"Ona son iki günde tam yirmi sekiz mesaj atmış, hepsi de 'görüldü' bildirimli mavi tikle kalakalmıştı. Şimdi elinde mavi tiklerden başka hiçbir şey yoktu. Ne kadar acımasız, diye düşündü Irmak. Aslı'nın bu yaptığı sadece ve sadece acımasızlıktı. Zalimlikti. Hiç kimse, yirmi sekiz mesajına cevap verilmeyecek kadar değersiz olamazdı."
Bölüm şarkısı: Hande Yener - Kim Bilebilir Aşkı
"CEM… SENİN BURADA ne işin var?"
Birbirlerine doğru yürürlerken Irmak'ın dizleri titriyordu. Cem ne zamandan beri orada, karşı bankta oturmuş ona bakıyordu? Onlara? Eğer Atlas'ı gördüyse, bu hiç kuşkusuz büyük sorun yaratacaktı.
"Irmak," dedi Cem, yanak yanağa öpüşürlerken. "Ben de aynı soruyu sana soracaktım?"
"Ben..."
“Biliyorsun ki ablam burada oturuyor. Ondan çıktım ve taksi bulmak için yürürken telefonum çalınca, şu banka oturdum.”
"Yani bir süredir orada, telefonla mı konuşuyordun?" diye sordu Irmak, ne kadar paniklediğini belli etmemeye çalışarak.
"Maalesef hayır.”
“Ne?”
“Yani hat kesildi ve maalesef hiç konuşamadık. Şu yüzyılda bu ne komik, değil mi?”
Irmak yarım bir nefes aldı. Sonra "Ya, sorma," dedi, yüzüne bir parça tebessüm kondurabilmek için kendini zorlayarak. Cem, Atlas gittikten sonra gelmiş, ikisini beraber görmemiş gibiydi. "Bu arada ablanın burada oturduğunu bilmiyordum,” dedi. Ah, nasıl bir tesadüftü bu böyle? Bu koca şehir sanki bir tek bu küçük parktan ibaretmiş gibi! Birlikte yürümeye başladılar.
"Eee? Soruma cevap vermedin. Senin burada ne işin vardı?"
Irmak soğuk soğuk terlediğini hissetti. Şimdi ona ne söyleyecekti? Atlas'la buluşmaya geldiğini söylese, o an'a kadar söylemediği için Cem bundan şüphelenecekti. Artık o treni çoktan kaçırmıştı. Cem'in Atlas'ı görmediğine inanarak, "Okuldan sonra bir arkadaşımla burada bir kafeye geldik ve... ben de taksi bekliyorum açıkçası."
"Yurda mı gideceksin? Ben şimdi bir taksi çağırdım, birlikte binelim. Çünkü bu saatte hepsi dolu geçiyor."
"Ee... Peki, tamam. Evet, yurda gideceğim."
Biraz sonra, Cem'le birlikte taksinin arka koltuğuna oturmuştu. Cem bir elini onun dizine koyup gülümsedi. Irmak da ona bakıp gülümsemeye çalıştı. Ve ancak o an derin bir nefes alabildi. Gerçekten ucuz atlatmıştı.
Ya da o öyle sanıyordu.
*
O gece rüyasında denizanalarını gördü Irmak. Önce simsiyahtılar ama giderek beyazlaştılar. Suyun yüzeyine yakın, süzülüyorlardı. Geceyi ele geçirmiş beyaz hayaletler gibiydiler.
Uyandığında terden sırılsıklamdı. Rüya değil, kabus görmüştü. Bunun ne anlama geldiğini düşündü. Atlas ve anlattıklarıyla ilgili olabilir miydi? Zihninde hala onun "Bu bir roman değil. Bu gerçeğin ta kendisi Irmak. Bu benim yaşamöyküm" sözleri yankılanıyordu. Atlas, sevgilisinin ölümüne sebep olmuştu. Belki de gördüğü kabus bu buluşmayla ve itiraflarla ilgiliydi. Ya da Cem'i bir anda parkta görmesiyle. Ya da Aslı’yla. Ya da arkadaşlarıyla. Pek çok ihtimal vardı. Hayatında yolunda olmayan o kadar çok şey vardı ki!
Sabah yurdun bulunduğu sokağa on dakika mesafedeki büyük markete gidip simit, poğaça ve yeni çıkan birkaç aylık dergi satın aldı. Tarçınlı çayı için odasında su kaynatırken dergileri poşetlerinden çıkardı; kaliteli kağıt kokusu bir anda odayı kapladı. Sonra Atlas'ı gördüğünde burnuna gelen kokuları düşündü. Gerçekten çok hoş kokuyordu. Ama bir an mürekkep kokusu duyduğundan emindi. Bunları düşünerek, komodininin üzerinde duran Atlas Kitabı'na baktı. Yağmurlu bir günde, ucuz bir sahaftan aldığı bir kitabın yazarının melankolik bir yakışıklı çıkmasına ne demeliydi? Atlas Siyah. Adeta bir marka ismi gibiydi. Dalgalı, gür saçlarını, geniş omuzlarını, delici gözlerini ve ondan yayılan güzel kokuları düşündükçe Irmak heyecanlanıyordu. Ama bu çok saçmaydı. Belki de bir daha hiç görüşmeyeceği birine aşık olamazdı. Yoksa çoktan olmuş muydu? Bunları kafasından atması gerekiyordu. Ama şu son zamanlarda iyice yokuş aşağı giden hayatının içinde, soluklanabileceği bir liman gibi karşısına çıkmıştı Atlas.
Ah, neden yazmamıştı? Saçmalıyorum! Daha dün görüşmüşlerdi ve muhtemelen hala o "abi"nin yanındaydı, daha zaman bulamamıştı. Ona biraz zaman tanımalıydı. "Sana yazarım," demişti Atlas ve mail kutusuna ondan bir şeyler mutlaka düşecekti. En azından buna inanmak istiyordu Irmak.
Öte yandan Aslı da ona dün gönderdiği mesajı görmüş ama hiç cevap yazmamıştı. Irmak "Bugün sınıfta kendimi çok kötü hissettim. Tüm dönem böyle mi geçecek? Artık böyle mi olacağız? Sebebini hala bilmesem de eğer sen istemiyorsan tamam, eskisi gibi olmayalım, ama hiç değilse gözlerimiz kesiştiğinde birbirimizin yüzüne bakamaz mıyız?" diye yazmıştı. Keşke o mesajı hiç göndermemiş olsaydım, diye düşünüyordu. Aptalım, aptalım...
Hava yağmurluydu ve o, kafasını dağıtmak için en sevdiği yabancı dizi olan Desperate Housewives'ın belki bin defa izleyip her repliğini ezbere bildiği bir bölümünü açtı. Henüz yarılamamıştı ki, Uzay’dan bir mesaj geldi. Annesinin arkadaşlarıyla toplanmak için dışarı çıktığını, akşama kadar evde yalnız olacağını söylüyordu. Yani onu çağırıyordu. Irmak pencereden dışarı baktı. Yağmur dinmiş, bulutların arasından belli belirsiz bir gök kuşağı çıkmıştı. Irmak Wisteria Lane’deki entrikalara veda edip gardırobunun kapağını açtı.
Hava yağmurluydu ve o, kafasını dağıtmak için en sevdiği yabancı dizi olan Desperate Housewives'ın belki bin defa izleyip her repliğini ezbere bildiği bir bölümünü açtı. Henüz yarılamamıştı ki, Uzay’dan bir mesaj geldi. Annesinin arkadaşlarıyla toplanmak için dışarı çıktığını, akşama kadar evde yalnız olacağını söylüyordu. Yani onu çağırıyordu. Irmak pencereden dışarı baktı. Yağmur dinmiş, bulutların arasından belli belirsiz bir gök kuşağı çıkmıştı. Irmak Wisteria Lane’deki entrikalara veda edip gardırobunun kapağını açtı.
"Yine de duymazdan gelebilirdin," dedi. "Annem işte! Her zamanki gibi bir parlayıp bir sönüyor."
"Ya ne demezsin," dedi Irmak. "Bir kez bile geri adım attığını görmedim."
“Sen şanslısın. En azından tek başına yaşıyorsun. Bense burada annemle kaldım," dedi Uzay.
Irmak bu açıdan hiç düşünmemişti. "O zaman bir an önce iyi bir üniversite kazanmaya bak derim," dedi. Sonra aklına gelen şeyi sordu. Aslında günlerdir hep aklındaydı bu soru. "Uzay... Aslı sana o diğer çocuğu nasıl söyledi? Yani nasıl ayrıldınız? Bak gerçekten niyetim hatırlatmak değil ama... merak ediyorum. Aslı benimle de konuşmuyor artık ve hiçbir şey bilmiyorum."
Uzay bir an için anlatmak istemiyormuş gibi göründü, ama sonra, "Kim olduğunu bilmiyorum," dedi durgun bir sesle. "Yalnızca ayrılmak istediğini söyledi ve ben de bunun için bir sebep göstermesi gerektiğini söyledim. O zaman o da, başka biri var, dedi. Hepsi bu."
Irmak düşüncesinin doğrulandığını hissetti. Aslında başka biri olduğu falan yoktu. Aslı yalnızca sıkılmış ve başka biri olduğu bahanesiyle Uzay'dan ayrılmıştı. Ama bunları kardeşine söylemedi.
Dışarıdan pizza söyleyip yediler, sonra Uzay ona biraz gitar çaldı. Saat beş olduğunda Irmak huzursuzca, "Ben gideyim, annemle karşılaşmak istemiyorum," dedi.
"Bu çok kötü. Artık hep böyle mi olacaksınız? Siz ikiniz?"
Irmak iç çekti. "Bilmiyorum... Ama seninle böyle sınırlı vakitlerde görüşmek zorunda değiliz." Gülümsedi. "Ders programın nasıl? Hafta sonu bir şeyler yapalım mı? Cumartesi nasıl olur?"
"Olur, ben de çok bunaldım zaten," dedi Uzay, masadaki test kitaplarını göstererek. Ama ses tonu bu bunalmanın yalnızca derslerden değil, Aslı'nın büyük bir soru işareti olan ayrılığından da kaynaklandığını ele veriyordu.
Irmak ayağa kalktı ve umutsuz görünen Uzay'a:
"Boş ver Aslı'yı," dedi.
"Ayy Irmak!" dedi Uzay, mesele Aslı değilmiş gibi davranarak. "Aslı değil, beni sen sinir ediyorsun!"
"O zaman beni boş ver," dedi Irmak gülümseyerek ve odasından çıkıp, küçük kardeşini test kitapları ve aşk acısıyla yalnız bıraktı.
***
İki gün sonra, yani cuma günü gelip çattığında, hala
ne Atlas’tan ne de Aslı’dan bir ses çıkmıştı. Üstelik Aslı’ya yeterince rezil
olmayı başarmıştı: Ona son iki günde tam yirmi sekiz mesaj atmış, hepsi de
“görüldü” bildirimli mavi tikle kalakalmıştı. Şimdi elinde mavi tiklerden başka
hiçbir şey yoktu. Ne kadar acımasız, diye
düşündü Irmak. Aslı’nın bu yaptığı sadece ve sadece acımasızlıktı. Zalimlikti.
Hiç kimse, yirmi sekiz mesajına cevap verilmeyecek kadar değersiz olamazdı.
Birine kendini bu kadar önemsiz hissettirmeye kimsenin hakkı yoktu. Seni özledim, arkadaşım. Seninle konuşmak
istiyorum. Üstelik onca olan bitenden sonra hala kızgın olması gereken biri
varsa o da benim.
Ama Aslı
buydu. Bu! Bu kadar umursamaz, bu kadar yaralayıcı. Mesajlarına cevap
vermemesinin belki de hiçbir sebebi yoktu. Belki de sadece canı istemiyordu.
Irmak’ın hiçbirine cevap almadığını gördükçe ve almayacağını bile bile bu kadar
mesaj göndermesini anlamıyor, bunu bir çeşit acizlik, eziklik olarak
yorumluyordu. Belki de Aslı, ezik biriyle arkadaşlık sürdürmek istemiyordu,
hepsi buydu.
Irmak ondan
cevap beklemeyi kesmişti ve ne olursa olsun, ona bir daha yazmamaya kararlıydı.
Eğer istediği ipleri koparmaksa, Irmak değil ipi, halatı bile elleriyle
koparabilirdi. Ama Atlas’ın mail atacağına olan inancını hala kaybetmemişti. Her
ne kadar onu çok iyi tanımasa da (eh, aslında hiç tanımıyordu), Atlas Siyah "Sana yazarım," deyip de öylece ortadan kaybolacak bir tipe benzemiyordu.
Ama of...
Irmak ona nasıl güvenebilirdi ki?
Kendini o
buluşmalarından beri her an onu düşünürken bulmuştu. Ona aşık olmuştu ve daha Cem’e onunla buluştuğundan bile bahsetmemişti.
Ama neyse ki bunu “welcome day”de yapmayı planlıyordu. “Hoş geldiniz günü”, ki
Aslı’ya göre Türkçesi asla aynı şekilde tınlamıyordu, üniversiteye o yıl
başlayan hazırlık sınıfları için yapılan kulüp tanıtımları ve etkinlikler
şeklinde planlanan, akademik takvime göre dönemin resmi açılış günüydü. Ama
konserlere okuldaki herkes tarafından katılım oluyordu. Okul o gün karnaval
yerine döner, herkes çalan müziğin ritmine uyum sağlardı. Irmak da etkinliğe
Cem’le birlikte katıldı. DJ’lerin çıkacağı ana sahnenin önündeki kahveciye
gidip damla çikolatalı kurabiye ve kahve alıp şemsiyenin altında bir masaya
oturdular. Dışarıdan bakan bir göz için, yalnızca aynı masayı paylaşan bir hoca
ve öğrenciydiler. Birkaç kişiyle birlikte sahnenin önündeki minderlerde oturan
Aslı’yı ilk fark eden Cem oldu.
“Aa, Aslı
değil mi o?”
Irmak
başını telefonundan kaldırıp baktı. “Hmm, evet o.” Bir süre ilgilenmemiş gibi
yapıp elindeki plastik bardağın pipetini düşünceyle kemirdikten sonra, Aslı’ya
bir mesaj gönderdi.
“Şu
an seni görüyorum.”
Ve gönderir
göndermez kendini katıksız bir aptal gibi hissetti. Cidden, o mesajla ne demeye
çalışmıştı ki?
Tikler
anında maviye döndü. Telefonu Irmak gibi elinde olan Aslı mesajı görüp başını
sağa sola çevirerek ona bakındı. Ama o kadar kalabalıktı ki, Irmak’ı bulamadı.
Şükürler olsun, diye düşündü Irmak.
Fakat sonra telefonu, Aslı’dan gelen çok şaşırtıcı bir mesajla çınladı:
“Neredesin?
Gel.”
Aslında
dostane sözcüklerden oluşan bu mesaj, Irmak’a nedense sinir bozucu ve rahatsız
edici geldi. Mesajı hemen Cem’e gösterdi.
“Gidebilirsin,
ben sıkılmam,” dedi Cem.
“Hiç
sanmıyorum.” Burnundan soluyan Irmak hiçbir cevap yazmadı.
Ama orada
Cem’le oturduğu iki saat boyunca gözü hep Aslı’nın üstündeydi. Aslı bir ara
üşüdü, ceketini giydi, sonra terledi çıkardı. Öyle çok neşeli değildi, hatta
bazen düşünceli gibiydi, ama yanındakilerle her an sohbet halindeydi. Sonra
yanındaki kız arkadaşlarından biri ona Irmak’ın yerini işaret etti (Vay ispiyoncu!) ama Irmak hemen başını
çevirdi ve önünde dikilip sigara içen bir çocuğun arkasında kamufle olabilecek
kadar zayıf olduğuna sevindi. Aslı’nın yanındaki kızlar... kimdi onlar? Birini
gözü ısırıyordu ama diğerlerini tanımıyordu. Kendine hemen yeni arkadaş çevresi
mi yapmıştı? Ah, bu o kadar acıydı ki: “Welcome day”e birlikte katılmayı
haftalar öncesinden planlamışlardı. O ve Aslı. Konseri birlikte izleyecekler,
sonra da köşedeki hamburgerciye gidip kimin ne giydiği hakkında dedikodu
yapacaklardı. Muhtemelen, “Bizim dışımızdaki herkes rüküş –Her zamanki gibi!”
diyecekti Aslı ona, dişlerinin arasına sıkışmış marullu görüntüsünü hiç
umursamadan. Çünkü nasıl göründüğünü umursamayacak kadar çok sevdiği ve yanında
rahat hissettiği tek arkadaşı Irmak olacaktı. Tıpkı Irmak’ın da onun için
bunları düşündüğü gibi. Ama şu son bir hafta içinde, Irmak’ın asla anlayamadığı
ve Aslı’nın da asla net bir şekilde açıklamadığı bir sebepten ötürü adeta
düşman olmuşlardı.
Aslı ve
arkadaşları onlardan önce kalktı. Hava kararmaya başlamıştı. Irmak Cem’e Atlas’tan
bahsetmeyi planlıyordu ama Aslı’yı gördükten sonra o konuyu tamamen unutmuştu.
Kalbi öyle kırılmıştı ki, bir daha Aslı’yla tek kelime –hem gerçek hayatta hem
de sanal ortamda– etmeyeceğine dair kendine yemin etti. Konser bittiğinde
Cem’e, “Beni o kadar kızdırdı ki, ona asla cevap yazmayacağım,” dedi. Cem de
onu şaka yollu gazlamaya çalışırcasına, “Boş ver, beklesin dursun” yanıtını
verdi. Fakat Irmak yurda gider gitmez bir mesaj yazıp Aslı’ya gönderdi:
"Niye
geleyim? Sen beni silip atmış birisin!"
Mesajı
gören Aslı hemen “OK” işaretiyle yanıtladı.
Irmak da
ona aynı işaretle karşılık verdi. Kahretsin, ne yapıyordu böyle? Ona mesaj atmayacağına dair kendi
kendine söz vermişti. Suçunu hafifletmeye çalışırcasına hemen Cem’e mesaj attı:
“Aslı’ya
yazdım.”
Cem de
hemen yazdı, muhtemelen bir makale okuyordu ve telefonu bip diye ötünce bakmak
için ara vermişti.
“Hani
yazmayacaktın?”
O sırada
Aslı’dan cevap geldi:
“Tamam
Irmak. İyi akşamlar.”
Nokta. Son
zamanların modası olarak, sanal ortamdaki yazışmaları sinsice ele geçirmeyi
başaran o küçük ama sivri işaret. Yazışmanın sonuna bir adet nokta koymak bazen
güya kibarca “Artık senden bir şey duymak istemiyorum” ya da “Artık seninle
konuşacak bir şeyim yok” demek anlamına geliyordu, şimdi olduğu gibi. Oysa
Irmak’a göre o nokta yüze çarpan bir kapı kadar sert ve hakaretamizdi. Bazı
arkadaşlıkların yazışmaların sonuna koyulan nokta işaretlerinin hemen
öncesindeki “Hayatta başarılar”, “Kolaylıklar diliyorum” veya “Mutluluklar!”
gibi ifadelerle iyice sinir bozucu bir şekilde bittiği de oluyordu. Sanki düğün
davetiyesi gönderir gibi! Burada amaç, Seninle
bir daha asla görüşmeyeceğim, durumun ciddiyetinin farkındasın değil mi? alt
metninin altını iki kere çizmek için, en özenli sözcüklerle veda etmekti. Neyse
ki Aslı o kadar aşırıya kaçmamıştı. Yine de Irmak bu cevabı kendine
yediremezdi. Hiç zaman kaybetmeden önce Aslı’ya, sonra Cem’e mesaj gönderdi:
“Bak,
cevap bile veremiyorsun. Çünkü hatalı olduğunu sen de biliyorsun.”
“N’apiyim
dayanamadım ama şu an sinirimden kuduruyorum!!!”
Aslı’dan
yeni bir mesaj geldi:
“Tamam
Irmak”
Irmak
bekledi, hemen yazmak istemiyordu. Üç dakika sonra Aslı’dan mesajın devamı
geldi:
“Sana
sebebini söyledim. Niye hala bununla ilgili beni rahatsız edip duruyorsun?”
Irmak hemen
yazdı:
“Parkta
saydığın bahanelere inanmadım da ondan. Düzgün bir açıklaman bile yok. Beni
öylece hayatından çıkardın ve bunu sorgulamamı istemiyorsun.”
Aslı’dan
cevap gecikmedi:
“Irmak,
seni engellemicem, ama artık yazma tamam mı?”
İşte Irmak
buna çok öfkelendi:
“Sen
beni istemiyorsan ben seni hiç istemiyorum ve engelliyorum Aslı!”
Aslı “OK”
işaretinden başka bir şey koymadı.
Irmak: “OK”
Aslı: “OK
OK”
Irmak: “OK”
Ve onu
engelledi. “GERİ ZEKALI!” diye bağırdı kendi kendine, ama bunu aslında hem Aslı
hem de kendisi için söylemişti. Sonra da tüm yazışmalarını sildi ve ağlayarak
telefonunu bir kenara fırlattı.
Ama...
hayır. Irmak en
yakın arkadaşını geri istiyordu.
***
Irmak yatağa girdikten beş dakika sonra, henüz
uyumamıştı ki elektronik posta kutusuna düşen mail’in sesiyle irkildi
(Atlas’tan cevap beklediği için telefonunun mail bildirim sesini sonuna kadar
açmıştı). Hemen baktı. Nihayet, gerçekten oydu:
“Kaç
gündür yazamadığım için kusura bakma lütfen.
Yarın
saat iki buçukta aynı yerde diyelim mi?”
Aslında
Irmak’ın günlerdir beklediği bu mail için sevinçten havalara uçması
gerekiyordu. Ama Atlas onun Uzay’la buluşacağı gün, hem de sözleştikleri
saatten yalnızca yarım saat öncesine randevu veriyordu. Yine de Atlas Siyah’ı
asla geri çevirmeyecekti. “Tamam”
diye yazıp gönderdi. Başka hiçbir şey yazmamıştı. Mesajı gönderdikten sonra hem
tuhaf bir rahatlama hem de basit bir öfke hissetti. Tanıştıkları günden beri
aklından çıkaramadığı Atlas’ın onun duygularından bihaber olduğu düşüncesi
canını yakıyordu. Ama hayatına gireli daha sadece birkaç gün olmuşken, ondan
daha fazlasını beklemek adil değildi. Yine de o; saçları dalgalı olan, güzel
kokan Atlas Siyah’la bir kez daha yan yana oturacağı an’ı iple çekiyordu.
***
Ertesi gün parka giderken, Belki de Atlas gelmekten vazgeçmiştir, diye düşünüyordu.
Ama parkın
girişine vardığında onu gördü ve hemen tanıdı. Geçen sefer onu unutmamacasına
zihnine öyle bir kazımıştı ki... O gün oturdukları bankta oturuyordu. Yanında
bir kese kağıdı içinde çörekler, elinde de bir kitap vardı. Hafifçe yıpranmış
bir deri ceket giymişti. Dalgalı kumral saçları, düzgün yüz hatları ve evet,
güzel yüzüyle işte orada durmuş, kitap okuyarak onu bekliyordu.
Irmak bir
süre, orada öylece durup onu izledi. Yaptığı resmen dikizcilikti ama orada
öylece durup onu saatlerce izleyebilirdi. Doya doya bakmak istiyordu çünkü ona.
Atlas arada bir başını kaldırıp etrafına bakıyordu, belki de Irmak'ın
gelmeyeceğini düşünmeye başlamıştı. Derken tam o an Irmak'ı gördü ve belli
belirsiz tebessüm ederek el salladı. Irmak da aynı şekilde karşılık verdi.
Orada sanki dakikalardır dikilmiyormuş da parka yeni girmiş gibi yaparak
yürümeye başladı.
“Hoş
geldin,” dedi Atlas, o gelince ayağa kalkarak.
“Ah,
merhaba.” Irmak boğazının kuruduğunu hissedebiliyordu. “Birkaç dakika trafiğe
takıldım da.”
Atlas, bu
hiç de önemli bir şey değilmiş, onu yeniden görebildiği için çok sevinmiş
gibiydi. İkisi de ne yapacaklarını bilemiyormuş gibi geçen birkaç saniyenin
ardından, sonunda tokalaşmaya karar verdiler (aslında geçen sefer yanak yanağa
öpüşmüşlerdi ama o gün her şey sanki tekrar başa sarılmış gibi geldi Irmak'a).
Atlas'ın elleri yumuşacıktı ve teninin kokusu... başlı başına baştan
çıkarıcıydı. Irmak sanki bir çiçek koklamış gibi hissetti. O gün de yine
vanilyalı çörek, kitap, çiçek ve evet, mürekkep karışımı bir esans gibi
kokuyordu.
"Seninle
yine burada buluşmak istedim, çünkü belki benimle bir kafeye ya da başka yere
gelmek istemezsin diye düşündüm," dedi Atlas.
Irmak bir
an için, Seninle her yere gelirim,
diye düşündü ama bunu söylemedi tabii. Fazla hevesli görünmeye niyeti yoktu. Bankta
yanına oturdu. Aralarında kitap yoktu ama geçen seferki gibi kitap koyacak
kadar bir boşluk bırakmıştı.
“Ne
okuyorsun?” diye sordu, elindeki kitabı işaret ederek. O güne kadar daha başını
kitaba gömmüş birini görüp de kitabın adını öğrenmeden durabildiği mümkün
olmamıştı.
Atlas
kitabı kaldırıp kapağını gösterdi. Gözlerinde az da olsa miyopluk olan Irmak görebilmek
için biraz yaklaştı. Bu bir çizgi romandı. Adı Dylan Dog’du. Pek de okuduğu bir tür değildi Irmak’ın. Hele böyle
eski tarz İtalyan çizgi romanlarını hiç okumazdı. Ama Atlas’ın elinde görmesi, onu
da hemen en yakındaki kitapçıya koşup bir Dylan
Dog alma arzusuyla doldurmuştu.
“Geçen
sefer anlattıklarımdan sonra, benden korkmuyorsun değil mi Irmak?”
Bir an ne
cevap vereceğini bilemeden kalakaldı Irmak. “Hayır,” dedi rahatça. “Öyle olsa
seninle ikinci kez buluşmazdım herhalde. Halka açık bir alanda bile olsa yani.”
Ne komik, ondan korkuyor olabileceğimi
düşünüyor.
“Peki Atlas Kitabı’ndan ya da benimle
buluştuğundan kimseye bahsettin mi?”
Irmak ne
cevap vereceğini bilemeden kalakaldı. O an’a dek beyaz atlı bir prens olarak
gördüğü Atlas’ın bu sorusu, onu belli belirsiz bir kuşkuya sürüklemişti. “Atlas,
bu sence de biraz yanlış anlamaya müsait bir soru olmadı mı?”
Atlas, onu endişelendirdiği
için kendi de endişelenmişti sanki. Bir hata yapıp bu hayatta kendisini
anlamak, yaşadığı acıyı paylaşmak için bir adım atan tek kişiyi ürkütmek
istemiyor gibiydi. “Ah, çok özür dilerim. Öyle demek istemedim.”
Ama Irmak
da öyle dediğine pişman olmuştu. Onunla bir daha karşılaşmaya dair kurduğu tüm
hayallere rağmen, aksi ve huysuz bir teyze gibi davranan kendisiydi.
“Biliyorum... Ama sana geçen sefer de söyledim: Kitabı saklayacağım, fakat başka
birine vermedim, vermeyeceğim.”
Atlas bunun
üzerine elini ceketinin cebine soktu ve Irmak bir an için bir bıçak çıkarıp onu
orada, parkın orta yerinde ortadan ikiye ayıracağını düşündü. Ama cebinden
çıkardığı şey az önce elinde döndürdüğü kese kağıdından başka bir şey değildi. İçinde
iki tane vanilyalı çörek vardı. Bu da Irmak’ın duyduğu kokuyu açıklıyordu.
Kokulardan birini.
“İster
misin?” dedi Atlas, çörekleri göstererek.
Eh, küçük
bir çocukken ailenizin size öğrettiği ilk üç kuraldan biri herhalde “bir
yabancının verdiği bir şeyi asla alma ve yeme”dir, ama Irmak, ne yaparsa yapsın
Atlas’a karşı koyamıyordu. Onun elinden o çöreği alırken parmaklarının
parmaklarına değebilme ihtimalini düşünmek bile içini mutluluktan bir hoş
etmeye yetmişti. Ayrıca bu çok düşünceli bir hareketti, çünkü çörekler belli ki
onun için iki tane alınmıştı.
“Sağ ol, ama
birazdan erkek kardeşimle buluşacağım ve yemek yiyeceğiz,” dedi ve der demez
buna pişman oldu. Pişman olmasının ilk sebebi, onun uzattığı bir şeyi geri
çevirmiş olmasıydı. Ama daha da önemlisi, Atlas’a, bir yabancıya aynı anda birden çok bilgi vermişti: O artık bir erkek
kardeşi olduğunu, birazdan geleceğini biliyordu. Belki de ayrıldıktan sonra bir
köşeye gizlenip Irmak’ın kiminle buluşacağını izleyecekti.
"Peki o
zaman," dedi Atlas ve kendi de içinden bir çörek almadan, kese kağıdını cebine
geri soktu.
Bir süre
sessizce oturdular. Atlas ayakkabılarının bağcıklarına bakıyordu. Sanki bir şey
konuşmuyorken Irmak’ın yüzüne bakmaya çekiniyordu. Oysa Irmak onun gözlerine
bakabilmeyi çok isterdi.
"Şimdi bu
kitabı yazdığını kimse bilmiyor, öyle mi?"
Atlas
başını kaldırıp yeşil gözleriyle suratına bakınca, bir zafer kazanmış gibi
sevindi.
“Hiç kimse.
Yalnızca ben ve bastırdığım yayınevi. Paramı aldılar, ama yazdığım bu kurgu
için beni tebrik de ettiler. Çok iyi bir yazar olduğumu düşünüyor olmalılar,”
diye ekledi hüzünle.
“Öylesin
de,” dedi Irmak.
Atlas kaşlarını
kaldırdı.
“Bu senin
içinden gelen bir yetenek, Atlas. Bu olayları yaşadın diye bir anda iyi yazmaya
başlayamazsın ki. Aynı olayları ben yaşamış olsaydım ve önüme bir kağıt
alsaydım, muhtemelen iki kelimeyi bile bir araya getiremezdim. Ama sen
duygularını kelimelere bu şekilde dökebiliyorsun. O yüzden kendine haksızlık
etmekten vazgeç.”
Atlas bu
iltifat karşısında utanmış gibi görünüyordu. Sonra anılarına dalıp giderek, “Biliyor
musun, o da böyle söylerdi,” dedi. “Büyüyünce iyi bir yazar olacağımı.”
Bunu öyle
bir ses tonuyla söylemişti ki, Irmak o an Pelin’den değil de başka bir kişiden
bahsediyormuş hissine kapıldı.
“Kız
arkadaşının adı neydi? Yani yanlış anlama. Özel bir soruysa yanıtlaman için
seni zorlamak istemem.”
“Yoo, değil.
Pelin… Adı Pelin’di.”
Tabii eğer bu doğruysa, diye düşündü
Irmak.
“Ama
anladığım kadarıyla abisi hiç de yazmaktan, okumaktan hoşlanan biri değil.”
“Necati,”
dedi Atlas, buz gibi bir sesle. “Keşke Pelin değil de... Necati ölmüş olsaydı.”
Irmak
heyecanlanmıştı. Atlas ona ilk kez bu kadar samimi cevaplar veriyordu. Kopuk
kopuk, parça parçaydı, ama Irmak yapbozun bir şekilde birleşeceğini
hissediyordu. Ne var ki boşboğazlık ederek daha fazla şey öğrenme ihtimalini
sonsuza dek ortadan kaldırdı.
“Bana nasıl
güvenebiliyorsun?”
“Ne?”
Irmak
dilini ısırdı, ama artık susmak için çok geç kalmıştı. “Tüm bunları anlatıyorsun…
Ama bana nasıl güvenebiliyorsun?”
“Sana
güveniyorum,” dedi Atlas, yumuşak bir sesle. “Çünkü sen insanları kandıracak,
onların hayatlarıyla oynayacak birine benzemiyorsun. Biliyor musun, insanlar
böyle şeyleri anlamak çok zor sanır. Oysa iki saniye sürer. Sadece nereye
bakacağını bilmen gerekir.”
“Nereye?” diye
sordu ırmak, aptal bir merakla.
“Gözlere…
Gözlerin, seninle ilgili beni asla yanıltmayacak şeyler söylüyor.”
Kalbi küt
küt çarpmaya başlamıştı Irmak’ın. Kulağa hoş gelen bu tatlı sözlere kanmak
istemiyordu, ama söyleyen Atlas gibi biri olunca, bu çok zordu. Gözlerin, seninle ilgili beni asla
yanıltmayacak şeyler söylüyor. Bunun üstüne ona ne cevap vereceğini
bilemiyordu. Saatine bakıp ayağa kalktı. “Gitmem gerek.”
“Doğru,
erkek kardeşin,” dedi Atlas.
“Şey,
evet.” Her dediğime çok dikkat ediyor ve
hiçbir şeyi unutmuyor.
“Ama seni
yeniden görmeyi çok isterim, Irmak.”
“Ben… olabilir.
Eğer uygun olursam.”
Ve öylece
ayrıldılar. Birbirlerinin cep telefonlarını hala almamışlardı. Aslında Irmak,
bu an’a çok yaklaştığını hissetmişti ama ona numarasını vermekte tereddütlüydü.
Onu hala tanıdığını söyleyemezdi. Atlas’tan çok etkilenmişti ama
anlattıklarının doğru olduğundan nasıl emin olabilirdi ki? Doğru olsa bir
türlü, olmasa bir türlüydü. Doğru olsa, bu, onu Irmak'ın sebebini hala
bilmediği bir ölüm yüzünden katil yapardı; olmasa da, büyük bir yalancı ve
kızları etkilemeye çalışan pis bir sapık.
Atlas’ın
parkın girişinde park etmiş bir motosiklete bindiğini gördü. Demek motor sürüyor. Tabii ya, bankta yanında duran kaskı
görmüştüm.
“Irmak!”
Yolun diğer
tarafından, bir arabanın sürücü koltuğundan seslenen, Uzay’dan başkası değildi.
Irmak onunla buluşacağını tamamen unutmuştu. Hala parkın öbür tarafında kaskını
takmakta olan Atlas’a görünmemeye çalışarak, Uzay’ın arabasına, yan koltuğa
bindi. Ve bindiği gibi Uzay’a, “Şu motoru görüyor musun, onu izleyelim,” dedi.
“Ne diyorsun?
Karnım zil çalıyor.”
“Uzay
lütfen. Bak işte şuradaki motosiklet. Lütfen. Söz veriyorum sonra anlatacağım.
Hadi gözden kaçırmadan peşine takılalım.”
Uzay bunu
yapmayı hiç istemiyordu ama Irmak’ın dediğini yaptı. Motosikletle arasında
belli bir mesafe bırakarak, onu takip etmeye başladı. Hemen yan koltukta oturan
Irmak, olur da Atlas onu ya da takip edildiğini fark ederse diye gözünü dört
açmıştı.
“Kimi takip
ediyorum, bilmiyorum. Seninle buluşmayı niye kabul ettim, onu da bilmiyorum,”
diye söylenip durdu Uzay. Yarım saat boyunca şehir trafiğinin içinde
ilerlediler ama sonra Atlas şehrin dışına, genelde fabrikaların ve depoların
olduğu bilinen bir orman yoluna saptı.
“Motosiklet ana yoldan ayrılıyor?”
“Farkındayım.
Takibe devam.” Irmak, kardeşine pek belli etmemeye çalışsa da merakı gittikçe
artıyordu. Çok ilginç... Atlas nereye
gidiyor olabilir ki?
“Buraları
hiç bilmiyorum. Başımıza bir iş gelirse –”
“Tüm sorumluluğu
üstüme alıyorum Uzay!”
“Kimi, niye
izlediğimizi söylesen bari?”
“Uzay. Şimdi değil. Sonra söz veriyorum
anlatacağım.”
Atlas’ın söyledikleri yalan mı gerçek mi
anlamam gerek. Ona inanmam gerek. Necati diye biri gerçekten var mı? Onu arayıp
yanına çağırıyor mu? Yoksa her şeyi beni kandırmak için mi uydurdu?
Ama
motosikletle aralarına yük taşıyan birkaç kamyon girince geride kaldılar, çok
geçmeden onu kaybettiler ve kendilerini iki tarafı ağaçlıklı bir yolun orta
yerinde giderken buldular.
“Harika...
Kaybolduk!” dedi Uzay. “Rakiplerim test çözerken ben burada Irmak Hanım’ın özel
şoförlüğünü yaparak vakit kaybediyorum!”
“Ah canım!”
dedi Irmak, sahte bir acımayla. “Sanki evde olsan ne yapacağını ben bilmiyorum
senin!”
“Ne
yapacakmışım?”
“Tamam,
neyse, devam et bakalım. Elbet bir yerden ana yola çıkarız,” dedi Irmak. Atlas’ın
nereye gittiğini öğrenme ümidini artık tamamen kaybetmişti.
Gittikleri
orman yolu, alçak birkaç binanın sıralandığı, ormanın ortasındaki bir açıklıkta
son buldu. Burası sahiden de bir depolama alanına benziyordu. Irmak, “Burada
duralım, ben yolu soracak birilerini bulmaya çalışayım,” dedi. Böylece Uzay
arabayı durdurdu ve Irmak arabadan inip içlerinde en sevimli görünen kulübeye doğru
yürümeye başladı. Havada odun ve kozalak kokusu vardı. Çoktan kurumuş sonbahar
yapraklarının üstüne her bastığında, kendini yanlış bir şey yapıyormuş gibi
hissediyordu. Burayı sevmemişti.
Aynı anda
hem yakınlardaki bir çalılığın içinden uğursuz bir kuş havalanıp hem de
yürümekte olduğu kulübenin kapısı birdenbire açılıp dışarı izbandut kılıklı bir
adam çıkınca, ne zamandır içinde tuttuğu çığlığı koyvermemek için kendini zor
tuttu. Adam bakışlarıyla Irmak’ı takip etmeye başlarken bir sigara yaktı. Orta
yaşlı, iri yarı bir adamdı. Ama yapılı vücudu ve birbirine karışmış simsiyah
saçı sakalı onu olduğundan daha büyük gösteriyordu. Gömlek ve kot pantolon giymişti.
Gömleğinin birkaç düğmesini açmış, kollarını da yukarı kıvırmıştı. Bu görüntüsü
Irmak’ın onu tüyler ürpertici bir korku filminden fırlamış gibi bulması için
yeterli oldu. Ama adamın bir karizması olduğunu da itiraf etmeliydi.
Adamla
birbirlerine doğru yürüdüler ve aralarında bir metre kala durdular.
"Baksana...
Yolunu mu kaybettin?" dedi adam, arabayı işaret ederek.
Adamın
onunla konuşması her şeye, şu anda içinde bulunduğu sahneye daha da gerçeklik
katmış gibiydi. Sanki bu ana dek her şey bir rüya olabilirdi ama şimdi kötü bir
kabusa dönüşmüştü. “Ben...”
“Yoksa
birini mi arıyorsun?”
“Şey,
evet... Adınız neydi?”
“Ben
Necati. Elinde bir adres varsa onu göster.”
Irmak o an
donakaldı. Necati. Bu, o. Bu Atlas’ın
kitabında bahsettiği adam. Pelin’in
abisi. “Şey, yanlış geldim galiba.”
“Sen nereye
gelmiştin?”
“Burası
neresi?” Hoş Irmak, burası kirli işler yapan bir yerse bile, Necati'nin ona
doğruları söylemeyeceğini biliyordu ama yine de ne diyeceğini merak etmişti.
Vereceği cevapta, Atlas'ın anlattıklarını doğrulayacak bir şeyler bulabilme
umudu vardı.
"Ne?"
dedi Necati.
"Burası
neresi diye sordum.”
Necati
afallamış gibiydi. “Görmüyor musun?”
Irmak bu
cevaptan hiç hoşlanmadı. Birkaç adım geriledi. Buraya gelmesi başından hataydı.
Yoksa değil miydi? Oraya, Atlas'ın söylediklerine inanmak, kitapta okuduklarını
kendi gözleriyle görmek için gelmişti. Ve şimdi... ona inanıyordu. Ona
inanıyordu! Atlas Siyah doğruyu söylüyordu. Kendi başından geçenleri anlattığı
bir kitap yazmıştı ve işte şimdi Irmak, kitapta adı geçen karakterlerden
biriyle daha tanışmıştı.
Tam o
sırada bir motor sesi duyuldu. Uzay'ın arabasının yanından geçen bir motosiklet
deponun kapısına, onların durduğu yere yanaşmıştı. Sürücü sonunda motoru
durdurdu, kaskını çıkardı ve işte, Atlas'tı bu.
“Oo,
nihayet gelebildin,” dedi Necati, ona dönerek. Henüz tam bitirmediği sigarasını
yere atıp ayakkabısının topuğuyla, yaprakların arasına doğru itip ezdi. Bir
anda Irmak'ın orada olduğunu unutmuş gibiydi.
“Evet,”
dedi Atlas. Gözleri Irmak’a takılıp kalmıştı. Onu orada gördüğüne, en basit
tabirle çok şaşırmıştı. Ama onunla önceden tanıştığını Necati’ye belli edebilecek
en küçük bir hareketten bile kaçınıyordu.
Irmak’sa
yaşadığı şok nedeniyle tutulup kalmıştı. Atlas’ı bu tekinsiz adamın elinden
kurtarabilecek bir güce sahip olmayı diledi. Atlas’ı, artık nasıl bir yer
olduğu hakkında az çok tahmin yürütmeye başladığı o karanlık dünyadan çıkarıp,
bir şekilde güvene alması gerekiyordu. İçinden gelen ses, onu koruması
gerektiğini söylüyordu.
Ama şimdi
bunları düşünmenin sırası değildi çünkü elinden hiçbir şey gelmezdi. Üstelik
araba kapısının açılıp kapandığını duydu: Artık sabırsızlanan ve bir şeylerin ters
gittiğini düşünmeye başlayan Uzay da arabadan inmişti. Irmak’ın gözleri Atlas,
Uzay ve Necati arasında gidip geliyordu. Üçü de ona bakmış, bir cevap
bekliyordu.
Şimdi,
içine düştüğü bu durumdan nasıl kurtulacağını düşünmenin sırasıydı.
3. bölüm sonu, devam edecek
-----------********------------
Şimdiden merak ettim.Bakalım neler neler olacak.
YanıtlaSilKaleminize sağlık..
İyi gidiyor bence, akıcı olmuş. İşin içinde bir gizem olduğu için merakla okunuyor :)
YanıtlaSilcidden çok iyi gidiyor şarkı da bayağı eskilere götürdü beni. ellerine sağlık :)
YanıtlaSilÇok uzun değil mi? Biraz daha kısalsa sanırım daha rahat okunacak. Emojiler çok isabetli kullanılmış. Gençler
YanıtlaSilgerçekten yazarken çok kısaltma yapıyorlar.
Yeni hikaye başlamış, eminim çok güzeldir, geniş bir zamanda tüm bölümleri okucam, kolay gelsin diyorum.
YanıtlaSilçok uzun yaa. daha boş bir zamanda geleyim bakalım ırmaka nolduuuu :) şimdi dolunay izliyom çok sefiyom onu da :)
YanıtlaSilBölümler biraz daha birikseydi de öyle okusaydım keşke meraktan çatlicam :) Ve Uzay’ın rakipleri test çözmekten kitabı alev aldırırken bu çocuğun yaptığına bak böyle olmaz mezuna kalır bu
YanıtlaSilyaa olamaz tam heyecanlı yerinde :)
YanıtlaSilhımm güzel gidiyoo. ırmaka bişi olmasın. biliyon ters düzde de Melis Birkanı sevmiştim. burda da ırmakçıyım artık. atlas cem bakalım nolcak tabii bişi tahmin edemiyom. aslı ile de iyi olsun. ırmak bütün güzellikleri hak ediyor :)
YanıtlaSilOkuduğum ve sevdiğim bir kitapta bulunan karakterlerle tanışmak çok heyecan verici, değil mi? Irmak bayağı ballı gerçekten ama Atlas'a aşık olduğunu kabul ediyorsa Cem'den ayrılmalı, aksi takdirde bu hiç de hoş bir davranış olmaz. :/
YanıtlaSilSeverek okudum, kalemine sağlık! ^_^