30 Mart 2015 Pazartesi

BATTANİYE ALTI ETKİNLİKLERİ - 5

Artık battaniyelerimizden kurtulma zamanı geliyor! Ama ortalıkta hala grip salgınları ve dengesiz hava değişimleri olduğundan listemize devam edebiliriz...

 
Duke Ellington - The Mooche: Cazı ne kadar çok sevdiğimi artık biliyorsunuz... Cazı sevip de ABD'li ünlü caz bestecisi Duke Ellington'ı sevmemek olmaz! "The Mooche" adlı bu parçası onun en çok sevdiğim eserlerinden, çünkü kendisi sizi duygudan duyguya hoplatacak muhteşem bir eser... Bir bahar günü -belki sonbahar, belki de ilkbahar- kırlarda yapılan bir araba yolculuğunu anımsatıyor nedense... Yani öyle bir sahnede arka fon müziği gibi... Genellikle taşlı çakıllı sıcak bir yol, ama bazen dönülecek virajlar da var... Bazen gerilim tonlarına da selam çakıyor, ama bu parçada genel olarak sakin sakin dans edesi geliyor insanın... İçinde caza ait pek çok enstrüman olması da bonusu.


Anna Calvi - Suddenly: İşte ülkemizde pek bilinmeyen bir şarkıcı daha! Art rock ve indie pop sularında gezinen Anna Calvi'nin daha güzel parçaları da varken "Suddenly"si belki çok şey vadetmiyor, ama iyi bir dinlemelik, dinlenmelik.

 
Hepimiz -en azından benim blog'umu okuyan sizlerin böyle olduğunuzu biliyorum, okuduğunuz kitaplar hakkında yazdığınız yazıları da- kitap okuyan, kitap okumayı seven kişileriz. Tek bir kitapta başlayıp biten romanları da, üç dört kitaba uzayan uzun soluklu seri romanları, nehir romanları da seviyoruz (Hatta ben bu tip kitapları okumayı daha çok severim, çünkü sevdiğim karakterlerin ömrünün tek bir kitapla sınırlı olmasını istemem, yazar yazdığı sürece o karakterlerle olan yolculuğa devam etmek isterim). Önümüze kitap verin, okuyalım! Kitapçılarda gezinmek, kitapları karıştırmak da en büyük zevklerimizden biri.
 
Aldanan Kadın - Thomas Mann - Can Yayınları: Rosalie, kızı ve oğluyla yaşayan bir kadındır. Bir gün, oğluna İngiliz dersi vermek için eve gelen Amerikalıya aşık olur. Sonra da olanlar olur. Kırlarda geçen pastoral bir ana-kız kitabı.
 
 
Bates Motel: Alternatif bir yabancı dizi arayanlar için... Daha önce uzun uzun anlattığım için şimdi yazmıyorum, sadece 3. sezonun başladığını ve bu akşam 3. sezonun 4. bölümünün yayınlanacağını söyleyeyim. 2. sezona göre kendini toparlayan, ilk sezondaki gibi bir gizem ve gerilim çizgisi yakalamayı başaran Bates Motel, sırf Norma, Norman ve Emma üçlüsü için bile izlenir!
 

29 Mart 2015 Pazar

TV DÜNYASINDAN SON GELİŞMELER

Bu sabah 7'de kalktım... Pazar sabahı bile her zamanki gibi erken kalktım diye üzülüyorken, saatlerin ileri alındığını fark ederek sevindim. İyi bari erken kalkmamışım dedim içimden...

26. sayısında yazar kadrosuna dahil olduğum Üniverzete'nin bu hafta 100. sayısını çıkarmış oluyor, yani hep birlikte "dalya" diyoruz! Haftalık tablet bir dergi çıkarmak hiç kolay değil, ama biz tam 100 haftadır bunu başarmışız, öncelikle bize tebrikler! 26. sayı için yazdığım o ilk yazıda, yani "Mavi Yazdan Sarı Sonbahara" adlı yazımda "Daha 'Üniversite'ye bile başlamadan 'Üniverzete'ye başladığım için çok mutlu olduğumu" dile getirmişim. Şimdi ise dönüp baktığımda zamanın ne kadar çabuk geçtiğini görüyorum tatlı bir hüzünle... Zaman yine çabuk geçecek... 200. sayının geleceği günleri şimdiden kafamda canlandırabiliyorum...

Şimdi sizleri TV dünyasındaki gelişmelerle baş başa bırakıyorum... Ve halihazırdaki tv krizlerini masaya yatırıyorum...

Nuran "O Hayat Benim"e döndü, Kader ise "Gönül İşleri"nden atıldı! Peki bu olayların perde arkasında neler var?

KRİZ 1: BİR TÜRLÜ ANALİZ EDİLEMEYEN TWEET


Meryem Uzerli'nin "tükenmişlik sendromu"na yakalanınca haremi maremi bırakıp memleketi Almanya'ya gitmesi büyük ses getirmişti. Bu sefer o kadar büyük çaplı olmasa da, O Hayat Benim'in deligöz Nuran'ı Yeşim Ceren Bozoğlu twitter'ına şöyle yazınca da hatırı sayılır bir patırtı koptu: "Nuran gider, kavga biter. Kanımı canımı verdim, siz de gördünüz, izlediniz, ne çok sevdiniz, ne güzel söylediniz. Allah razı olsun..." Bir takipçisinin "Mesele para mı?" diye sorması üzerine de "ASLA para değil mesele. Ömrü hayatımda karar sebebim olmadı. Şeytanın şerri, zalimin zulmü, ahlaksızın ahlakı. Helal etmiyorum hakkımı..."


Buraya kadar konuya hepimiz hakimiz. Bildiğiniz gibi bu tweet magazin gündemine bomba gibi düştü. Magazinciler ünlülerin aşk ilişkilerini, sevgililerin birbirlerine aldıkları pahalı hediyeleri, gözde çiftlerin ayrılık iddialarını bir kenara bırakıp bu tweet'i analiz etmeye ayırdılar vakitlerini... Ortaya iddialar atıldı. Başta Bozoğlu'nun aldığı paradan memnun olmadığı için böyle bir ayrılığa karar verdiği yazılıp çizildi, ama daha sonra meselenin dizide canlandırdığı Nuran karakterinin sahnesinin azaltıldığı ve bu durumdan memnun olmadığı olduğu ortaya çıktı. Yani yapımcıya, yönetmene rest çekiyordu. Diziden çıkacak olması ise işin seyirciyi ilgilendiren tarafıydı zira Nuran dizinin ana karakterlerinden biri olmanın ötesinde, diziyi izleten karakterdi de. Ayrıca o giderse Efsun, Bahar, Hülya, Mücella, Sakine ne yapardı? Dizinin kan kaybedeceği kesin gibiydi. Oysa kendisi kısa süre önce bir röportajında, "Bazen küser, kırılır, ağlar, mahvolurum. Ama vazgeçmem. Başrol için 19 yıl bekledim. Beni durdurmanız için öldürmeniz lazım." demişti. Şimdi ise dedikleriyle çelişerek, vazgeçerek gidiyordu... Neyse ki sonunda beklenen haber geldi. Bozoğlu ile anlaşılmıştı ve Nuran tekrar diziye dönecekti. Ne var ki bu durum dizinin başarılı reytingine çoktan yansımıştı ve dizi reytinglerde düşüş yaşamıştı bile. Bundan sonra ne olur bilinmez, ama ortam hala gergin. Çünkü Yeşim Ceren Bozoğlu attığı tweet'lerin ikisini de hala silmedi. Ayrıca diziye döndüğüne dair bir tweet de atmadı, attığı en son tweet olay yaratan o son tweet'i hala. Acaba böyle yaparak restine devam ediyor, aba altından sopa gösteriyor, "Bak beni kızdırırsanız yine çeker giderim!" mi demek istiyor? Siz ne anlarsanız...

Not: Açıkçası başta herkes üzüldü ama aslında Nuran diziden çıksa ne olur çıkmasa ne olur... Hatırlayın, koskoca Meryem Uzerli ayrıldığında "Muhteşem Yüzyıl"a kızdı köpürdü herkes, ama dizi bir şekilde devam etti ve üstelik reytinglerde de zirveden bir gün olsun düşmedi... Yani giden gidebilir, kalan sağlar bizimdir...

KRİZ 2: SET AŞKI BU SEFER TATSIZ BİTTİ

 
Sezonun başında ilk bölümüyle reytinglerde zirveye oturan, senaryosundaki sürprizlerle, matematikle izleyiciyi tam anlamıyla ekrana bağlayan "Gönül İşleri" ne var ki bu başarını çok uzun sürdürememişti. Biz böyle zeki senaryolar, denklemler görmeye alışık bir seyirci olmadığımızdan, dizi ucuz bir aile komedisine dönüşmüş ve reytinglerde de yirminci sıralara kadar gerilemişti. İşte iki numaralı krizimiz bu dizi setinden. Bildiğiniz üzere, dizi senaryoda tıkanmaya başlayınca, ana karakterlere yer bulunamayıp o karakterler bile diziden çıkarılınca, yeni karakterler eklenmişti. Bunlardan biri de Gonca Vuslateri'nin canlandırdığı Kader idi. Dizide Sinem Kobal'ın canlandırdığı Sevda'nın aşık olduğu Bedir'le evlenme planları yapıyordu (Bedir'i de bu dizi ile tanınan Can Yaman canlandırıyor). Efendim günlerden bir gün, develer tellal iken pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, Gonca Vuslateri, set karavanında Can Yaman ile öpüşürken yakalanmış! Yönetmen ve yapımcı ona öyle kızmış ki, Vuslateri'ne kapıyı göstermişler. Burada insanın aklına iki soru geliyor:

1. Hani dizi dünyası set aşklarını severdi? Set aşkı demek reytinglerde yükselmek demekti? Her an dedikodusu bol bir set ortamı demekti? Ne yaptınız, niye attınız kızı diziden?

2. Madem attınız, o zaman neden sadece Gonca'yı attınız? Can'ı da atsaydınız?

Zaten asıl iddia da, Gonca Vuslateri'nin, canlandırdığı karakterin reytinglere hiçbir katkısı olmadığı için diziden çıkarıldığı...


Gonca Vuslateri ise bu ayrılıktan pek de etkilenmemişe benziyor. Hatta twitter hesabından da durumu ti'ye alan şu mesajı attı: "Gönül işlerim bitti... Sırada öbür işlerim..." Rol arkadaşı Bennu Yıldırımlar'a teşekkür etmeyi de ihmal etmedi. Bennu Yıldırımlar da ona tüm zarifliğiyle "Seni tanımış olmak büyük keyif... İyi ki karşılaştık yahu... Karşılaşmaya devam..." diye cevap yazdı. Ama benim asıl merak ettiğim, o Gonca-Can aşkının yarım kalıp kalmadığı... Yoksa Can'a da "Bak Cancağızım, o kızla bir daha görüşmek yok, yoksa sana da yolu gösteririz!" mi dediler... Bu detayları merak etmiyorum desem yalan olur...

27 Mart 2015 Cuma

EĞER KURTLARDAN KORKMUYORSANIZ...

Oyunun kurtlarla bir alakası yok, yüz kırk beş dakika boyunca bazen sıkıntıdan patladığınız da oluyor ve ayrıca biletler ucuz değil... Ama Matmazel-Gülten Zerrin Tekindor'dan söz ediyoruz! (Yok ben onunla ilgilenmem diyenler için Şükrü'nün kasları da var!)


Oyun Atölyesi'nin oyunlarına -belki de tanıtımları çok iyi yapıldığından ve oyuncuları gerçekten de çok iyi olduğundan- büyük beklentilerle gidiyorum ama nedense oyundan çıktığımda beklentim karşılanmamış oluyor... Hatırlayın, geçen sezon yine Oyun Atölyesi'nin Nehir oyununa gitmiş ve "Bu 'Nehir'e girilir mi?" başlıklı bir yazı yazmıştım. Oyunda Haluk Bilginer, Canan Ergüder ve Ayça Bingöl oynuyordu, ama önce Bilginer tavlamıştı bizi. Ne var ki oyundan büyük hayal kırıklığıyla ayrılmıştım. Belki de bazı sanatçıları gözümüzde çok büyütüyoruz... Bir de hani sinema ve televizyon kolaydır, oyuncunun gerçekten yetenekli olup olmadığı tiyatroda belli olur denir ya, işte Haluk Bilginer için bu sanki tam tersiydi, onu sahnede, beklediğim kadar yetenekli görmeyince hayal kırıklığı yaşamam da işte bundandı...


Şimdi gelelim Oyun Atölyesi'nin geçen cuma gittiğim diğer oyunu olan "Kim Korkar Hain Kurttan?"a... Bu oyunu da geçen sezon ilk kez sahneleniyorken sanat programları, köşe yazarları epey gündeme getirmiş, oyun çok beğenilmişti. Beni bu oyuna çeken bu övgüler ve tabii beraberinde Zerrin Tekindor oldu. Korkmayın, bu sefer Haluk Bilginer'deki gibi bir hayal kırıklığı yaşamayacaktım, zira Zerrin Tekindor televizyondakinden çok daha yetenekliydi sahnede! Hayatımıza Aşk-ı Memnu'nun kibar ve çekingen Avrupai Matmazel'i olarak giren, sonrasında Kuzey Güney dizisinde canlandırdığı anaç-yırtıcı kuaför Gülten ile izleyiciyi tam anlamıyla ters köşeye yatıran, Kurt Seyit ve Şura'da da kısa bir dönem kendine yer bulan Tekindor, gerçekten usta bir oyuncu. Bunu Aşk-ı Memnu'da canlandırdığı karakter ile Kuzey Güney'de canlandırdığı karakterin ne kadar zıt kişilikler olduğundan, ama onun bu işin altından ustalıkta kalktığından da kolaylıkla görmek mümkün zaten.


Bu oyunda ise orta yaşlı Martha'yı canlandırıyor Tekindor... Eşi George da, Tardu Flordun. Sahi, o da epeydir ekranlardan uzak, değil mi? Öyle ya da böyle, Zerrin-Tardu ikilisi sahnede hoş bir çift olmuş. Martha'nın kısa dalgalı saçları, George'un kirli sakalı... Martha'nın deli dolu halleri, George'un asabiyeti... Bunları izlemek hoş. Ne var ki daha oyunun başında, zaman kavramıyla hiçbir derdi olmayan bir oyunu günümüze uyarlayıp "tableti şarja sokma"nın gözümüze bu kadar vurulması biraz yapay kaçtı, yine de sevdik karakterleri.


Üç perdelik, 145 dakikalık "Kim Korkar Hain Kurttan?"da George, Martha'nın babasının üniversitesinde tarih öğretmeni. Martha ve George bir gece saat üçte bir davetten/partiden sonra evlerine dönüyor ve o saatte evlerine misafir olarak üniversitenin yeni genç biyoloji hocası Nick (Şükrü Özyıldız) ve eşi Honey (Nilperi Şahinkaya) geliyor. Bu genç çift kendilerini Martha ve George'un sert ama eğlenceli ilişkilerinin içinde buluyor. Bitti. Bu kadar. Oyunun bir konusu yok. 145 (sayıyla yüz kırk beş) dakika boyunca biz bu dörtlünün hiçbir amaç ve anlam taşımayan diyaloglarını dinlemek zorunda kalıyoruz. Naber nasılsın mı ararsınız, okulda işler nasıl gidiyor mu... Tuvalet neredeydi mi ararsınız, hadi evi gezelim mi... Biz artık kalkalım mı ararsınız, yok canım biraz daha oturun mu... Yazarı Edward Albee olan bu ünlü oyun, Hira Tekindor (Zerrin Tekindor'un oğlu) yönetiminde içeriğinden biraz kaybetmiş, biraz boşlaşmış sanki. Oyunun gerçekten de bir derdi yok. Arada çaktırılan ve finalde kendine yer bulan "çocuk" meselesi haricinde, oyunun merak ettirici hiçbir unsuru yok. Gerilim yok, tansiyon yok. Ucuz bir komedi gibi seyrediyorsunuz oyunu. Bir ara gerçekten çok sıkıldım ve bu oyundan sonra şu iki şeyden emin oldum:

1. Bir oyuna sanat dünyasındaki üç beş kişi övgüyle bahsediyor diye gitme.

2. Eğer önümdeki kaliteli bir komedi değilse ben kesinlikle komediden nefret ediyorum. (Geçen günkü "Kendi kendim(l)e vol. 1" yazımda da bu konuya daha detaylıca değinmiştim.) Beni dram paklar.


Oyunun geneli çok başarılı değil, ama özel olarak harika performanslar izleyebilirsiniz bu oyunda... Örneğin ekranda itici bulduğunuz Nilperi Şahinkaya'yı sevebilir, yakışıklı Şükrü Özyıldız'ın gövdesine şaplaklar atan Martha'nın yerinde keşke ben olsaydım diye düşünebilirsiniz. Ama özellikle iki yetenek var ki... 18. Afife Tiyatro Ödülleri'nde "Yılın En Başarılı Erkek Oyuncusu" ve "Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu" ödüllerini kazandı Tardu Flordun ve Zerrin Tekindor... Tekindor gerçekten muhteşem... Arada bir Kuzey Güney'deki o deli dolu Gülten hallerini anımsatsa da ve sanki karşımızdaki Gülten'miş gibi hissetsek de, kadın kesinlikle döktürüyor sahnede... O kahkahaları, o hareketleri... Yani zaten ben de bu oyuna sırf onun için gittim ve oyunun devamına da onun için katlandım.

Oyunun adındaki "kurt"a ve oyunun içinde "kurt" olmamasına gelince... Bu, oyunun orijinal adından kaynaklanan bir durum: "Who is Afraid of Virginia Woolf?" Oyun Virginia Woolf'a gönderme yaptığı için adı da böyle. Soyadı Woolf olduğu için de, bizde "kurt" olarak çevrilmiş. Oysa bizde çevirilerin orijinallerle hiçbir ilgisi olmaz ya, keşke bu sefer de öyle olsaymış! Hani adı Elizabeth olan filmleri Ayşe diye çeviririz ya da hani filmin adı Arzu Çeşmesi falandır, biz Aşk Baharı diye çeviririz ya, keşke bu oyunda da böyle yapılsaymış ve ne bileyim, Kim Korkar Kadınlar'dan ya da Kim Korkar Martha'dan falan olsaymış. Kurt olunca algın karışıyor çünkü. Daha büyük şeyler bekliyorsun. Kim bilir oyun ne müthiş şeyler anlatacak diye bekliyorsun. Oysa oyun klasik/klişe bir ilişki komedisi anlatıyor. Belki de bizdeki çevirisinden dolayı biz bu tadı alıyoruz ya da. Gerçi ben oyunun orijinalini bildiğimden buna hazırlıklıydım, ama bilmeyenler için gerçekten kötü ve saçma bir durum. Bu arada, oyun zamanında Türkiye'de yine sahnelenmiş farklı kadrolarla. Yani yurt dışında olduğu kadar bizde de popüler olan bir oyun. Ama dediğim gibi... Ben sıkıldım. Bu oyuna Zerrin Tekindor için gidilir gidilirse, yoksa öyle konusu sürükleyici olduğundan falan değil. 145 dakikadan bahsediyoruz, kolay mı? Sayıyla yüz kırk beş.

İsim: Kim Korkar Hain Kurttan
Meslek: Tiyatro
Sicil: 7.5/10
TL: 55

Oyunun en keyifli yanı: Zerrin Tekindor'la Şükrü Özyıldız'ın dans ettiği sahne.

24 Mart 2015 Salı

ASLINDA AYNI DİZİLERİ İZLİYORUZ!

Adlarının, oyuncularının farklı olduğuna bakmayın... Aslında bize aynı dizileri izletiyorlar!

Hepimiz yalılarda, köşklerde, konaklarda oturuyor, hepimizin evi beş katlı, hepimizin evinde yirmi oda olsa gerek yapımcılar da artık içinde "şatafat" olmayan dizi yapmıyorlar! İzlediğimiz her şey birbirinin aynı. Ama özellikle iki dizi var ki, resmen aynılar! Geçen sezon başlayan O Hayat Benim ve bu sezon başlayan Paramparça'dan bahsediyorum. Önce başlayan O Hayat Benim olduğu için, Paramparça onun izinden gidiyor demek hiç yanlış olmaz. İkisinin de çıkış noktasının aynı olduğunu fark edip "Aaa, Mert, hakikaten de böyleymiş yahu, nasıl fark etmedik!" diyeceksiniz... ("Zengin" "fakir" kavramlarını eleştiri amacıyla sık sık kullandım.) Buyurun, aralarındaki 11 benzerlik:

1. İkisinde de birbirinin yerine geçen iki kız kardeş var.

 
 
2. İkisinde de kötü kız zengin aileye, iyi kız fakir aileye geçiyor.

3. İkisinde de kötü fakir kızın o zengin aileye girip kendini aile fertlerine sevdirme çabası ekrana geliyor ama ikisinde de kötü fakir kızımız sonradan dahil olduğu ailede bir yer edinemiyor.

4. İkisinde de zengin ailenin babası iyi kalpli, pamuk gibi bir adam ve herkesin gönlü olsun istiyor.



5. İkisinde de bu zengin baba kendi zengin eşini bırakıp iyi kalpli fakir kızın annesiyle aşk yaşamaya başlıyor. Bir anda terk edilen zengin kadın depresyona giriyor ve kocasını geri almak için savaşmaya başlıyor.



6. İkisinde de zengin-fakir çatışması işleniyor.

7. İkisinde de zengin aileye girmek isteyen çıkarcı iki kadın var.



8. İkisinde de holdingler, yönetim kurulu toplantıları, çalışma odaları, masaların üstünde açık duran ama asla -göz ucuyla bile- bakılmayan binlerce dosya var.

9. İkisinde de her hafta bir karakter bıçaklanıyor, kurşunlanıyor, bayıltılarak kaçırılıyor, araba kazası yapıyor, ölüyor.

Paramparça'nın dünkü bölümünde Hazal'ın bindiği arabanın yolu kesildi ve arabanın ön koltuğundakiler yolu kesen arabadan çıkan mafya tipler tarafından öldürüldü. Saçmalık! Gerçek hayatta hiç olur mu böyle bir şey? İstanbul'un orta yerinde yol keseceksin, kesmekle de kalmadın ortalığı kan gölüne çevireceksin! Bunu hangi mafya bu kadar uluorta yapar Allah aşkına? Ayrıca sanki dizi değil de bilgisayar oyunuymuşçasına yapmacıktı o sahneler... Fotoğraftan da anlamışsınızdır ne demek istediğimi... Eksi puan!
10. İkisi de artık saçmalamaya başladı. Senaryonun gidebileceği bir nokta kalmadı. Bununla beraber ikisi de devam edecek ikisi de ve ikisi de zorlama olacak.

11. İkisinin de müzikleri harika ve sırf bu yüzden insanın izleyesi geliyor.

Böyle alt alta sıralayınca, iki diziden de soğudunuz, değil mi... Ne var ki sadece bu iki dizi değil, ekranlarımızdaki her dizi birbirinin aynı... Yani... Biz aslında aynı dizileri izliyoruz demem bundandır! Siz en iyisi televizyonu kapatın, bir kitap alın elinize, şöyle keyifle okumaya başlayın... Gerçekten daha keyifli olduğunu göreceksiniz...

21 Mart 2015 Cumartesi

KENDİ KENDİM(L)E VOL.1

 
İsteyen herkes bu soruları (ya da bazılarını) cevaplayabilir, yorum kutusuna yazıp hepimizle paylaşabilir! İşte benim cevaplarım...

Bilgisayarının masaüstündeki görüntü ne?

Bazen Karadeniz'de, bazen Ege'de çektiğim doğa fotoğraflarını ekran görüntüsü yapıyorum. Tam bir kuzey güney durumu yani...

Bir kafeye girdiğinde genellikle ne siparişi verirsin?

Bu gittiğim kafeye göre değişir. Ama vitrinde gözüme çarpan güzel bir kek/pasta ve yanına da çay/kahve...

Google'da aradığın en son şey ne?

Lisbeth ve Mikael'in ne zaman geri döneceklerine baktım. Evet! Millennium'un dördüncüsü tüm dünyayla aynı anda Ağustos'ta bizim ülkemizde de satışa sunulacak! Umarım Eylül'e sarkıtmazlar.

Mesajlaştığın ya da konuştuğun son insan kim?

Bilemedim şimdi...

Tiyatroya en son ne zaman gittin?

Geçen cuma. Kim Korkar Hain Kurttan'a. Blog'da da yazacağım eleştirimi.

Sinemaya en son ne zaman gittin?

Geçen ay gitmiştim ama hangi filmdi unuttum doğrusu...

Hangi diziyi herkes izlemeli?

Bu soruyu bir iki cümleyle geçiştiremem. Uzun uzun anlatmam gerekir sebepleriyle, enine boyuna...

En son ne tür bir müzik dinledin?

Folk-caz-house karışımı bir CD.

Seni en çok ne çıldırtır?

İki yüzlülük.

Ne zaman uyanırsın?

Çok erkenciyimdir. Gece kaçta yatarsam yatayım 7'lerde kalkarım. Sabahı çok seviyorum. Uyuyarak geçiremeyeceğim kadar çok seviyorum. Ayrıca uykuyu pek sevmiyorum. Zaman kaybı gibi geliyor. Yapacak çok işim var!

Yıl içindeki en favori günün hangisi?

Güneşli herhangi bir gün. Mümkünse Marmaris'te.

İnternetteki ilk adın neydi?

Mert. Kim olduğumu asla gizlemem.

Favori emojin hangisi?

Açıkçası WhatsApp'a biraz mesafeliyim. Kalabalık ortamlarda telefona gömülmek pek bana göre bir şey değil. Ama o patlatılan konfeti olabilir...

Birini seç: Kedi mi köpek mi?

Köpek.

Kuzey mi güney mi?

Dediğim gibi, pek çok zıtlık aynı anda içimde... Ama sanırım güney derim. Yok ya, kuzey diyorum. Ege kasabalarını çok seviyorum, hatta öyle çok seviyorum ki işi gücü bırakıp Marmaris'in bir köyünde yaşamaya başlayabilirim. Her sabah bisikletimi sürer, hangi mevsim olduğuna bakmaksızın yüzer ve yazılarımı yazarım. Ama aynı zamanda İskandinavya'da yaşamak gibi bir hayalim de olabilir. Ayrıca Trabzonluyum. İleride nerede nasıl yaşayacağım ben de çok merak ediyorum.

İstanbul'la ilgili sevmediğin bir şey?

İstanbul.

İstanbul'da en çok sevdiğin üç semt?

Bağdat Caddesi, Üsküdar, Karaköy/Cihangir sokakları.

Kafanda genel olarak ne olur?

Hep bir şeyler düşünürüm. Çarklar hep döner bir şeyler üretmek için. O çarkları durdurmak istediğim zamanlar da oluyor ama durduramıyorum. En rahat anımda bile kafamda yazacağım yazıları, sahneleri, romanları düşünüp dururum. Yanımda hep küçük bir not defteri taşırım.

Komedi mi dram mı?

Kesinlikle dram! Bizim komedilerimiz (Gülse Birsel'inkiler hariç) çok sığ, çok vasat esprilerden oluşuyor. Muz kabuğuna basıp düşen birine gülmek istemiyorum. Ama şok edici gelişmeler, doruğa tırmanan tansiyon ve sürpriz finallerle örülü bir dram beni istisnasız her zaman ekran başına çeker. Bu nedenle feci bir dramcıyım. Ayrıca izlediğim sahnenin arka fonunda çalan müzik türü de çok önemli. Çok kaliteli olmasalar bile müzikleri için izlemeye başladığım diziler var. Zaten fon müziği bir diziyi satan şeydir.

Çay mı kahve mi?

Çay. Artık onda da sınırsız seçenek var...

Bu soruları cevaplamadan önce ne yapıyordun?

Yazı yazıyordum.

Bu soruları cevapladıktan sonra ne yapacaksın?

Kitap/dergi okurum. Hava çok kötü. Sanırım tüm gün evdeyim.

Son olarak: Bir sırrını paylaş.

Eğer söyleseydim sır olmazdı ki...

20 Mart 2015 Cuma

GİDİYOR MUSUN KALIYOR MUSUN?


Meryem Uzerli'nin "tükenmişlik sendromu"na yakalanınca haremi maremi bırakıp memleketi Almanya'ya gitmesi büyük ses getirmişti. Bu sefer o kadar büyük çaplı olmasa da, O Hayat Benim'in deligöz Nuran'ı Yeşim Ceren Bozoğlu twitter'ına şöyle yazınca da hatırı sayılır bir patırtı koptu:

 
Televizyon programları, magazin ekleri ünlülerin aşk ilişkilerini, ayrılık iddialarını bırakıp bu tweet'i analiz etmeye ayırdılar vakitlerini... Ortaya iddialar atıldı. En çok yazılıp çizilen Bozoğlu'nun dizinin yönetmeni Hamdi Alkan'la kavga ettiği ve aldığı paradan memnun olmadığıydı. Diziden çıkacak olması ise işin seyirciyi ilgilendiren tarafıydı zira Nuran dizinin ana karakterlerinden biri olmanın ötesinde, diziyi izleten karakterdi de. Ayrıca o giderse Efsun, Bahar, Hülya, Mücella, Sakine ne yapardı? Dizinin kan kaybedeceği kesin gibiydi. Oysa kendisi kısa süre önce bir röportajında, "Bazen küser, kırılır, ağlar, mahvolurum. Ama vazgeçmem. Başrol için 19 yıl bekledim. Beni durdurmanız için öldürmeniz lazım." demişti. Şimdi ise dedikleriyle çelişerek, vazgeçerek, gidiyordu... "Şeytanın şerri, zalimin zulmü, ahlaksızın ahlakı. Helal etmiyorum hakkımı..." demişti, bu sözleri kaç gündür magazin basınında "ağır konuştu" şeklinde yer alıyor. Ama konuşulan yeni bir iddia ise bu ayrılık tweet'i tepki çektiğinden, Bozoğlu'nun "sorun" her ne ise çözüp diziye geri döneceği. Neler olur biter bilinmez, izleyip göreceğiz...
 
Not: Önceki bölümde Bahar'ın gerçeği öğrendiği sahne fragmanda evin bahçesinde Nuran varken geçiyordu, bölümde ise hana taşınmıştı ve Nuran yoktu. Aslında bu da bir sinyaldi...
 
BİZ BU DİZİNİN HAKKINI VEREMEYİZ!
 
Çocuk oyuncuların çok sevimli olması da bonus...
Serçe Sarayı'nın en büyük hatası dizinin müziklerinin dram, entrika, şiddet içermeyen tınılarda olması. Öyle ya, bizler eğlenceli, neşeli melodileri sevmeyiz! Oysa ne güzel, ne samimi, ne sıcak bir dizi. Serçe Sarayı.. Evet, Songül Öden'in canlandırdığı kadının adının Serçe olması çok zorlama olmuş ama dizi samimi gerçekten. Öyle büyük entrikalar, sırlar dönmüyor ve aslında tam da bunlar diziyi samimi kılıyor. Yine de, merak ve gerilim unsuru dizinin başından beri oluşturulamadı. Karakterler ve hikayeleri çok geniş çaplı, bu da seyirciyi düşünmeye sevk ediyor. Karakterler tek boyutlu değil. Ne var ki bizim seyirci düşünmeyi sevmiyor, önüne koyanı olduğu gibi izlemek istiyor. Kafa yormayan dizileri, Kurtlar Vadisi ve Kocamın Ailesi'ni izliyor insanlar. Başrolünde Songül Öden olduğu ve daha şimdiden Arap ülkelerine satıldığı için Serçe Sarayı'nın ekran ömrü az olmaz, ama yine de diziyi daha hakkını vere vere seyretmek istiyor insan...
 
Önemli not: Songül Öden de içinde bulunduğu diziye pek inanmıyor, dizinin hemen biteceğini düşünüyor olacak ki sosyal medyada dizisinden bahsetmeye korkuyor... Daha diziyle ilgili tek bir tweet bile atmadı!
 
SEBASTIAN
 
Hande Yener'in hızına yetişmek zor! Ben daha Naber'i söylerken sen de nereden çıktın Sebastian? Bu Sebastian muhabbeti nedir? Nur Yerlitaş moda programında söyleyince gündeme geldi, sonra da şarkısı mı yapıldı? Hatta yazın da Sebastian diye bir club mı ne açacakmış Hande Yener Bodrum'da... Kısacası kafam karıştı... Biri şu Sebastian meselesini bana enine boyuna anlatabilir mi?
 

18 Mart 2015 Çarşamba

ÜNİVERSİTELERİ "YİK"Tİ "YAK"Tİ!

 
Yeni uygulama Yik Yak'la dedikodu kazanı kaynıyor... Hem de fokur fokur!

Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki, WhatsApp'a on dakika bakamayınca acaba kimden nasıl mesajlar geldi diye kafamızdan kuruyor da kuruyor, Facebook'a giremeyince sararıp soluyor, tweet'leyemeyince titreme geçiriyor, blog'umuza giremeyince çok şey kaçırmışçasına üzülüyoruz. Sanki bir iş adamıyız, internete bakmasak dünya bizden geri kalacak (aynen, biz dünyadan değil de o bizden geri), öylesine bağımlıyız! Peki tüm bu kaos ortamında yeni bir bağımlılık olan Yik Yak'a hiç gerek var mıydı? Aslında tam "bir bu eksikti" durumu Yik Yak… Ama herkes kullanıyor, biz hiç geri kalır mıyız… Çok saçma bir şey mi, olsun sen indir... (Şaka yapıyorum. Uzak durun!)
Yik Yak, daha çok yeni bir uygulama aslında. Şimdilik sadece İngilizce ve İspanyolca dillerinde sunuluyor ve sıkı durun: Kullanmak için 17 yaşından büyük olmanız gerekiyor. Yik Yak, bir sosyal medya duvarı olarak tanımlanabilir. Burada kesinlikle anonimsiniz! 2.5 kilometre civarında yeni arkadaşlar bulabilir, anonim olarak yeni konular açabilir, "Ayşegül’ün burnunda ben çıkmış", "Mehmetcan Aslı'yı terk etmiş", "Ekrem Hoca'nın dükkan açık kalmış" şeklindeki bombaları ilk siz patlatabilirsiniz! Hayır, bunların Yik Yak hakkında seviyesi düşük espriler olduğunu sanmayın, zira Yik Yak tam da böyle çalışıyor. Kendisi Amerika ve İngiltere'de üniversite öğrencilerinin yeni gözdesi. Gossip Girl mantığıyla işliyor. Ama birbirini çekiştirmek için sınırsız bir özgürlük hakkı sunduğundan, daha şimdiden ortalığı, ebeveynleri, okul yönetimlerini karıştırmış durumda.
Peki Yik Yak Türkiye'de ne zaman yaygınlaşacak, ortalığı ne zaman nasıl "yik"ip "yak"acak? Kullanmaya başlayanlar var elbette, ama Twitter gibi, Facebook gibi, WhatsApp gibi günlük hayatımıza girmesi için biraz daha zaman geçmesi gerekiyor gibi. Tıpkı Instagram gibi sadece telefondan girilebilmesiyse benim gibi "bilgisayardan da girilebilseydi keşke" diyenleri üzen bir özellik. Evet... Ben uzak dururum bu uygulamadan ama eğer siz alırsanız da mani olmam. Size mutlu mesut dedikodular dilerim. Aman sakın çizmeyi çok açmayın, olur da okulun dişli hacker'ı Yik Yak’ı kırar mırar, kim olduğunuz açığa çıkar, sonra siz üzülürsünüz yani…
Not düşümü: Benim de böyle deli sosyal medya fikirlerim var. Daha önce yapılmamış. Yapacak olan da yok gibi. Bir gün bu sulardan da çıkar belki uygulamalar, kim bilir…

16 Mart 2015 Pazartesi

ESPRİLİ MONT, PEYNİRLİ KEK VE YURT DIŞI ÖNERİSİ

"Kişisel yazmıyorsun/Daha sık kişisel yaz" diyenler için bugün genel hatlarıyla neler yaptığımı anlatayım dedim ben de...

Cuma günü Zerrin Tekindor'lu, Şükrü Özyıldız'lı, Tardu Flordun'lu, Nilperi Şahinkaya'lı "Kim Korkar Hain Kurttan"ı seyretmeye gittim. Açıkçası, oyun beni pek çok açıdan şaşırttı. Nedenlerini oyun hakkındaki yazımda yazacağım yarın.

Tam bahar geldi, yaz geliyor diyoruz, ama yok, havalar yine soğuk. Bu hafta daha da soğuyup beş derecelere düştü. Ben atkılarımı dolaba kaldırmıştım ama sanırım biraz aceleci davranmışım.

Bugün sırt çantası almak için İstiklal Caddesi'ndeki bir mağazaya girdim öylesine. Mağazada sırt çantası yoktu, ama çok güzel bir monta rastladım. Uzun zamandır arıyordum bu tarz bir montu, ama istediğim gibi bulamıyordum. Gerçekten çok şık, aynı zamanda esprili bir monttu bu. Biraz tereddütte kaldıktan sonra aldım. İlle de merak eden olursa bir ara fotoğraf çekilirim!


Sonrasında Kafe Ara'ya gidelim dedik. Burası fotoğrafçı Ara Güler'in kafesi. Adı gibi Galatasaray Lisesi'nin hemen yanındaki bir ara sokakta, ama ismini elbette Ara Güler'in "ara"sından alıyor. Dışarıda da oturanlar vardı ama biz içeriyi tercih ettik. İçerinin atmosferi gerçekten çok sıcak, çok samimi. Raflardaki renkli çaydanlıklar ve eski siyah beyaz İstanbul fotoğrafları hemen dikkatleri çekiyor. Nostaljik bir yer burası. Arka fonda müzik çalıyor, ama kalabalık olduğundan bir o kadar da gürültülü. İlk katta hemen her yer dolu olduğundan asma kata çıktık biz de. Peynirli kremalı kek yedim ben çay eşliğinde. Yanında da vişne veya karamel sosu vardı, ben vişneyi tercih ettim, ama aklım karamellide kalmadı desem yalan olur. Sos değil, bildiğiniz reçeldi bu! Neyse. Bu kek fazlasıyla cheesecake'i andırıyordu ama biraz tatsız tuzsuzdu. Yani öyle pek de lezzet alabildiğimi söyleyemem. Merak edenler için kek 13, çay 4 lira. Karaköy Dem'deki çayları pahalı buluyoruz ama işte görüyorsunuz, artık her yer fiyatları yukarı çekmeye başladı, biz de bunları normal karşılamaya başladık... (Sahi, bir ara İstanbul'daki en sevdiğim 5-10 kafeyi yazayım ben burada.)

Bu yaz yurt dışı çalışma kampına gitmeyi düşünüyorum. İki haftalık falan oluyor bu kamplar. Daha önce hiç gitmedim ve artık ertelemeyip bu yaz gitmeyi istiyorum. Bir sürü değişik kamp var, bunlar hakkında eğer gitmediyseniz bilip bana fikir veremeyebilirsiniz,
 ama ülke/şehir olarak "Mert bak şurayı öneririm/Şuralara gitmelisin/Şurada şu var" diye önerilerinizi, tavsiyelerinizi bu yazının yorum kutusuna bekliyorum. Haydi yazın yazın!

12 Mart 2015 Perşembe

SİYAD, CEM&GONCA, KİM NE DEMİŞ VE SON DAKİKA

47. SİYAD Ödülleri dün akşam sahiplerini buldu... Ben de ekran başına kilitlendim tabii!

Ama önce şunu sorayım size: Okulun radyosunda program yapsam dinler misiniz? Formatı TV dizileri olarak düşündüm. Tek mi yapsam biriyle mi yapsam bu konuda da fikirlere açığım. Siz dinlemezseniz yapmam, ama dinlerseniz yapmayı planlıyorum.

Şimdi gelelim SİYAD'dan taze haberlere...

Özge Özberk


Bu tip törenlerin genellikle şaşmaz bir sunucusu vardır: Ceyda Düvenci! Her seferinde başarılı sunumlar gerçekleştirdiği için bu görev hep ona verilir, bazen sahneye çıkıp ödül alacak olan kişilerin konuşmalarına çok fazla müdahale etse de genelde o tercih edilir. Çok şükür ki 47. SİYAD'ı o sunmadı. Sunucu Özge Özberk idi. Omuz başlarıyla dikkat çeken iddialı kırmızı bir elbise giymişti. Bu onun (sanırım) ilk sunuculuk deneyimi olmasına rağmen, hiç fena değildi. Ceyda Düvenci'den sonra biraz sessiz kaldı, öyle her şeye yorum yapmadı gerçi ama hiç hata da yapmadı. Ta ki son ana kadar... "48. SİYAD'da görüşürüz" diyecekken yanlışlıkla "46. SİYAD'da görüşürüz" dedi, sonra sahneye geri dönüp "48 48" dedi. O da heyecanlanmıştı bu hatasına, ama önemli değildi. Alkışlar arasında kayboldu bu hata. Bu performansından sonra Özge Özberk bu tip organizasyonlarda karşımıza daha sık çıkabilir.

Nebahat Çehre

 
Nebahat Çehre'nin, yani Firdevs Hanım'ın elbisesi de saçları da hayli iddialıydı! Saçının dalgasıyla elbisesinin fiyongu iyi bir uyum içindeydi. Çehre, törenden önceki kırmızı halı röportajı sırasında, "Artık salon kadını rollerinde olmaktan sıkıldım" dedi. Ama bizim yapımcılar risk almayı sevmiyor, ne yazık ki...
 
Gonca Vuslateri vs Cem Yılmaz
 
 
Gecede Vasfiye Teyze'miz, şimdilerde Gönül İşleri'nin Kader'i Gonca Vuslateri de Atilla Özdemiroğlu'na ödül verdi. Ama böylesine yaşlı ve ünlü bir müzisyene gencecik/toy Vuslateri'nin ödül vermesi, üstüne bir de onunla "sen" diye konuşmaya başlaması soru işaretleri oluşturdu. Sonra anlaşıldı ki ikisi aynı zamanda yakın arkadaşlar. Ama Vuslateri heyecandan ne dediğini bilmeden konuştu. Cümlelerini toparlayamaması bir yana, sahnenin ciddiyetinin de pek farkında değildi sanki. Ödül vermeye doğru "sen" dediği Özdemiroğlu'na nihayet "siz" demeye başladı ve "Deminden beri konuşma ilerlerken... sizin ensenize bakıyorum... ve... ... sana mesaj attığımı biliyorum... Atilla lütfen ben çok zengin bir oyuncu olmadan ölme, lütfen bunu gör..." dedi. Buradan sonra ağlayarak devam etti konuşmasına, sarıldılar, seyircilerden alkışlayanlar oldu. Ama pek toparlayamadı Vuslateri. Özdemiroğlu tüm beyefendiliğiyle karşıladı bu cümlelerini. Zaten az sonra Cem Yılmaz da Vuslateri'yi diline dolayacaktı!
 
Yavuz Turgul'a ödül vermek üzere sahneye çıkan Cem Yılmaz, Gonca Vuslateri'nin adını pek çok kez ağzına aldı. Bunlardan en dikkat çekeni, "Deminden beri orada oturuyorum... Atilla abinin ensesini gördüm... ve hatırladım dedim Atilla abi ben bir gün zengin olursam dedim... oldum!" kısmıydı. Hem salondaki hem de biz ekranları başındaki seyircileri gülmekten kırdı geçirdi.
 
Zerrin Tekindor
 
Kırmızı halı röportajı sırasında, "Ben ödül beklemiyorum. Arkadaşlarımı alkışlamaya geldim," diyerek mütevazı ve samimi kişiliğiyle gönülleri fethetti Matmazel Zerrin Tekindor. Alkış! Bu arada "Kim Korkar Hain Kurttan" adlı oyununa gidiyorum Tekindor'un, mutlaka yazarım seyrettikten sonra...
 
Ayrıca kırmızı halı bizde niçin röportajdan ibaret? Kim ne giymiş diye bir kırmızı halımız yok bizim... Ekranlarda dört tane tarz/moda yarışması varken, tam anlamıyla bir kırmızı halı yapılmaması neden diye soruyor deli kafam...
 
En İyi Film: Kış Uykusu

En İyi Yönetim: Nuri Bilge Ceylan – Kış Uykusu

Mahmut Tali Öngören En İyi Senaryo: Deniz Akçay – Köksüz

Cahide Sonku En İyi Kadın Oyuncu: Melisa Sözen – Kış Uykusu

En İyi Erkek Oyuncu: Haluk Bilginer – Kış Uykusu

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Lale Başar – Köksüz

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Ayberk Pekcan – Kış Uykusu

En İyi Müzik: Kenan Doğulu – Unutursam Fısılda

En İyi Görüntü Yönetimi: Gökhan Tiryaki – Kış Uykusu

En İyi Kurgu: Yorgos Mavropsaridis – Sivas

En İyi Sanat Yönetimi: Soydan Kuş - Unutursam Fısılda

Ben O Değilim, Kusursuzlar ve Pek Yakında ise hiçbir ödül kazanamadı. Ben O Değilim tam dört dalda adaydı ve en az ikisini kucaklaması gerekiyordu, çünkü gerçekten başarılı bir filmdi. Kusursuzlar ise bugüne dek izlediğim en iyi Türk filmlerinden biriydi, iki kız kardeş arasındaki gerilimli psikolojik ilişkiyi inanılmaz bir dille anlatıyordu, ama o da ne yazık ki törenden eli boş döndü. Cem Yılmaz'ın Pek Yakında'sı ise sadece iki dalda adaydı, ikisini de kazanamadı. Zaten ödüller genelde Kış Uykusu'na gitti. En iyi yönetim, en iyi kadın oyuncu, en iyi erkek oyuncu... Hepsini sildi süpürdü. O değil de en iyi yönetmen ne zaman en iyi yönetim oldu? İsimler hangi ara değişti? Kış Uykusu'nda ödül kazanan Haluk Bilginer ise törende yoktu. Hatta ödül kazananların çoğu ödüllerini kendileri almadı, bir başkası aldı. Böyle saçma sapan şeyler de oldu yani... Ödül töreninde Beren Saat tüm güler yüzlülüğüyle Kenan Doğulu'nun yanındaydı, ama onun dışında magazinsel bir isim yoktu. Tam bir sanat gecesiydi yani.

HANGİ ÜNLÜ NE DEMİŞ?
 

İlker Kaleli, Elele’nin Şubat sayısına verdiği röportajda şöyle demiş: “Küçüklüğümüzden beri en iyi iş, en iyi eş ve en iyi hayat isteğiyle şişirildiğimiz için, ister istemez evlilik de varılacak bir hedef, önceki her şey de onun provası gibi görünüyor göze.” Katılmamak mümkün mü? “Sistemin en büyülü vaadi evlilikmiş gibi algılanıyor” diye devam ediyor sözlerine. Boşanmış bir anne babanın çocuğu olduğu için böyle düşündüğünü de ekliyor, ama yine de haklı tarafları var sözlerinin. Herkes evlenmek zorunda mı kardeşim? Hayatımızı “ileride” evlenecek olmaya göre mi yaşayacağız, planlayacağız? Bekarlık sultanlıktır! Oh be!
 
Selma Ergeç de aynı derginin aynı sayısında "Kaptan Picard yüzünden earl grey içtim, çünkü ondan içiyordu ve ben o zaman on üç yaşındaydım, adamsa elli beş,” itirafında bulunuyor. “Üstelik siyah çayla pek aram yok. Tam hedef kitleyim yani. O içiyor mu, ben de içeceğim… Tadı kötü mü, olsun ver sen…" Çok güldüm valla bu sözlerine. Esprili, samimi açıklamalar olmuş. Aynı zamanda “Para yoksa kötüyüm, paranın olmasını tercih ediyorum,” diyecek kadar da açık sözlü kendisi.
Caner Özyurtlu "İstanbul’da yaşamak istemediğime kesin olarak karar verdim," demiş. “Düzenimi değiştirmenin yollarını arıyorum şu sıralar.” Bakın! Demek ki İstanbul’da yaşamak istemeyen tek genç ben değilmişim! Özyurtlu 29 yaşında ve o da İstanbul’un çilesinden bıkmış… Zaten şarkıda da demiyor mu “Deli miyiz biz? Ne işimiz var bu şehirde? Zaten faydası yok kimsenin birbirine…” diye. E doğru valla! Bu şehirde gez, toz, alışverişini yap, ama yaşama. Böyle düşünen çok genç, çok insan var. Herkes İstanbul için ayılıp bayılmıyor yani. İstanbul dediğin ne ki zaten? Penceresinden bina manzarası görünen şehir. (Arada bir de hafta sonu Boğaz'ı moğazı görürsen ne mutlu!) Trafik, hava kirliliği, insan kirliliği… İş olanakları da burada tabii… Sevgi-nefret ilişkisi anlayacağınız… Biraz da çıkar… Ah İstanbul… Bakalım ileriki yıllarımda da baş köşede sen mi varsın?
Burçin Terzioğlu da yine Elele’nin bu sefer mart sayısında “Aynı bedenin altında dört mevsim geçti ruhumdan” gibi bir açıklamada bulunarak klişeler dünyasına adını altın harflerle yazdırıyor! Ünlü kadınlarımız bu tip açıklamaları yapar ya hep… “Bir bedende on kadınım” falan derler… Hadi bir bedende iki kadın olsa tamam da on kadının ne işi var orada yahu? Kişilik bölünmesi mi yaşıyorsunuz nedir? Doğru toplu psikolog tedavisine!
Cenk Akyol (kimdi o diyenlere: basketbolcu, siz demediyseniz ben dedim başta kimdi o ya)’a da kadın olmak ister miydiniz diye sormuşlar, “Kesinlikle hayır!” demiş. “O zaman eşim Naz’ı benimle evlenmesi için kandıramayabilirdim.” Yorumsuz.
Sercan Badur “Şu ara Merkür ve Satürn’ün astrolojik etkilerinden aşk gezegenime pek fırsat kalmıyor açıkçası,” demiş aşk sorusuna. Kafa mı bulmuş yoksa ciddi miymiş ben anlamadım… Ama çok samimi açıklamalar yapmış, bravo!
Yağmur Tanrısevsin de “Oyunculukta kendimi buldum” demiş. Oyuncular başka bir şey dese şaşıracağız artık!
 
Bahar Kongel (yok, oyuncu falan değil, modayla ilgili biri), Elle Decoration'da "Dekorasyonda herhangi bir destek almadık çünkü ben evi bir iç mimara dekore ettirme fikrine hiçbir zaman sıcak bakmadım. Dünyamı başka bir insanın yaratması mantıklı gelmiyor bana. Kendi dünyamı ancak kendim yaratabilirim." demiş. Ne güzel söylemiş, değil mi! İşin en eğlenceli kısmını, üstüne bir de tonla para ödeyerek başka birine emanet etmek bence de çok saçma ve suni.
Şükrü Özyıldız, ki gideceğim "Kim Korkar Hain Kurttan"da o da oynuyor, Adam in Town'da "En mutlu olduğum yer evim. Evimi istediğimde sinema salonuna çeviriyorum. İstediğimde kulübe. Ne zaman dışarı çıksam kameralar bir şeyler oluyor. Magazinsel biri olmamama rağmen öyle gibi gözükmek istemiyorum," demiş.

6 Mart 2015 Cuma

SANAL HAYATIN MAHVETTİĞİ GERÇEK HAYATLAR (YA DA ASLINDA OLMAYAN ÇİÇEKLER)


Merhaba sevgili dostlarım...

Bugün çok ilginç bir şey anlatacağım sizlere...

Ben bu sanal ortamların yarattığı sahte dünyaları eleştirdikçe arkadaşlar bozuluyor.

Gelin görün ki artık gerçek hayattaki hislerimizin, düşüncelerimizin hiçbir önemi kalmamaya başladı.

Eğer bir şey sanal alemde yoksa, o şey gerçekte yokmuş gibi davranılmaya başlandı.

Misal...

Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşımın (hatta arkadaşım değil, uzaklardan bir tanıdık diyeyim) doğum günü... Bu arkadaşım Facebook'ta doğum günüyle ilgili bir şeyler paylaşmış, tabii herkes işi gücü bırakmış, paylaşım yapılır yapılmaz o yorum kutusu senin bu yorum kutusu benim "Ayyyh cicişim iyi ki doğdun mucikoss" gibi şeyler yazmaya vermiş kendini... Kalp, çiçek simgeleri, öpücük gönderen kedi emojileri havada uçuşuyor!

Ben böyle "göstermelik" hamlelerden hoşlanmıyor, aslında doğum gününün kutlanacağı kişi değil de, sırf "el alem/millet" görsün diye yazılan yorumlardan hiç hazzetmiyorum. O nedenle bu tip yorumlar yapmaktan kaçınıyor, gerçek hayatta, gerçek yollarla kutluyorum doğum günü çocuğunun doğum gününü.

Hatta sırf bu yüzden ben kendi doğum günü tarihimi yazmam Facebook'a, her yıl doğum günümde birbirinin aynı yapmacık doğum günü tebrik mesajları yığılmasın zaman tünelimde diye...


Doğum günü olan kişinin zaman tüneline sanal alemde bu çiçeği koymak, gerçek hayatta çiçek almaktan daha kabul görür oldu... Eğer bir şey sanal ortamda yoksa, gerçekte o şey olmamış gibi davranılır oldu... Sonumuz hayrolsun...

Neyse, dönelim hikayemize. İşte ben bu arkadaşımın doğum gününü gerçek hayatta kutladım. Pek sevindi, teşekkür etti. O akşam, yani profil sayfasında onlarca tebrik mesajının yığıldığı o akşam ise beni aradı. Niye arıyor ki diye düşündüm, açtım telefonu. Yarı kırgın bir sesle sordu: "Mert, ya niçin doğum günümü kutlamadın?"

Afalladım tabii. "E... E şey kutlamıştım aslında bugün..."

"Onu demiyorum! Face'de kutlamadın diyorum!"

Mert şoklarda...

Yahu Allah aşkına, biz ne zaman bu kadar sanallığın içine düştük? Ne zaman sanal hayatlarımız gerçek hayatlarımızdan daha önemli olmaya başladı?

Artık sanal hesaplarımızda, profillerimizde olmayan şeylerin yaşanmadığını varsayıyoruz. İlla sanal alemde görmek, çevremize göstermek istiyoruz onları.


Bu şuna benziyor, Facebook'ta bir paylaşımı beğenmeyince o paylaşım sahibinin bize hemen çıkışmasına, "Sen beni beğenmemişsin! Ne iş?" demesine benziyor. Oysa bir kişinin sizin paylaşımınızı beğenmemesi sizden nefret ettiği anlamına gelmez ki! Bunun 1000 tane sebebi olabilir. Hatta bakın 5'ini kendimden örnek vereyim ben size:

1. Paylaşımınızı görmemiş olabilirim.

2. Görmüş olabilirim ama beğenmeye zaman bulamam. Tam o anda şarjım bitebilir ya da kapı çalar vs.

3. Görmüş olabilirim ama paylaşımınızın içeriği bana hitap etmez.

4. Görmüş olabilirim ama beğenmek istemem. Sizi seviyorum diye kedinizin patisini de seveceğim diye bir kural yok ya.

5. Görmüş olabilirim, çok da beğenirim ama bunu illa o tuşa basarak cümle aleme duyurmak istemem.

Yani… Bir rahat olun. Like'laya like'laya değil, damlaya damlaya göl olur, unutmayın.

İşte bu doğum günü vakasındaki durum da aynı buna benziyor. Facebook'ta profil fotoğrafının altına "Çok hoşsun" diye yorum yazana "Sensin hoş" diye cevap yazanların olduğu bir internet çağına tanıklık ediyoruz.

Ne diyeyim... Sonumuz hayrolsun... Ama lütfen kendinizi çok fazla kaptırmayın şu sanal alemlerinize... Facebook, twitter, instagram için delirmeyin... Hayatınızın merkezine koymayın bunları...

facebook.com/ofluoglumert

twitter.com/ofluoglumert


Korkmayın... Takip etmeyeni, beğenmeyeni dövmüyorum ben...

Haydi hepinize iyi günler sevgili dostlarım...

SİNEMADA İKİ FİLM

Son günlerde sinemada iki filme gittim. İlki, The Substance. Yani Cevher. Bence mutlaka görülmesi gereken, ama son derece rahatsız edici bir...