Bölüm şarkısı: Louis Armstrong - A Kiss To Build A Dream On
"Her şeyden önce teşekkürler. Kitabımı beğenmenize sevindim. Ama işin aslı şu ki, ben o kitabı okumuş olmanızı istemezdim. Zaten yüz adet basılmıştı ve bulabildiğim doksan dokuz tanesini toplamayı başardım. Geriye tek bir tane kalmıştı, her yerde onu aradım. Yok etmek için. Onu yok edin lütfen. Teşekkür eder, saygılarımı sunarım. / Atlas Siyah"
IRMAK TARÇINLI SİYAH çayını ve iki çeşit bisküvi
paketini önüne almış, elektronik posta kutusuna düşen mail’i belki onuncu defa
okuyordu. Evdeki akşam yemeği olaylı bir şekilde iptal olunca, yurda gelmesi o
berbat şehir trafiği yüzünden iki saat sürmüş, geldiğinde yemekhane kapandığı
için bir anda aç kaldığı gerçeğiyle yüzleşmişti. O da çareyi yurt odasındaki
dolabının bir köşesinde her zaman istiflediği market poşetlerinin içini
karıştırarak, ne varsa karnını doyurmakta bulmuştu.
Yazar,
mail’in sonuna "Atlas Siyah" diye imza atmıştı. Demek kitabındaki karaktere
kendi adını vermişti. Öyleyse neden kapakta adı yazmıyordu? Karakterine kendi ismini
verip kitabın yazarı olarak kendi adını okuyucuyla paylaşmaması Irmak'a mütevazılık
maskesinin ardına saklanmaya çalışan bir egoizm sinyali gibi geldi.
"Sevgili
Atlas Bey, açıkçası mail'iniz beni şaşırttı. Kitabınızı istiyorsanız onu size
geri verebilirim. Böylece ne yapacağınıza kendiniz karar verirsiniz. Yarın
kitabı bastırdığınız yayınevinin oradaki parkta buluşmaya ne dersiniz?
Kitabınızı orada bir sahaftan bulmuştum. Saat beş buçuk nasıl olur? Ancak
okuldan sonra gelebilirim. Sizi orada bekleyeceğim. Görüşmek üzere. / Irmak
Güven"
Bu mail’i,
Atlas’a ne cevap yazabileceği üstünde yol boyunca düşündükten sonra göndermişti.
Onun söyledikleri gerçekten şaşırtıcıydı, Irmak’ın kafasında bir sürü soru
işareti belirmişti. Eğer Atlas yarınki buluşmaya gelirse, hepsini ona yüz yüze
sormayı planlıyordu. Hem saat geç olduğu hem de annesiyle yaşadığı tartışma
yüzünden başı çatlayacak gibi hissettiği için, bu yeni gelişmeden Cem’i henüz haberdar
etmemişti. Telefonuna baktığında Uzay’ın ona evi terk etmesiyle ilgili sayısız
mesaj yolladığını gördü. Ama hiçbirine cevap vermeden uykuya teslim oldu.
Ertesi gün
yeni dönemin ilk okul günüydü ve saat sekiz buçukta kalktığında ilk derse neredeyse
geç kalmıştı. Çabucak hazırlanıp kahvaltı salonuna uğramadan yurttan çıktı.
Gergin ve stresliydi. Çünkü o döneme öncekilerden farklı olarak Aslı’sız
başlıyordu, kendini yalnız, adeta bir anda çıplak kalmış gibi hissediyordu. Mesele
özgüven meselesi değildi; yalnızca bu zamana dek hep Aslı’yla birlikte hareket
etmişti, şimdi bir anda onsuz kalınca ne yapacağını bilemeyecekmiş gibi
hissediyordu. Artık Aslı’yla yakın arkadaş değildi ve derslerde onunla yan yana
oturamayacaktı. Aslı oyuncu olmak istediği için sahne sanatları, Irmak’sa
insanları ve toplumu anlamaya hep meraklı bir kız olduğu için sosyoloji
okuyordu ama seçmeli aldıkları birkaç dersleri ortaktı. Acaba o da bunları düşünüyor mu? diye düşünmeden edemiyordu.
Ama cevabı
biliyordu: Aslı bunların hiçbirini düşünmüyordu ve hayatına onsuz da gayet
güzel devam edecekti. Bu, Irmak’ı kahrediyordu. Irmak ona ne kadar bağlıysa, tam
tersine Aslı iki sıkı dostken ona sırtını dönüp gidecek ve bunu hiç de problem
etmeyecek bir kızdı. Kim bilir, belki de Irmak’ı bir daha hiç düşünmeyecekti
bile. Ama Irmak Aslı’yı o kadar kolay unutamayacağından emindi. Nasıl
unutabilirdi ki; ortaokul yıllarından beri arkadaştılar, Aslı hep vardı. Ama
artık yoktu. Bundan sonra da olmayacaktı.
Kampüsün
demir kapısından içeri girip, tost almak için kafeteryaya yöneldi. O sırada
elinde plastik kahve bardağıyla dışarı çıkan Aslı’yı görünce eli ayağına
dolandı. Aslı da onu görmüştü ama başlarını başka yöne çevirerek geçiştiler.
Kısa süre öncesine dek can ciğer kuzu sarması oldukları düşünüldüğünde, bu çok
acı bir durumdu tabii.
Irmak her
zaman duygularını yoğun yaşayan bir kızdı ve şimdi Aslı’yla biten arkadaşlık
ilişkisinin ardından sanki o ölmüş gibi yas tutarken, Aslı’nın onu unutup kısa
sürede edineceği yeni arkadaşlarıyla gece hayatına ve partilere onsuz döneceği
fikri kalbine bıçaklar saplıyordu. Ona daha yıllar içinde bu kadar bağlandığı
için kendi kendine kızdı Irmak. Ama yapacak bir şey yoktu. Aslı’dan uzak durabilmeyi
ve onu unutmayı öğrenecekti. Bu işin tek olumlu tarafı, Irmak’ın sırf onun hatırına
katılmak zorunda kalmayacağı aptal partilerdi. Irmak birdenbire, bundan sonra
yalnızlığıyla baş başa olduğunu fark etti. Aynı zamanda, okulun ilk gününe dair
dedikodu ve kritik yapacak kimsesinin olmamasına kesinlikle hazırlıklı olmadığını
da. Onun hatıraları ve içine düştüğü çaresiz durumun aptallığı yüzünden sulanan
gözlerini sildi, burnunu çekti ve omuzlarını dikleştirip sınıfın kapısından
içeri girdi.
Ama dersin
olduğu sınıfın kapısından içeri girdiğinde, vücudu birdenbire gerildi: Aslı
çoktan gelmiş, orta sıralarda yerini almıştı. Yanında oturan, yazın son
demlerinin yaşandığı günlerden birinde sevgilisi tarafından terk edilen İpek’i
teselli etmekle meşguldü. Irmak göz ucuyla ona baktı. Eh, Aslı’nın bir tarafı
her zaman çok düşünceli ve kibardı. Gerçi o bu tarafını sanki asırlardan beri
görmemişti.
Sonra
Aslı’nın diğer yanında oturan erkeğe baktı. Bu... Efe’ydi! Gözlerine
inanamıyordu. Aslı’yla hala en yakın arkadaşken sürekli çekiştirip durdukları,
dedikodusunu yaptıkları insanlardan biriydi o. Irmak onu çok sinir bozucu
buluyordu ve Aslı da bunu biliyordu, belki de küstükten sonra nispet olsun diye
onunla yakınlaşmıştı. Efe bacaklarını iki yana açmış, ellerini ensesinde
birleştirmiş, sandalyede kaykılmış oturuyor, gözleriyle sessizce Irmak’ın
hareketlerini takip ediyordu. Okulun akıl seviyesi hala lisede kalmış
tiplerinden biriydi. Ama yakışıklı, küstah ve
zengindi; bu da bazı kızların peşinden sürüklenmesi için yeterliydi. Yine de
Aslı o kızlardan biri değildi. Sırf Irmak’ı sinir etmek için Efe gibi biriyle
bir anda arkadaş olacak hali de yoktu. Irmak, Aslı’nın Uzay’ı başka biri
yüzünden terk ettiğini hiç sanmıyordu ama bir an, eğer öyle bir şey varsa,
acaba bu kişi Efe mi diye düşünmeden edemedi. Hayır, bu gerçeğe çok uzak bir
ihtimaldi. Irmak bile öyle bir çocukla beraber olurdu da Aslı olmazdı, bundan o
kadar emindi. Bu işin içinde kesinkes başka bir iş vardı.
Aslı’yla göz
göze gelmemek için ön sıralardan birine geçip tek başına oturdu. Eline aldığı
telefonunu, yalnızlığını ardına gizleyebileceği bir kalkan gibi kuşanmıştı.
Aynı anda bir sürü kişiyle mesajlaşıyormuş gibi davranarak çok meşgulmüş izlenimi
yaratmaya çalıştı. Aslında sadece arama motoruna girmiş, parmaklarını klavyede
oynatıp duruyordu. Selamskdjkgkkllmgmgmkkjjjjjjjjj.
Nihayet hoca bir şeyler anlatmaya başladı ve rol yapmayı bıraktı. Ama dersin
pek ilgisini çekmediğini anlaması yalnızca iki dakika sürdü. Cem’e söylediği, “İstediğim
seçmelide yer kalmadı diye o dersi seçemiyorsam, üniversiteden bir asistanla
sevgili olmamın ne anlamı var ki?” sözünü hatırladı. Yanlış anlamaya müsait bir
cümleydi, ama onu çok iyi tanıyan Cem’in bunun bir espri olduğunu anlayıp ona
gücenmeyeceğini biliyordu. Sonra aklı Atlas’a gönderdiği mail’e kaydı. Mail’de
buluşmak istediğini söylediğine biraz pişman olmuştu. Doğrusu çok da hevesli
görünmek istemezdi. Üstelik ondan bir cevap bile gelmemişti. Yine de akşam
parka gidecek, Atlas’ın gelip gelmeyeceğini öğrenecekti. Bu konuyla ilgili
Cem’e hala hiçbir şey anlatmadığı aklına gelince huzursuz oldu. Sonra bu
huzursuzluk hissi, Aslı’nın bakışlarını üzerinde hissetmesiyle giderek arttı.
Hata etmişti: Öne oturmak iyi bir fikir değildi. Aslı dersi dinlemek için
tahtaya bakarken onu ensesinden görüyor olmalıydı. Acaba tam şu an ne
yapıyordu?
Irmak
saçını düzeltir gibi yaparak başını hafifçe çevirip geriye, göz ucuyla onun
oturduğu yere doğru baktı. Sanki Aslı da bir süredir onu inceliyormuş ama o
kafasını çevirince kürsüdeki hocaya dönmüş gibi hissetti.
***
"Sen hiç sevdiğin birini kaybettin mi?" diye sordu Atlas aniden."Ben mi?" dedi Irmak şaşkınlıkla. Buna ne cevap vermesi gerektiğini bilmiyordu. Sonra Aslı'yı, Uzay'ı, ailesini düşündü. "Evet. Yani ölüm değildi ama... Belki de daha zor, biliyor musun? Ölüm olduğunda bir şekilde kabullenmen gerektiğini biliyorsun. Ama yaşarken kaybettiklerin..."
Irmak, Atlas’la buluşacağı parka doğru giderken,
saat henüz beş buçuk olmamıştı. O gün Cem’le hiç konuşmamış, hatta ona bir
mesaj bile atmamıştı. Atlas konusundaki gelişmelerden (mail’den ve o gün
buluşacaklarından) Cem’in haberi yoktu. Bulutlu, ılık bir havaydı. Parka
vardığında bir banka oturup beklemeye başladı. O gün Aslı’yla buluştuğu parktı
bu.
Bekledi,
bekledi. Saat neredeyse altıya geliyordu. Belki de Atlas gelmeyecekti. Tabii
ya, Irmak neye güvenip de o parka gitmişti ki? Sonuçta gizemli yazar zahmet
edip bir cevap bile yazmamıştı. Yine de biraz daha beklemeye karar verdi, en
kötü ihtimalle köşedeki büfeden eline bir dürüm alıp yurda geri dönerdi. Beklerken,
telefonunu eline alıp Aslı'ya bir mesaj gönderdi:
"Bugün
sınıfta kendimi çok kötü hissettim. Tüm dönem böyle mi geçecek? Artık böyle mi
olacağız? Sebebini hala bilmesem de eğer sen istemiyorsan tamam, eskisi gibi
olmayalım, ama hiç değilse gözlerimiz kesiştiğinde birbirimizin yüzüne bakamaz
mıyız?"
Efe’yle
ilgili de bir şeyler yazacaktı ama o şu an önem sıralamasında ikinci sıradaydı.
Bunları göndermişti çünkü neler hissettiğini Aslı bilmek zorundaydı. Beş dakika
sonra cebindeki telefon titredi. Bu gerçek bir mucizeydi, Aslı insafa gelip
cevap yazmış olmalıydı, telefonu büyük bir hevesle eline aldı ama... hayır,
annesiydi. Aslı’dan cevap beklerken bu onun için büyük bir hayal kırıklığı
olmuştu. Babasının ona para gönderip göndermediğini soruyordu. Olaylı yemek
akşamından sonra ona tam "git başımdan" yazacaktı ki, bakışları
parktaki bir ağacın arkasından çıkan genç bir erkeğe takıldı. Bir şey arıyormuş
gibi etrafına bakınıyordu. Ya da birini.
Sonra Irmak'ı gördü. Bakışları yumuşadı ve hafifçe gülümseyerek ona doğru
ilerledi.
Bu Atlas
mıydı?
Irmak nasıl
birini görmeyi beklediğinden emin değildi. Belki, adını kendi yazdığı kitapta
dahi sakladığı için, asosyal, bakımsız, dış görünüşüne hiç önem vermeyen
biriydi zihninde canlandırdığı. Ama Atlas... Evet, onu nasıl tarif edebilirdi? Sarıya
kaçan dalgalı saçları, geniş omuzları ve en az bir seksen beşlerde olan
boyuyla, az önce modellik yaptığı derginin çekimlerinden gelmiş gibi duruyordu.
Irmak kampüste pek çok havalı erkek görmüştü, ama Atlas’ı onlardan ayıran sanki
onlar gibi kasıntı durmamasıydı. Onun doğal duruşu böyleydi. Bunların
haricinde, bunalımın eşiğindeymiş gibi bir hali vardı. Bebek suratına yapışmış
melankolik yüz ifadesi gözden kaçacak gibi değildi.
Atlas ona
doğru ilerlerken Irmak bankta oturmaya devam ediyordu. Hayatında daha önce hiç
böyle bir şey görmüş müydü acaba? Bazı erkekler böyleydi. Yani yakışıklı
olmaktan ziyade, güzeldiler. İşte Atlas'ta da bu kız güzelliği vardı. Yani
tamam, Irmak'ın okulunda çok yakışıklı çocuklar vardı ama Atlas literatüre
kesinlikle yeni bir tanım getiriyordu.
Irmak hala
gözlerinin önünde tuttuğu telefonu aşağı indirdi ve birbirlerine baktılar.
“Atlas
Siyah… O sensin değil mi?” dedi yutkunarak. Aslında söze “sen” değil “siz” diye
girmeyi planlıyordu. Ama karşısında kendisiyle aynı yaşlarda birini görmeden
önceydi bu. Gerçi dış görünüşe bakarak yaş tahmin etmek onun için en az matematikteki
havuz problemlerini çözmek kadar zordu.
“Evet,”
dedi Atlas. “Oturabilir miyim?”
“Elbette.” Onu
yanına oturtmaması için kör ya da aptal olması gerekirdi.
Atlas banka
oturur oturmaz Irmak’ın burnuna keskin bir... mürekkep kokusu yayıldı. Mürekkep? Bu mümkün olabilir miydi? Ama bu
acı, kesif bir mürekkep kokusu olmaktan çok; alt notalarında sanki gül reçeli,
vanilyalı çörek, neredeyse çürümek üzere olan fazla olgunlaşmış muz, yeni
yıkanmış kot pantolon ve eskimiş saman kağıdı kokuları olan bir esanstı. Çocukluğundan
beri kokulara ilgisi vardı Irmak’ın. En çok sevdiği şey de kitap kokusuydu. Bir
kitabı alır almaz okumaya başlamadan önce ilk yaptığı şey, ortasından rastgele
bir sayfa açıp burnuna yapıştırmak olurdu. Ama şimdi burnunu bastırmak
istediği, Atlas Siyah’ın tüm bu kokuların kaynağı olduğunu düşündüğü boynuydu.
Bu düşünceyi derhal kafasından atmaya çalıştı. Atlas ondan beş-altı santim yana
oturmuştu, anlaşılan resmiyeti kaybetmek istemiyordu. Fakat nedense biraz
gergin ya da utangaç gibiydi.
“Tanışalım... Ben Irmak Güven,” dedi Irmak
ve elini uzattı.
“Atlas Siyah,”
dedi Atlas Siyah. Ah, tabii. Başka ne olabilirdi ki?
Irmak elini
sıkar sıkmaz, onun vücudundan yayılan sıcaklık kendi vücudunu ele geçirdi. Ona
neler oluyordu? Atlas onu daha ilk bakışta etkilemiş miydi? Acaba sahiden kaç
yaşındaydı? Irmak şimdi onun da kitapta yazdığı, kendisiyle aynı adı taşıyan
karakter gibi yirmi üç yaşında olduğunu tahmin etmeye başlamıştı. Kitabı
çıkarıp aralarına koydu.
“İşte
burada.” Kitabın yıpranmış halinden kendisinin sorumlu olmadığının altını
çizmek istercesine davrandı hemen: “Ben aldığımda ıslanmıştı.”
Samimiyet
yaratmak için gülümsemeye çalıştı. Aynı anda aklından sayısız şey geçiyordu. Atlas,
1950’lerin Amerikan sinema aktörlerinin gençlik hallerini andırıyordu. Dalgalı,
gür ve sağlıklı saçları ona müthiş bir hava katıyor, adeta başının üstünde
ahenkle dans ediyordu. En mutlu olduğu anlarda bile yüzünde melankolik bir
gülümseme beliriyordu. Omuzlarında görünmeyen bir hüzün bulutunun ağırlığı
vardı sanki, o ağırlığın altında eziliyordu. Bununla beraber, üstünde her şeye
karşı genel olarak bir umursamazlık havası da vardı. Irmak onu siyah-beyaz bir
fotoğrafta, üstünde bol gelen bir kazakla bir gökdelenin tepesinde durmuş,
hüzünlü bir yüz ifadesiyle şehri kuşbakışı izlerken hayal etti. Seyyar bir
sahaf tezgahında bulduğu ikinci el bir kitabın yazarının böyle biri çıktığına
hala inanamıyordu. Cem bunları duyunca acaba ne diyecekti? Belki de bu
kısımları, yani Atlas’ın nasıl göründüğünü, ilişkilerinin geleceği için ona hiç
anlatmamalıydı.
Atlas
kitaba tiksinti ve şefkat karışımı bir ifadeyle baktı. Parmağıyla kapağa
dokundu. “Ah, bu...”
“Efendim?”
“Biliyor
musunuz, siz bunu okuyan–”
“Bana sen
de lütfen. Ya da affedersiniz, benim de siz diye konuşmam gerekirdi.”
“Hayır,
bana içinden geldiği gibi hitap etmeni isterim,” dedi Atlas. Sonra bakışlarını
tekrar kitaba indirdi. “Sen bunu baştan sona okuyan tek kişisin. Yüz tane
basılmıştı. Ama doksan dokuz tanesini hemen topladım, onları satmaları için
götürüp bıraktığım yerlerden kendim geri aldım yani. Bir türlü bulamadığım ve
okurla buluşan tek bir tanesi de işte sende.” Konuşurken gözleri kitap ve Irmak
arasında gidip geliyordu.
“Ne?” dedi
Irmak şaşkınlıkla. Bir an ne kadar çekici bir erkekle yan yana oturduğunu
unutmuş ve onları orada buluşturan konuya geri dönmüştü. “Bana bu kitabın tek
okuru olduğumu mu söylüyorsun?”
“Evet.”
“Ama neden
böyle bir şey yaptın? Yani neden
kendi kitaplarını topladın? Yoksa ünlü olmak istemiyor musun?” Irmak gülümseyerek
kolunu hafifçe Atlas’ın koluna vurdu, ama sonra onun bunu hoş karşılamadığını
anlayarak hemen geri çekti.
“Çünkü,”
dedi Atlas tuhaf bir sesle. “Çünkü bu bir roman değil. Bu gerçeğin ta kendisi
Irmak. Bu benim yaşamöyküm.”
Ona
şaşkınlıkla baktı Irmak. “Ne yani sen gerçekten de birinin..?” Birinin ölümüne mi sebep oldun?
“Evet,” dedi
Atlas çabucak. Bir yandan da bunu başka birine anlattığı için hala sıkıntılı
gibiydi. “Bak ben zaten yazıyorum. Yani kendimi bildiğimden beri sürekli bir
şeyler yazıyorum. Ama onu kaybettikten sonra, bu durumla başa çıkmak için
tamamen yazıya teslim olmam gerektiğini anladım. Yaşadıklarımı birileriyle
paylaşmak için duygularımı yazıp bunu bir kitap olarak bastırmak istedim. Bir
blog açıp da yazabilirdim ama gerçek olsun istedim, yaşadıklarım sanala
hapsedilemeyecek kadar gerçekti çünkü. Böylece Atlas Kitabı’nı bastırdım ve onları kendim dağıttım. Aslında bunun
doğru bir fikir olduğundan başından beri çok da emin değildim. Kitabın adını ve
kapağını bu yüzden sıradan tuttum. Ve sonunda da zaten bastırdığıma pişman
oldum. Her şeyi itiraf etmiştim çünkü. Birilerinin okumasından korkup onları
götürdüğüm sahaflardan hemen geri aldım. Defalarca aramama rağmen bulamadığım
bir tanesi hariç.” Aralarında duran kitaba baktı.
“Ama,” dedi
Irmak neredeyse itiraz edercesine. Çok alçak sesle konuşuyordu, bu konu
hakkında neredeyse Atlas’ın kendisinden bile daha temkinli olması gerektiğinin
farkındaydı. “Ama sen tam da bunun olmasını istedin! Kitabını bu yüzden
bastırdın! Yani birileri okuyup farkına varsın, senin acılarını bilsin diye,
öyle değil mi?”
“Sen hiç
sevdiğin birini kaybettin mi?” diye sordu Atlas aniden.
“Ben mi?” dedi
Irmak şaşkınlıkla. Buna ne cevap vermesi gerektiğini bilmiyordu. Sonra Aslı’yı,
Uzay’ı, ailesini düşündü. “Evet. Yani ölüm değildi ama... Belki de daha zor, biliyor musun? Ölüm olduğunda bir şekilde kabullenmen gerektiğini biliyorsun. Ama
yaşarken kaybettiklerin...”
“Ne iş
yapıyorsun? Öğrenci misin?”
“Evet.
Sen?”
“Ben... Okula
gidemiyorum.”
Okula gidemiyor musun? Pekala,
“okula gitmiyorum” demek başka, “okula gidemiyorum” demek çok başka bir şeydi. Irmak sebebini deli gibi merak etti, ama
daha tanışır tanışmaz sorulacak bir soru gibi görünmüyordu bu.
“Ama
ailen...”
“Ailem ne?”
“Ailen sana
destek olmadı mı?” Konuya böyle hızlı girerek Irmak kendini ne kadar da büyük
bir tehlikeye attığının farkındaydı. İşin aslı, birinin ölümüne sebep olmuş bir
yabancıyla yan yana oturmuş, ölüm olayını onun açısından dinliyordu.
“Ailem
yok,” dedi Atlas, gözlerini kaçırarak. Bu Irmak için pek de inandırıcı ve
yeterli bir açıklama gibi değildi ama bir şey söylemedi. “Tek ailem oydu. O da
öldü. Ben öldürdüm.”
“Ah evet,
bunları okudum,” dedi Irmak. Sonra bu söylediklerinin kulağa ne kadar trajikomik
ve tuhaf geldiğini fark etti. “Ama arkadaşların var, değil mi? Eminim seni
yalnız bırakmıyorlardır.”
Atlas net
bir cevap vermedi ama belli belirsiz başını salladı.
“Sonra bir
de şu adamlar var.”
Atlas'ın
gözleri bir anda buz kesti. “Evet.”
“Onun
akrabaları sanırım… Değil mi?”
“Öldürdüğüm
kızı mı diyorsun?”
Irmak
ürperdiğini hissetti. Bu belki Atlas'ın söyleyiş biçiminden kaynaklanmıştı,
belki de durum başlı başına ürkünç olduğu içindi.
“Kitapta
yazdıklarından... sana istemediğin bir şey yaptırıyorlar gibi anladım?” diye
devam etti, Atlas’ın cevap vermesini beklemeden.
“Evet. Ama
şu an bundan bahsetmeyi hiç istemiyorum.”
Eh, Irmak
bunu konu açıldığından beri Atlas’ın bedeninin kasılmasından anlamıştı.
“Atlas
Siyah... Bu senin gerçek adın mı? Yoksa mahlas ya da takma ad gibi bir şey mi?”
Atlas cevap
vermek üzere ağzını açtı, ama tam o sırada telefonu çalınca “Affedersin,”
diyerek telefonunu cebinden çıkarmaya yöneldi. “Evet… Hayır… Hayır… Tamam.” Kapattığında
bir parça daha sıkıntılı görünüyordu. Irmak kiminle konuştuğunu çok merak etti.
“Benim gitmem gerek.”
“Anlıyorum,”
dedi Irmak, ama onun gitmesini hiç istemiyordu. “Konuştuğun onlardan biriydi,
değil mi? Şu adamlardan biri?”
Atlas
şaşırmış gibiydi. “Nereden anladın?”
“Tam da kitapta
yazdığın şeylerden. Onlardan nefret ediyorsun ama dediklerini yapmaya mecbursun,
çünkü aynı zamanda kendini onlara karşı borçlu hissediyorsun. Şu anda yüzünde
aynen bu ifade var.”
Atlas bir
şey söylemedi.
“Sadece
merak ediyorum. Başından geçenleri anlattığın bir kitabın tek okuruyum. Sakın
burnumu sokuyormuşum gibi düşünme,” dedi Irmak. Gerçi, yaptığı basbayağı buydu.
Başkasının özel hayatına burnunu sokmak. Ama bu hakkı ona Atlas vermişti. O, bu
kitabı bastırıp dağıtmıştı ve şimdi birilerinin okuması sürpriz olmamalıydı. Ayrıca
bunu engelleyemezdi de, değil mi?
“Haklısın...”
dedi Atlas. “Bak. Senin de dediğin gibi kitabı yazma amacım, birilerinin okuyup
acımı paylaşması, beni anlamasıydı. Kitapla ilgilendiğin için gecikmiş
teşekkürlerimi kabul et lütfen. Sana belki sonra yazarım, olur mu?”
Bir an için
sözleri bitmiş gibi öylece kaldılar. Sonra Irmak:
“Peki
kitabın bende..?”
“Fikrim
değişmedi. Okunmasını istemiyorum. Yani... Onu para verip satın aldın ama artık
olayların içyüzünü biliyorsun. Çöpe atalım mı?” diyen Atlas, niyetinin ciddi
olduğunu göstermek istercesine bankın kenarındaki eski çöp kovasını işaret
etti. Daha yirmi üç yaşındaydı ama elli yaşlarında bir adamın olgunluğunu
taşıyor gibiydi.
Irmak bir
an, kısa bir an için düşündükten sonra, “Bende kalsın,” dedi. Bunu kararından
dönmeyeceğini belirten net bir sesle söylemişti ve sesi istediğinden çok daha
ciddi çıkmıştı. “Başka birine vermeyeceğim, bunu başka kimse okumayacak, söz
veriyorum. Gerçi benden önce biri okumuş olabilir. Çünkü bir sahafta buldum.
Yani en iyi ihtimalle benden önce bir kişi daha okumuştur. Ya da belki senin
bıraktığın sahaflardan birinden almış olabilirim. Yağmur yağdığı için biraz
eskimiş görünüyordur. Yani dediğin gibi, ben tek okuruyumdur.”
“Mail’inde
röportaj yapalım demişsin?” diye sordu Atlas.
“Şey… O
yalnızca seninle tanışabilmek içindi. Ama istersen yapacak birini bulabilirim.
Okul dergisini çıkaranlar çok yakın arkadaşlarım.”
Atlas cevap
olarak sadece yarım bir tebessümde bulundu. Konuşmaları burada bitmişti ama
sanki ne Atlas gitmek istiyor, ne de Irmak buna müsaade ediyordu. Adeta banka
çivilenip kalmışlardı. Ya da belki tüm bunlar tamamen Irmak’ın uydurmasıydı.
Ama birden bir şey oldu. Irmak ve Atlas ellerini aynı anda kitabın üstüne
koydu, parmakları öylece, ansızın birleşti. Sonra Irmak, sanki bir mıknatısın
çektiği küçük bir metal parçasıymışçasına, ona doğru eğildiğini hissetti.
Atlas'ın vücudunun da tepki verdiğine yemin edebilirdi. Irmak o an, Cem de
dahil olmak üzere, hayatındaki herkesin, her şeyin önemini kaybettiğini sandı.
Bakışlarını birbirlerinden ayıramıyorlardı. Sonra, göz açıp kapamak kadar kısa
bir süre içinde, Atlas'ın bakışlarından bir ışıltı geçti ve ıhlamur renkli
gözlerine bir mesafe yerleşti. Irmak’tan uzaklaşıp ayağa kalktı. Bu hareketi, o
ılık sonbahar akşamüstünde buz gibi bir esinti yaratmıştı.
Irmak da
ayağa kalktı. İkisi de hala garip bir durumdaydı. Aralarında tuhaf bir atmosfer
oluşmuştu. Gizemli yazar ve meraklı okur.
Irmak bir okurun bir yazara duyduğu (evet, her ne olursa olsun Atlas bir
yazardı) hayranlıktan aldığı cesaretle, yüzünü onunkine yaklaştırdı ve birbirlerini
yanaklarından öptüler. Atlas'ın yüzü tahmin ettiği gibi yumuşacıktı, tıpkı
bebek (ya da pudra sürülmüş kadın suratı) gibi. Onu dudağından öpmenin nasıl
bir şey olacağını çok merak etti. Herhalde fırından yeni çıkmış kek yemek gibi
bir his olurdu bu.
“Bana güven
tamam mı?” dedi Irmak, kitabı eline alarak. “Başkasına okutmayacağım. Ayrıca
sen yetenekli bir yazarsın. Bunların gerçek olduğunu kimse anlamaz.”
Atlas
nezaketen başını salladı. Yüzündeki tebessüm, kibar ve mesafeliydi. Kitabın
onda kalmasına hala isteksiz görünüyor, bunu bir kez daha teklif etmenin
yakışık alıp almayacağını kafasında tartıp biçiyor gibiydi. Belki bir an için
aklından kitabı onun elinden zorla almayı bile geçirmişti. Ama sonunda başını
hafifçe eğerek selam vermekten başka bir şey yapmadı. Bu hareketi neredeyse
resmi bile sayılabilirdi. “Seninle tanıştığıma memnun oldum,” dedi, keskin bir
çeviklikle arkasını döndü ve geldiği yöne doğru yürümeye başladı. Onu
gözleriyle takip eden Irmak, kendisiyle son bir kez vedalaşmak için arkasına
bakacağından emin bir şekilde bekledi. Ama bu olmadı. Atlas Siyah parkın içinde
öylece gözden kayboldu.
Kendi
kendine gülümseyen Irmak şaşkınlıkla banka çöküverdi. İçinde, sanki tam
karnının üstünde bir yerde, tuhaf bir mutluluk hormonu salgılanıyor gibiydi.
Yüzünde aptal, eğreti bir gülümseme belirmişti ve bunun tek sebebinin bir
yazarla tanışmış olmak olmadığını biliyordu. İlk görüşte bu kadar etkilendiği
başka bir kişi daha olmuş muydu diye düşündü, bulamadı. Ne var ki onu bir daha
görüp görmeyeceği bile şüpheliydi. Atlas “sana yazarım” demişti. Söz verdiği
gibi, onu yeniden görebilecek miydi? Bu olan biteni Aslı’ya anlatmak için
sabırsızlanıyordu. Ama sonra aralarının açıldığını hatırladı. Belki hala
arkadaş olsalardı bile Aslı bu hikayeyle ilgilenmezdi.
Elindeki
kitaba baktı. Atlas Kitabı'na. İki
gün önce hayatında Atlas diye biri yoktu ama şimdi her şey değişmişti. Biraz
öteden kendi yaşlarında iki genç kızın fısıldaşmalarını, bir kedinin
miyavlayışını duyar gibi oldu. Yüzünde hala yerini koruyan o çocuksu
gülümsemeyle kafasını kaldırdı ve onu gördü: Karşı bankta oturan Cem, ağzı
sanki nefes almak ister gibi açılmış bir vaziyette ona bakıyordu. Yüz ifadesi
kesinlikle hayal kırıklığıyla harmanlanmıştı ve suskun gözleri adeta “Bana bunu
nasıl yaptın?” diyordu.
İşte Irmak
o an buhar olup uçmayı istedi.
2.bölüm sonu, devam edecek
-----------********------------
Buluşma güzel olmuş. Ama yine de Irmak'ın yerinde olmak istemezdim. Hele ki Cem onu gördükten sonra. Devamını merakla bekliyorum. Kaleminize sağlık...
YanıtlaSilKalemine sağlık canım.Çok güzel olmuş.
YanıtlaSilDevamını merak ediyorum.
Sevgiler
güzel hikayeymiş ilk bölümü kaçırmışım dönüp okudum tabi hemen..
YanıtlaSilgüzeldi bu bölüm de. iyi oldu biraz gizem geldi. tahmin edemiyorum herhangi bir şey. aman zaten sürpriz olsun daha iyi. ırmaka bişi olmasın yeter :)
YanıtlaSilÇok severek okudum birine aşık olmayı tekrar yaşadım adeta :)
YanıtlaSilÇok güzeldii :) Irmak ve Atlas’ın buluşmasını okurken çok heyecanlandım valla
YanıtlaSilkurgu harika olmuş.. üçüncü bölüme koşuyorum..
YanıtlaSilSonu çok heyecanlı bitti!
YanıtlaSilYalnız Irmak'a karşı soğudum, resmen sevgilisini aldatma girişiminde bulundu, hem de tanımadığı biri için!
Yine çok severek okudum, kalemine sağlık! ^_^