30 Eylül 2015 Çarşamba

...VE SONUNDA INSTAGRAM'DAYIM!

 
"N'aptınız ettiniz, sonunda beni Instagram sularına dalmaya mecbur ettiniz! Hadi bakalım..." Bu fotoğraf ve bu cümle, gün itibariyle girdiğim Instagram'daki ilk paylaşımım. Aslında Instagram'a uzun zamandır direniyordum. Bir şey olduğundan değil, zaten Twitter'da, Facebook'ta, en önemlisi de Blogspot'ta varım, Instagram da eksik kalsın dediğimden... Ama uzun süren bu mücadelem bugün son buldu. Artık Instagram'dayım! Arkadaşlarımın baskıları, yoğun ısrarları sonucunda bugün kendime bir hesap açtım. Instagram'a girmeme nedenlerimden biri de kullanıcıyı telefona hapis etme durumuydu. Ben bilgisayardan da fotoğraf paylaşmak isterdim, ama ne yapalım. Neyse, böyleyken böyle, uzun lafın kısası, Instagram dünyasına girmiş bulunuyorum, beklerim efendim!
 
Yeri gelmişken hatırlatma:
 
facebook.com/ofluoglumert
twitter.com/ofluoglumert
instagram.com/ofluoglumert
 
(Instagram'da belli bir konseptte mi paylaşımlar yapsam diyorum acaba? Çılgın fikirlerinize açığım...)
 

KONULAR ARASINDA GEZİNMECE...


Geçtiğimiz hafta Trabzon'daydım. Hava o kadar güzeldi ki, küresel ısınmaydı, iklim değişikliğiydi derken Trabzon'un ikliminin artık iyice ılımanlaştığını hissettim (İstanbul'da bugünlerde hava ne kötü böyle!). Sonbahar Trabzon'da ilkbahara göre çok daha sıcak olmaya başladı. Bazı günler otuz dereceyi bile buldu sıcaklar, inanabiliyor musunuz? İki üç yıl öncesine dek Trabzon'da Eylül sonunda kaloriferler yakılırdı, şimdi millet denize giriyor...

Daha doğrusu, "denize girecek bir yer arıyor" demeli...

Çünkü bildiğiniz gibi, Trabzon'da her yer betonlaştırıldığından, denizler de bu durumdan nasibini alıyor... Sizlere şöyle güzel bir Trabzon manzarası sunabilmek isterdim ama... İşte yeşiliyle, mavisiyle bir zamanlar Karadeniz'in gözbebeği olan Trabzon'da son durum bu... Bir fotoğraf yok, çünkü artık Trabzon'da fotoğrafı çekilecek bir manzara yok... Elveda masmavi deniz, yemyeşil ormanlar elveda!

Çok sevdiğim Trabzon'u her gelişimde biraz daha -kötü anlamda- değişmiş buluyorum. Öyle ki, bir geldiğimde kumsalların yok olduğunu görüyorum, bir başka sefer geldiğimde dalgaların çarptığı kıyılardan artık arabaların geçtiğini görüyorum, bir başkasında da "sahil" yürüyüş yolunun birdenbire denizden metrelerce içeride kaldığını görüyorum... Deniz acımasızca dolduruluyor ve ben her geldiğimde iş makineleri, kamyonlar, toz duman hala mesaide oluyor. Denizi doldurmanın sonu gelmeyecek sanırım; ta ki Trabzon artık bir Karadeniz değil, İç Anadolu şehri haline gelene kadar! (Ama mesela, komşu şehirler olan Giresun ve Ordu için bunları söyleyemeyiz. Hatta Ordu'nun sahiline, kumsalına, upuzun doğal plajlarına ben çok özeniyorum. Ordu'dan geçerken sanki Karadeniz'de değil de Ege'deymiş gibi hissettiğim bile oluyor. Trabzon'daysa yakında deniz diye bir şey kalmayacak, üzülüyorum...)



 
Trabzon'da maviyle yeşilin buluşmasına özgürlük tanınan son yerlerden birinde... (Üç beş yıl sonra burayı da bulamayız!)

 
Bu arada, bu ayakkabıları da yeni aldım, laf arasında söylemeden geçmeyeyim... Nasıl, beğendiniz mi? Ben üç model arasında kararsız kalarak, sonunda bunu seçtim...
 



 
Şu fotoğraflara bakınca insan "Yeşillik. Oh mis." demek, diyebilmek istiyor, ama diyemiyor ne yazık ki. Zira Trabzon'a yarım saat/bir saat uzaklıktaki bu Maçka köyüne de uzanıyor beton eller... Planlanan ve hatta uygulamasına başlanan projeye göre, buralar kısa süre sonra tamamen otel, dükkan, mağaza, restoran, kafe ve site olacak... Şu muhteşem manzaraların yerinde bir süre sonra yeller eseceğini düşünmek ne acı, değil mi?

Hey! Bu şehirde biz de yaşıyoruz! Siz artık bizi unuttunuz, tamamen Araplara çalışmaya başladınız! Ama böyle olmaz ki...
 
Gelelim bir diğer mevzuya... Malumunuz, Türkiye, Arap turistlerin gözdesi. Bu turistler, son birkaç yıldır Trabzon'u da keşfetmiş durumda. Keşfetmekle kalsalar iyi, şehrin altını üstüne getirdiler. Kendi sıcak bölgelerinden sonra Trabzon'un yaylaları, dağları onlara serin cennetler gibi geliyor. Gelin görün ki, Trabzon'da önümüz, arkamız, sağımız, solumuz Arap oldu! Araplar her yerde! Restoranlarda, kafelerde, otellerde, mağazalarda, alış veriş merkezlerinde, ormanlarda, yaylalarda... İşte, Trabzon Havaalanı'ndaki (ve şehrin diğer pek çok yerindeki) bu ilan/billboard tamamen Araplara yönelik hazırlanmış bir ev ilanı... Araplar, villa tipindeki evlere günlük 2 bin lira verebiliyor. Dudak uçuklatıcı, değil mi? Bakın aylık değil, günlük bu fiyatlar! Evlerini onlara kiraya verenlerse aslında hem memnun hem de değil. "Evet, para onlarda, ama pislik de onlarda! Geride bıraktıkları çer çöp yüzünden evimizi tanıyamıyoruz! İçeriye tiksinerek giriyoruz!" diyerek yakınıyorlar. Kalabalık Arap ailelerinin kiraladıkları evin dekorasyonunu, şeklini değiştirdiği, mobilyaları kafalarına göre kaldırdıkları da oluyormuş. Araplar yalnızca evlere kiracı olmakla kalmıyor, aynı zamanda Trabzon'un gözde semtlerinden ev, yayla ve ormanlardan da arsa alıyor, turistik yerlerdeki işletmelere ortak oluyorlar. Dediğim gibi, bu durumdan memnun olan da var, memnun olmayan da...
 
Neyse... Kapatalım artık bu konuyu bir süreliğine...
 

21 Eylül 2015 Pazartesi

PUCCA EVLENMİŞ... PEKİ ŞİMDİ NE OLACAK?


Tam 6 yıldır blog dünyasındayım. Eylül 2009'dan beri blogumda durmadan yazıyorum. Bazen her gün, bazen iki günde bir, bazen üç günde bir, ama mutlaka ve mutlaka sık sık yazıyorum! 

Blog dünyasında bir gerçek kimliğiyle yazanlar, bir de anonim takılanlar var. Ben gerçek kimliğiyle, adıyla, soyadıyla yazanları her nedense daha cool buluyorum. Ben bloga girdiğimden beri kendimim. Kendi adımla, kendi soyadımlayım. Beni takip edenler benim kim olduğumu, nasıl biri olduğumu, nasıl göründüğümü biliyor. Ben bu durumu seviyorum. Gizlenmek, ne bileyim, bana cesur olmamak ya da bir şeylerden saklanmak gibi geliyor. Oysa ben fotoğraflarımı koymayı da, gittiğim gördüğüm yerlerden özgürce resim paylaşmayı da seviyorum! (Yeri gelmişken, blogla bağlantılı olarak: facebook.com/ofluoglumert, twitter.com/ofluoglumert)

Pucca ne zamandır blog dünyasında bilmiyorum... Çok eski değil, çok yeni de değil. Ben onu blogundan hiç takip etmedim. Blogunun adresini bilmiyordum. Kitabı çıkınca duydum adını. Kitaplarını alıp okumadım hiç (O tip kitaplar pek ilgimi çekmiyor, bana yapmacık ve ticari geliyor her nedense). Sonra bloguna baktım. Marilyn Monroe fotolu aşk acısı içeren yazılarından tanıdığımız Pucca, ekmeğini buradan kazanıyordu. Son zamanlarda Hürriyet ve Elele'ye yazmaya başlayınca blogunu bırakmıştı. Artık bir sevgilisi vardı ama o yine de aşk acısı, bekarlık, evlenmemek, mutsuzluk, ama oh mis hayat tarzında yazılar yazıyordu. Öyle yazılar yazmaya da mecburdu aslında, çünkü evli-mutlu-çocuklu bir Pucca'yı kim ne yapsındı?

Ama Pucca evlendi!

Bu konu hakkında sanırım kendisi de "tükürdüğünü yalamak" tarzında bir şeyler söyledi, falan filan.

Peki şimdi ne olacak? 

Pucca evlendi, ama yine, tam da az önce yukarıda bahsettiğim gibi aşk acısı, bekarlık, mutsuzluk, bekar kız ev hayatı tarzında yazmaya devam ederse, işte şimdi ve bu sefer kesin, yapmacık ve ticari sulara dalmış olacak. O Pucca geride kaldı. Artık Pucca o tip aşk meşk konularında yazsa hiç inandırıcı olmaz. 

O nedenle, Pucca bu anlamda, miadını doldurdu biraz...

Tabii şimdi de, editöründen gelen baskı/ısrar çerçevesinde, evliliğe alışma, cicim ayları konularına kıvıracak kalemini. Sonra belki de ayrılık çanları kimin için çalıyor kısmına geçecek, bilmiyoruz, bakalım...

Tabii biz kocaman mutluluklar dileyelim!

ARTIK İYİCE İTİCİ GELİYOR...

Her dizisinde aynı rol oynatılan Emir Berke Zincidi...
İyice tekrara düşen Esra Erol...  
Samimiyetten uzaklaşan O Hayat Benim...
Kiraz Mevsimi, Çilek Kokusu gibi meyve sebze adlarından oluşan diziler... 
Boşandıktan bir yıl sonra dizi, kitap, albüm reklamı için gazeteye çıkıp eski eşlerine hakaretler yağdıran "ünlü" tipler...
Film başına 750 bin lira kazanan oyuncular...


20 Eylül 2015 Pazar

O HAYAT BENİM BAŞLAMADAN BİTTİ, KENDİ İPİNİ KENDİ ÇEKTİ

O Hayat Benim az önce çok fena tökezledi. Artık ağzıyla kuş da tutsa, beni (ve benimle aynı fikirde olan izleyiciyi) ekrana çekmesi MÜMKÜN DEĞİL!

Az önce, O Hayat Benim'in yeni sezonunun ilk bölümüne bir bakayım dedim, ama yemin ediyorum izlemeye on dakikadan fazla tahammül edemeyerek televizyonun başından kalktım! Bir dizi bu kadar mı kötü olur, sahneler biribirinden bu kadar mı kopuk kopuk/kesik kesik olur, karakterler bu kadar mı 16. yüzyıl melodramından fırlama derecesinde abartılı olur (özellikle de Hülya Atahan ile Sultan) ve en önemlisi de, yahu bu bölümün senaryosunu yazdıktan sonra direkt çekmişler mi, senaryo bu kadar mı vasat olur, hatta vasat ötesi olur? Yemin ediyorum dayanamadım artık! Benim tahammül eşiğimi geçti bu dizi! Sezon finali fena değildi, yeni sezonun hatrına şu yeni bölüme bir bakayım dedim ama yok, bakılacak, izlenecek gibi değil!  

Mantıksız olaylar, izleyiciyi tatmin etmeyen, hiç inandırıcı gelmeyen saçma sapan konular... "Parasızlıktan" yakınan Efsun'la Sultan'ın, hop, bir anda Mersin'e gitmeleri, Mehmet Emir'in bir saniyede mahkemede aklanması, davanın hemen kapanması, Efsun'un suçlu bulunmasıyla salıverilmesinin bir olması, Hülya'nın bir talimatıyla Gelincik Mahallesi'nin "ateşlere salınması", iyilik timsali Ateş'in meğer kirli bir geçmişinin olması, karısıyla çocuğunun pat diye çıkıp gelmeleri (!), Bahar'ın her şeye rağmen hala hala hala ve hala  sinir bozucu rahatlığı, suskunluğu, hala dizide olmalarına bir anlam veremediğim, arkalarda öyle figüran gibi dolaşan Mücella, Salih ve Güleser...  

Dizinin bugün gazetelerde ve billboard'larda yayımlanan yeni sezon afişi çok hoşuma gitmişti, "Acaba bu sezon neler olacak?" diye düşünmüştüm. Diziye Zerrin Sümer gibi usta bir isim girecekti, acaba bizi nasıl bir karakter bekliyordu diye düşünmüştüm. Hem sonra Efsun sonuçta Efsun'du, belki bizi yine eğlendirirdi. Geçen sezon yaşanan tüm krizlere rağmen bir şans, küçük bir şans daha verilebilirdi. Ama yok, dizi beni bir kez daha yanılttı, bir köy güldürüsüne dönen senaryosu, aralarda boşluklar olan alelace çekilmiş tatminsiz sahneleri ve MANTIK DIŞI kurgusuyla/olaylarıyla/durumlarıyla/replikleriyle, beni kendinden kesin ve SONSUZA DEK soğuttu.

Yok... Yönetmenin, yapımcının, senaristin, oyuncuların ve geri kalan tüm ekibin, bu bölümü yayınlamadan önce izlediklerine inanmak istemiyorum ben...

19 Eylül 2015 Cumartesi

LENS MEVZUSUNA SON NOKTA

Merhaba!

Geçenlerde lens ve gözlük hakkında bir yazı yazmış, size fikir danışmıştım. Gözlüğümü çok sevdiğimden bahsetmiş, ama bazı arkadaşlarımın "gözlerin çok güzel, artık lens takmalısın" demeleri sonucu lense de yeşil ışık yakabileceğimi söylemiştim. Şimdi bir daha düşündüm de, gözlüğün bana yakıştığı konusundaki fikrimin değişmediğini gördüm. Yani evet, lens de süper olacaktır mutlaka, ama gözlük iyi ya. Gözlük benim tarzım. Bir parçam. Lens işleri (sabah tak, akşam çıkar, onunla uyuma, temiz bak, o'sunu taşı, bu'sunu taşı, bla, bla, bla) karşısında üşenebileceğime karar verdim. Hem gözlüğün de insana bir hava kattığı inkar edilemez. Lens takmamı destekleyenlerden daha çok, gözlüklü kalmamı destekleyenler var. En önemlisi benim ne dediğim ve istediğim tabii.

Sonuç: Ben yine gözlükleyim! Ben gözlükle mutluyum! Ha tamam, lens de aklımın bir köşesinde duracak. Ama biraz daha erteliyorum şimdilik. Belki de sonsuza dek. 

Ana yazıdan alakasız mini yazı: Trabzon'da önümüz, arkamız, sağımız, solumuz Arap oldu! Araplar her yerde! Restoranlarda, kafelerde, otellerde, mağazalarda, alış veriş merkezlerinde, ormanlarda, yaylalarda... Evlerini onlara kiraya verenlerse "Evet, para onlarda, ama pislik de onlarda! Geride bıraktıkları çer çöp yüzünden evimizi tanıyamıyoruz!" diyerek yakınıyor. Araplar aynı zamanda Trabzon'un gözde semtlerinden ev, yayla ve ormanlardan da arsa alıyor, turistik yerlerdeki işletmelere ortak oluyorlar.

18 Eylül 2015 Cuma

ARTIK HER YER İSTANBUL OLUYOR!


Büyük, kalabalık ve pis şehirler... Kiminin orada doğduğu, kimininse iş ya da eğitim için gittiği, gidip kaldığı, gidip kalamadığı, kalamadan döndüğü büyük şehirler, duraklarda beş yüz kişiyle birlikte beklenen otobüsler, her gün aynı şeyler...

Ama buna alternatifler de var tabii. Kıyı şeridinde emekli hayatı hayalleri kuranlar ya da büyük şehrin keşmekeşinden kaçıp daha küçük yerlere sığınanlar... "Yaşanılacak yerler" listesi öyle uzun ki aslında (ama buna da başka bir yazıda uzun uzadıya değinmek gerek)...

Eğer Facebook’a bakma ihtiyacı duymadan kimin nerede olduğunu bilmek istiyorsanız, eğer çevrenizdeki herkeste ve her şeyde samimiyet arıyorsanız, eğer çay fincanlarınıza dört elle sarılıp şöyle ağız tadıyla dedikodu yapma taraftarıysanız, eğer keyifli sofralarda şekillenen uzun sohbetlere özeniyorsanız, eğer gittiğiniz kafeye sizden sonra gelen birinin yanına gitmekle oturduğunuz yerde kalıp okuduğunuz derginin arkasından onu gözetlemek arasında seçim yapacaksanız, eğer yükse...k binaların gri gölgesinde değil de insanların yaydığı enerjinin renklerinde takılacaksanız, eğer herkesin (ah, neredeyse herkesin) birbirini tanıdığı ve sevdiği, yine de çeşitli ilişki ağlarının, aşk üçgenlerinin, beşgenlerinin, hırsların, rekabetliklerin, küskünlüklerin, sırların, şok etkisi yaratan olayların, arkadan kuyu kazmaların ve entrikaların eksik olmadığı, ama tüm bunların müthiş tatlılıklarla vuku bulduğu bir yerin hayalini kuruyorsanız ve eğer, kendi hayatınızda iyi bir başrolü hak ettiğinizi düşünüyorsanız, asla büyük şehirde yaşamayın!

Esprili ve aynı zamanda da iddialı ifadeler bunlar, ama bir yandan da doğruluk payı çok olan ifadeler...



Yine bu konuyla bağlantılı olarak, aslında günümüzde her şehrin giderek büyüdüğünden bahsetmek istiyorum. Yani artık her yer İstanbul oluyor! Yani bir üst paragrafta yazdığım cümlelerin yapılabileceği hiçbir yer aslında kalmıyor, kalmayacak...

Örneğin Trabzon...

Çok sevdiğim Trabzon'u her gelişimde biraz daha -kötü anlamda- değişmiş buluyorum. Öyle ki, bir geldiğimde kumsalların yok olduğunu görüyorum, bir başka sefer geldiğimde dalgaların çarptığı kıyılardan artık arabaların geçtiğini görüyorum, bir başkasında da "sahil" yürüyüş yolunun birdenbire denizden metrelerce içeride kaldığını görüyorum... Deniz acımasızca dolduruluyor ve ben her geldiğimde iş makineleri, kamyonlar, toz duman hala mesaide oluyor. Denizi doldurmanın sonu gelmeyecek sanırım; ta ki Trabzon artık bir Karadeniz değil, İç Anadolu şehri haline gelene kadar!

Ama mesela, komşu şehirler olan Giresun ve Ordu için bunları söyleyemeyiz. Hatta Ordu'nun sahiline, kumsalına, upuzun doğal plajlarına ben çok özeniyorum. Ordu'dan geçerken sanki Karadeniz'de değil de Ege'deymiş gibi hissettiğim bile oluyor. Trabzon'daysa yakında deniz diye bir şey kalmayacak, üzülüyorum...

15 Eylül 2015 Salı

YOU ARE THE BEST OF THE BEST!

LENS Mİ? O DA NE!
 
Almanya'da gittiğim gençlik kampıyla ilgili sizlere anlatacağım daha çok şey var. İşin doğrusu, daha hiçbir şey anlatmadığımı bile söyleyebilirim (daha hiçbir şey görmediniz der gibi)! Ama şu anda, kampla ilgili başka bir konuya değinmek istiyorum: Gözlük. Kampla gözlüğün ne alakası var dediğinizi duyar gibiyim, sabırsızlanmayın. Eğer öğrenmek istiyorsanız, yazıyı okumaya devam edin. Bakalım sizler de benim kadar şaşıracak mısınız...
 
 
 
 
 
 
 
 
 
Kamp grubumuzla ilgili fikir edinmediniz adına bu birkaç fotoğrafı koydum. Sizlere, fotoğraflar üstünden Katya'yı tarif edeyim. Katya, çoğu fotoğrafta genellikle benim yanımda duran, Paramparça'daki Hazal'a feci şekilde benzeyen Belaruslu kız. Uzun boylu. "Hoppalaaaa, şimdi bir de Katya çıktı! Yahu gözlükle Katya arasında ne ilişki var?" dediğinizi duyar gibiyim. Sabredin.
 
 
/ Bu arada Katya, Alina Boz'a gerçekten benziyor. E Türk televizyonları da kırık Türkçe'yle konuşan Almanları, Rusları sevdiğine göre, neden Katya'nın da bu topraklarda bir şansı olmasın ki? Hatta eğer Türkiye'ye gelirse, yirmi dört saat içinde bir dizide başrolü kapabileceğinden ben eminim (ne yapalım, bizim sistem de böyle işte, ünlü olmak bu kadar kolay). Bunu Katya'ya söylediğimde, "O zaman ben bunu bir annemle konuşayım" dedi. Ben gözlerinde o parıltıyı, o ışığı, o hevesi gördüm. Zira sonradan "Mert, belki ikimiz birlikte model oluruz, ne dersin?" dedi. / Neyse, dönelim konumuza...
 
 
Ben gözlüğünü çok seven biriyim. Gözlüğü çocukluktan, ilkokuldan beri takıyorum ve bu nedenle de kimliğimin, kişiliğimin, tarzımın bir parçası haline geldiğini düşünüyorum. Kemik çerçeveli gözlüğümü de çok seviyorum ve gördüğünüz gibi gözlüksüz bir fotoğrafım neredeyse hiç yok.
 
Bugüne dek lens takmayı hiç düşünmemiştim.
 
Gözlükten şikayetim yok ki lens takayım!
 
Ben gözlüğümden gayet memnunum. Hatta farklı renklerde de gözlük almayı düşünüyorum...
 
...derken...
 
Kampta bir gün, oturup sohbet ederken Katya (kamptaki herkes gibi onunla da iyi bir dostluk gelişti aramızda, birbirimizi çok sevdik) "Gözlüğünü çıkarsana" dedi ve olanlar oldu! Ben istemememe rağmen Katya gözlüğümü gözümden çekip aldı, büyülenmiş gibi bana bakakaldı. Ben cidden anlamadım neler olup bittiğini. "Bir daha gözlük takmayacaksın. Gözlerin o kadar güzel ki, niye gözlüklerinin arkasına saklıyorsun onları?" deyince anladım meseleyi. "Okulda takıyorsan tak. Ama dışarı çıktığında, günlük hayatta asla takmayacaksın. Bütün kızların senin olacağından emin olabilirsin. Model olmayı hiç düşündün mü?"
 
O bana bunları ve bunlara benzer şeyleri söylemeye devam ediyor ama benim şaşkınlıktan dilim tutulmuş.
 
Hayrete düşmüşüm.
 
Gözlerim cidden bu kadar güzel miydi?
 
Tamam, küçüklükten beri bana "kara kaşlı kara gözlü, gözlerin çok güzel" derler, ama böylesine iddialı iltifatları ilk kez alıyordum.
 
 

"Gözlüğümden memnunum ben Katya," dedim.
 
"Gözlerin çok güzel Mert. Onları hapsetmene izin vermeyeceğim," diye susturdu beni (bir keresinde bir arkadaşım daha aynen böyle demişti ama, pek üstünde durmamıştı Katya kadar). Sonra diğerlerine seslendi. Fotoğraflarda gördüğünüz herkesi başıma topladı, "Mert'in gözlerine bakın!" demeye başladı. Ben gözlüğümü onun elinden almaya çalışıyorum ama o vermiyor. Herkes gözlerime bakıyor. Katya öyle bir atmosfer yaratmış ki, herkes hayran hayran beni izliyor. Sonra birer birer çözülüyor hepsi.
 
"Resmen farklı bir kişi oldun."
 
"Gözlüğü çıkar. Yakışıklı ol."
 
"Muhteşemsin!"
 
"Sanki tanıdığımız Mert değil de başka birisin."
 
Bunlar aynen bana dedikleri. Unutmadım. Nasıl unutabilirim ki?
 
Bir gözlük insanı bu kadar değiştirir mi? Değiştiriyormuş işte. Sen kendin aynaya bakınca da farklı hissedebiliyorsun ama diğer insanlar seni tanıyamama noktasına dek gelebiliyor.
 
İşte arkadaşlarım da gözlüklü ve gözlüksüz hallerimin birbirinden çok farklı olduğunu, gözlüklü de "yakışıklı" göründüğümü ama gözlüksüz "inanılmaz derecede yakışıklı" göründüğümü belirttiler. Hatta kızlardan bazıları gözlüksüz halimle selfie çekilmek istediler ama yok artık dedim, bu kadarına da izin vermedim. Zaten dediğim gibi ben bu zamana dek gözlüksüz pek poz vermemişimdir.
 
İşte durum budur.
 
Ben yıllardır gözlüğümle barışık yaşarken, hatta gözlüğümü çok severken, şimdi "acaba" demeye başladım, lense geçmeyi düşünmeye başladım. Katya yüzünden, bu fikir kafama yerleşti.
 
Hep Katya sardı bu dertleri başıma!
 
Tamam, lens alabilirim ama gözlüğümü seviyordum ben!
 
Ayrıca lensin kullanımı da ilk haftalarda çok zor oluyormuş, zamanla alışıyormuşsun.
 
Bunlar işin bahaneleri tabii.
 
Yabancı arkadaşlarım beni öyle etkilediler ki, sanırım lens alacağım.
 
İltifatlar, söylenen güzel sözcükler insanları etkileyebiliyor. Bunun örneği de bu yazı olsun işte.
 
Kamp boyunca kişiliğimle ilgili de çok güzel iltifatlar aldım. Hatta yine Katya "You are the best of the best. Stay same" yazdı benim günlüğüme (hepimizin birbirine not yazdığı günlükleri vardı, bu fikri de ortaya kamp liderlerimiz atmıştı, iyi ki atmışlar). Herkes güzel şeyler yazdı benim hakkımda, kişiliğim, özelliklerim hakkında. Kamptan sonra aklıma en çok takılansa bu lens işi oldu. Sanırım lense geçeceğim. Peki siz ne diyorsunuz? Kullanımı konusunda ipucu veriyor musunuz? Tavsiye ediyor musunuz?
 
Dahası, beni gözlüksüz hayal edebiliyor musunuz?
 

13 Eylül 2015 Pazar

HOŞ BULMADIK İSTANBUL... HEM DE HİÇ!

Ben Ege'den ayrıldığımda yaz kesin olarak bitmiş demektir. Ve evet, artık ben de (diğeri Eda Taşpınar) yazlıkları kaldırdığıma göre 2015 yazının arkasından da hüzünle bakabiliriz... Takvimden bir mevsim daha kopup suya düştü yine...

Bu yaz, en azından benim kişisel yaz tatilim, bu zamana kadarki en güzel yaz tatillerimden biriydi. Önce yurt dışı ve sonrasında Ege derken gerçekten keyifli anılar biriktirdim. O konuları şöyle ağız tadıyla bir yazacağım, bol fotoğraflar eşliğinde, hiç merak etmeyin.

Ama şimdi dönüş yolculuğundaki birkaç şeyden bahsetmek istiyorum.


---
 
Ege kıyılarından İstanbul'a dönerken uğranması/alınması gereken bazı yerler/şeyler vardır. Çine'de kahvaltı ya da köfte, Kırkağaç'ta kavun, Akhisar'da köfte, Balıkesir yolundaki Saklı Vadi'de "buzzzzzzzzzzzzzzzzzz" gibi karadut/böğürtlen suyu, yine yol üstünde bir yerden ekşili, limonlu sarı zeytin, siyah zeytin, zeytinyağı, zeytinyağından yapılmış sabun gibi mesela.


Susurluk'un bol kaşarlı tostuyla köpüklü ayranı da bu listededir. Hatta bu listenin ilk sırasındadır. Olmalıdır. Bu fotoğraf da yediğim sayısız Susurluk tostundan bir tanesinin fotoğrafı.

Ama...

Dedik ki her yıl tost ye ye bıktık, bu sefer de tostu pas geçip Bursa'da iskender yiyelim! Malum, Susurluk'un tostu meşhursa Bursa'nın da iskenderi meşhur... Kebapçı Yavuz İskenderoğlu da, 150 yıllık geçmişiyle iskender denince yörede en çok tercih edilen isim. Pek çok şubesi var. E bu sefer de soluğu orada aldık.

 
Anlayacağınız iskenderin yerine geldik... Küçük porsiyon iskender ve çok şekerli üzüm şırası gayet iyi gidiyor. Mekan da tarihi, nostaljik. Tabii iskender küçük olduğundan pek doyurmamış, dişin kovuğuna bile gitmemiş ama, olsun.

 
Ve çay içmek için bahçe kısmına çıkıldığında, ben bir de ne göreyim, yukarıda sizin de gördüğünüz gibi, en küçük iskenderin porsiyonu 28 lira! Orta boy iskender 36 lira.
 
Sonuç:
 
Ekmek bulamayan iskender yiyebilir! Kebapçı Yavuz İskenderoğlu'nda iskender 36 lira. Altın tepside de sunulmadı, çok lezzetli de değildi. Sadece "yılların kebapçısı"ydı işte... Her zaman öyle olmaz mı zaten...

Diyerek, bu konuyu kapatalım.


---


 
Yolculuk devam ediyor...

Ve bana "Bu kadar da REZİLLİK olmaz!" dedirten olay vuku buldu!

17.15'te Gebze'de feribottan indik ve normalde 25-30 dakika sürmesi gereken yol 3 SAATTE BİTMEDİ! Saat 20.30'da hala trafik FELÇTİ, hala binlerce araba vardı önümüzde, gerimizde. Biz arabaya bindiğimizde gündüzdü, akşam oldu, muhtemelen gece de olacak derken nihayet başka yola saptık da çıkabildik o trafikten.

O yol niye tıkalıydı, niye öyle trafik vardı, acaba kaza mı vardı, hava mı yağmurluydu diye sormayın... Havada hiçbir şey yoktu, kaza da yoktu... Her zamanki trafik vardı sadece...

Ama...
 
Bu trafik sorunu çözülmediği müddetçe benim ayaklarım İstanbul'(d)a(n) hep geri geri gidiyor... gidecek... gitmeye devam edecek...

Trafik bazen öyle kilit olabiliyor ki, saatler arabanın içinde öyle sıkış tıkış oturarak geçip gidiyor... Yazık oluyor o dakikalara, saatlere... İşte bu yüzden insanlar İstanbul'u terk edip daha küçük şehirlere taşınmaya başladı. İşte bu yüzden insanlar işlerini bırakıp ellerinde olan parayla bisiklete atlayıp dünyayı geziyorlar. Kötü mü yapıyorlar? Hayır, gayet iyi yapıyorlar. İstanbul kalabalığıyla, trafiğiyle, hava kirliliğiyle gün geçtikçe cazibesini daha da kaybediyor. Kimisi her gün aynı rutini devam ettirip işine gitmeye devam ederken, kimisi de isyan edip her şeyi elinin tersiyle itiyor ve hayatını yaşıyor işte.

O zaman şöyle diyebiliriz;

İstanbul: Yüksek binaların gölgesinde yaşamak...

Ve hoş bulmadık İstanbul! Böyle güzel bir tatilin üstüne... Hem de hiç hoş bulmadık!

---

Yarın bizim okul başlıyor. Haftaya bayram olmasına rağmen okul açılıyor, araya bayram girecek... Bazı okullar işte böyle olmasın diye okulları bayramdan sonra açacak ama bizim okul öğrencilerini uğraştırmayı seviyor sanırım.

Ders seçimleri internet üstünden yapılıyor ve seçmeli dersler, kapanın elinde kalıyor. Bizim okulun sistemine göre, önce ders seçimi için randevu alıyorsun. Ben de randevuyu salı gününe alabildim, çünkü pazartesi günününkiler hemen dolmuştu. Ama böyle olunca da seçmeli derslerden istediğini seçemiyorsun. Örneğin, anlaşılan bu okul benim senaryo yazarı olmamı istemiyor. Hangi senaryo dersine baktıysam (hocadan izin aldığım halde) derste yer kalmadığını gördüm. Neden? Çünkü sınıflar üç kişilik de ondan! Senaryonun s'siyle alakası olmayan insanlar o dersi alıyor da ondan! Halbuki kontenjanı az daha çok tutsalar her isteyen her istediği dersi alabilecek! Ama okula inat ben de senaryo yazarı olacağım!!! O derslere de gireceğim!!!

Laf aramızda, benim seçtiğim seçmeliler de hiç fena değil. Hatta daha iyi gibi. Bakalım, yarın göreceğiz. Senaryoyu da öbür dönem almaya çalışırım artık, ne yapalım...

Hepinize yeni dönem için iyi bir başlangıç diliyorum!

2 Eylül 2015 Çarşamba

EYLÜL... YİNE Mİ SEN?

Geçen yıl Eylül'ün ilk günü blog'a şöyle bir yazı yazmıştım. Şimdi o yazıyı aynen paylaşıyorum...

Ne? Eylül mü gelmiş? Dur Eylül yahu mayom daha ıslak benim...

Yani illa şehir hayatına dönmeye zorlayacaksın adamı. Egzoz dumanına boğacaksın içimizi. Trafiğe kilitleyeceksin kalbimizi. Nereye başımızı çevirsek apartman selfie'sine mecbur kılacaksın bizi.

Aman Eylül... Tamam seni seviyoruz dedik ama sen de şımarıp tepemize çıktın. Daha dün Haziran'dı, ne zaman geldi senin sıran!

Bu sıcak coğrafyayı bırakıp üst katlara çıkasım hiç yok benim. Yok cidden. Ayağımı sudan kumdan çekesim de yok, bisikletimi bırakasım da. Asansörlü hayata geçmek istemiyorum!

Her şeyin "şube"sini açıyorlar da, şehir hayatının niye şubesi olmasın? Kafelerin, restoranların, mağazaların her yerde şubesi var! Hatta bazı popüler kafeler yazlık yerlerde yeni konseptlere bürünüp şube açıyorlar. Keşke okullarımızın, evlerimizin, iş yerlerimizin de şubeleri olsa yazlık yerlerde. Çok ciddiyim. Şöyle küçük birer kopyaları olsa, hem orada hem burada olsak fena mı olurdu sanki? Olmazdı tabii.

Ama bazı insanların şubesi olmasın. O ikiyüzlü, yalancı, çıkarcı ve maskeli insanlar şehirde kalsın. Bari yazın birkaç hafta görmeyelim suratlarını, değil mi ama Eylül?

Ah Eylül... Sevgi nefret ikilemine sokarsın adamı sen... Yine de güzelsindir ama... Severim seni... Babanı da severdim...

İşte... Aynen bunları yazmıştım bir yıl önce... Facebook'taki tarihte bugün köşesi sağ olsun, hatırlattı... Duygularım, düşüncelerim yine aynı... Yine yazsam böyle bir şey yazarım...

Dün Hisarönü/Altınkum'daydım. Sonbaharı orada karşıladım. Harika fotoğraflar çektim, paylaşacağım. Facebook'uma bakıyorsanız daha erken görürsünüz, blog'a biraz daha geç düşüyor. Hisarönü'nün denizi sabah 10'a kadar dümdüz, berrak, muazzam. Sıcacıktı su. 10'dan sonra ise her nedense dalgalanıyor. Orası hep öyle. Öğleden sonra hep dalgalı, Karadeniz gibi. Hiç Akdeniz demezsiniz yani. Suyun yüzeyindeki ısıran balıklar, taşlar... Hisarönü, belki de Marmaris'teki en güzel koylardan biri. Yazacağım işte.

SİNEMADA İKİ FİLM

Son günlerde sinemada iki filme gittim. İlki, The Substance. Yani Cevher. Bence mutlaka görülmesi gereken, ama son derece rahatsız edici bir...