19 Mayıs 2015 Salı

KADINSAL ŞEYLER - BÖLÜM 1

 
Kadınsal Şeyler'i ilk kez 1 Kasım 2014 Cumartesi tarihinde yayımladığımda öykü tam 12659 tık ve 28 yorum almıştı. Sonra yazmaya ara vermiştim. Ama herkes Özgü'yü kimin öldürdüğünü, Duru'ya, Bal'a ve Eda'ya bundan sonra neler olacağını merak ediyordu. Şimdi, o bölümü revize ederek yeniden yayımlıyorum. Seri bundan böyle yeni bölümleriyle devam edecek. Keyifli okumalar!
 
 
DURU KAN GÖRECEĞİNİ aklına bile getiremezdi. Zaten küvettekinin kan olduğunu fark etmeden önce, bir anlığına, birinin küvetteki suya kırmızı boya damlattığını düşündü. Kıpkırmızıydı su. Ve Özgü kanlar içindeki haline rağmen hala çok güzel görünüyordu –bugüne dek pek çok erkekle çıkmasını sağlayan yegâne şey de bu güzelliğiydi. Duru uzun bir süre ona bakmaya devam etti, sonra her şeyin sırası karıştı. Bal’ın ağlamaya başladığını, Eda’nın cep telefonundan acil servisi aradığını duyuyor, fakat hangisinin diğerinden önce olduğunu anlayamıyordu. Anlayabildiği tek şey, Özgü için bir şeylerin kötü, hem de çok kötü gitmiş olduğu, ama kendisinin, Eda'nın ve Bal'ın, onun en yakın arkadaşları oldukları halde, bunca zamandır hiçbir şeyin farkına bile varmadıklarıydı…

 
AYCAN GÖZLERİNİ AÇTI, esnedi ve yataktan kalkıp kızının odasına gitti. Özgü uyuyordu. Uzun, sapsarı saçları yastığın üzerinde dağılmıştı. Gözlerinde yaşlar vardı. Önceki gün babasının ölüm yıldönümüydü ve o günden beri babasına olan özlemi depreşmiş, kabuslar görmeye başlamıştı. Belli ki yine o kabuslardan biriyle boğuşuyordu. Babası o daha bebekken ölmüştü. Onu ve kardeşini Aycan dadılarla, bakıcılarla, ama nihayetinde tek başına büyütmüştü. Özgü babasını hiç tanımamasına rağmen içinde büyük bir boşluk ve acı vardı. Aycan, gözleri yavaşça açılana kadar kızını izledi.

"Anne," diye mırıldandı Özgü, annesinin orada olduğunu fark edince. “Yine onu gördüm.”
“Biliyorum, tatlım,” diye fısıldadı Aycan. “Artık geçti.”

Özgü yana kayıp yorganın altına gelmesi için annesine baktı. Aycan yatağa girince, bir kedi gibi onun kollarına sokulup gerindi. Bir süre öylece kaldılar.

“Öğlen ikide uçağım var.”
Özgü bir anda canlanarak ona döndü, kabuslarını unutmuştu. “Yoksa sonunda Paris’e mi gidiyoruz?”

“Üzgünüm, ben iş için Belçika’ya gidiyorum…”

Özgü’nün yüzü tekrar soldu.
“…ama önümüzdeki hafta sonu için Paris biletlerimizi aldım.”

Özgü çığlık atarak annesine sarıldı. “Nihayet! Kızlar içinde Eyfel’i görmeyen bir ben kalmıştım!”

“Eda ve Duru geçen yaz gittiler, biliyorum, ama Bal ne ara gitti?”

"Yarıyılda."
“Yarıyıl tatilinde mi? Erkek arkadaşıyla Mısır’a gitmemiş miydi o?”

"Eğer ayrılmasaydılar gideceklerdi. Ama Bal çocuğu havaalanında terk edip kuzinleriyle Paris’e gitti. Ayrılıkla ilgili detayları bilmek ister misin?”

“Hiç sanmıyorum,” dedi Aycan gülümseyerek. “Her neyse, ben giyineyim. Sen de giyin hemen. Okula geç kalıyorsun.”

Özgü kocaman gözleriyle onaylayarak gardırobunun başına gitti. İki dakika kırk sekiz saniyelik bir kararsızlığın ardından, kırmızı noktalı beyaz bir gömlek ve sarı bir etek giymeye karar verdi. Biraz far ve ruj sürdü. Güneş gözlüğünü kafasına takarak odadan çıktı. Ozan alt kattaki mutfakta tabletine bakarken bir kase mısır gevreğini aç bir kurt gibi yiyordu. Özgü telaşla yanına koştu.

“Umarım tabağındaki annemin Almanya’dan benim için getirdiği meyveli gevrekten değildir!”

“Anneanne müslilerin senin olsun,” diye cevap verdi Ozan. “Benimki çikolatalı. Ama bu da midemi bulandırdı. Niye sofra kurulmamış? Emine Abla nerede?”

Özgü tam hiçbir fikri olmadığını söyleyecekken Aycan mutfağa girdi. Ozan o gelir gelmez masadan kalktı ve sırt çantasını hemen omzuna astı. Aycan ona bakarak kaşlarını çattı, çantanın içinde ne olduğunu biliyordu.

“Açar mısın?”
Ben artık çocuk değilim, tamam mı?”

Özgü merakla onları izliyordu.

“Ama ben hala senin annenim! Çantanı aç.”
"Neyim olduğun umurumda bile değil! Beni rahat bırak!” Ozan hışımla mutfaktan çıktı.

Aycan birkaç saniye duraksadıktan sonra, “Kaseni kaldır!” diye peşinden bağırdı. “Emine Hanım bugün izinli. Gelmeyecek.”

Ozan hızla mutfağa geri döndü ve kasesini lavabonun içine bıraktı. “Oldu mu?”

"Bugün Belçika’ya gidiyorum. Ben yokum diye eve on ikiden sonra dönülmeyecek Ozan, anlaşıldı mı? Ablana soracağım. Kameralardan da takipte olacağım.”
“Eve gelmeyeceğim ben. Batularda kalacağım.” Özgü, evdeki bu boşluktan yararlanarak, akşama küçük bir parti düzenlemeye daha Ozan kapıdan çıkmadan karar vermişti bile.


###

BANGIR BANGIR MÜZİK çalıyor, herkes deli gibi dans ediyor, kahkahalar havada uçuşuyordu.

Yaklaşık elli kişi vardı, kapı açılıp kapandıkça bu sayı artmaya devam ediyordu. Özgü üstündeki parıltılı bluz ve siyah eteğiyle merdivenlerden inerken gelenlere şöyle bir göz gezdirdi. Partiyi organize etme görevini Bal’a vermişti. Gördüklerinden bazılarını gayet iyi tanırken, bazılarını yalnızca sima olarak biliyordu. Bazılarının kim olduğu hakkındaysa hiçbir fikri yoktu. Yanlarından geçerken bazı erkekler dönüp ona baktı, Özgü, şımarık gülümsemelerle süslenmiş bu bakışları görmezden gelerek kalabalığın içinde sevgilisini bulmaya çalıştı. Mükemmel görünmek zorundaydı ve o mükemmel olmayı severdi, ama yalnızken sadece gergin hissediyordu. Sonra kızları gördü, üçü de oradaydı, şöminenin önünde. Hızlı adımlarla yanlarına gitti ve selam bile vermeden Bal’a dönüp, “Sana milleti çağır derken azgınlar ordusunu ve matematik sınıfındaki inekleri listenin dışında tutmuştum,” dedi, ciddi bir ifadeyle.

"Hey, yakışıklılara laf ettirmem!” dedi Bal, konuşmak için elindeki içki bardağının pipetini dudaklarından çekerken. “İnekleriyse o çağırdı.” İşaret parmağı suçlayıcı bir şekilde Duru’yu gösteriyordu.
Duru gülümsedi ve gamzeleri pembeleşti.
Özgü yanından geçen garsondan bir içki alırken “Savaş nerede?” diye sordu.

“Ben az önce geldim,” dedi Duru.

“İşte orada,” dedi Eda, parmağıyla sokak kapısını göstererek. Savaş kapıdan içeri giriyordu. Montunu holde duran vestiyerciye verip salona doğru birkaç adım attı. Daha içeri girer girmez kızlar etrafında birikmeye başlamıştı.

“Sevgilini yem etme istersen,” dedi Bal, gülümseyerek.

Özgü onaylayarak ona baktı ve sırtını dikleştirerek Savaş’ın yanına gitti. Yüzünde donuk bir gülümsemeyle diğer kızları selamlayıp çemberin içinden Savaş’ı çekip çıkardı.

“N’aber?” dedi Savaş. Kızların kendisine göstermiş olduğu ilgiden memnun görünüyordu.

Özgü, cevap vermek yerine Savaş’ı tutup kendine doğru çekti ve öpmeye başladı. Salonun ortasındaki bir erkekler grubundan –bu gruptakiler Savaş’ın arkadaşlarıydı– son sürat alkış koptu. Özgü onu öptükten sonra geri bıraktı ve az önceki kızlara zafer kazanmış bir bakış fırlattıktan sonra arkadaşlarının yanına geri döndü. Zaten Savaş da çoktan erkek arkadaşları tarafından kapılmıştı.

“Uuu, yavaş ol güzellik,” dedi Bal.

Özgü gülümseyip şöminenin üstündeki bir kapağı açtı. Birkaç tuşa bastıktan sonra tekrar kızlara baktı.

“Ne yaptın?” diye sordu Duru.

“Kameraları devre dışı bıraktım.”

“Niye ki?”

“Çünkü bu gece çok eğlenelim istiyorum. Ve annemin her şeyi görmesine gerek yok.”
 
###

DURU ONUN ÖNCE saçlarını fark etti: Simsiyah, dalgalı saçlar. Uzun boyluydu. Koyu yeşil, kareli bir gömlek giymişti. Hem yakışıklı hem de çok tatlıydı. Kızlarla sohbet ederken dikkati bir anda ona kaymıştı ve Eda’nın sınıftaki bir kız hakkında anlattığı –içinde “iki”, “güne”, “biter” kelimelerini barındıran– dedikodu artık ilgisini çekmiyordu. Aniden çocuk da kendisine baktı ve bu birkaç saniyelik bakışmanın ardından yanına doğru yürümeye başladı. Duru ne yapacağını bilemeden öylece kalakalmıştı. Çocuk karşısına geçtiğinde heyecandan deli gibi kalbi çarpıyordu. Neyse ki çocuk konuştu ve rahatsız edici sessizlik sona erdi.

“Selam. Seni daha önce hiçbir partide gördüğümü hatırlamıyorum.”

Duru gülümsedi ve “Yalnızca bizim kızların düzenlediği partilere geliyorum,” dedi. “Yoksa pijamamı giyip evde oturmayı tercih ederim.”

“Sizin kızlar?”

Duru arkasında hararetli hararetli dedikodu yapmaya devam eden Özgü’yü, Bal’ı ve Eda’yı göstererek, “Lise arkadaşlarım,” dedi. “Şimdi de aynı üniversitenin aynı bölümündeyiz işte.”

“Vay canına! Ben benimkilerin adını bile hatırlamıyorum! İnsan bıkar ya!”

Duru hafifçe ona doğru eğilerek, “Ara sıra aklımı kaçıracak gibi olmuyor değilim,” diye fısıldadı.

“Evet, bu kız elimde büyüdü,” diye birden lafa karıştı Bal gülerek ve Duru’nun bir şey demesini beklemeden kızlarla konuşmaya geri döndü.

“Sıkı bir dostluk olmalı… Kaçıncı sınıfsınız?”

"Bir.”
"Daha tazesiniz yani…”

Duru bu yakıştırmayı pek kibar bulmamıştı gülümseyerek başını salladı. İnanılmaz heyecanlıydı ve bu konuşmanın sonsuza dek sürüp gitmesini dileyebilirdi. Ne var ki, hoşbeşin bir noktada sona ermesi gerekecekti. Hiç düşünmeden, “İçki alalım mı?” deyiverdi. Bu hızlı çıkışına kendi de şaşırmıştı. Gören de onu bu işlerde usta sanırdı.

“Olur,” dedi çocuk. “Ben getireyim.”

Duru, ancak çocuk yanından gidince derin bir nefes aldı. Onun mutfakta kurulan bara doğru gidişini seyrederken, Bal’ın “Hu huuu,” diyen sesini duydu. Cevap vermeye fırsat bulamadan Özgü de “Uçmuş belli,” dedi. Tam cevap verecekti ki bu sefer de Eda, “Yakışıklı da hani,” diye araya girdi. Çocuk getirdiği tepsideki beş küçük bardakla yaklaşıyordu. Savunması ağzında tıkılıp kalmıştı.

“Size de aldım kızlar,” dedi çocuk, kendisi ve Duru için birer küçük bardak seçip tepsiyi masaya bırakırken.

“Çok kibarsın,” dedi Bal hepsi adına ve kızlar Duru’yla çocuğu baş başa bırakmak için onlara arkasını dönüp sohbetlerine kaldıkları yerden devam ettiler.

"Ben Yiğit, bu arada,” dedi çocuk, elini uzatarak.

Duru içki bardağını çabucak diğer eline alıp çocuğun elini sıktı. “Ben de Duru. Tanıştığıma memnun oldum. Sen kaçıncı sınıftasın?”

“Ah, benimki biraz karışık,” dedi Yiğit, elini ensesine götürerek. “Şimdi son sınıftayım ama aslında okulu çoktan bitirmiş olmam gerekirdi. Aslında başka bir okulda psikoloji okuyordum. Bölüm felaket zordu ve kız arkadaşım sizin okuldaydı. Bu bahanelerle orayı ikinci sınıfın sonunda bıraktım ve burada karşılaştırmalı edebiyat okumaya başladım.”

Duru’nun hayalleri bir anda suya düşmüştü. Demek bir kız arkadaşı vardı… Oysa o dakikalar içinde neler kurmuştu kafasında… Beceriksizce tebessüm etti ama içinden gözyaşları akıyordu. “Hangi bölümdeydi?” diye sordu sonra, onun sevgilisi olma şansına erişen kız kız hakkında daha çok bilgi almak için, samimi bir merakla.

“Edebiyattaydı. Zaten ben de bu yüzden edebiyata geçtim. Başta her şey çok sıkıcı geliyordu, hatta psikolojiden bile daha kötü gibiydi, neyse ki sonradan bölümle aram düzeldi. Şimdi tez yazıyorum işte. Latife Tekin hakkında.”

"Ne hoş… Peki arkadaşın, yani kız arkadaşın ne hakkında yazıyor?”

Yiğit sessiz kaldı.

Duru dilini ısırarak, “Yoksa ayrıldınız mı?” diye sordu.

Yiğit başını iki yana salladı. “Ecem iki yıl önce öldü.”

Duru elini ağzına götürdü. Bir müddet hiç konuşmadan Yiğit’in gözlerine baktı. “Nasıl?” dedi sonra, fısıltıyla.

“Okuldaki geleneksel mayıs şenliklerini biliyorsundur… İşte o sırada, bungee jumping yaparken yere çakıldı. Hastaneye yetişemeden öldü.”

"Ah… Ben… Özür dilerim… Çok üzüldüm gerçekten…”
"Evet. İnan bana olay gözünün önünde yaşansaydı daha da çok üzülürdün.”

"Peki… Yani ne oldu da düştü? İp mi koptu?” Duru’nun aklına hemen annesinin o “eğlence aletleri” hakkında yaptığı uyarılar ve “muhtemel riskler” gelmişti.
Yiğit’in suratında solgun bir gülümseme belirdi. “Hayır. Keşke öyle olsaydı…”

Duru merak içinde kaşlarını kaldırdı.

“…kemerini çözdü ve intihar etti.”

### 

AHMET, ÖZGÜ'YÜ İLK kez ortak dersleri olan psikoloji sınıfında görmüştü.
Belki de Özgü gelip yanına oturmasa radarına hiç girmeyecek ve ona karşı olan o ümitsiz zavallı platonik aşkı da hiç başlamayacaktı. Ahmet her şeyi daha dün gibi hatırlıyordu. Kız kendisine dönmüş ve “Bakabilir miyim?” demişti. Sırasının üstünde duran ders kitabını kastediyordu. Ahmet, kendisiyle konuşan kişinin kim olduğunu görmek için suratına baktığı an görüp sevmişti Özgü’yü. Bu nasıl bir kız Allah’ım, diye düşünmüş ve aklına ilk şu tanımlama gelmişti: Buz prenses. Evet, tam anlamıyla bir “buz prenses”ti Özgü. Sarı saçları, bariz ama donuk makyajı ve tüm çekici tavırlarıyla, Ahmet’in prensesi oluvermişti bir anda. Ahmet kitabı kıza verdikten sonra, onun iki dakika boyunca kitabın sayfalarını nasıl da hülyalı hülyalı çevirdiğini göz ucuyla izlemişti. Sonra “Mersi,” diyerek Ahmet’e uzatmıştı aldığı kitabı kız. Mersi. Şu devirde nasıl bir genç kız bu kelimeyi kullanabilirdi ki? Hayran kalmıştı Ahmet. Ve kızın bunu “cool” görünmek için kasten söylemediğinden, bu kelimenin onun günlük lügatında olduğundan adı gibi emindi.

Ahmet o günden itibaren psikoloji sınıfında hep aynı yerinde oturmaya devam etti, ama kız artık arkalara oturur olmuştu. Sınıfa lüks markaların kıyafet torbalarıyla geliyor, onları ayaklarının dibine koyarak oturuyor, müthiş bir elitlik içinde bacak bacak üstüne atıyor ve dersi dinlemeyip şarja taktığı telefonuyla ilgileniyordu. O kadar sessiz ve kendi halindeydi ki… Ama Ahmet onu tanımak, keşfetmek istiyordu.

Midterm’lerden sonra, Özgü’nün psikolojiden kırk aldığını öğrenip bir cesaret yanına gitti. “İstersen seni çalıştırabilirim,” dedi, oysa kendisi de elli beş almıştı. Kız bu sefer Ahmet’i hayal kırıklığına uğratarak kibarca teşekkür etmemiş, “mersi” dememişti, sadece gülümseyerek yerine geri dönmüştü. Ahmet çok bozulmuştu. O günden sonra kızın yanına bile yaklaşamadı.

Sonra onu tesadüf eseri sosyal medyada buldu. Oradaki adı @ozgeparlak'tı. Twitter, Facebook ve Instagram hesaplarının başında “Kim ‘parayla saadet olmaz’ demişse alışverişi nereden yapacağını bilmiyormuş” yazıyordu. Ahmet bunu görünce şaşırdı doğrusu. Üstelik bu şaşkınlığı, hesabını dikizlemeye devam ettikçe daha da arttı. Özgü Facebook’ta sürekli Nişantaşı’ndan yer bildirimleri yapan, gittiği kafelerden –makaronlarla, dondurmalarla, portakal sularıyla– “donattığı” masanın fotoğraflarını paylaşan bir kızdı. Evde de durum farklı değildi. Ayaklarını televizyona doğru uzatıp pembe pofuduk terliklerini görüntülüyor, her biri farklı renge boyanmış ojeli tırnaklarını çekiyor, topuklu ayakkabılarının markalarını takipçilerinin gözüne sokuyor, ayna karşısında dudağı bükük pozlar veriyordu. Ahmet onun bu kadar tipik bir “kıro” olabildiğine inanmak istemiyordu. İçi boş, kalitesiz, para delisi, gösterişçi bir kızdı meğer prensesi. İnternetteki onlarcasından sadece biriydi.

Instagram hesabında ise sürekli bir erkekle olan sarmaş dolaş pozlarını paylaşıyordu. Ahmet, o erkeğin Özgü’nün erkek kardeşi olmasını çok isterdi, çünkü kendisinden birkaç yaş küçük, liseye giden bir erkek kardeşi olduğunu biliyordu. Ama o erkek, Özgü’nün sevgilisiydi. Kıvanç Tatlıtuğ’u anımsatan, yakışıklı biriydi. Sonradan adının Savaş olduğunu öğrendi. İşte iki zengin tip birbirini bulmuştu…

Ne var ki, Ahmet Özgü’yü kafasından atamamıştı. Normalde bu kadar bayağı bir kızı değil kalbinden hayatından dahi uzakta tutardı prensip olarak. Ama Özgü’yle tüm kurallarını bozmuştu. Şimdi de onun evindeydi işte. Bir parti düzenlediğini duyunca hemen gelmişti. Partilerle arası hiç iyi değildi, ama prensesinin mabedine girmek, onun için kaçırılmayacak bir fırsattı. Ne var ki uzak bir köşeden izlemekle yetinmek zorundaydı Özgü’yü. Savaş varken yakınına bile yaklaşamazdı…
###
 
EDA TUVALETTE, AYNANIN karşısına geçmiş makyajını tazeliyordu. Mor renkli rujunu sürerken kapı açıldı ve salondan gelen müzik sesleriyle birlikte Özgü de içeri girdi. Yanına geçip allık sürmeye başladı. “Savaş’la öpüştüğünü gördüm,” dedi aniden.
Eda bembeyaz olmuş bir suratla Özgü’ye döndü.

“Sakın inkar etme,” dedi Özgü. “Kızların yanında hiçbir şey söylemediysem ne mal olduğunu bilmesinler diye. Bugün sınıfta sadece o kaldığında nasıl da sinsice yanaştın Savaş’a… Sizi gördüm. Gözümden çok fena düştün, biliyor musun?” Gözlerini Eda’nın aynadaki yansımasına dikerek bir çırpıda konuşmuştu. Sözlerinin şiddetinin aksine, hiçbir şey olmamış gibi bir sakinlikle, allığını sürmeye devam etti ve sonra tuvaletten çıktı.
Eda peşinden bakakaldı. Şok içindeydi.

Az sonra kapı açıldı ve Duru geldi. “Hadi ya, dışarıda ağaç oldum! Zaten Bal da ortada kayboldu!” Eda’yı kolundan tuttuğu gibi tuvaletten çıkardı. Dışarı çıkarlarken, Eda kabinlerin birinden bir sifon sesi duydu. Az önce tuvalette Özgü’yle yalnız olduğunu sanıyordu, ama biri onları duymuştu.

###

BAL ÜST KATA çıkınca, koridorun ortasında durup derin bir nefes aldı. Savaş’ın yukarı çıktığını görmüş, onun peşinden gitmişti. Aslında orada olmaması gerekiyordu ama oradaydı işte. Kapıyı açtığı gibi odaya girdi. Burası misafir odasıydı. Kapıyı tekrar kapattı. Müzik sesleri ve kahkahalar artık çok uzaktaydı.
Savaş telefonda biriyle konuşuyordu. Arkasını dönünce gelenin Bal olduğunu gördü ve şaşkınlık içinde ona baktı.

"Kızım ne işin var senin burada?”
“Dinle beni Savaş…”

“Bas git! Telefondayım, görmüyor musun?” diyerek onu kolundan tutup dışarı çıkarmaya çalıştı Savaş.

Bal çevik bir sıyrılışla onun elinden kurtuldu. “Beni sevdiğini söyleyene kadar hiçbir yere gitmiyorum, anladın mı, gitmiyorum!”

Savaş telefondakine, “Ben seni sonra ararım,” deyip telefonu kapattı. “Ya deli misin nesin? Git çabuk! Şimdi biri görecek…”

"Onca zaman… Benimle beraberdin sen… Benimle! Şimdi gözümün önünde nispet yapar gibi onunla öpüşüyorsun!”

"Git Bal! Sonra konuşalım! Bak biri görecek!”
Cam vazonun içinde pembe bahar dalları vardı. Bal sehpanın üzerindeki o vazoyu odaya girdiğinde de görmüştü. Hatta kırıp cam parçalarından biriyle Savaş’ın üzerine yürüdüğü sahneler bile kafasında canlanmıştı. Ve nihayet sıra yazdığı senaryoyu oynamaya geldi. Birkaç saniye içinde vazoyu yere attı, kırdı ve eline aldığı bir cam parçasını Savaş’a doğru sallamaya başladı.

"Bal… Ne yapıyorsun sen!” dedi Savaş. Gözleri bir anda dışarı pörtlemişti.
"Ben seni çok sevdim… Çok sevdim gerizekalı!”

"Dur!” diye çığlık attı Savaş. Neye uğradığını şaşırmıştı. “Sen artık iyice kafayı yemişsin kızım!”
Bu söz Bal’ın canını çok acıttı. Geçmişine yaptığı vurgu, Savaş’ın böyle bir şey söylemiş olması… Cam parçasını aniden onun kalbine doğrultarak, “Burana saplarsam…” dedi. “Bir kalbin olmadığını düşünürsek… Sence kan akar mı?”

Savaş, “Yapma… Sakın yapma…” diye alelacele konuştu. “Hapse girersin!” Bunu yaptığına inanamasa da yalvarıyordu. Evet, yalvarıyordu. Ölümün nefesini ensesinde hissettiği an Bal’dan gerçekten korkmaya başlamıştı.

Bal omuz silkti. “Umurumda mı sanıyorsun?”
Savaş söylediklerinin yeterli olmadığının farkındaydı. Onu vazgeçirecek başka bir şeyler bulmak zorundaydı. “Üzgünüm Bal… Ben gerçekten çok üzgünüm…”

"Ben de Savaş… Liseden beri beni sev diye gözünün içine bakıyorum… Sana aşığım… Beni sev diye çok uğraştım… Çok uğraştım…” Sesi yumuşacık ve kırılgandı. Adı gibiydi. Bal gibiydi. Bu duygusallık, yapıyor olduğu zorbalığa hiç ama hiç uymuyordu. “Niye beni sevemedin ki? Ha? Niye?” Gözünden bir damla yaş aktı ama Savaş’ın önünde ağlamamak için o yaşı elinin tersiyle silerek geldiği hızda yok etti.
"Sorun sende değil…” dedi Savaş. Sesi çok kısık çıkıyordu. “Ben hiç kimseyi sevemedim…

Bal bir anda hiddetlenerek, “Özgü ne peki?” diye karşı çıktı. “Şu anda bile yalan söylüyorsun Allah’ın belası! Oysa onu bilmiyor musun, seni sevmiyor! Gözü dışarıda! Her gün kaç erkekle oynaşıyor haberin yok mu sanki? Ama görmek istemiyorsun… Çünkü onu seviyorsun…  Sen sadece beni sevemedin…”

Savaş sessiz kalıp başını önüne eğdi. Diyecek bir şeyi yoktu. Neredeyse ağlayacaktı ki Bal’ın konuştuğunu duydu.

"Ama seni öldürmeyeceğim…”

Savaş başını kaldırıp ona baktı.

“…çünkü sen zaten yaşamıyorsun…” Bal elindeki cam kırığını yere atıp, arkasından havalanan eteğiyle koşarak odadan çıktı.

Savaş o çıkar çıkmaz ağlamaya başladı. Kendini bir daha asla o birkaç dakikada hissettiği kadar korkmuş hissetmeyeceğinden emindi. Korku boğazına sarılmış, zırdelinin teki olan Bal’ın ne yapacağını bilememenin verdiği muammanın ağırlığı etrafını çevirmişti. Terden sırılsıklam bir şekilde, yerdeki cam parçalarına baktı. Bal’ın fır dönen gözleri hala gözünün önündeydi.

Az önce hayatı kurtulmuştu.
###
AHMET, ÖZGÜ'YÜ ARKADAŞLARININ yanından ayrılıp bahçeye çıktığından beri takip ediyordu. Kız art arda üç sigara yakmıştı. Bir şeylere canının sıkıldığı belliydi. Ahmet cesaretini topladı ve onun yanına gitti. “Selam…”
Özgü ona göz ucuyla baktıktan sonra havaya duman üfledi. “Selam,” diye karşılık verdi o da.

"Evin çok güzelmiş…”
Özgü bu sefer ona döndü ve “Sadede gel,” dedi.

“Sadet mi… Şey… Moralin bozuk gibi görünce…”

"Hayır, bir şey yok, bu benim partim, niçin moralim bozuk olsun? İçerisi çok kalabalık, sıcak, hava alıyorum biraz… da sen kimsin?”
"Ben… Tanımadın mı beni… Ahmet… Psikolojide aynı sınıftayız ya hani… Kitabıma bakmıştın ilk gün…”

"Bak oğlum. Sen en iyisi boş ver beni.”
Ahmet bir an için donakaldı. Sonra bozuntuya vermemeye çalışıp gülümseyerek, “Ah, sen yanlış anladın beni,” dedi. “Ben sadece arkadaş olmak…”

"Yok Ahmetcim arkadaş olmak istediğinin farkındayım zaten. Senin tipin bu, yakışıyor. İyi eğlenceler sana.” Özgü sigarasını yere atıp topuğuyla ezdi ve içeri girdi.
Ahmet’in gururu hiçbir zaman o günkü kadar kırılmamıştı.

###
 
ÇATI KATINDAKİ DEPOYA sessizlik hakimdi. İki kat aşağıda çalan müziğin sesi neredeyse hiç duyulmuyordu. Duru, her an çıkmak üzere kapının önünde hazır bekliyordu.
"Ne diyeceksen de haydi.”
Savaş ona doğru birkaç adım attı. “Konuyu biliyorsun işte…” Ellerini Duru’nun omzuna koydu.
Duru geri çekilip omzunu Savaş’ın ellerinden kurtardı. Öfkeliydi. Aynı zamanda onunla göz göze gelmemeye çalışıyordu. Mavi gözlerine bir kez daldı mı, bir daha içlerinden nasıl çıkabilirdi ki… “Hiçbir şey bilmiyorum ben,” dedi. “Bilmek istemiyorum. Bunu kaç defa konuştuk, bana aynı şeyleri tekrarlatma Savaş…”
"Duru… Lütfen… Bana bir şans daha ver…”

"Ne şansı Savaş? Sen Özgü’yle birlikte olmadan önce düşünecektin bunu… Bizim ilişkimiz bitti gitti artık, lisede kaldı…”

"Bir hataydı…” Savaş’ın sesi kırık dökük bir fısıltıdan farksızdı. “Lütfen… Beni affetmen için ne gerekiyorsa yapmaya hazırım…”
“Ben seni affetmedim Savaş, affetmeyeceğim de…” Duru çok kararlı konuşuyordu. “Sadece beni üzmene izin vermekten vazgeçtim. Şimdi kızların yanına iniyorum. Sakın bir daha benimle konuşmaya çalışma.”

###

EDA, DURU, BAL ve Özgü masanın başında ayakta duruyorlardı. Önlerinde küçük içki bardakları vardı, etraflarındaysa koca bir kalabalık. Birbirlerine bakıp gülümsediler.
"Nasıl, eğleniyor musunuz?” dedi Özgü.

"Harika,” dedi Bal.
“Çok güzel,” dedi Eda.

“İyi ki yapmışız,” dedi Duru.

Yalanların ortasındaydılar.

Bu küçük genç kadınlar.

“Ben bir Savaş’a bakayım,” dedi Özgü ve erkek arkadaşlarıyla muhabbet eden Savaş’ın yanına gitti. “Savaş’ı birkaç dakikalığına alabilir miyim?” diye sordu ortaya. Memnuniyetle onaylayan birkaç baş görünce Savaş’ı kolundan tutup bir köşeye çekti.

“Bu gece benimle çok ilgileniyorsun. Beraber harika vakit geçiriyoruz.”
Savaş cevap vermedi.

Özgü, onu Eda’yla öpüştüğünü yüzüne vurmamak için kendini zor tutuyordu. “Bir şeye canın sıkılmış, belli. Bana anlatmayacak mısın?”

“Çok üstüme geliyorsun Özgü…”

“Bu kadar bunaldıysan git bari!”

“İzin verdiğin için sağol,” dedi Savaş ve vestiyerden montunu alıp bahçe kapısından dışarı çıktı.

Özgü olduğu yerde donakalmış, bunu yapabildiğine, kendisini öylece bırakıp gidebildiğine inanamayarak Savaş’ın peşinden bakakalmıştı. Sonra çözülüp hemen arkasından koşmaya başladı. Havuzun yanından hızlı adımlarla yürürken onu yakaladı, kolundan tutup kendine çevirdi. “Ne yaptığını sanıyorsun sen ya?”

Savaş boynunu iki yana esnetip, yüzünde ince bir gülümsemeyle, “Gidiyorum,” dedi. “Senden yazılı izin mi almam gerekiyordu?”

Bunu duyan Özgü’nün sinirleri daha da gerildi, kaşları daha da çatıldı. “Benimle nasıl böyle konuşabiliyorsun Savaş? İçmeden sarhoş mu oldun, nedir derdin?”

“Yoo,” dedi Savaş. “Sarhoş değilim. Aksine gayet ayığım. Bak kızım, şimdi beni iyi dinle. Egondan sıkıldım. Bana dayattığın kurallardan sıkıldım. İplerimi elinde tutmak istemenden sıkıldım. Ben böyle bir ilişki istemiyorum, anladın mı? Bitti. Bitti Özgü.”
Özgü bir adım geriledi. “Ne?”

“Bitti. Artık seninle çıkmıyorum.”

Özgü başını tuttu. Ortada tuhaf bir şey olduğunun farkına varan davetliler merak içinde bahçeye çıkıyorlardı. “Beni böyle terk edemezsin!” diye bağırdı Savaş’a, hiç kimseyi umursamadan. Davetlilerden uğultular koptu, Özgü’nün Savaş’ın arkasından nasıl da koşturduğunu herkes büyük bir keyifle izliyordu. Az önce terk edilen kızcağız, havuzun etrafından dolanıp Savaş’ı durdurmaya çalışıyordu.

Sonra ne olduğunu bile anlamadan Özgü kendini suda buldu. Aklına gelen ilk şey Milano’dan aldığı elbisesinin ıslandığı, ikinci şeyse çok fena rezil olduğuydu. Biri hemen peşinden suya atlayıp onu havuzdan çıkardı. “Tamam, sakin ol,” diyen erkeğin sesi tanıdıktı, ne var ki o olacağına ihtimal vermiyordu. Ama evet, Savaş’tı bu. Kahrolası, o kadar iyiydi ki, terk ederken bile centilmenlik yapmaya devam ediyordu. Savaş onu havuzun kenarındaki şezlonglardan birine oturttu ve ellerini çırparak etraftakilere, “Parti bitti!” diye bağırdı. “Haydi dağılın!”

Ama kimse dağılmaya razı gelmiyordu. Çünkü bu öylesine tarihi bir andı ki, kimse kaçırmak istemiyordu. İçlerinde telefonlarına sarılmış, Özgü’nün çaresizliğinin fotoğrafını çekenler bile vardı. Sonra daha tanıdık sesler yankılandı Özgü’nün beyninde.
“İyi misin canım?”

“Ne iyisi rengi bembeyaz oldu kızın!”

“Battaniye getirsin birisi içeriden…”

“Bence sen git,” dedi bir ses ters ters.

“Tamam Bal, uzatma…”
“Uzattığım falan yok. Kız onun yüzünden suya düştü…”

“Getirdim…”

“Savaş, gerçekten de gitsen iyi olacak…”

Uğultular vardı.

Sonra uğultular kesildi.
###
 
ÖZGÜ TEKRAR KENDİNE geldiğinde şömine çıtırdıyordu. Yer minderindeydi, üstünde kalın bir battaniye vardı, doğrulmak için destek alacak bir şey aradı.
"Kızlar kızlar, şoktan çıktı sanırım…” deyip yanına koşan ilk Bal oldu.

"Kendine geldin mi Özgü?” dedi Duru.
Özgü belli belirsiz başını salladı.

"Canım ya,” dedi Eda. “Haydi çık bir duş al. Üstün başın sırılsıklam. Hasta olacaksın.”
"Seni odana götürmemizi ister misin?” dedi Bal.

Özgü ağlamaya başladı. “Savaş nerede…”
Duru yanına eğilip onu elinden tuttu. “Herkes gitti, herkesi yolladık,” dedi. “Sadece biz varız. Sen üstündekileri çıkar, sıcak bir duş al, kendine gel. Biz buradayız. Sakın üzülme, olur mu? Biz buradayız. Herkes gitti. Sadece biz varız.”

Özgü onu duymak istemiyordu. “Beni terk mi etti…” dedi gözlerini kapatarak.

###
GÖZLERİNİ KIRPIŞTIRARAK ETRAFINA bakındı, Eda ve Bal yanında mışıl mışıl uyuyordu. Cebindeki telefonu çıkarıp saate baktı. Sabahın beşiydi. Bu kadar zamandır uyuyor olmamız imkansız! diye düşünürken Özgü’yü hatırladı ve gözlerini üst kata çevirdi. Şimdiye kadar duştan çıkmış, yanlarına inmiş olması gerekirdi. Telaşla kızları dürtüklemeye başladı. Önce Bal’ın, sonra Eda’nın gözleri açıldı.
"Ne var ya?” dedi Bal, uyku mahmuru bir halde.

Duru ayağa kalkıp olduğu yerde dönerek “Özgü!” diye seslendi.

“Oha!” dedi Eda telefonuna bakarak. “Saat beş olmuş!”

“Kütük gibi kafam…” diye mırıldandı Bal. “Ne çok uyumuşuz…”

“Kızlar Özgü nerede?” dedi Duru telaş içinde.

“Panik yapma,” dedi Eda. “Ne giysem diye düşünüyordur…”

"Tam üç saattir mi?” dedi Duru endişeyle.
"O kadar oldu mu lan!” dedi Bal. “Yuh! Nasıl böyle uyuduk ki, anlamadım ben…”

“Haydi ya, Özgü’ye bakalım,” dedi Duru.

"Giysi seçiyordur, diyorum ben size,” dedi Eda.
Bal kafasını iki yana sallayarak, “Bence şu anda hiçbir şey düşünecek hali yok onun,” dedi. “Yukarıda Yıldız Tilbe dinleyip ağlıyor bence…”

“Kızlar, bilmem farkında mısınız ama Savaş onu terk etti. Kız rezil oldu. Bence durum pek komik değil.”

Duru haklıydı.

Böylece üç kız peş peşe merdivenlerden çıkıp Özgü’nün odasına girdiler. Ama Özgü odada değildi. Yatağın üstünde, banyoya girerken çıkardığı ıslak kıyafetleri vardı.

"Özgü!” dedi Duru, koridora doğru bağırarak.
"Nerede bu ya?” dedi Bal, sinirleri bozulmuş bir vaziyette.

"Hala banyodadır belki,” dedi Eda.
Duru banyo kapısına doğru birkaç adım atınca, kızlar da peşinden gitti. Gergin bir halde, sanki kendiliğinden açılmasını beklermiş gibi, dikilip öylece kapıya baktılar. Gözlerini kırpmaya bile cesaretleri yoktu. Çok tuhaf bir hisle sarmalanmışlardı. Duru deli gibi çarpan kalbinin sesini duyabiliyor, bu sesi Eda ve Bal’ın da duyup duymadığını merak ediyordu. Boğazı düğüm düğüm olmuştu. Eli kapı koluna doğru uzandı. Sonra havada durdu, geri çekildi.

"Neden su sesi gelmiyor?” dedi ötekilere.
Ama kimsenin buna verecek bir cevabı yoktu.

Duru tekrar cesaretini toplayıp kapıyı açtı. İçerinin sıcak havası kapı açılır açılmaz yüzlerine çarptı.

Kan göreceğini aklına bile getiremezdi. Zaten küvettekinin kan olduğunu fark etmeden önce, bir anlığına, birinin küvetteki suya kırmızı boya damlattığını düşündü. Kıpkırmızıydı su. Ve Özgü kanlar içindeki haline rağmen hala çok güzel görünüyordu –bugüne dek pek çok erkekle çıkmasını sağlayan yegâne şey de bu güzelliğiydi. Duru uzun bir süre ona bakmaya devam etti, sonra her şeyin sırası karıştı. Bal’ın ağlamaya başladığını, Eda’nın cep telefonundan acil servisi aradığını duyuyor, fakat hangisinin diğerinden önce olduğunu anlayamıyordu. Anlayabildiği tek şey, Özgü için bir şeylerin kötü, hem de çok kötü gitmiş olduğu, ama kendisinin, Eda’nın ve Bal’ın, onun en yakın arkadaşları oldukları halde, bunca zamandır hiçbir şeyin farkına bile varmadıklarıydı…

DEVAM EDECEK...

5 yorum:

  1. allam yaaa ortalarda kafam karıştı. neler olduğunu unuttum yaa ara verince demek ki :)

    YanıtlaSil
  2. bunu bi ara bi daha baştan okuyum ben en iyisi :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Gerek yok, bu işte ilk bölüm zaten... :)

      Sil
    2. bu yazıyı ilk baştan okuyum diyom. çok uzun karnım acıktı açken gitmiyo şimdii :)

      Sil
  3. yeni bölüm ne zaman :)) paylaşmışsındır artık diye geldim ama henüz yok. neyse uğrarım yine. selamlar.

    YanıtlaSil

Gmail hesabı olmayanlar, anonim seçeneği ile yorum yapabilir... Yorumlarınız için çok teşekkür ederim!

KİTAP ALINTISI

Yeni romanım Benim Küçük Şaheserim'den bir alıntı:  "Kitaplar onun ecza dolabıydı. Hastalanırsa -ruhu hastalanırsa- hangi kitabı aç...