30 Ekim 2017 Pazartesi

İSTANBUL, BENİ NEDEN YORUYORSUN?

Biliyorsunuz, geçen dönem İsveç'teydim ve yaşadıklarımı günü gününe blog'umdan, instagram'dan sizlerle paylaşmıştım. Benim gibi İsveç günlerime geri dönmek isteyenler şuraya. Evet, daha şimdiden çok özledim!

 

Fotoğraf İsveç'ten, Lund'dan. İşte İsveç'te böyle güzel, yeşil, parklı bir ortamda yaşıyordum. Benim için o kadar yoğun bir hafta başladı ki, hiç değilse şu fotoğrafa bakıp bakıp rahatlayayım... İsveç'e veda yazımda şöyle yazmıştım: "Her şeyden önce şunu söylemeliyim ki, buraya gelirken 'Orası İsveç, illa hasta olurum' diye bavulumu bir sürü ilaçla doldurmuştum, ama ne oldu biliyor musunuz? Bir tanesini bile kullanmadım. Çünkü 5 ay boyunca tek bir kere bile hasta olmadım. Evet, inanması güç: Dünyanın belki en soğuk ülkesine geldim, göllerin nehirlerin aylarca buz tuttuğunu gördüm ama bir nezle bile olmadan dönüyorum. Bunu da son ana kadar söylemedim ki belki hasta olurum diye ama artık geri dönüş günüm geldi çattı o yüzden şimdi rahatlıkla söylüyorum! Demek ki neymiş, hasta olmak soğuk havayla alakalı değilmiş. Bizi yaşadığımız şehirlerin stresi, binaları, gökdelenleri, AVM'leri hasta ediyormuş. Oysa İsveç'te hayat parklarda, ağaçlar arasında, yeşillikler içinde, güler yüzle geçiyor. İnsanlar sokakta birbirlerini selamlıyor. Hasta da olmuyorlar."

Ama şimdi İstanbul'un trafiğine, grisine, binalarına, havasızlığına, kalabalık ortamlarına, AVM'lerine geri döndüm. İnsanlar sinirli, yüzler asık, her yer çok kalabalık. Ve mevsim geçişiyle birlikte boğazımda hafiften bir ağrı. Hasta olacağımı anladığım an ben:

Ihlamur. Ayrıca hasta olmasam da çok severim. 

Ayrıca İsveç, Malmö'de her yere bisikletle gidiyordum ama İstanbul'da pis ve sıkışık otobüslere mecburuz... AVM'ler, otobüsler... Sürekli kapalı ortamlarda, gri binaların arasındayız ve bu nedenle de daha çok hasta oluyoruz.


Hızlı market alışverişim...

Cafe Nero'da aslında evde benim çok daha güzel hazırlayabileceğim bir şeye 8.75 TL vermek... 

Beşiktaş'ta Taraça Kafe diye bir yerden... 

İstanbul'un kalabalığı, trafiği, gürültüsü bir yana, şehirde bahsedilecek güzel şeyler de yok değil! Bienal, Tasarım Tomtom Sokakta gibi etkinlikler yakın zamanda gittiklerimden... Ayrıca hem devlet tiyatrolarında hem de özel tiyatrolarda çok güzel yeni oyunlar var. Katalogları aldım, en kısa zamanda gitmek istiyorum!

Birkaç şarkı tavsiyesi: 

Feist-My Moon My Man
Hande Yener-Kim Bilebilir Aşkı 
Ane Brun-Black Notebook
Blossom Dearie-Tea for Two 

Beni sosyal medyadan takip etmeyi de unutmayın: 

22 Ekim 2017 Pazar

MÜREKKEP KOKUNU İÇİME ÇEKTİM - 5. BÖLÜM

İlk 4 bölümü okumak için tıklayın!



Bölüm şarkısı: Blossom Dearie - Tea for Two 
...and two for tea. 
VE BİRLİKTE MOTOSİKLETE bindiler. Tek bir tane olduğu için Atlas normalde kendi taktığı kaskı Irmak'a verdi ve onun için özellikle yavaş sürdü –bunu söylememişti elbette ama Irmak anlamıştı; geçen gün Uzay'la birlikte onu takip ediyorlarken çok daha hızlı sürüyordu Atlas. Kaskı başına takar takmaz Irmak kendini bir anda Atlas'a ait kokularla hapsolmuş gibi hissetti ve bu çok, çok hoşuna gitti. O kesif olmaktan çok, tatlı bir kokusu olan mürekkep, vanilyalı çörek, eskimiş kitap, gül reçeli, belli belirsiz bir sigara kokusu ve şimdi bir de odunsu bir erkek parfümü kokusu karışıp çok hoş bir esans yaratmış, Irmak'ın burnunun dibinde salınıyorlardı. Atlas'ın motoruna bindiği o birkaç saniye onu alıp adeta bambaşka diyarlara götürdü. Ama park geride kalınca, o küçük, bakımsız parktaki son ağacın son dalındaki son yaprak da gözden kaybolunca, Irmak birden, ne kadar ciddi bir şeyin içinde olduğunu anladı. Kontrol Atlas Siyah'taydı ve o nereye gittiklerini bilmiyordu. Bir saat önce okulda, Aslı onunla konuşmadığı için mutsuz, ama sıradan hayatının içinde güvendeydi. Şimdiyse ellerini çok çekici bir çocuğun beline dolamış (aslında bunu itiraf etmesi gerekiyordu: onu gördüğü ilk günden beri bunu yapmayı istiyordu, bir şekilde ona temas etmeyi, değmeyi ve sonunda başarmıştı), bir motosikletin üstünde bilinmezliğe gidiyordu.
Nihayet bir apartmanın önünde durduklarında, Irmak sanki daha çok bir çemberin etrafında dönüp durmuşlar gibi hissetti. Aslında parktan ve yurdundan çok da uzaklaşmış sayılmazdılar. Sanki Atlas yolu kasten uzatmış gibiydi. Belki de Irmak'ın elleri onun belinde olduğu için, bunun daha uzun sürmesini istemişti. Saçmaladığını düşündü Irmak. O Atlas'tan hoşlanıyordu ama Atlas'ın da ondan etkilendiğine dair en ufak bir işaret yoktu. Gerçi, parktaki ilk karşılaşmalarında aralarında kesinlikle bir çekim yaşanmıştı, bu inkar edilemezdi.
Irmak kaskı çıkarıp Atlas'a verdi. Motosikletten inerken, "Nereye geldik?" diye sordu.
"Burası benim evim," dedi Atlas, apartmanın kapısına doğru yürürlerken.
Yooo, orada dur bakalım. İsterse dünyanın en yakışıklı Amerikan aktörleri gibi görünsün, Irmak'ın iki hafta öncesine dek hayatında olmayan birinin evine girmeye hiç mi hiç niyeti yoktu. Zaten bu yüzden onunla hep kamusal alanda (mesela hep aynı parkta) buluşmaya dikkat ediyordu. Ama burası eli yüzü düzgün bir semte benziyordu, o nedenle şimdilik sesini çıkarmadı ve Atlas'ın peşinden apartmana girdi. Eski ama bakımlı bir apartmandı. Birlikte asansöre bindiler ve en üst kata çıktılar. Asansör katları öyle yavaş çıkmıştı ki, indiklerinde aradan sanki yarım yıl geçmiş gibiydi. Atlas koridorun sonundaki dairenin kapısına doğru yürüdü ve Irmak yine onu izledi. Ama Atlas anahtarı almak için elini cebine attığında daha fazla dayanamadı:
"Atlas dur! Daha seni tanımıyorum. Sen de beni," dedi, onu da bu fikirden caydırmak için. Onu korkutmaya mı çalışmıştı? Ah, bu çok gülünçtü.
Ama Atlas sahiden de durdu ve ona döndü. "Irmak. Benimle ilgili gerçekleri bilmek istiyor musun? Atlas Siyah'ın gerçekte kim olduğunu, nasıl biri olduğunu öğrenmek istiyor musun?"
Irmak içinden, Çok, çok, istiyorum, diye geçiriyordu. Atlas masum biri, Atlas masum biri. O bebek yüzlü bir seri katil değil. Olamaz. Bunun imkanı yok. Ama... Atlas güvenilir biri olsa bile, bu Cem'i basbayağı kandırdığı gerçeğini değiştirmiyordu. Aldatmak denir miydi buna? Atlas'la fiziksel olarak henüz hiçbir şey yaşamamıştı ama ondan hoşlanmaya başlamıştı. Evet, bu aldatmaktı. Of... ne olmuştu da şu son iki hafta içinde iyi kızken kötü kıza dönüşmüştü? Cem'e bunları nasıl açıklayacaktı? Ya da, açıklayacak mıydı?
"İstiyorum ama bu bana biraz tuhaf geliyor," dedi sonunda.
"Rahatlar mısın biraz? İçeride seni yemeyeceğim, anlaştık mı? Hem alt katta bir polis oturuyor, belki bunu bilmek seni biraz rahatlatır?"
Ve bu Irmak'ı sahiden de biraz rahatlattı. Ah, ne saçmaydı, Atlas ona düpedüz yalan söylüyor da olabilirdi ama Irmak çocuksu bir masumiyetle ona inanmak istiyordu. "Tamam. Hadi aç artık şu kapıyı da burada dikilip durmayalım." Sırt çantasındaki kalem kutusunda sivri uçlu bir pilot kalem vardı. Eğer işler sarpa saracak olursa, kendini onunla koruyabilirdi.
Böylece Atlas anahtarı deliğe soktu ve kapı geri geri açılmaya başladı. O anda kendini tüyler ürpertici karanlık bir odada, ellerinden kelepçeyle bağlanmış bir halde hayal etti ırmak. Ah, bu yaptığı resmen delilikti! Atlas'ı tanımıyordu bile ve onun kızları kandırıp evine kapatan bir deli olma ihtimali hala ağır basıyordu. Üstüne üstlük Atlas ona kitabını okuduğu, çöpe at demesine rağmen çöpe atmadığı, onu depoya kadar takip ettiği ve hakkındaki gerçekleri öğrenmeye adım adım yaklaştığı için öfkeli de olabilirdi. Evet, onu kesinlikle karanlık bir odaya kilitleyecekti. Irmak düşündü. Orada olduğunu kim biliyordu? Hiç kimse. Çünkü bunu söyleyebileceği tek bir yakın arkadaşı bile yoktu. Onu umursayan hiç kimse yoktu. Orada olduğu kimsenin aklına gelmezdi. Cansız bedeni herhalde üç beş hafta sonra bir çöp konteynırında bulunurdu.
Hayır! Bunları kafamdan atmalıyım.
Atlas o ıhlamur renkli gözleriyle ona bakıp "Lütfen," dedi. Irmak o an Atlas'ın kapıyı açıp çoktan içeri girdiğini, kendisininse kapının dışında kaldığını fark etti. "Beni tanıman için bana bir şans ver."
İşte bu gerçekten ilk kez oluyordu. Yani daha önce onu tanımak için hep Irmak bir şeyler yapmıştı ama ilk kez Atlas onun kendisini tanımasını istiyordu. Bunu gerçekten istiyordu. Atlas, Irmak'tan hoşlanıyor olabilirdi ve belki de, ilişkilerinin başlaması o gün, Irmak'ın o kapıdan içeri adım atmasına bağlıydı.
Ve Irmak her ne pahasına olursa olsun, o adımı attı.

***
Atlas yolu gösterdi, Irmak arkasından gitti. Yazarın evi, modern döşenmiş bir çatı katıydı. Ağırlıklı olarak siyah, füme ve vizon renklerinden oluşan bir odaya girdiler. Duvarlardan birinde tavana kadar yükselen büyük bir kitaplık vardı. Raflarda dağınık duran kitapların, süs olsun diye alınmadıkları her hallerinden belliydi. Irmak, kütüphaneye bakarak Atlas'ın yalnızca iyi bir yazar değil, iyi bir okur olduğunu da anladı. Kütüphanenin hemen önünde, meşeden yapılmış koyu renkli bir yazı masası vardı ve onun önünde de iki tekli koltukla bir sehpa vardı. Gökdelen manzaralı büyük pencere, ışık açmaya gerek duyulmayacak bir şekilde odayı aydınlatmaya yetiyordu. Irmak'ın yurt odası da aynı manzaraya bakıyordu, ama daha yakından. Aynı gökdelenler, aynı ışıklı asansörler. Demek her gece Atlas'la aynı ışıklara bakıyor, her sabah onunla aynı manzaraya uyanıyordu.
"Burası... harika," dedi Irmak. İki sütun arasına asılmış bir hamağın yanında duruyordu şimdi. İç mekanda bir hamak olması fikri dahiceydi. Atlas'a, onun evinden etkilendiğini göstermeyi pek istemezdi aslında, ama bunu kendine saklayabilmesi mümkün değildi. Ev tek kelimeyle bir tasarım harikasıydı. Atlas'ın bu kadar zevkli biri olabileceği Irmak'ın aklının ucundan bile geçmezdi.
Atlas gülümsedi. "Bak gördün mü? Beğeneceğini biliyordum."
Yazı masasına eğilen Irmak incelemeye başladı. Üst üste koyulmuş kağıtlar, ortada duran daktilo, dizüstü bilgisayar, kalemler, gözlük... ve çerçevede siyah saçlı, gülen bir kız fotoğrafı vardı. Atlas kitapta öyle güzel tasvir etmişti ki, Irmak, onun Pelin olduğunu hemen anladı.
"Kahve?"
Irmak bir anda irkilerek ona döndü. Atlas, mutfak tezgahının arkasından sesleniyordu. Odanın bir tarafında açık plan bir mutfak olduğunu o zaman fark etti Irmak. "Aslında... çay varsa, çayı tercih ederim."
"Ah, buna sevindim. Açıkçası hiç kahvem yoktu. Pek sık içmem de."
"Ya öyle mi, ben de çayı daha çok severim," dedi Irmak ve mutfağa doğru ilerledi. Atlas tezgahın başında durmuş, içinde yapraklar ve çay tozları olan birkaç cam kavanozu açıp kokluyordu. Irmak onun su kaynatıp poşet çay yapacağını düşünmüştü ama Atlas çay konusunda neredeyse bir gurme gibi görünüyordu.
"Sen baya çaycısın galiba," dedi Irmak gülümseyerek.
"Evet, çaya oldukça meraklıyımdır. Zaten eğer yazıyorsan, sana eşlik etmesi için çay ya da kahveyi, ki benim durumumda kesinlikle çay, sevmen gerekir. Çünkü yazmak yalnızlık gerektirir ama hiç konuşmayıp sürekli yanında bulunan bir arkadaşa itirazın olmaz." Çay kavanozlarına bakıp gülümsedi. "Hangisini istersin? Beyaz? Siyah? Yeşil? Ya da istediklerini karıştırabiliriz?
"Hmm, bilmem. Sen seç."
"O zaman, siyah."
"Tamam, siyah."
Böylece Atlas çayı hazırlamaya başladı ve Irmak yanında, tezgahın başında sessizce dikilip onu izledi. Bir yerlerden her an bir kedinin çıkmasını bekliyordu, neyse ki bu gerçekleşmedi. Doğrusu o an zaten çok gergindi ve isteyeceği son şey gölgelerin arasından çıkan bir kedinin üstüne doğru fırlamasıydı.
Su kaynarken Atlas da Irmak gibi beklemeye başladı. Ona bakıp "şimdi hazır olur" dercesine gülümsedi. Irmak da tebessüm etti. Atlas'ın dudakları, gözleri öyle güzel ve ona o kadar yakındı ki, dokunmamak için kendini zor tutuyordu.

"Pelin’le tanıştın sanırım," dedi Atlas, hazır olan çayı, rafın birinden çıkardığı iki porselen fincana dökerken.

Irmak, ne söylemek istediğini önce anlamadı. “Şey, evet,” dedi sonra, onun çerçevedeki fotoğrafa bakmasını kastettiğini anlayınca.

Atlas iç çekti. “Necati’nin umurunda bile değil, biliyor musun?” Çayları bir tepsiye dizip, yanlarına da iki bisküvi paketi yerleştirdi.

“Ne?”

Yazı masasının önündeki tekli koltuklara geçip karşılıklı oturdular. Atlas tepsiyi aralarındaki sehpaya koydu. “Yani onun... artık hayatta olmaması,” dedi sonra.

Irmak ne söylemesi gerektiğini bilmiyordu. Onun cevap vermeyişinden kaynaklanan bir sessizlik oldu. Sessizce çaylarını içerlerken Irmak mutfağı inceledi. Raflardaki çay fincanlarından çekmece kulplarına varıncaya kadar her detay harika görünüyordu. Dekoratif anlamdaki bu kusursuzluğu bozan tek şey, duvardaki küçük bir is lekesiydi. Atlas yanlışlıkla bir şey yakmış olmalı, diye düşündü Irmak. Ama ne olduğunu soracak vakti bulamadı.

“Ormana geldin, Necati’yi gördün,” diyerek sessizliği bozan Atlas oldu. “Ve şimdi evime geldin, Pelin’i de gördün. Artık bana inanıyor musun? Kitapta yazdıklarımın uydurma şeyler olmadığına?”
“Atlas, ben sana inanmadığımı hiç söylemedim ki,” dedi Irmak. “Ama tam olarak her şeyi bilmediğim için kafamda bazı boşluklar var.”

“O boşluklar zamanla dolar, Irmak. Her şeyi bir anda anlatmamı bekleme benden.”

Boşluklar zamanla dolar, diye içinden tekrarladı Irmak.
"Necati'nin yasa dışı birtakım işleri var. Getir götür işlerinde beni kullanıyor. Bu pisliğe bulaştım bir kere. Ve şimdi kurtulamıyorum."
Irmak'ın nefesi kesilmişti. Necati'yi gözünün önüne getirdi. Keşke o kulübeye hiç gitmemiş, onunla hiç tanışmamış olsaydı.
"Ama eğer onunla işbirliği içinde olmaya devam edersem… Hiçbir şey olmayacağına dair bana söz verdi."
Bu kulağa çok saçma geliyordu. Atlas çok olmasa da kuvvetli bir çocuktu. Gerçi Necati de iri yarı ve oldukça yapılıydı. Ama yine de eğer Atlas istese onun üstesinden gelebilirdi.

"Atlas! Sen güçlü bir çocuksun. Yani her anlamda." Bunu söylerken gözü ister istemez onun vücuduna kaymıştı. Bakışlarını utanarak kaçırdı. “Necati senin için gerçekten bu kadar büyük bir problem mi? Sen onu alt edebilirsin! Polise git ve şikayetçi ol.”
Atlas gülümsedi. Acı, hüzünlü, eli kolu bağlı birinin gülümseyişiydi bu. "Irmak, anlamıyorsun... Yapamam. Bizim birbirimizde bazı sırlarımız var. Necati'nin benimle ilgili bildiği bir şeyler var. Eğer konuşursam, ben zararlı çıkarım. Zaten o da bunu bildiği için beni istediği gibi kullanabiliyor. Ona karşı gelemeyeceğimi biliyor. O ne derse yapmaya mecburum ben."
O an Irmak'ın kafasına sorular üşüştü. Necati'de, Atlas'ın elini kolunu bağlayan ne gibi bir şey olabilirdi ki? Yani, tamam, Atlas onun kız kardeşinin ölümüne sebep olmuştu ama sorun yalnızca bu değil gibi hissediyordu Irmak. Başka bir şeyler daha varmış gibi. Onunla karşılıklı oturmuş çay içiyordu ve bundan aldığı cesaretle sordu.
"Ne o Atlas? Sürekli bilmece gibi konuşuyorsun."
"Zamanla, Irmak... Dediğim gibi, hemen söylememi bekleme benden. Ama bir daha beni izlemek, gittiğim yerlere kadar takip etmek yok, anlaştık mı? Ben... Benim yüzümden tehlikeye girmeni istemiyorum."
Bunu duymak, belli etmek istemese de paniklemişti Irmak’ı. “Atlas, sırf senin yanında olduğum için tehlikede miyim?” diye sordu.

“Ah, hayır,” dedi Atlas, son derece içten bir gülümsemeyle ve birdenbire toparlanarak. “Bir fincan daha?” diye sordu.

O çay doldurmaya giderken, Irmak da ayağa kalkıp kitaplığı incelemeye başladı. Atlas’ın kitaplığında çeşitli türlerde kitaplar vardı: çizgi romanlar, polisiyeler, dedektif romanları, şiir kitapları, bilim kurgular, klasikler, hatta eski, kalın ansiklopediler bile. Sanki evde aslında kitaplar yaşıyordu da, o ikisi onlara misafirliğe gelmiş gibi hissetti.

"İlgini çeken bir kitap varsa ödünç verebilirim," dedi, elinde çay tepsisiyle geri dönen Atlas. "Kitaplarıma iyi davranırsan onları seninle paylaşabilirim."

Eğer kitaplarına iyi davranırsam onları benimle paylaşabilir... “Teşekkür ederim,” diye yanıt verdi Irmak. “Sanırım lisedeki zevklerimden hala kurtulamadım. Demek istediğim, hala sıkıcı aşk öyküleri okumaktan hoşlanıyorum.” Aslında bu çok da doğru sayılmazdı. Ama kendini çantasına Atlas’tan ödünç aldığı bir kitabı koyarken hayal edemiyordu. Yine de geçmişten değil, şu an’dan bahsettikleri bu sohbet onu biraz daha rahatlatmış ve ortamı yumuşatmış gibiydi.
Tekrar koltuklara geri döndüler. Atlas bir sigara yaktı ve dahası, “İster misin?” diye ona da uzattı. Bu Irmak’ı gerdi, çünkü ona “Sigara içsem rahatsız olur musun?” diye bile sormamıştı Atlas. Kapalı bir ortamda karşılıklı oturduğu birinin sigara içmesinden hiç hoşlanmazdı, ama Atlas izin almıyor ya da fikrini sormuyordu ki. Bunu ona hiç yakıştıramadı Irmak. Herhalde herkeste, en mükemmel olan insanlarda bile bir kusur vardı sahiden de. Şey, yani iki kusur. Cinayet ve sigara. Sanırım buna göz yumabilirim.
"Yok içmem. Ama sen iç," dedi Irmak ama bu son söylediği çok gereksizdi. Kapalı bir ortamda karşılıklı oturduğu birinin sigara içmesini istemiyordu ama Atlas ona fikrini sormuyordu ki. Sonuçta burası onun eviydi. Ama bu koku Irmak'ı tıkıyordu. Yurtta bile insanlar kapalı kapılarının arkasında içtiklerinde, Irmak kokuyu hemen alır ve çok rahatsız olurdu. Zaten daha girdiği ilk andan itibaren evden belli belirsiz bir sigara kokusu almıştı, kaskta da bu kokuyu duymuştu, şimdi sebebi açığa çıkmıştı işte. Neyse ki evdeki mürekkep, çay, eski kitap ve vanilyalı çörek kokusu daha baskındı.
Atlas kendine bir sigara alıp çakmakla yaktı. Derin bir nefes çekti ve sonra dumanı havaya üfledi ama duman doğruca Irmak'ın tarafına gitti.
"Ah, özür dilerim," dedi Atlas ve gidip camı açtı. "Demin bana iyi bir okur olduğunu söyledin, değil mi? Ama bence içinde aynı zamanda iyi bir yazar da gizli senin. Deneyip görmek ister misin?"
O an belli ki Atlas söylediklerinin Irmak'ı etkilemesini bekliyordu ama Irmak hala şu sigaraya takılıp kalmıştı. "Olur," dedi. "Ne bu, bir tür oyun mu oynayacağız?"
"Evet, öyle de denebilir," dedi Atlas ve gidip yazı masasından iki kağıt, iki de kalem getirdi ve bacak bacak üstüne attı. O an, bir elinde sigara, bir elinde kağıt-kalem tutarken, sert bir öğretmen gibi göründü Irmak'ın gözüne. Irmak sanki müdürün odasında cezaya kalmış gibi hissetmeye başlamıştı. Ve aklı birden tekrar Cem'e kaydı. Cem'e buraya geldiğinden asla, asla bahsedemezdi.
"Şimdi, sana bazı kelimeler vereceğim. Ve kendime de tabii. Bu kelimeleri kullanarak anlamlı bir öykü yazmaya çalışacağız."
"Bir dakika. Sen kelimeleri zaten biliyorsun, o yüzden beni yeneceksin."
"Hayır, yemin ederim kelimeleri şu an uyduracağım."
"Peki, öyle olsun bakalım."
“Söylüyorum,” dedi Atlas ve hiç duraksamadan saymaya başladı: “Araba, bıçak, kar, gül, oyun parkı, karanlık. Beş dakikamız var.”
"Ah, sen beni tabii ki geçeceksin!" dedi Irmak gülerek. "Sen kitabı çıkmış bir yazarsın sonuçta!"
"O işler hiç belli olmaz," dedi Atlas, yüzünde gizli bir imayla.
Beş dakika boyunca ikisi de çıt bile çıkarmadan, kendi koltuklarına gömülerek yazdılar. Sonra "Bitirdin mi?" diye sordu Atlas ve "Evet, sanırım," dedi Irmak kararsız bir şekilde. Atlas elini uzatınca, ona yazdığı kağıdı verdi:
"O sabah bir cinayetle sonuçlanacaktı ama bunu kimse bilmiyordu. Aslında, her şey çok sıradan başlamıştı. Ali öğleden sonra anneannesi Ayşe ile oyun parkına gitti. Orada sandviç yedi ve o sırada, gül koklayan bir kadın gördü. Sonra anneannesine bir arkadaşıyla buluşacağını söyledi ve anneannesi de 'tamam ama yarım saate eve gel' dedi. Ali böylece kadını izlemeye başladı. Sonra fark etti ki bu kadın aslında parkta birini bekliyor. Sonra bir adam geldi ve kadın onunla gitti. Ali ne olduğunu çok merak etti ve onların peşine takıldı. Kadın ve adam bir tiyatroya girdiler. İçerisi çok karanlıktı. Kimse yoktu. Sahneye çıktılar ve kadın adama bir bıçak uzatıp 'beni öldür' dedi. Ve adam kadını bıçakla öldürdü. O ana kadar sessizce karanlıkta saklanan Ali bir anda çığlık attı ve kaçmaya başladı. Dışarıda kar yağmaya başlamıştı. Ali yoldan geçen bir arabayı durdurdu ve bindi. Adamdan kurtulmuştu."
"Nasıl buldun?" diye sordu Irmak çekinerek. "Verdiğin tüm kelimeleri kullanmaya çalışınca böyle bir şey oldu işte."
Atlas onun yüzüne baktı, yüzünde bir ışık vardı. "Bundan etkilendim doğrusunu istersen," dedi. Son derece ciddiydi.
"Benimle dalga mı geçiyorsun?"
"Hayır. Kurgun hiç fena olmamış. Sadece kelimeler ve cümle yapıları üzerine biraz daha düşünmen gerekiyor. Aslında bunu iyi bir öyküye bile dönüştürebilirsin."
"Sahi mi?"
"Evet, bence sende yetenek var," dedi, hala kağıdı inceleyen Atlas. Sigarasını bitirip küllükte söndürdü.
"Sen ne yazdın peki?"
"Ben yazmadım," dedi Atlas, son derece rahat bir tavırla. Koltukta arkasına yaslanıp tekrar bacak bacak üstüne attı. Irmak'ın kağıdını aralarındaki sehpanın üzerine bıraktı. Kendi kağıdı hala elinde duruyordu.
"Ne? Burada bir oyun oynadık. Beni uğraştırdın ama sen hiçbir şey yazmadın mı?" Irmak bunu fazla ciddiye alıp sinirlenmiş gibiydi.
"Aynen öyle," dedi Atlas.
"Ama elini oynatıyordun?" dedi anlamaya çalışan Irmak. "Kalemi salladın? Kağıda bir şeyler yazdın, gördüm!"
Kağıdı Atlas'ın elinden çekip aldı ve Atlas'ın kara kalemle onun resmini çizmiş olduğunu gördü. "Bu... beni mi çizdin?"
"Evet," dedi Atlas.
Irmak bir an duraksadı. "Atlas. Ne yapmaya çalışıyorsun?"
Atlas ona bir şey düşünüyormuş gibi uzun uzun baktı, ama hiç konuşmadı. Birbirlerine doğru eğildiler. Irmak o an çok yakınlaştıklarını düşündü. Atlas'ın onu öpeceğini sanıp gözlerini kapattı. Ama böyle bir şey olmadı ve gözlerini hemen açtı.
***
Tekrar sokağa çıktıklarında hava çoktan kararmıştı ve yağmur yağıyordu. Sokak lambalarının aydınlattığı ıslak caddelerde birkaç evsiz dışında pek kimse yoktu. Hiç konuşmadan dakikalarca yürüdüler, apartmanları geçtiler. Atlas, şemsiyesini ikisinin de altında kalmasını sağlayacak şekilde tutuyordu. Irmak’ı yurduna bırakmayı teklif etmişti. Mesafe gerçekten kısaydı ve bu yüzden motosiklete binmediler. Ayrıca Irmak bunun birlikte geçirdikleri sürenin daha da uzamasını sağlayacağının farkındaydı.
Yurdun sokağı karanlıktı ve bir yerlerde bir kedi bir çöp poşetini yırtmış, yemek artıklarını etrafa saçmakla meşguldü. Yurdun ana giriş kapısının önüne geldiklerinde durdular.
"Irmak," dedi Atlas. "Biliyorsun değil mi, biz bugün birbirimize karşı ilk adımı atmış olduk."
Irmak şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı. Bu çok heyecan vericiydi çünkü Atlas ilk kez bu kadar açık konuşuyordu. İşte, Atlas da ondan hoşlandığını itiraf ediyordu.
"Yine buluşuruz, tamam mı?"
Irmak şok içindeydi o yüzden rahat konuşabileceğini sanmıyordu. "Haberleşiriz," dedi gergince gülümseyerek. Birbirlerinin telefon numaralarını almışlardı.
"Evet, ama bu sefer mail'le değil. Mesajla."
Ona o günkü her şey için teşekkür etmesi gerekirken aksi küçük bir kız çocuğu gibi, "Tamam işte, her neyse," dedi Irmak. Konuşmayı unutmuştu adeta. Aklında hala Atlas'ın az önce söylediği, birbirlerine adım atmakla ilgili olan o söz yankılanıyor ve kalbi çarpıyordu.
"Irmak... Resmini çizdim çünkü seninle mail'leşirken fotoğrafın çıkmıyordu. Ama artık telefon numaran bende var ve istediğinde fotoğrafını görebileceğim. Yani şimdi iki kat kazançlıyım."
Irmak gülümsedi. Atlas'ın bu söylediği çok hoşuna gitmişti. Onun söylediği her şey çok hoşuna gidiyordu. Atlas romantik ve melankolik bir prensti. Üstelik çok güzel kokuyordu. Ve bir şey oldu. Atlas elini uzatıp o yumuşacık, pürüzsüz parmaklarıyla Irmak'ın yanağını okşadı. Tuvaline uzanan bir ressam gibi, narin ve dikkatli. Bu büyülü an yalnızca birkaç saniye sürdü, sonra elini geri çekti. Öpüşmediler belki, ama Irmak bunun onunla eşdeğer, hatta belki çok daha güzel bir şey olduğunu düşündü.
Odasına çıkıp yatağın içine girdiğinde kendini hem çok iyi hem de çok kötü bir şey yapmış gibi hissediyordu. Çok iyiydi, çünkü Atlas'la birlikte zaman geçirmek, onu biraz daha yakından tanıma fırsatı bulmak ve nihayet yakınlaşmak onu mutlu etmişti. Alt tarafı onun evine gitmiş ve ikram edilen çayı içmişti. Sonra bir de oyun oynamışlardı. Hepsi bu. Ama aynı zamanda kötüydü, çünkü bir yabancının evine gitmişti ve onun çayını içmişti. Ayrıca oynadıkları oyun aslında tam bir palavraydı, hatta belki Atlas'ın onun resmini çizmek için o an uydurduğu bir şeydi. Şimdi, geçmişte kız arkadaşının ölümüne sebep olmuş bir yabancının elinde karakalem resmi, telefon numarası ve kaldığı öğrenci yurdunun adresi vardı.
Bu nasıl bir ironiyse, o tam bunları düşündüğü sırada, Cem mesaj attı ve Irmak kendini bir anda vicdani bir hesaplaşmanın eşiğinde buldu. "Ne var ne yok?" diye soruyordu üniversitedeki asistan sevgilisi. Cem, çok belli ki, Irmak'ın ona "Bugün okulda hiç görüşemedik", "Seni çok özledim", "Yarın sana geleyim" gibi bir şeyler söylemesini bekliyordu. Bu zamana dek hep konuştukları türden şeyler yani. Ama Irmak'ın elinde çok melankolik bir çocuğun çatı katındaki evi, onunla orada öpüşme hayalleri ve Cem'i düpedüz aldattığı gerçeği vardı.
***
Sonraki gün Irmak dersten çıktıktan sonra bahçedeki bir banka oturdu. Aslı o gün derslere gelmemişti ve böylesi belki de daha iyi olmuştu, çünkü Irmak kendini ilk kez "Acaba Aslı bana bakıyor mu?"dan çok dersi dinlemeye odaklayabilmişti. Bir an, herkes gibi okuldaki pahalı-havalı kahveciden kahve almayı ve orada tanıdık gördüğü simalardan biriyle laflamayı düşündü. Ama sonra vazgeçti. O tip insanlardan olmak istemiyordu. Cem onun bu yönünü hep çok takdir ettiğini, hatta onun biraz da bu cool duruşuna, net tavrına aşık olduğunu itiraf ederdi. Bazı insanlar artık bir ellerinde telefon, bir ellerinde plastik kahve bardağı olmadan dengelerini bulamaz hale gelmişti. O elde ışıltılı kabıyla son model o telefon illa olacak, o kahve bardağı illa tutulacaktı sanki. Yoksa kendini çıplak hissedenler vardı. Oysa insanların sahte gülümsemelerle aynı selfie karesinin içinde görevmiş gibi dizilmeye değil, birbirlerini anlamaya ihtiyacı vardı. Irmak böyle düşünüyordu. Sonra hiçbir işe yaramayan bu saçma düşünceleri boş verdi. O günün Ekim ayıyla alakası bile yoktu, hava inanılmaz sıcaktı ve öğlen güneşi, dışarıda oturmanıza kesinlikle müsaade ediyordu. O da güneş gözlüğünü takıp öyle yapmaya devam etti.
Aklına Atlas geldi. Önceki gün, Irmak'ın hayatının en güzel günlerinden biri olmuştu. Onun evinde geçirdiği o saatler... Onunla birlikte içtiği çay... Ve tabii birbirlerine doğru eğilerek neredeyse öpüşecek gibi olmaları... Sonra da yurdunun önünde yüzüne dokunuşu... Ve aralarında ansızın beliriveren o bağ... Gülümsedi. Kalbi hızlanmaya başlamıştı. Aslında her şey ne saçmaydı. Orada oturmuş, hala tam olarak tanımadığı ama inanılmaz bir şekilde etkilendiği bir erkekle yaşayacağı ihtimaller için heyecanlanıyordu. Hayır, onu tanıyordu. Kitabını okumuştu. Onun hakkında herkesten daha çok şey biliyordu (kitabı okuma fırsatını kaçıran herkesten, doksan dokuz kişiden). O, acılar içinde, melankolik, yanlışlıkla kız arkadaşının ölümüne sebep olmuş bir yazardı. Ve bu son durum –ne yazık ki– onu daha çekici hale getiriyordu.
Bir durum değerlendirmesi yapmanın tam zamanıydı. Evet, son beş aydır, Cem'le öpüşüp koklaşıyordu (ki kesinlikle çok ileri gitmemişlerdi). Ve evet, Cem'i seviyordu. Öte yandan o, onun hocasıydı. Tamam, lisede değillerdi ama yine de okulda dedikodu olmaması, Cem'in profesyonel hayatının zor duruma düşmemesi ve arkadaşlarının Irmak'la alay etmemesi için bunu gizli tutuyorlardı.
Atlas'ı ve Cem'i aynı anda gözünün önüne getiriyordu da... Irmak Atlas'ın yanındayken kendini, Cem'in yanındayken olduğu gibi o genç ve tecrübesiz kız gibi değil de, olgun bir kadın gibi hissetmişti. Atlas'ın, o ıhlamur renkli gözleriyle ona baktığını gördüğü her sefer Irmak, kendini güzel, çok güzel ve özgüvenli hissetmişti. Sanki şu hayatta hiç kimse olmadan, tek başına, istediği her şeyi ama her şeyi yapabilirmiş gibi.
Ah! Bu böyle kafasının içinde kendisiyle konuşarak sürüp gidemezdi. Gerçekten birisiyle konuşmaya ihtiyacı vardı.
Mesela kimle?
Aslı? Of. Keşke hala en yakın arkadaş olsalardı.
Ya Cem? İmkansızdı. Atlas'la buluştuğunu biliyordu ama duygularını ona açıkladığı takdirde, en iyi ihtimalle kıyamet kopardı.
Uzay? Şaka mı ediyorsun?
Annesi? Asla.
Ya babası? Hala Rusya'da değil mi o?
Ve o an, bir mucize gibi, bakın bu sorun nasıl da kendiliğinden çözülüverdi. Irmak'ın elini sırt çantasına atmasıyla, birinin zaten bu olayları çoktan bildiği ortaya çıktı:
Irmak.
Ne kadar da aptalsın.
Okuldan hocanla çıkıyorsun ve üstelik onu aldatma cesareti bile gösterebiliyorsun.
Ama ben de kabul ediyorum ki, şu yeni çocuk acayip bir şey.
Onun için her şeyi yapmaya değer, bu doğru.
Ayrıca aşkın önüne kim geçebilir ki?
Yine de sessiz kalmam için senden bazı isteklerim olacak. Yarın 12.30'da okulda ana binanın beşinci katındaki kullanılmayan tuvaletlerin orada buluşalım mı?
Tabii eğer her şeyi Cem'e anlatmamı istemiyorsan.
Yarın görüşürüz.
Not: Beni el yazımdan teşhis etmeye kalkma çünkü bunu başkasına yazdırdım.
Not 2: Ayrıca korkmana gerek yok. Ben bir kızım yani senden "o tür" şeyler istemicem, anlarsın ya. Para da istemicem. İsteklerim gayet makul şeyler ve senin bunları sorun çıkarmadan yapacağından eminim.
O halde yarın görüşürüz. Evet bunu iki kez yazmış oldum.
Irmak bu küçük not kağıdında yazılanları okuyunca bayılacak gibi oldu. İster istemez başını kaldırıp etrafına baktı. Önünden bir sağa bir sola doğru hızlı adımlarla yürüyen onlarca öğrenci geçiyordu. Bu notu çantasına kim koymuş olabilirdi? Şu kız kimdi (tabii eğer yazdığı gibi kızsa) ve her şeyi nasıl biliyordu? Dahası, ondan ne isteyecekti?
Of... Dört dörtlük giden (!) hayatında bir bu eksikti.
Harika.
5. bölüm sonu, devam edecek
-----------********------------
instagram: ofluoglumert
facebook: ofluoglumert
twitter: ofluoglumert 

21 Ekim 2017 Cumartesi

HAFTA SONU SABAHI


Benim için tipik bir hafta sonu sabahı. 

Hafta sonu olmasına rağmen erken kalkıldı, çünkü kafa dolu, amaç belli: Kendime ve yazılarıma dilediğimce zaman ayırabilmek. 

Tabii yanımda sıcak çayım ya da kahvem (ki fotoğrafa aldanmayın, genellikle çayım) ile birlikte. Bir yandan blog'um için yazdığım yazılar, öte yandan internete özel yeni hikaye serim Mürekkep Kokunu İçime Çektim için yazdığım bölümler. Tabii Ters Düz’ü ve yazmakta olduğum diğer kitaplarımı da unutmayalım. Yanımda dağ gibi dizilmiş, kule gibi yükselen dergilerde, kitaplarda da var aklım ama önceliğim yazmak şimdi. Arka fonda eskilerin, 1950-60’ların cazı, blues’u çalıyor. Belki birazdan Hande'nin elektronik, house ve hatta caz sularında yüzdüğü, son derece alternatif, deneysel parçalarından birini açıp salınırım, 2006’daki Apayrı albümünden. Kim bilir, daha sonra iyice nostaljiye kaçarım, 1950 yapımı siyah-beyaz Marilyn Monroe filmlerinden birini koyarım DVD’ye. Dün blog'da yazdım ya hani, "Don't Bother to Knock”u izlerken erkek başrol kol saatine baktı, 22.05 olduğunu gördü ve aynı anda ben de saate baktım ve 22.05’ti. Esrarengiz ve enteresan tesadüfler. Böyle şeyler çok oluyor bana! Hadi saat olayı cidden iyi bir tesadüf fakat mesela bazen de, diyelim birisi bir şey yapacak, ama önünde birden çok alternatif var, sonunda yaptığı şey mutlaka benim aklımdan geçen şey oluyor. Ya da diyelim yolda yürüyen birini görüyorum ve aklımdan "bu şimdi cebinden bir sakız kutusu çıkarıp çöpe atacak" gibi son derece ekstrem bir şey geçiriyorum, hemen peşinden bu kişi cidden cebinden bir sakız kutusu çıkarıp çöpe atıyor! Böyle böyle şeyler yani! Altıncı his mi, sezi mi, çok iyi tahmin yeteneği mi ne derseniz deyin bilemiyorum!

Bir de farkında mısınız, bazı insanlar artık bir ellerinde telefon, bir ellerinde plastik kahve bardağı olmadan dengelerini bulamaz hale geldi… O elde ışıltılı kabıyla son model o telefon illa olacak, o kahve bardağı illa tutulacak! Yoksa kendini çıplak hissedenler var. Gerçekten. Oysa bizim sahte gülümsemelerle aynı selfie karesinin içinde görevmiş gibi dizilmeye değil, birbirimizi anlamaya, birbirimize değer katmaya ihtiyacımız var. 

İşte böyle ben sonsuza dek yazabilirim. Sabahlara kadar, gecelere kadar.


19 Ekim 2017 Perşembe

ÇOK ENTERESAN VE ESRARENGİZ BİR TESADÜF OLDU!


Çok enteresan ve esrarengiz bir tesadüf oldu, anlatıyorum! Geçen akşam Marilyn Monroe'nun 1952 yapımı "Don't Bother to Knock" filmini seyrediyordum DVD'de. Beni yakından tanıyanlar bilir, eski caz, blues parçalarını sevdiğim gibi, böyle eski filmleri de severim... Siyah-beyaz nostaljilerden hoşlanıyorum yani. Bu film de, genellikle cazibeli ve güzel rollerde karşımıza çıkan Marilyn'in, akli dengesi yerinde olmayan bir bebek bakıcısını canlandırdığı, dram-gerilim türünde bir filmi. Çok iyi bir film de değil ayrıca. 

Neyse, filmde gerilim zirveye doğru tırmanırken, erkek başrol kol saatine baktı, 22.05 olduğunu gördü ve aynı anda ben de saate baktım. Tahmin edin kaçtı? 22.05! 

Ya böyle şeyler çok oluyor bana! Hadi saat olayı cidden iyi bir tesadüf fakat mesela bazen de, diyelim birisi bir şey yapacak, ama önünde birden çok alternatif var, sonunda yaptığı şey mutlaka benim aklımdan geçen şey oluyor. Ya da diyelim yolda yürüyen birini görüyorum ve aklımdan "bu şimdi cebinden bir sakız kutusu çıkarıp çöpe atacak" gibi son derece ekstrem bir şey geçiriyorum, hemen peşinden bu kişi cidden cebinden bir sakız kutusu çıkarıp çöpe atıyor! Böyle böyle şeyler yani! Altıncı his mi, sezi mi, çok iyi tahmin yeteneği mi ne derseniz deyin bilemiyorum! Sizin de başınıza buna benzer şeyler geliyor mu? Lütfen bu konuda yalnız olmayayım...

18 Ekim 2017 Çarşamba

AKARETLER'DE CHARLIE CHAPLIN'İN İŞİ NE?


Bugün şehir koşuşturmacasına kısa bir mola verdim. Hava gerçekten inanılmaz sıcaktı ve sanırım bunlar yazın son günleri... Sonbahar için yeni aldığım spor ayakkabılarım ve kasketimi giymiştim, ama cidden fazla geldi. Güzel havayı görünce, Akaretler'den Nişantaşı'na, oradan Şişli'ye doğru yürümeden duramadım. Ne de olsa sokaklarını adımlamadığınız bir şehirde yaşıyor sayılmazsınız, öyle değil mi?

Ve şu an fotoğrafı koyarken fark ettim, en solda ağaç yaprakları ve gölgelerin arasından Charlie Chaplin bakıyor! Çekerken fark etmemiştim ama şu an dikkatli bakınca gördüm.

Siz de gördünüz mü? 


17 Ekim 2017 Salı

HİKAYEYLE İLGİLİ ÖNEMLİ DUYURU


Herkese merhaba!

Mürekkep Kokunu İçime Çektim'in heyecanlı, romantik, gizemli, şaşırtıcı ve tehlikeli dünyasında, macera hız kesmeden devam ediyor! Sürpriz gelişmelerin yaşanacağı ve evet, sıkı durun, Irmak'ın hayatındaki tüm dengeleri (sanki her şey yolundaymış gibi!) alt üst etmeye gelecek yeni bir ana karakterin dahil olacağı 5. bölüm birkaç gün içinde burada olacak!
Ama ondan önce bu kısa yazıyı yazmak istedim. İlk 4 bölümü yayımladığım bu 2 hafta içinde hikaye, wattpad ve blog toplamında 3000'den fazla kişi tarafından okundu. Bu gayet iyi bir okunma aslında. En çok okunan yer blogum olsa da, eğer wattpad kullanıyorsanız beni oradan da (hesabım bu) takip edebilirsiniz. Ayrıca bölümleri tıpkı kitap eleştiri yazısı gibi blogunuzda yazarak, eleştirerek, daha çok kişinin duymasını ve okumasını sağlayabilirsiniz. Açıkçası hikayenin devam etmesini istiyorsanız da bu gerekli gibi.
Yeni bölüm için takipte kalın!
instagram: ofluoglumert
twitter: ofluoglumert
facebook: ofluoglumert

15 Ekim 2017 Pazar

PAZAR GÜNÜNÜZÜ GÜZELLEŞTİRECEK NAİF, HÜZÜNLÜ KİTAP TAVSİYELERİ


Herkese merhaba, hatta çok erken olduğu için günaydın! Bazı kitaplar vardır: Okurken sizi çok etkilerler ve bitirdiğinizde kendinizi darmadağın bir halde bulursunuz. Bu pazar sizlere evde geçireceğiniz bir pazar gününüzü güzelleştirecek kitap tavsiyeleri vermek istiyorum. Çok sevdiğim Ejderha Dövmeli Kız'ı, Millennium Üçlemesi'ni koymayacağım bu listeye. Onlar daha sert, ciddi kitaplardır. Şimdi önereceklerimse dumanı üstünde tüten sıcak bir çay ya da kahve tadında... Mutfaktan gelen muzlu pasta, vanilyalı çörek, vişneli kek, kırmızı meyveli reçel kokularının peşine takıldığınızda karşınıza çıkacaklarmış gibi hani. Bu kitaplar naif, kırılgan, hüzünlü kitaplar. Hayalperest, romantik, melankolik... Onları üzmeyin, sarıp sarmalayın. Arka fondan hafif hafif caz melodileri yükselirken, pencere kenarındaki koltuğunuza geçin ve seçtiğiniz bir tanesini okumaya başlayın. İçinizde bir yerlere mutlaka dokunacak. Afiyet olsun, aman yani iyi okumalar. 

1) Yaptığı En Kötü Şey - Alice Kuipers 




Yukarıda yazdığım girişe gerçekten de uyan bir kitap Yaptığı En Kötü Şey. İçinizi ısıtacak, sıcacık bir öykü. Bu kitap, psikologunun önerisiyle Sofie'nin yazmaya başladığı bir günlük aslında. On altı yaşındaki Sofie çok kötü ne yapmış olabilir ki diye düşünüyorsunuz. Ve bunu da bekleneceği üzere kitabın sonuna kadar öğrenemiyorsunuz. Sofie stresini, sıkıntısını, günlük yaşamını, aşk ve arkadaşlık ilişkileriyle ilgili problemlerini bu günlüğe döküyor. Yıllar önce okuduğum Yaptığı En Kötü Şey, okuduğum en naif ve en hüzünlü kitaplardan. Onu böylesine unutulmaz kılan da bu samimi dili zaten. Alice Kuipers'in diğer kitapları da Türkçeye çevrilse ne güzel olur... 

2) Nehrin Oğlu - Tim Bowler 


Okurken en çok etkilendiğim kitaplardan biri... Jess'in büyükbabasının ölmeden önce tamamlaması gereken bir şey var: Nehrin Oğlu'nun resmi. Ama büyükbabanın hastaneye yatması gerek. Torunu Jess de dahil olmak üzere herkes onu hastaneye yatması için ikna etmeye çalışıyor, ama büyükbaba kararlı ve inatçı. Sonunda Jess kendini onun resmi tamamlamasına yardım ederken buluyor, çünkü Jess, bir gün Nehrin Oğlu'nu görüyor. Çok naif, duygusal, düşsel bir kitap bu. Kitabın sonlarına doğru gözyaşlarınızı tutamayabilirsiniz. Keşke Tim Bowler'in daha pek çok kitabı Türkçeye çevrilse...

3) Kağıt Kız - Guillaume Musso 


Sonuyla şaşırtan, sımsıcak bir aşk hikayesi... Yazmaktan ümidini kesmiş bir yazarın hayatına giren bir kızla, kağıt kızla olan yolculuğunu anlatıyor. Romantik ve düşsel. 

4) Ölümsüz Aile - Natalie Babbitt 



Dünya çocuk edebiyatının oldukça önemli bir eseri olan bir kitap: Ölümsüz Aile. Yazar, aslında çok klişe bir konu olan ölümsüzlüğü, bambaşka bir açıdan ele almış: Issız bir ormanın ortasında, içene ölümsüzlük veren bir pınar var. Tuck ailesi, bu pınarın suyundan içerek ölümsüz olmuşlar ama ölümsüzlükten hiç de memnun değiller. Bir gün pınarın başına bir kız geliyor ve Tuck ailesi ona ölümsüzlüğün aslında hiç de güzel olmadığını anlatmaya çalışıyor. Tatlı, sevimli ve hoş bir kitap. 

5) Nathaniel P.'nin Aşk Maceraları - Adelle Waldman 



Aşk, ilişkiler ve kadınlar konusunda kafası karışık bir erkeğin, Nathaniel'in hikayesi. Yayıncılık dünyası, entelektüel çevreler, edebiyat sohbetleri, arka planda New York'tan şehir manzaraları...

6) Kurtlara Söyle Eve Döndüm - Carol Rifka Brunt 


Ve bu listeye bir de halihazırda okumakta olduğum bir kitabı eklemek istiyorum: Kurtlara Söyle Eve Döndüm. Muhteşem isminden dolayı zaten severek başladım kitaba ve şu anda bir sonraki sayfayı merakla çeviriyorum. Bu, June'un hikayesi. Zamanının çoğunu ressam dayısı Finn'le geçiriyor. Ama dayısı Finn'in ölümünden sonra, aslında onunla ilgili bilmediği pek çok şey olduğunu keşfediyor. Çocuksu ama güçlü bir aşk hikayesi bu, yine de bitmeden kesin konuşmak istemiyorum. Ama June'un macerasında herkes kendinden bir şey bulacaktır, mutlaka okunmalı. 

Mini bonuslar olarak Talihsiz Serüvenler Dizisi'nin üçüncü kitabı Uçuruma Bakan Pencere'yi, Ulysses Moore Serisi'nin ikinci kitabı Unutulmuş Eski Haritalar Dükkanı'nı ve Yürüyen Kentler'i de pazar günü okumalık kitaplar listesine katabiliriz sanırım. Dediğim gibi Stieg Larsson'un Millennium Üçlemesi muhteşem, muazzam, şaşırtıcı, sürprizlerle dolu başyapıtlar olsa da, daha sert, ciddi kaçacakları için onları listeye dahil edemedim maalesef. Ayrıca not: Böyle kitap listeleri hazırlarken kendi kitabım olan Ters Düz'ü veya şimdilerde yazdığım Mürekkep Kokunu İçime Çektim'i bilerek koymuyorum tabii. 

Siz benimkileri okudunuz, şimdi yorumlarda ben sizin tavsiyelerinizi dinliyorum... Tabii bunlardan okuduklarınız veya okumaya karar verdikleriniz varsa, yazın lütfen. Yorumlarda görüşmek üzere! 


instagram: @ofluoglumert
twitter: @ofluoglumert
facebook: @ofluoglumert 

SİNEMADA İKİ FİLM

Son günlerde sinemada iki filme gittim. İlki, The Substance. Yani Cevher. Bence mutlaka görülmesi gereken, ama son derece rahatsız edici bir...