorsunuz. Biraz da kazık. O kadar. Ama fasulyesi lezzetli.

5/10

Şimdi, size Hande Yener'den pek sevdiğim bir akustik şarkıyı armağan ediyorum. Ben de ilaç ritüellerime başlayayım, yatma saatine kadar ancak biterler (Bilmeyenler için: Önemli bir şeyim yok, boğaz ağrısı falan). Şu yazı için üç saattir bilgisayar başındayım, ona göre, değerinizi bilin. Hepinize sevgilerimi yolluyorum! Ters Düz'ün yeni bölümünü okumayı unutmayın! 


8 Kasım 2013 Cuma

GECE KAFASI

Bir akşamda -hem de günün sonunda- iki yazı yayımlamak bilmem ne kadar doğru ama ben yine de yazma taraftarıyım. Boğazımda her saniye gittikçe büyüyen ve bir süre sonra balon gibi şişip ağzımdan dışarı çıkacakmış hissi veren bir tohum var. Hasta olmanın eşiğindeyim, ama öyle geliyor ki bir şekilde bu işten sıyrılacağım.

Kafa Dergi'nin dördüncü sayısını yapmakta olduğum şu günlerde anladım ki kapağı ve konuları ay başında belirlemek eşittir ani gelişen içeriği yazık etmek. Kapakta Rodos ve Marmaris'le ilgili bol fotoğraflı seyahat yazıları okuyacağınızı söylemişim örneğin, ama ay içinde o kadar spontane gelişen şeyler oluyor ve ben bunları o kadar büyük bir hevesle yazıp yayımlıyorum ki kapakta yerlerini alamadıklarıyla kalıyorlar.

Ağız tadıyla yazı yazamaz oldum inanın ki! Başından beri bir dergi kapağı ve içeriği hazırlamak çok eğlenceli bir düşünceydi zaten ama bir içeriğe bağlı kalmanın bana bu kadar sıkıntı vereceğini tahmin edemezdim. Tamam, onları yine keyifle yazarım fakat bu sefer de diğer yazdıklarımdan kapakta bahsedememiş olmak beni üzüyor. 

Üç örnek vereyim: Mesela "Beykoz'da puslu bir öğle sonrası" adlı mini şehir yazım bu ayki kapakta yerini alamadı, çünkü aniden yapılan bir plan sonucu Beykoz'a gittim. "Yokuş aşağı hisler bunlar"a ne demeli? Kapağı hazırlarken "Yokuş Aşağı Emanetler" diye deneysel bir tiyatroya gideceğimi nereden bilebilirdim? "O esnada yaşanan diğer şeyler" adındaki çok severek ve yayımladığım gün yazdığım öyküm de değer vermeme rağmen kapağa geçemedi.

Bienal uzun sürdü de doya doya her mekanını kendi ayarladığımız tarihlerde gezebildik! Ama Contemporary İstanbul yalnızca ayın 7'si ve 10'u arasında, dolayısıyla gün ayarlayabilmek hele de grupça gidecekseniz çok zor. Ayarlayabilirsem oraya da gideceğim ve -kapakta yine bahsetmemiştim- yazacağım. Karaköy'ü de yazmak istiyorum.

Belki de ben çok kafaya takıyorum bu durumu, ama bundan sonra kapağı ay bitiminde hazırlamaya karar verdim sanırım. Sizin görüşlerinizi de alabilirim. Ters Düz'le ilgili de olabilir.

Hepinize iyi geceler ve iyi hafta sonları! Bana da hasta olmamam için sağlık dileyin lütfen. Rodos yazımda görüşmek üzere...

140 KARAKTERLİK TESPİTLER # 2

Akıllı telefonlarımız olmadan önce ne yapıyorduysak onları yapalım. Ha pardon aklımızı kullanıyorduk.

Bu keskin soğuk altında beklerken bedenim ikilemde kaldı: Hasta olsam mı olmasam mı?

Bazı insanları birbirine düşürmekten hoşlanan insanlara itiraz edince dışlanan insanların her zaman yanında olan insanlara katkıda bulunm...

A: Geç anlıyor arkadaş herhalde...
B: Yok ya... Güldüm, sonra ses geldi!

Kitapçıdan çıkmak bilmiyorum. Kapanırken saklanıp gece boyunca (dikizleyen görevli-yer işgal eden boş müşteri de yokken) keyif mi yapmalı?

Karaköy'de nezih bir mekan diye gittiğim Fasuli'de menüdekinden fazla bir hesap ödedim, itiraz ettiğimdeyse garson: "Sana yaranamadık!"


Üstünde düşüne düşüne yazdığım 100 tweet'i geride bırakmışım. Geri dönüp hepsini okuyacağım. Kitap gibi.

Kahve falı varsa ayran falı da pekala olabilir. Üç vakte kadar yeni bir tweet atacaksıııın...


Kendinizden birinci çoğul şahıs olarak bahsetmeyin. Siz birinci tekil şahıssınız ve bir ortaklığın sözcülüğünü yapana dek öyle kalacaksınız!

 
Kendini çoğullaştıranlar hep tekil kalacaklar. Bence.

Mesaj sesim "whistle"ı duyan anneannem "Ne güzel ıslık çalıyorsun!" demesin mi... Kendisi de tablet dünyasına uyum sağlamış biridir oysa...

It is easy to wake up early because I am a morning person. But it is difficult to wake up early because you are a night owl.

"Şekersiz sakız"ların ağızda bal tadı bırakması reklam dünyasının "tatlı" yalanlarından biri değil midir?

"I'm at..." diye başlayan tweet'leriniz ne kadar yalnız ve gösterişçi biri olduğunuzu gösteriyor. Bence.

Özür dilerim ama haksız mıyım?

Yakında hangi tuvalet kapağında oturduğumuzu yazacağımız bir "sosyal medya" aracı çıkacak diye korkar hale geldim! Hayal gücümün sınırı yok.

İlk defa tanışmanın ikinci dakikasında da "Siz" diye hitap etmeyi sürdüren biriyle karşılaştım. Nasıl mutluyum anlatamam!

Yine en erken ben uyandım, en erken ben kalktım galiba. Saatin alarmını çalmadan kapatan tek kişi benim kesinlikle.

https://twitter.com/ofluoglumert

3 Kasım 2013 Pazar

BEYKOZ'DA PUSLU BİR ÖĞLE VAKTİ


Galata Kulesi gün doğarken de batarken de seyredenlere eşsiz bir manzara sunuyor, orası kesin. Peki bizim bugün için planlar yapmamıza neden olan dünkü güneşli havayı yeni günde de bulabilecek miyiz, orası muamma.


Kader ağlarını örüyor, hava bir kez daha ne kadar dengesiz olduğunu kanıtlıyor. Bizse çoktan Karaköy'den uzaklaşıp Üsküdar'a gelmişiz, hatta Üsküdar'dan kalkan taksi-dolmuş ile arkadaşlarımızla buluşma noktamız olan Beykoz'a doğru ilerlemekteyiz. Arabada giderken bakıyorum da havadaki pus, sol taraftaki Boğaz manzarasına değişik ve gizemli bir atmosfer katıyor. Yağmurun yağma ihtimali içimizi titretirken, Beykoz'a geliyoruz. Göksu Deresi'ndeki köprüden, bir sürü fotoğraf çekiyorum. Hatta bazen o kadar çok ki, anı yaşamayı unutuyor muyum ne?


Ben gülümsemelerimle, gülmelerimle ve gülücüklerimle meşhurumdur. Neşeli hallerimle yani. Bu fotoğrafı çeken de, çok doğal ve anlık bir poz yakalamış –belki de farkında bile olmadan. Aslında ben de nasıl bir poz verdiğimin farkında değilim, belki de doğallık ondan. Bu fotoğraf, Beykoz'da puslu havaya rağmen harika geçen günün en güzel karesi. Daha çok kare görmek için okumaya devam!




İstanbul'un her köşesi ayrı güzel. Beykoz hem tarihi hem de sevimli bir yer. Bir yanda heybetli köşkler ve yalılar yükselirken diğer yanda masmavi ve kıpkırmızı eski şirin evler, küçücük balıkçı tekneleri, dar kaldırımlar gönlünüzü fethediyor. Beykoz bana şehrin ortasında bir kasabada geziniyormuşum duygusunu hissettirdi, sizde de aynı hislerin yankılacağından eminim.


Şimdi iyi bakın: Bu köprüyü siz de bir yerlerden hatırlayacaksınız sanırım. Göksü Deresi diyor, ipucunu da veriyorum üstelik. Yok, arka plandaki Anadolu Hisarı'nın uzantısı olan kalelerden bahsetmiyorum henüz. En iyisi sizi daha fazla yormadan cevabı söyleyeyim. "Fatmagül'ün Suçu Ne?" ve "Zehirli Sarmaşık" dizilerinde sıkça gördüğümüz bir mekan burası, haydi çalıştırın pembe dizi hafızanızı! Hatırladınız mı şimdi? Sanırım "İntikam" da yine bu bölgede çekiliyor. Zaten İstanbul'daki dizilerin çoğunun çekildiği Beykoz Kundura Fabrikası'na giden yol da buradan geçiyor, ama sorup öğrendiğime göre orası Beykoz'un dışındaymış.



Buluşacağımız arkadaşlarımızı beklerken ben de fotoğraf çekme ve çektirme kotamı bir hayli kullanıyorum. Bunlarsa sadece blog için seçtiklerim... Ama biliyorsunuz, benim facebook'um da instagram'ım da blog'um. Çok seviyorum blog'larımla ilgilenmeyi! Sosyal medyadaki en kapsamlı şey bence bloglar... Eğer sizin de blog'unuz varsa, bence bana katılıyorsunuzdur.



Göksü Deresi'yle ilgili son fotoğrafı da paylaşırken, bir itirafta bulunmadan geçmeyeyim. Ben geçen yılın Kasım ayında Ters Düz serisini yapmayı düşünürken, hikayenin hep İstanbul'a yakın ama uzak bir yerde geçmesini, Karadeniz dokusunu kullanmayı istiyordum. Mesela Boğaz'ın Karadeniz kıyısında bir köy olabilirdi hikayenin geçeceği yer... Beykoz, Riva, Kilyos, Poyraz hep ihtimaller arasındaydı. Ama buralar çok şehirleştiği, köy motifinden uzaklaştığı için çıkmaza girdim. Belki de hikayeyi bundan elli yıl öncesine çekip, oraların  henüz köy olduğu zamanlarda yazabilirdim hikayemi. Bu fikre de hikayedeki diğer çatışmalar izin vermedi. Sonuç olarak, İstanbul'a iki saat uzaklıkta bir Karadeniz köyü olan Bozbalık Köyü'nü kurguladım. Evet, aslında böyle bir köy yok. Onun haritasını da yaptım, ama gerçekte tam olarak nereye denk düşeceğini ben de bilmiyorum. Kafamdaki mekan buydu ama ve sonunda onu yakaladım. Yeni bölümde Bozbalık Köyü'yle tanışacaksınız... Aslında Ters Düz'ü bir yıl boyunca kafamda evirip çevirdikten sonra pek çok şeyin ilk baştaki düşüncemle uyuşmadığını gördüm. Mesela baş karakter Ece'nin çok değişik bir fiziksel özelliği ve bu doğrultuda çok ilginç bir mesleği vardı, ama bunu şu anki Ters Düz'de yazmadım. İleride Ters Düz'ü yeniden yazmayı ya da kitaplaştırmayı/senaryolaştırmayı düşünürsem, bu unsuru da kesinlikle ekleyeceğim.



Nihayet arkadaşlarımızla buluşup, Küçüksu Kasrı'na doğru bir yandan da özlem gidererek sohbet ede ede yürüyoruz. Buraya Göksu Kasrı da deniliyor. Tam deniz kenarında, Üsküdar-Beykoz sahil yolu üzerinde. Hava da iyice soğuyor, Boğaz'dan esen rüzgarla kulaklarımızın arkası donuyor. Bana yağmurluğum ince geliyor, "Keşke kalın montlarımdan birini giyseymişim" diye düşünüyorum.


Etrafta o kadar çok gelin-damat ve o kadar çok fotoğrafçı var ki, bu kapalı havada bile buralar böyleyse kim bilir havalar güzelken nasıl bir kalabalık vardır? Küçüksu Kasrı'nın önünde öyle gülümseyerek poz verdiğime bakmayın siz, iki yanımdaki insan sürüsü fotoğraf vermek için sabırsızlandığından gerginim aslında. Herkes o kadar sabırsız ve sinirli ki... Neyse ki güzel bir fotoğraf çektiriyorum. Bu muhteşem tarihi yapıya üzülerek elveda demek zorunda kalıyoruz, çünkü uzun zamandır görüşmediğimiz arkadaşlarımızla hasret gidermek için az zamanımız var. Ama ikinci gelişte kesinlikle gezilmeli.


Kuşların dansı, puslu Boğaz manzarasıyla birleşerek objektifime yansıyor.


Kuşların gökyüzündeki şovu devam ediyor. 


Nart Kafe diye Göksu Deresi'nin yanından akıp gittiği bir yere oturuyoruz. Ama dere kenarındaki masalar dolu olduğu ve rüzgar da hayli sert estiği için, biz de ikinci sıradaki masalardan birine oturuyoruz. Nart Kafe'nin yemekleri gayet lezzetli. Cebimden daha küçük, küçücük, minnacık olan havuçlu keki ise favorim oldu. Ama fiyatı benzerlerine göre biraz fazla. Ayrıca son zamanların modası olarak yine masalarda peçetelik denen bir şey yok! Yalnızca yediğiniz şeyin yanında süs olarak getiriyorlar peçeteyi, onun dışında ağzınızdaki kırıntıları elinizle belli etmeden düşürmek için insanüstü bir çabaya girmeniz gerekiyor. Ama sohbet öyle sıcak ve samimi ki, görüntüdeki kusurlar hiç kimse için önemli değil...




1 Kasım 2013 Cuma

KASIM'DA TAM 18'İM!


Yaz sezonunu kapatıp kış uykusuna yatmaya yüz tutmuş olan Marmaris için sonbahar belki de en güzel mevsimdir. Güneş çok yakmaz, deniz suyu ılıktır ve palmiyeli sokaklarda bisiklet sürme keyfi sadece size kalmıştır. Bu cümleler, bundan önceki sonbahara dek doğruluğunu koruyordu ve muhtemelen tarihe yazılacak olan bu istisna dışında bundan sonraki sonbaharlar için de doğru kalacak. Tabii ki ansızın geliveren şiddetli yağmurdan, yakın köylerde çıkan hortumlardan ve fırtınadan hava durumundaki kehanet gerçekleşmeden önce haberdar değildik. Ama hava durumunun böyle olacağını öğrenince, günübirlik yapacağımız Rodos gezimizi havanın güneşli olduğu bir önceki güne çekmeye karar verdik.

Anlamış olacağınız üzere, Kafa Dergi'nin bu sayısı çokça gezi ve seyahat yazısından oluşuyor: Rodos ve Marmaris sokaklarında gezinmeye hazır olun!

Old Town bölümüyle ve mistik atmosferiyle Orta Çağ'ı (Ayrıca güneşli sokaklarıyla da Florida'yı) anımsatan Rodos'u da, geçen yıl Kasım ayında denizine girerken bu yıl Ekim'de beni donduran Marmaris'in "kış" yüzünü de ("yaz" yüzüyle karşılaştırmalı olarak) bu sayıda bulabilirsiniz (Marmaris'i geçen sayının kapağına da yazmıştım, ancak yer kalmadığından bu sayıda yazmayı daha uygun gördüm. Sizce de mahsuru olmamıştır umarım).
21 Kasım'da 18. yaşıma ayak basıyorum, yani 18'i dolduruyor ve 19'dan gün almaya başlıyorum. Bakayım şu çok konuşulan yaşta nasıl duygular içinde oluyormuş insan, onu yazacağım sizlere.

Gazetelerin magazin eklerindeki haber yazılarında göze epey batan yazım ve mantık hataları buldum, fotoğraflarını çektim. Son birkaç günde biriktirip sayıya dahil ettiğim hatalar karşısında siz de şaşıracaksınız.
Ve... Biliyorsunuz ki kapakta yazılanlar dışında pek çok içerik de yine Kafa'da oluyor. Yani her sayıda olduğu gibi kitap, müzik, sinema ve tiyatro tavsiyelerim de (hesapta yokken gelişen etkinlikler de dahil) yine sizlerle olacak.
Bu arada çok sevdiğimiz bir oyuncuyla sürpriz bir röportaj da yapabilirim, ama henüz kesinleşmediğinden fazla ayrıntı veremiyorum.
Son olarak: Kafa Dergi'den bağımsız olarak ilerlettiğim Ters Düz'ün hikaye bölümlerine ve trailer'larına beklediğimden de çok beğenide bulunuyor, güzel yorumlar yapıyorsunuz. Beni gerçekten destekliyor, hikayenin devamını da merak ediyorsunuz. Şu kadarını söyleyeyim: Henüz ters düz olmadınız (Takip edenler neyi kastettiğimi anlar)! Hikayede olaylar daha da karışacak, kişiler daha da derinleşecek. Daha hiçbir şey görmediniz. Kafa Dergi ve Ters Düz'den birini takip edip diğerini etmeyen de, her ikisini düzenli olarak takip eden de var. Okur profilimi seviyorum! Hepinize çok teşekkür ediyor, hüzünden uzak ve bol neşeli iyi bir Kasım ayı diliyorum.

21 Kasım doğum günüm olduğu için Kafa'nın bu sayısının kapağının da biraz özel olmasını istedim. Hikayesini ay içindeki ilgili yazıda daha uzun dinleyeceğiniz "taşa boyalı" Kafa Dergi logosunu umarım beğenmişsinizdir.

Herkese iyi okumalar!

SİNEMADA İKİ FİLM

Son günlerde sinemada iki filme gittim. İlki, The Substance. Yani Cevher. Bence mutlaka görülmesi gereken, ama son derece rahatsız edici bir...