8 Ekim 2017 Pazar

MÜREKKEP KOKUNU İÇİME ÇEKTİM - 3. BÖLÜM


"Ona son iki günde tam yirmi sekiz mesaj atmış, hepsi de 'görüldü' bildirimli mavi tikle kalakalmıştı. Şimdi elinde mavi tiklerden başka hiçbir şey yoktu. Ne kadar acımasız, diye düşündü Irmak. Aslı'nın bu yaptığı sadece ve sadece acımasızlıktı. Zalimlikti. Hiç kimse, yirmi sekiz mesajına cevap verilmeyecek kadar değersiz olamazdı."

Bölüm şarkısı: Hande Yener - Kim Bilebilir Aşkı 

"CEM… SENİN BURADA ne işin var?"
Birbirlerine doğru yürürlerken Irmak'ın dizleri titriyordu. Cem ne zamandan beri orada, karşı bankta oturmuş ona bakıyordu? Onlara? Eğer Atlas'ı gördüyse, bu hiç kuşkusuz büyük sorun yaratacaktı.
"Irmak," dedi Cem, yanak yanağa öpüşürlerken. "Ben de aynı soruyu sana soracaktım?"
"Ben..."
“Biliyorsun ki ablam burada oturuyor. Ondan çıktım ve taksi bulmak için yürürken telefonum çalınca, şu banka oturdum.”
"Yani bir süredir orada, telefonla mı konuşuyordun?" diye sordu Irmak, ne kadar paniklediğini belli etmemeye çalışarak.
"Maalesef hayır.”
“Ne?”
“Yani hat kesildi ve maalesef hiç konuşamadık. Şu yüzyılda bu ne komik, değil mi?”
Irmak yarım bir nefes aldı. Sonra "Ya, sorma," dedi, yüzüne bir parça tebessüm kondurabilmek için kendini zorlayarak. Cem, Atlas gittikten sonra gelmiş, ikisini beraber görmemiş gibiydi. "Bu arada ablanın burada oturduğunu bilmiyordum,” dedi. Ah, nasıl bir tesadüftü bu böyle? Bu koca şehir sanki bir tek bu küçük parktan ibaretmiş gibi! Birlikte yürümeye başladılar.
"Eee? Soruma cevap vermedin. Senin burada ne işin vardı?"
Irmak soğuk soğuk terlediğini hissetti. Şimdi ona ne söyleyecekti? Atlas'la buluşmaya geldiğini söylese, o an'a kadar söylemediği için Cem bundan şüphelenecekti. Artık o treni çoktan kaçırmıştı. Cem'in Atlas'ı görmediğine inanarak, "Okuldan sonra bir arkadaşımla burada bir kafeye geldik ve... ben de taksi bekliyorum açıkçası."
"Yurda mı gideceksin? Ben şimdi bir taksi çağırdım, birlikte binelim. Çünkü bu saatte hepsi dolu geçiyor."
"Ee... Peki, tamam. Evet, yurda gideceğim."
Biraz sonra, Cem'le birlikte taksinin arka koltuğuna oturmuştu. Cem bir elini onun dizine koyup gülümsedi. Irmak da ona bakıp gülümsemeye çalıştı. Ve ancak o an derin bir nefes alabildi. Gerçekten ucuz atlatmıştı.
Ya da o öyle sanıyordu.

*
O gece rüyasında denizanalarını gördü Irmak. Önce simsiyahtılar ama giderek beyazlaştılar. Suyun yüzeyine yakın, süzülüyorlardı. Geceyi ele geçirmiş beyaz hayaletler gibiydiler.
Uyandığında terden sırılsıklamdı. Rüya değil, kabus görmüştü. Bunun ne anlama geldiğini düşündü. Atlas ve anlattıklarıyla ilgili olabilir miydi? Zihninde hala onun "Bu bir roman değil. Bu gerçeğin ta kendisi Irmak. Bu benim yaşamöyküm" sözleri yankılanıyordu. Atlas, sevgilisinin ölümüne sebep olmuştu. Belki de gördüğü kabus bu buluşmayla ve itiraflarla ilgiliydi. Ya da Cem'i bir anda parkta görmesiyle. Ya da Aslı’yla. Ya da arkadaşlarıyla. Pek çok ihtimal vardı. Hayatında yolunda olmayan o kadar çok şey vardı ki!
Sabah yurdun bulunduğu sokağa on dakika mesafedeki büyük markete gidip simit, poğaça ve yeni çıkan birkaç aylık dergi satın aldı. Tarçınlı çayı için odasında su kaynatırken dergileri poşetlerinden çıkardı; kaliteli kağıt kokusu bir anda odayı kapladı. Sonra Atlas'ı gördüğünde burnuna gelen kokuları düşündü. Gerçekten çok hoş kokuyordu. Ama bir an mürekkep kokusu duyduğundan emindi. Bunları düşünerek, komodininin üzerinde duran Atlas Kitabı'na baktı. Yağmurlu bir günde, ucuz bir sahaftan aldığı bir kitabın yazarının melankolik bir yakışıklı çıkmasına ne demeliydi? Atlas Siyah. Adeta bir marka ismi gibiydi. Dalgalı, gür saçlarını, geniş omuzlarını, delici gözlerini ve ondan yayılan güzel kokuları düşündükçe Irmak heyecanlanıyordu. Ama bu çok saçmaydı. Belki de bir daha hiç görüşmeyeceği birine aşık olamazdı. Yoksa çoktan olmuş muydu? Bunları kafasından atması gerekiyordu. Ama şu son zamanlarda iyice yokuş aşağı giden hayatının içinde, soluklanabileceği bir liman gibi karşısına çıkmıştı Atlas.
Ah, neden yazmamıştı? Saçmalıyorum! Daha dün görüşmüşlerdi ve muhtemelen hala o "abi"nin yanındaydı, daha zaman bulamamıştı. Ona biraz zaman tanımalıydı. "Sana yazarım," demişti Atlas ve mail kutusuna ondan bir şeyler mutlaka düşecekti. En azından buna inanmak istiyordu Irmak.
Öte yandan Aslı da ona dün gönderdiği mesajı görmüş ama hiç cevap yazmamıştı. Irmak "Bugün sınıfta kendimi çok kötü hissettim. Tüm dönem böyle mi geçecek? Artık böyle mi olacağız? Sebebini hala bilmesem de eğer sen istemiyorsan tamam, eskisi gibi olmayalım, ama hiç değilse gözlerimiz kesiştiğinde birbirimizin yüzüne bakamaz mıyız?" diye yazmıştı. Keşke o mesajı hiç göndermemiş olsaydım, diye düşünüyordu. Aptalım, aptalım...

Hava yağmurluydu ve o, kafasını dağıtmak için en sevdiği yabancı dizi olan Desperate Housewives'ın belki bin defa izleyip her repliğini ezbere bildiği bir bölümünü açtı. Henüz yarılamamıştı ki, Uzay’dan bir mesaj geldi. Annesinin arkadaşlarıyla toplanmak için dışarı çıktığını, akşama kadar evde yalnız olacağını söylüyordu. Yani onu çağırıyordu. Irmak pencereden dışarı baktı. Yağmur dinmiş, bulutların arasından belli belirsiz bir gök kuşağı çıkmıştı. Irmak Wisteria Lane’deki entrikalara veda edip gardırobunun kapağını açtı. 
"Yine de duymazdan gelebilirdin," dedi. "Annem işte! Her zamanki gibi bir parlayıp bir sönüyor."
"Ya ne demezsin," dedi Irmak. "Bir kez bile geri adım attığını görmedim."
“Sen şanslısın. En azından tek başına yaşıyorsun. Bense burada annemle kaldım," dedi Uzay.
Irmak bu açıdan hiç düşünmemişti. "O zaman bir an önce iyi bir üniversite kazanmaya bak derim," dedi. Sonra aklına gelen şeyi sordu. Aslında günlerdir hep aklındaydı bu soru. "Uzay... Aslı sana o diğer çocuğu nasıl söyledi? Yani nasıl ayrıldınız? Bak gerçekten niyetim hatırlatmak değil ama... merak ediyorum. Aslı benimle de konuşmuyor artık ve hiçbir şey bilmiyorum."
Uzay bir an için anlatmak istemiyormuş gibi göründü, ama sonra, "Kim olduğunu bilmiyorum," dedi durgun bir sesle. "Yalnızca ayrılmak istediğini söyledi ve ben de bunun için bir sebep göstermesi gerektiğini söyledim. O zaman o da, başka biri var, dedi. Hepsi bu."
Irmak düşüncesinin doğrulandığını hissetti. Aslında başka biri olduğu falan yoktu. Aslı yalnızca sıkılmış ve başka biri olduğu bahanesiyle Uzay'dan ayrılmıştı. Ama bunları kardeşine söylemedi.
Dışarıdan pizza söyleyip yediler, sonra Uzay ona biraz gitar çaldı. Saat beş olduğunda Irmak huzursuzca, "Ben gideyim, annemle karşılaşmak istemiyorum," dedi.
"Bu çok kötü. Artık hep böyle mi olacaksınız? Siz ikiniz?"
Irmak iç çekti. "Bilmiyorum... Ama seninle böyle sınırlı vakitlerde görüşmek zorunda değiliz." Gülümsedi. "Ders programın nasıl? Hafta sonu bir şeyler yapalım mı? Cumartesi nasıl olur?"
"Olur, ben de çok bunaldım zaten," dedi Uzay, masadaki test kitaplarını göstererek. Ama ses tonu bu bunalmanın yalnızca derslerden değil, Aslı'nın büyük bir soru işareti olan ayrılığından da kaynaklandığını ele veriyordu.
Irmak ayağa kalktı ve umutsuz görünen Uzay'a:
"Boş ver Aslı'yı," dedi.
"Ayy Irmak!" dedi Uzay, mesele Aslı değilmiş gibi davranarak. "Aslı değil, beni sen sinir ediyorsun!"
"O zaman beni boş ver," dedi Irmak gülümseyerek ve odasından çıkıp, küçük kardeşini test kitapları ve aşk acısıyla yalnız bıraktı.
***
İki gün sonra, yani cuma günü gelip çattığında, hala ne Atlas’tan ne de Aslı’dan bir ses çıkmıştı. Üstelik Aslı’ya yeterince rezil olmayı başarmıştı: Ona son iki günde tam yirmi sekiz mesaj atmış, hepsi de “görüldü” bildirimli mavi tikle kalakalmıştı. Şimdi elinde mavi tiklerden başka hiçbir şey yoktu. Ne kadar acımasız, diye düşündü Irmak. Aslı’nın bu yaptığı sadece ve sadece acımasızlıktı. Zalimlikti. Hiç kimse, yirmi sekiz mesajına cevap verilmeyecek kadar değersiz olamazdı. Birine kendini bu kadar önemsiz hissettirmeye kimsenin hakkı yoktu. Seni özledim, arkadaşım. Seninle konuşmak istiyorum. Üstelik onca olan bitenden sonra hala kızgın olması gereken biri varsa o da benim.

Ama Aslı buydu. Bu! Bu kadar umursamaz, bu kadar yaralayıcı. Mesajlarına cevap vermemesinin belki de hiçbir sebebi yoktu. Belki de sadece canı istemiyordu. Irmak’ın hiçbirine cevap almadığını gördükçe ve almayacağını bile bile bu kadar mesaj göndermesini anlamıyor, bunu bir çeşit acizlik, eziklik olarak yorumluyordu. Belki de Aslı, ezik biriyle arkadaşlık sürdürmek istemiyordu, hepsi buydu.

Irmak ondan cevap beklemeyi kesmişti ve ne olursa olsun, ona bir daha yazmamaya kararlıydı. Eğer istediği ipleri koparmaksa, Irmak değil ipi, halatı bile elleriyle koparabilirdi. Ama Atlas’ın mail atacağına olan inancını hala kaybetmemişti. Her ne kadar onu çok iyi tanımasa da (eh, aslında hiç tanımıyordu), Atlas Siyah "Sana yazarım," deyip de öylece ortadan kaybolacak bir tipe benzemiyordu.

Ama of... Irmak ona nasıl güvenebilirdi ki?

Kendini o buluşmalarından beri her an onu düşünürken bulmuştu. Ona aşık olmuştu ve daha Cem’e onunla buluştuğundan bile bahsetmemişti. Ama neyse ki bunu “welcome day”de yapmayı planlıyordu. “Hoş geldiniz günü”, ki Aslı’ya göre Türkçesi asla aynı şekilde tınlamıyordu, üniversiteye o yıl başlayan hazırlık sınıfları için yapılan kulüp tanıtımları ve etkinlikler şeklinde planlanan, akademik takvime göre dönemin resmi açılış günüydü. Ama konserlere okuldaki herkes tarafından katılım oluyordu. Okul o gün karnaval yerine döner, herkes çalan müziğin ritmine uyum sağlardı. Irmak da etkinliğe Cem’le birlikte katıldı. DJ’lerin çıkacağı ana sahnenin önündeki kahveciye gidip damla çikolatalı kurabiye ve kahve alıp şemsiyenin altında bir masaya oturdular. Dışarıdan bakan bir göz için, yalnızca aynı masayı paylaşan bir hoca ve öğrenciydiler. Birkaç kişiyle birlikte sahnenin önündeki minderlerde oturan Aslı’yı ilk fark eden Cem oldu.

“Aa, Aslı değil mi o?”

Irmak başını telefonundan kaldırıp baktı. “Hmm, evet o.” Bir süre ilgilenmemiş gibi yapıp elindeki plastik bardağın pipetini düşünceyle kemirdikten sonra, Aslı’ya bir mesaj gönderdi.

“Şu an seni görüyorum.”

Ve gönderir göndermez kendini katıksız bir aptal gibi hissetti. Cidden, o mesajla ne demeye çalışmıştı ki?

Tikler anında maviye döndü. Telefonu Irmak gibi elinde olan Aslı mesajı görüp başını sağa sola çevirerek ona bakındı. Ama o kadar kalabalıktı ki, Irmak’ı bulamadı.

Şükürler olsun, diye düşündü Irmak. Fakat sonra telefonu, Aslı’dan gelen çok şaşırtıcı bir mesajla çınladı:

“Neredesin? Gel.”

Aslında dostane sözcüklerden oluşan bu mesaj, Irmak’a nedense sinir bozucu ve rahatsız edici geldi. Mesajı hemen Cem’e gösterdi.

“Gidebilirsin, ben sıkılmam,” dedi Cem.

“Hiç sanmıyorum.” Burnundan soluyan Irmak hiçbir cevap yazmadı.

Ama orada Cem’le oturduğu iki saat boyunca gözü hep Aslı’nın üstündeydi. Aslı bir ara üşüdü, ceketini giydi, sonra terledi çıkardı. Öyle çok neşeli değildi, hatta bazen düşünceli gibiydi, ama yanındakilerle her an sohbet halindeydi. Sonra yanındaki kız arkadaşlarından biri ona Irmak’ın yerini işaret etti (Vay ispiyoncu!) ama Irmak hemen başını çevirdi ve önünde dikilip sigara içen bir çocuğun arkasında kamufle olabilecek kadar zayıf olduğuna sevindi. Aslı’nın yanındaki kızlar... kimdi onlar? Birini gözü ısırıyordu ama diğerlerini tanımıyordu. Kendine hemen yeni arkadaş çevresi mi yapmıştı? Ah, bu o kadar acıydı ki: “Welcome day”e birlikte katılmayı haftalar öncesinden planlamışlardı. O ve Aslı. Konseri birlikte izleyecekler, sonra da köşedeki hamburgerciye gidip kimin ne giydiği hakkında dedikodu yapacaklardı. Muhtemelen, “Bizim dışımızdaki herkes rüküş –Her zamanki gibi!” diyecekti Aslı ona, dişlerinin arasına sıkışmış marullu görüntüsünü hiç umursamadan. Çünkü nasıl göründüğünü umursamayacak kadar çok sevdiği ve yanında rahat hissettiği tek arkadaşı Irmak olacaktı. Tıpkı Irmak’ın da onun için bunları düşündüğü gibi. Ama şu son bir hafta içinde, Irmak’ın asla anlayamadığı ve Aslı’nın da asla net bir şekilde açıklamadığı bir sebepten ötürü adeta düşman olmuşlardı.

Aslı ve arkadaşları onlardan önce kalktı. Hava kararmaya başlamıştı. Irmak Cem’e Atlas’tan bahsetmeyi planlıyordu ama Aslı’yı gördükten sonra o konuyu tamamen unutmuştu. Kalbi öyle kırılmıştı ki, bir daha Aslı’yla tek kelime –hem gerçek hayatta hem de sanal ortamda– etmeyeceğine dair kendine yemin etti. Konser bittiğinde Cem’e, “Beni o kadar kızdırdı ki, ona asla cevap yazmayacağım,” dedi. Cem de onu şaka yollu gazlamaya çalışırcasına, “Boş ver, beklesin dursun” yanıtını verdi. Fakat Irmak yurda gider gitmez bir mesaj yazıp Aslı’ya gönderdi:

"Niye geleyim? Sen beni silip atmış birisin!"

Mesajı gören Aslı hemen “OK” işaretiyle yanıtladı.

Irmak da ona aynı işaretle karşılık verdi. Kahretsin, ne yapıyordu böyle? Ona mesaj atmayacağına dair kendi kendine söz vermişti. Suçunu hafifletmeye çalışırcasına hemen Cem’e mesaj attı:

“Aslı’ya yazdım.”

Cem de hemen yazdı, muhtemelen bir makale okuyordu ve telefonu bip diye ötünce bakmak için ara vermişti.

“Hani yazmayacaktın?”

O sırada Aslı’dan cevap geldi:

“Tamam Irmak. İyi akşamlar.”

Nokta. Son zamanların modası olarak, sanal ortamdaki yazışmaları sinsice ele geçirmeyi başaran o küçük ama sivri işaret. Yazışmanın sonuna bir adet nokta koymak bazen güya kibarca “Artık senden bir şey duymak istemiyorum” ya da “Artık seninle konuşacak bir şeyim yok” demek anlamına geliyordu, şimdi olduğu gibi. Oysa Irmak’a göre o nokta yüze çarpan bir kapı kadar sert ve hakaretamizdi. Bazı arkadaşlıkların yazışmaların sonuna koyulan nokta işaretlerinin hemen öncesindeki “Hayatta başarılar”, “Kolaylıklar diliyorum” veya “Mutluluklar!” gibi ifadelerle iyice sinir bozucu bir şekilde bittiği de oluyordu. Sanki düğün davetiyesi gönderir gibi! Burada amaç, Seninle bir daha asla görüşmeyeceğim, durumun ciddiyetinin farkındasın değil mi? alt metninin altını iki kere çizmek için, en özenli sözcüklerle veda etmekti. Neyse ki Aslı o kadar aşırıya kaçmamıştı. Yine de Irmak bu cevabı kendine yediremezdi. Hiç zaman kaybetmeden önce Aslı’ya, sonra Cem’e mesaj gönderdi:

“Bak, cevap bile veremiyorsun. Çünkü hatalı olduğunu sen de biliyorsun.”
“N’apiyim dayanamadım ama şu an sinirimden kuduruyorum!!!”

Aslı’dan yeni bir mesaj geldi:

“Tamam Irmak”

Irmak bekledi, hemen yazmak istemiyordu. Üç dakika sonra Aslı’dan mesajın devamı geldi:

“Sana sebebini söyledim. Niye hala bununla ilgili beni rahatsız edip duruyorsun?”

 Irmak hemen yazdı:

“Parkta saydığın bahanelere inanmadım da ondan. Düzgün bir açıklaman bile yok. Beni öylece hayatından çıkardın ve bunu sorgulamamı istemiyorsun.”

 Aslı’dan cevap gecikmedi:

“Irmak, seni engellemicem, ama artık yazma tamam mı?”

İşte Irmak buna çok öfkelendi:

“Sen beni istemiyorsan ben seni hiç istemiyorum ve engelliyorum Aslı!”

Aslı “OK” işaretinden başka bir şey koymadı.

Irmak: “OK”

Aslı: “OK OK”

Irmak: “OK”

Ve onu engelledi. “GERİ ZEKALI!” diye bağırdı kendi kendine, ama bunu aslında hem Aslı hem de kendisi için söylemişti. Sonra da tüm yazışmalarını sildi ve ağlayarak telefonunu bir kenara fırlattı.

Ama... hayır. Irmak en yakın arkadaşını geri istiyordu.

***

Irmak yatağa girdikten beş dakika sonra, henüz uyumamıştı ki elektronik posta kutusuna düşen mail’in sesiyle irkildi (Atlas’tan cevap beklediği için telefonunun mail bildirim sesini sonuna kadar açmıştı). Hemen baktı. Nihayet, gerçekten oydu:

“Kaç gündür yazamadığım için kusura bakma lütfen.
Yarın saat iki buçukta aynı yerde diyelim mi?”

Aslında Irmak’ın günlerdir beklediği bu mail için sevinçten havalara uçması gerekiyordu. Ama Atlas onun Uzay’la buluşacağı gün, hem de sözleştikleri saatten yalnızca yarım saat öncesine randevu veriyordu. Yine de Atlas Siyah’ı asla geri çevirmeyecekti. “Tamam” diye yazıp gönderdi. Başka hiçbir şey yazmamıştı. Mesajı gönderdikten sonra hem tuhaf bir rahatlama hem de basit bir öfke hissetti. Tanıştıkları günden beri aklından çıkaramadığı Atlas’ın onun duygularından bihaber olduğu düşüncesi canını yakıyordu. Ama hayatına gireli daha sadece birkaç gün olmuşken, ondan daha fazlasını beklemek adil değildi. Yine de o; saçları dalgalı olan, güzel kokan Atlas Siyah’la bir kez daha yan yana oturacağı an’ı iple çekiyordu.

***

Ertesi gün parka giderken, Belki de Atlas gelmekten vazgeçmiştir, diye düşünüyordu.

Ama parkın girişine vardığında onu gördü ve hemen tanıdı. Geçen sefer onu unutmamacasına zihnine öyle bir kazımıştı ki... O gün oturdukları bankta oturuyordu. Yanında bir kese kağıdı içinde çörekler, elinde de bir kitap vardı. Hafifçe yıpranmış bir deri ceket giymişti. Dalgalı kumral saçları, düzgün yüz hatları ve evet, güzel yüzüyle işte orada durmuş, kitap okuyarak onu bekliyordu.

Irmak bir süre, orada öylece durup onu izledi. Yaptığı resmen dikizcilikti ama orada öylece durup onu saatlerce izleyebilirdi. Doya doya bakmak istiyordu çünkü ona. Atlas arada bir başını kaldırıp etrafına bakıyordu, belki de Irmak'ın gelmeyeceğini düşünmeye başlamıştı. Derken tam o an Irmak'ı gördü ve belli belirsiz tebessüm ederek el salladı. Irmak da aynı şekilde karşılık verdi. Orada sanki dakikalardır dikilmiyormuş da parka yeni girmiş gibi yaparak yürümeye başladı.

“Hoş geldin,” dedi Atlas, o gelince ayağa kalkarak.

“Ah, merhaba.” Irmak boğazının kuruduğunu hissedebiliyordu. “Birkaç dakika trafiğe takıldım da.”

Atlas, bu hiç de önemli bir şey değilmiş, onu yeniden görebildiği için çok sevinmiş gibiydi. İkisi de ne yapacaklarını bilemiyormuş gibi geçen birkaç saniyenin ardından, sonunda tokalaşmaya karar verdiler (aslında geçen sefer yanak yanağa öpüşmüşlerdi ama o gün her şey sanki tekrar başa sarılmış gibi geldi Irmak'a). Atlas'ın elleri yumuşacıktı ve teninin kokusu... başlı başına baştan çıkarıcıydı. Irmak sanki bir çiçek koklamış gibi hissetti. O gün de yine vanilyalı çörek, kitap, çiçek ve evet, mürekkep karışımı bir esans gibi kokuyordu.

"Seninle yine burada buluşmak istedim, çünkü belki benimle bir kafeye ya da başka yere gelmek istemezsin diye düşündüm," dedi Atlas.

Irmak bir an için, Seninle her yere gelirim, diye düşündü ama bunu söylemedi tabii. Fazla hevesli görünmeye niyeti yoktu. Bankta yanına oturdu. Aralarında kitap yoktu ama geçen seferki gibi kitap koyacak kadar bir boşluk bırakmıştı.

“Ne okuyorsun?” diye sordu, elindeki kitabı işaret ederek. O güne kadar daha başını kitaba gömmüş birini görüp de kitabın adını öğrenmeden durabildiği mümkün olmamıştı.

Atlas kitabı kaldırıp kapağını gösterdi. Gözlerinde az da olsa miyopluk olan Irmak görebilmek için biraz yaklaştı. Bu bir çizgi romandı. Adı Dylan Dog’du. Pek de okuduğu bir tür değildi Irmak’ın. Hele böyle eski tarz İtalyan çizgi romanlarını hiç okumazdı. Ama Atlas’ın elinde görmesi, onu da hemen en yakındaki kitapçıya koşup bir Dylan Dog alma arzusuyla doldurmuştu.

“Geçen sefer anlattıklarımdan sonra, benden korkmuyorsun değil mi Irmak?”

Bir an ne cevap vereceğini bilemeden kalakaldı Irmak. “Hayır,” dedi rahatça. “Öyle olsa seninle ikinci kez buluşmazdım herhalde. Halka açık bir alanda bile olsa yani.” Ne komik, ondan korkuyor olabileceğimi düşünüyor.

“Peki Atlas Kitabı’ndan ya da benimle buluştuğundan kimseye bahsettin mi?”
   
Irmak ne cevap vereceğini bilemeden kalakaldı. O an’a dek beyaz atlı bir prens olarak gördüğü Atlas’ın bu sorusu, onu belli belirsiz bir kuşkuya sürüklemişti. “Atlas, bu sence de biraz yanlış anlamaya müsait bir soru olmadı mı?”
  
Atlas, onu endişelendirdiği için kendi de endişelenmişti sanki. Bir hata yapıp bu hayatta kendisini anlamak, yaşadığı acıyı paylaşmak için bir adım atan tek kişiyi ürkütmek istemiyor gibiydi. “Ah, çok özür dilerim. Öyle demek istemedim.”
   
Ama Irmak da öyle dediğine pişman olmuştu. Onunla bir daha karşılaşmaya dair kurduğu tüm hayallere rağmen, aksi ve huysuz bir teyze gibi davranan kendisiydi. “Biliyorum... Ama sana geçen sefer de söyledim: Kitabı saklayacağım, fakat başka birine vermedim, vermeyeceğim.”
   
Atlas bunun üzerine elini ceketinin cebine soktu ve Irmak bir an için bir bıçak çıkarıp onu orada, parkın orta yerinde ortadan ikiye ayıracağını düşündü. Ama cebinden çıkardığı şey az önce elinde döndürdüğü kese kağıdından başka bir şey değildi. İçinde iki tane vanilyalı çörek vardı. Bu da Irmak’ın duyduğu kokuyu açıklıyordu. Kokulardan birini.
   
“İster misin?” dedi Atlas, çörekleri göstererek.
   
Eh, küçük bir çocukken ailenizin size öğrettiği ilk üç kuraldan biri herhalde “bir yabancının verdiği bir şeyi asla alma ve yeme”dir, ama Irmak, ne yaparsa yapsın Atlas’a karşı koyamıyordu. Onun elinden o çöreği alırken parmaklarının parmaklarına değebilme ihtimalini düşünmek bile içini mutluluktan bir hoş etmeye yetmişti. Ayrıca bu çok düşünceli bir hareketti, çünkü çörekler belli ki onun için iki tane alınmıştı.
   
“Sağ ol, ama birazdan erkek kardeşimle buluşacağım ve yemek yiyeceğiz,” dedi ve der demez buna pişman oldu. Pişman olmasının ilk sebebi, onun uzattığı bir şeyi geri çevirmiş olmasıydı. Ama daha da önemlisi, Atlas’a, bir yabancıya aynı anda birden çok bilgi vermişti: O artık bir erkek kardeşi olduğunu, birazdan geleceğini biliyordu. Belki de ayrıldıktan sonra bir köşeye gizlenip Irmak’ın kiminle buluşacağını izleyecekti.
   
"Peki o zaman," dedi Atlas ve kendi de içinden bir çörek almadan, kese kağıdını cebine geri soktu.

Bir süre sessizce oturdular. Atlas ayakkabılarının bağcıklarına bakıyordu. Sanki bir şey konuşmuyorken Irmak’ın yüzüne bakmaya çekiniyordu. Oysa Irmak onun gözlerine bakabilmeyi çok isterdi.

"Şimdi bu kitabı yazdığını kimse bilmiyor, öyle mi?"

Atlas başını kaldırıp yeşil gözleriyle suratına bakınca, bir zafer kazanmış gibi sevindi.
   
“Hiç kimse. Yalnızca ben ve bastırdığım yayınevi. Paramı aldılar, ama yazdığım bu kurgu için beni tebrik de ettiler. Çok iyi bir yazar olduğumu düşünüyor olmalılar,” diye ekledi hüzünle.
   
“Öylesin de,” dedi Irmak.
   
Atlas kaşlarını kaldırdı.
   
“Bu senin içinden gelen bir yetenek, Atlas. Bu olayları yaşadın diye bir anda iyi yazmaya başlayamazsın ki. Aynı olayları ben yaşamış olsaydım ve önüme bir kağıt alsaydım, muhtemelen iki kelimeyi bile bir araya getiremezdim. Ama sen duygularını kelimelere bu şekilde dökebiliyorsun. O yüzden kendine haksızlık etmekten vazgeç.”
   
Atlas bu iltifat karşısında utanmış gibi görünüyordu. Sonra anılarına dalıp giderek, “Biliyor musun, o da böyle söylerdi,” dedi. “Büyüyünce iyi bir yazar olacağımı.”
   
Bunu öyle bir ses tonuyla söylemişti ki, Irmak o an Pelin’den değil de başka bir kişiden bahsediyormuş hissine kapıldı.
   
“Kız arkadaşının adı neydi? Yani yanlış anlama. Özel bir soruysa yanıtlaman için seni zorlamak istemem.”
   
“Yoo, değil. Pelin… Adı Pelin’di.”
   
Tabii eğer bu doğruysa, diye düşündü Irmak.
   
“Ama anladığım kadarıyla abisi hiç de yazmaktan, okumaktan hoşlanan biri değil.”

“Necati,” dedi Atlas, buz gibi bir sesle. “Keşke Pelin değil de... Necati ölmüş olsaydı.”
  
Irmak heyecanlanmıştı. Atlas ona ilk kez bu kadar samimi cevaplar veriyordu. Kopuk kopuk, parça parçaydı, ama Irmak yapbozun bir şekilde birleşeceğini hissediyordu. Ne var ki boşboğazlık ederek daha fazla şey öğrenme ihtimalini sonsuza dek ortadan kaldırdı.
   
“Bana nasıl güvenebiliyorsun?”
   
“Ne?”
  
Irmak dilini ısırdı, ama artık susmak için çok geç kalmıştı. “Tüm bunları anlatıyorsun… Ama bana nasıl güvenebiliyorsun?”
  
“Sana güveniyorum,” dedi Atlas, yumuşak bir sesle. “Çünkü sen insanları kandıracak, onların hayatlarıyla oynayacak birine benzemiyorsun. Biliyor musun, insanlar böyle şeyleri anlamak çok zor sanır. Oysa iki saniye sürer. Sadece nereye bakacağını bilmen gerekir.”
  
“Nereye?” diye sordu ırmak, aptal bir merakla.
  
“Gözlere… Gözlerin, seninle ilgili beni asla yanıltmayacak şeyler söylüyor.”
  
Kalbi küt küt çarpmaya başlamıştı Irmak’ın. Kulağa hoş gelen bu tatlı sözlere kanmak istemiyordu, ama söyleyen Atlas gibi biri olunca, bu çok zordu. Gözlerin, seninle ilgili beni asla yanıltmayacak şeyler söylüyor. Bunun üstüne ona ne cevap vereceğini bilemiyordu. Saatine bakıp ayağa kalktı. “Gitmem gerek.”
   
“Doğru, erkek kardeşin,” dedi Atlas.
   
“Şey, evet.” Her dediğime çok dikkat ediyor ve hiçbir şeyi unutmuyor.
   
“Ama seni yeniden görmeyi çok isterim, Irmak.”
  
“Ben… olabilir. Eğer uygun olursam.”
   
Ve öylece ayrıldılar. Birbirlerinin cep telefonlarını hala almamışlardı. Aslında Irmak, bu an’a çok yaklaştığını hissetmişti ama ona numarasını vermekte tereddütlüydü. Onu hala tanıdığını söyleyemezdi. Atlas’tan çok etkilenmişti ama anlattıklarının doğru olduğundan nasıl emin olabilirdi ki? Doğru olsa bir türlü, olmasa bir türlüydü. Doğru olsa, bu, onu Irmak'ın sebebini hala bilmediği bir ölüm yüzünden katil yapardı; olmasa da, büyük bir yalancı ve kızları etkilemeye çalışan pis bir sapık.
  
Atlas’ın parkın girişinde park etmiş bir motosiklete bindiğini gördü. Demek motor sürüyor. Tabii ya, bankta yanında duran kaskı görmüştüm.
   
“Irmak!”
   
Yolun diğer tarafından, bir arabanın sürücü koltuğundan seslenen, Uzay’dan başkası değildi. Irmak onunla buluşacağını tamamen unutmuştu. Hala parkın öbür tarafında kaskını takmakta olan Atlas’a görünmemeye çalışarak, Uzay’ın arabasına, yan koltuğa bindi. Ve bindiği gibi Uzay’a, “Şu motoru görüyor musun, onu izleyelim,” dedi.
  
“Ne diyorsun? Karnım zil çalıyor.”
  
“Uzay lütfen. Bak işte şuradaki motosiklet. Lütfen. Söz veriyorum sonra anlatacağım. Hadi gözden kaçırmadan peşine takılalım.”
   
Uzay bunu yapmayı hiç istemiyordu ama Irmak’ın dediğini yaptı. Motosikletle arasında belli bir mesafe bırakarak, onu takip etmeye başladı. Hemen yan koltukta oturan Irmak, olur da Atlas onu ya da takip edildiğini fark ederse diye gözünü dört açmıştı.
   
“Kimi takip ediyorum, bilmiyorum. Seninle buluşmayı niye kabul ettim, onu da bilmiyorum,” diye söylenip durdu Uzay. Yarım saat boyunca şehir trafiğinin içinde ilerlediler ama sonra Atlas şehrin dışına, genelde fabrikaların ve depoların olduğu bilinen bir orman yoluna saptı. 

“Motosiklet ana yoldan ayrılıyor?”
  
“Farkındayım. Takibe devam.” Irmak, kardeşine pek belli etmemeye çalışsa da merakı gittikçe artıyordu. Çok ilginç... Atlas nereye gidiyor olabilir ki?
   
“Buraları hiç bilmiyorum. Başımıza bir iş gelirse –”
   
“Tüm sorumluluğu üstüme alıyorum Uzay!”
  
“Kimi, niye izlediğimizi söylesen bari?”
   
“Uzay. Şimdi değil. Sonra söz veriyorum anlatacağım.”
  
Atlas’ın söyledikleri yalan mı gerçek mi anlamam gerek. Ona inanmam gerek. Necati diye biri gerçekten var mı? Onu arayıp yanına çağırıyor mu? Yoksa her şeyi beni kandırmak için mi uydurdu? 
   
Ama motosikletle aralarına yük taşıyan birkaç kamyon girince geride kaldılar, çok geçmeden onu kaybettiler ve kendilerini iki tarafı ağaçlıklı bir yolun orta yerinde giderken buldular.
   
“Harika... Kaybolduk!” dedi Uzay. “Rakiplerim test çözerken ben burada Irmak Hanım’ın özel şoförlüğünü yaparak vakit kaybediyorum!”

  “Ah canım!” dedi Irmak, sahte bir acımayla. “Sanki evde olsan ne yapacağını ben bilmiyorum senin!”
   
Ne yapacakmışım?”
   
“Tamam, neyse, devam et bakalım. Elbet bir yerden ana yola çıkarız,” dedi Irmak. Atlas’ın nereye gittiğini öğrenme ümidini artık tamamen kaybetmişti.
   
Gittikleri orman yolu, alçak birkaç binanın sıralandığı, ormanın ortasındaki bir açıklıkta son buldu. Burası sahiden de bir depolama alanına benziyordu. Irmak, “Burada duralım, ben yolu soracak birilerini bulmaya çalışayım,” dedi. Böylece Uzay arabayı durdurdu ve Irmak arabadan inip içlerinde en sevimli görünen kulübeye doğru yürümeye başladı. Havada odun ve kozalak kokusu vardı. Çoktan kurumuş sonbahar yapraklarının üstüne her bastığında, kendini yanlış bir şey yapıyormuş gibi hissediyordu. Burayı sevmemişti.
  
Aynı anda hem yakınlardaki bir çalılığın içinden uğursuz bir kuş havalanıp hem de yürümekte olduğu kulübenin kapısı birdenbire açılıp dışarı izbandut kılıklı bir adam çıkınca, ne zamandır içinde tuttuğu çığlığı koyvermemek için kendini zor tuttu. Adam bakışlarıyla Irmak’ı takip etmeye başlarken bir sigara yaktı. Orta yaşlı, iri yarı bir adamdı. Ama yapılı vücudu ve birbirine karışmış simsiyah saçı sakalı onu olduğundan daha büyük gösteriyordu. Gömlek ve kot pantolon giymişti. Gömleğinin birkaç düğmesini açmış, kollarını da yukarı kıvırmıştı. Bu görüntüsü Irmak’ın onu tüyler ürpertici bir korku filminden fırlamış gibi bulması için yeterli oldu. Ama adamın bir karizması olduğunu da itiraf etmeliydi.
   
Adamla birbirlerine doğru yürüdüler ve aralarında bir metre kala durdular.
  
"Baksana... Yolunu mu kaybettin?" dedi adam, arabayı işaret ederek.
  
Adamın onunla konuşması her şeye, şu anda içinde bulunduğu sahneye daha da gerçeklik katmış gibiydi. Sanki bu ana dek her şey bir rüya olabilirdi ama şimdi kötü bir kabusa dönüşmüştü. “Ben...”
   
“Yoksa birini mi arıyorsun?”
   
“Şey, evet... Adınız neydi?”
   
Ben Necati. Elinde bir adres varsa onu göster.”
   
Irmak o an donakaldı. Necati. Bu, o. Bu Atlas’ın kitabında bahsettiği adam. Pelin’in abisi. “Şey, yanlış geldim galiba.”
  
“Sen nereye gelmiştin?”
   
“Burası neresi?” Hoş Irmak, burası kirli işler yapan bir yerse bile, Necati'nin ona doğruları söylemeyeceğini biliyordu ama yine de ne diyeceğini merak etmişti. Vereceği cevapta, Atlas'ın anlattıklarını doğrulayacak bir şeyler bulabilme umudu vardı.
  
"Ne?" dedi Necati.
  
"Burası neresi diye sordum.”
   
Necati afallamış gibiydi. “Görmüyor musun?”
   
Irmak bu cevaptan hiç hoşlanmadı. Birkaç adım geriledi. Buraya gelmesi başından hataydı. Yoksa değil miydi? Oraya, Atlas'ın söylediklerine inanmak, kitapta okuduklarını kendi gözleriyle görmek için gelmişti. Ve şimdi... ona inanıyordu. Ona inanıyordu! Atlas Siyah doğruyu söylüyordu. Kendi başından geçenleri anlattığı bir kitap yazmıştı ve işte şimdi Irmak, kitapta adı geçen karakterlerden biriyle daha tanışmıştı.
   
Tam o sırada bir motor sesi duyuldu. Uzay'ın arabasının yanından geçen bir motosiklet deponun kapısına, onların durduğu yere yanaşmıştı. Sürücü sonunda motoru durdurdu, kaskını çıkardı ve işte, Atlas'tı bu.
  
“Oo, nihayet gelebildin,” dedi Necati, ona dönerek. Henüz tam bitirmediği sigarasını yere atıp ayakkabısının topuğuyla, yaprakların arasına doğru itip ezdi. Bir anda Irmak'ın orada olduğunu unutmuş gibiydi.
   
“Evet,” dedi Atlas. Gözleri Irmak’a takılıp kalmıştı. Onu orada gördüğüne, en basit tabirle çok şaşırmıştı. Ama onunla önceden tanıştığını Necati’ye belli edebilecek en küçük bir hareketten bile kaçınıyordu.  
   
Irmak’sa yaşadığı şok nedeniyle tutulup kalmıştı. Atlas’ı bu tekinsiz adamın elinden kurtarabilecek bir güce sahip olmayı diledi. Atlas’ı, artık nasıl bir yer olduğu hakkında az çok tahmin yürütmeye başladığı o karanlık dünyadan çıkarıp, bir şekilde güvene alması gerekiyordu. İçinden gelen ses, onu koruması gerektiğini söylüyordu.
   
Ama şimdi bunları düşünmenin sırası değildi çünkü elinden hiçbir şey gelmezdi. Üstelik araba kapısının açılıp kapandığını duydu: Artık sabırsızlanan ve bir şeylerin ters gittiğini düşünmeye başlayan Uzay da arabadan inmişti. Irmak’ın gözleri Atlas, Uzay ve Necati arasında gidip geliyordu. Üçü de ona bakmış, bir cevap bekliyordu.
   
Şimdi, içine düştüğü bu durumdan nasıl kurtulacağını düşünmenin sırasıydı.
3. bölüm sonu, devam edecek
-----------********------------

10 yorum:

  1. Şimdiden merak ettim.Bakalım neler neler olacak.
    Kaleminize sağlık..

    YanıtlaSil
  2. İyi gidiyor bence, akıcı olmuş. İşin içinde bir gizem olduğu için merakla okunuyor :)

    YanıtlaSil
  3. cidden çok iyi gidiyor şarkı da bayağı eskilere götürdü beni. ellerine sağlık :)

    YanıtlaSil
  4. Çok uzun değil mi? Biraz daha kısalsa sanırım daha rahat okunacak. Emojiler çok isabetli kullanılmış. Gençler
    gerçekten yazarken çok kısaltma yapıyorlar.

    YanıtlaSil
  5. Yeni hikaye başlamış, eminim çok güzeldir, geniş bir zamanda tüm bölümleri okucam, kolay gelsin diyorum.

    YanıtlaSil
  6. çok uzun yaa. daha boş bir zamanda geleyim bakalım ırmaka nolduuuu :) şimdi dolunay izliyom çok sefiyom onu da :)

    YanıtlaSil
  7. Bölümler biraz daha birikseydi de öyle okusaydım keşke meraktan çatlicam :) Ve Uzay’ın rakipleri test çözmekten kitabı alev aldırırken bu çocuğun yaptığına bak böyle olmaz mezuna kalır bu

    YanıtlaSil
  8. yaa olamaz tam heyecanlı yerinde :)

    YanıtlaSil
  9. hımm güzel gidiyoo. ırmaka bişi olmasın. biliyon ters düzde de Melis Birkanı sevmiştim. burda da ırmakçıyım artık. atlas cem bakalım nolcak tabii bişi tahmin edemiyom. aslı ile de iyi olsun. ırmak bütün güzellikleri hak ediyor :)

    YanıtlaSil
  10. Okuduğum ve sevdiğim bir kitapta bulunan karakterlerle tanışmak çok heyecan verici, değil mi? Irmak bayağı ballı gerçekten ama Atlas'a aşık olduğunu kabul ediyorsa Cem'den ayrılmalı, aksi takdirde bu hiç de hoş bir davranış olmaz. :/
    Severek okudum, kalemine sağlık! ^_^

    YanıtlaSil

Gmail hesabı olmayanlar, anonim seçeneği ile yorum yapabilir... Yorumlarınız için çok teşekkür ederim!

NAKANO ESKİCİ DÜKKANI VE ÇOKSATAN KİTAP PROBLEMATİĞİ

Genelde kitapçıların çoksatan raflarından uzak durup, aksine hiç satmayan, kimsenin ilgi göstermediği, kıyıda köşede kalmış kitapları arar b...