3 Ekim 2017 Salı

MÜREKKEP KOKUNU İÇİME ÇEKTİM - 2. BÖLÜM

1. bölüm
Bölüm şarkısı: Louis Armstrong - A Kiss To Build A Dream On
"Her şeyden önce teşekkürler. Kitabımı beğenmenize sevindim. Ama işin aslı şu ki, ben o kitabı okumuş olmanızı istemezdim. Zaten yüz adet basılmıştı ve bulabildiğim doksan dokuz tanesini toplamayı başardım. Geriye tek bir tane kalmıştı, her yerde onu aradım. Yok etmek için. Onu yok edin lütfen. Teşekkür eder, saygılarımı sunarım. / Atlas Siyah" 
IRMAK TARÇINLI SİYAH çayını ve iki çeşit bisküvi paketini önüne almış, elektronik posta kutusuna düşen mail’i belki onuncu defa okuyordu. Evdeki akşam yemeği olaylı bir şekilde iptal olunca, yurda gelmesi o berbat şehir trafiği yüzünden iki saat sürmüş, geldiğinde yemekhane kapandığı için bir anda aç kaldığı gerçeğiyle yüzleşmişti. O da çareyi yurt odasındaki dolabının bir köşesinde her zaman istiflediği market poşetlerinin içini karıştırarak, ne varsa karnını doyurmakta bulmuştu.

Yazar, mail’in sonuna "Atlas Siyah" diye imza atmıştı. Demek kitabındaki karaktere kendi adını vermişti. Öyleyse neden kapakta adı yazmıyordu? Karakterine kendi ismini verip kitabın yazarı olarak kendi adını okuyucuyla paylaşmaması Irmak'a mütevazılık maskesinin ardına saklanmaya çalışan bir egoizm sinyali gibi geldi.

"Sevgili Atlas Bey, açıkçası mail'iniz beni şaşırttı. Kitabınızı istiyorsanız onu size geri verebilirim. Böylece ne yapacağınıza kendiniz karar verirsiniz. Yarın kitabı bastırdığınız yayınevinin oradaki parkta buluşmaya ne dersiniz? Kitabınızı orada bir sahaftan bulmuştum. Saat beş buçuk nasıl olur? Ancak okuldan sonra gelebilirim. Sizi orada bekleyeceğim. Görüşmek üzere. / Irmak Güven"

Bu mail’i, Atlas’a ne cevap yazabileceği üstünde yol boyunca düşündükten sonra göndermişti. Onun söyledikleri gerçekten şaşırtıcıydı, Irmak’ın kafasında bir sürü soru işareti belirmişti. Eğer Atlas yarınki buluşmaya gelirse, hepsini ona yüz yüze sormayı planlıyordu. Hem saat geç olduğu hem de annesiyle yaşadığı tartışma yüzünden başı çatlayacak gibi hissettiği için, bu yeni gelişmeden Cem’i henüz haberdar etmemişti. Telefonuna baktığında Uzay’ın ona evi terk etmesiyle ilgili sayısız mesaj yolladığını gördü. Ama hiçbirine cevap vermeden uykuya teslim oldu.
   
Ertesi gün yeni dönemin ilk okul günüydü ve saat sekiz buçukta kalktığında ilk derse neredeyse geç kalmıştı. Çabucak hazırlanıp kahvaltı salonuna uğramadan yurttan çıktı. Gergin ve stresliydi. Çünkü o döneme öncekilerden farklı olarak Aslı’sız başlıyordu, kendini yalnız, adeta bir anda çıplak kalmış gibi hissediyordu. Mesele özgüven meselesi değildi; yalnızca bu zamana dek hep Aslı’yla birlikte hareket etmişti, şimdi bir anda onsuz kalınca ne yapacağını bilemeyecekmiş gibi hissediyordu. Artık Aslı’yla yakın arkadaş değildi ve derslerde onunla yan yana oturamayacaktı. Aslı oyuncu olmak istediği için sahne sanatları, Irmak’sa insanları ve toplumu anlamaya hep meraklı bir kız olduğu için sosyoloji okuyordu ama seçmeli aldıkları birkaç dersleri ortaktı. Acaba o da bunları düşünüyor mu? diye düşünmeden edemiyordu.
   
Ama cevabı biliyordu: Aslı bunların hiçbirini düşünmüyordu ve hayatına onsuz da gayet güzel devam edecekti. Bu, Irmak’ı kahrediyordu. Irmak ona ne kadar bağlıysa, tam tersine Aslı iki sıkı dostken ona sırtını dönüp gidecek ve bunu hiç de problem etmeyecek bir kızdı. Kim bilir, belki de Irmak’ı bir daha hiç düşünmeyecekti bile. Ama Irmak Aslı’yı o kadar kolay unutamayacağından emindi. Nasıl unutabilirdi ki; ortaokul yıllarından beri arkadaştılar, Aslı hep vardı. Ama artık yoktu. Bundan sonra da olmayacaktı.
   
Kampüsün demir kapısından içeri girip, tost almak için kafeteryaya yöneldi. O sırada elinde plastik kahve bardağıyla dışarı çıkan Aslı’yı görünce eli ayağına dolandı. Aslı da onu görmüştü ama başlarını başka yöne çevirerek geçiştiler. Kısa süre öncesine dek can ciğer kuzu sarması oldukları düşünüldüğünde, bu çok acı bir durumdu tabii.
   
Irmak her zaman duygularını yoğun yaşayan bir kızdı ve şimdi Aslı’yla biten arkadaşlık ilişkisinin ardından sanki o ölmüş gibi yas tutarken, Aslı’nın onu unutup kısa sürede edineceği yeni arkadaşlarıyla gece hayatına ve partilere onsuz döneceği fikri kalbine bıçaklar saplıyordu. Ona daha yıllar içinde bu kadar bağlandığı için kendi kendine kızdı Irmak. Ama yapacak bir şey yoktu. Aslı’dan uzak durabilmeyi ve onu unutmayı öğrenecekti. Bu işin tek olumlu tarafı, Irmak’ın sırf onun hatırına katılmak zorunda kalmayacağı aptal partilerdi. Irmak birdenbire, bundan sonra yalnızlığıyla baş başa olduğunu fark etti. Aynı zamanda, okulun ilk gününe dair dedikodu ve kritik yapacak kimsesinin olmamasına kesinlikle hazırlıklı olmadığını da. Onun hatıraları ve içine düştüğü çaresiz durumun aptallığı yüzünden sulanan gözlerini sildi, burnunu çekti ve omuzlarını dikleştirip sınıfın kapısından içeri girdi.
   
Ama dersin olduğu sınıfın kapısından içeri girdiğinde, vücudu birdenbire gerildi: Aslı çoktan gelmiş, orta sıralarda yerini almıştı. Yanında oturan, yazın son demlerinin yaşandığı günlerden birinde sevgilisi tarafından terk edilen İpek’i teselli etmekle meşguldü. Irmak göz ucuyla ona baktı. Eh, Aslı’nın bir tarafı her zaman çok düşünceli ve kibardı. Gerçi o bu tarafını sanki asırlardan beri görmemişti.
   
Sonra Aslı’nın diğer yanında oturan erkeğe baktı. Bu... Efe’ydi! Gözlerine inanamıyordu. Aslı’yla hala en yakın arkadaşken sürekli çekiştirip durdukları, dedikodusunu yaptıkları insanlardan biriydi o. Irmak onu çok sinir bozucu buluyordu ve Aslı da bunu biliyordu, belki de küstükten sonra nispet olsun diye onunla yakınlaşmıştı. Efe bacaklarını iki yana açmış, ellerini ensesinde birleştirmiş, sandalyede kaykılmış oturuyor, gözleriyle sessizce Irmak’ın hareketlerini takip ediyordu. Okulun akıl seviyesi hala lisede kalmış tiplerinden biriydi. Ama yakışıklı, küstah ve zengindi; bu da bazı kızların peşinden sürüklenmesi için yeterliydi. Yine de Aslı o kızlardan biri değildi. Sırf Irmak’ı sinir etmek için Efe gibi biriyle bir anda arkadaş olacak hali de yoktu. Irmak, Aslı’nın Uzay’ı başka biri yüzünden terk ettiğini hiç sanmıyordu ama bir an, eğer öyle bir şey varsa, acaba bu kişi Efe mi diye düşünmeden edemedi. Hayır, bu gerçeğe çok uzak bir ihtimaldi. Irmak bile öyle bir çocukla beraber olurdu da Aslı olmazdı, bundan o kadar emindi. Bu işin içinde kesinkes başka bir iş vardı.
   
Aslı’yla göz göze gelmemek için ön sıralardan birine geçip tek başına oturdu. Eline aldığı telefonunu, yalnızlığını ardına gizleyebileceği bir kalkan gibi kuşanmıştı. Aynı anda bir sürü kişiyle mesajlaşıyormuş gibi davranarak çok meşgulmüş izlenimi yaratmaya çalıştı. Aslında sadece arama motoruna girmiş, parmaklarını klavyede oynatıp duruyordu. Selamskdjkgkkllmgmgmkkjjjjjjjjj. 

Nihayet hoca bir şeyler anlatmaya başladı ve rol yapmayı bıraktı. Ama dersin pek ilgisini çekmediğini anlaması yalnızca iki dakika sürdü. Cem’e söylediği, “İstediğim seçmelide yer kalmadı diye o dersi seçemiyorsam, üniversiteden bir asistanla sevgili olmamın ne anlamı var ki?” sözünü hatırladı. Yanlış anlamaya müsait bir cümleydi, ama onu çok iyi tanıyan Cem’in bunun bir espri olduğunu anlayıp ona gücenmeyeceğini biliyordu. Sonra aklı Atlas’a gönderdiği mail’e kaydı. Mail’de buluşmak istediğini söylediğine biraz pişman olmuştu. Doğrusu çok da hevesli görünmek istemezdi. Üstelik ondan bir cevap bile gelmemişti. Yine de akşam parka gidecek, Atlas’ın gelip gelmeyeceğini öğrenecekti. Bu konuyla ilgili Cem’e hala hiçbir şey anlatmadığı aklına gelince huzursuz oldu. Sonra bu huzursuzluk hissi, Aslı’nın bakışlarını üzerinde hissetmesiyle giderek arttı. Hata etmişti: Öne oturmak iyi bir fikir değildi. Aslı dersi dinlemek için tahtaya bakarken onu ensesinden görüyor olmalıydı. Acaba tam şu an ne yapıyordu?

Irmak saçını düzeltir gibi yaparak başını hafifçe çevirip geriye, göz ucuyla onun oturduğu yere doğru baktı. Sanki Aslı da bir süredir onu inceliyormuş ama o kafasını çevirince kürsüdeki hocaya dönmüş gibi hissetti.
***
"Sen hiç sevdiğin birini kaybettin mi?" diye sordu Atlas aniden.
   
"Ben mi?" dedi Irmak şaşkınlıkla. Buna ne cevap vermesi gerektiğini bilmiyordu. Sonra Aslı'yı, Uzay'ı, ailesini düşündü. "Evet. Yani ölüm değildi ama... Belki de daha zor, biliyor musun? Ölüm olduğunda bir şekilde kabullenmen gerektiğini biliyorsun. Ama yaşarken kaybettiklerin..."
Irmak, Atlas’la buluşacağı parka doğru giderken, saat henüz beş buçuk olmamıştı. O gün Cem’le hiç konuşmamış, hatta ona bir mesaj bile atmamıştı. Atlas konusundaki gelişmelerden (mail’den ve o gün buluşacaklarından) Cem’in haberi yoktu. Bulutlu, ılık bir havaydı. Parka vardığında bir banka oturup beklemeye başladı. O gün Aslı’yla buluştuğu parktı bu.
  
Bekledi, bekledi. Saat neredeyse altıya geliyordu. Belki de Atlas gelmeyecekti. Tabii ya, Irmak neye güvenip de o parka gitmişti ki? Sonuçta gizemli yazar zahmet edip bir cevap bile yazmamıştı. Yine de biraz daha beklemeye karar verdi, en kötü ihtimalle köşedeki büfeden eline bir dürüm alıp yurda geri dönerdi. Beklerken, telefonunu eline alıp Aslı'ya bir mesaj gönderdi:

"Bugün sınıfta kendimi çok kötü hissettim. Tüm dönem böyle mi geçecek? Artık böyle mi olacağız? Sebebini hala bilmesem de eğer sen istemiyorsan tamam, eskisi gibi olmayalım, ama hiç değilse gözlerimiz kesiştiğinde birbirimizin yüzüne bakamaz mıyız?"

Efe’yle ilgili de bir şeyler yazacaktı ama o şu an önem sıralamasında ikinci sıradaydı. Bunları göndermişti çünkü neler hissettiğini Aslı bilmek zorundaydı. Beş dakika sonra cebindeki telefon titredi. Bu gerçek bir mucizeydi, Aslı insafa gelip cevap yazmış olmalıydı, telefonu büyük bir hevesle eline aldı ama... hayır, annesiydi. Aslı’dan cevap beklerken bu onun için büyük bir hayal kırıklığı olmuştu. Babasının ona para gönderip göndermediğini soruyordu. Olaylı yemek akşamından sonra ona tam "git başımdan" yazacaktı ki, bakışları parktaki bir ağacın arkasından çıkan genç bir erkeğe takıldı. Bir şey arıyormuş gibi etrafına bakınıyordu. Ya da birini. Sonra Irmak'ı gördü. Bakışları yumuşadı ve hafifçe gülümseyerek ona doğru ilerledi.
   
Bu Atlas mıydı?
   
Irmak nasıl birini görmeyi beklediğinden emin değildi. Belki, adını kendi yazdığı kitapta dahi sakladığı için, asosyal, bakımsız, dış görünüşüne hiç önem vermeyen biriydi zihninde canlandırdığı. Ama Atlas... Evet, onu nasıl tarif edebilirdi? Sarıya kaçan dalgalı saçları, geniş omuzları ve en az bir seksen beşlerde olan boyuyla, az önce modellik yaptığı derginin çekimlerinden gelmiş gibi duruyordu. Irmak kampüste pek çok havalı erkek görmüştü, ama Atlas’ı onlardan ayıran sanki onlar gibi kasıntı durmamasıydı. Onun doğal duruşu böyleydi. Bunların haricinde, bunalımın eşiğindeymiş gibi bir hali vardı. Bebek suratına yapışmış melankolik yüz ifadesi gözden kaçacak gibi değildi.
   
Atlas ona doğru ilerlerken Irmak bankta oturmaya devam ediyordu. Hayatında daha önce hiç böyle bir şey görmüş müydü acaba? Bazı erkekler böyleydi. Yani yakışıklı olmaktan ziyade, güzeldiler. İşte Atlas'ta da bu kız güzelliği vardı. Yani tamam, Irmak'ın okulunda çok yakışıklı çocuklar vardı ama Atlas literatüre kesinlikle yeni bir tanım getiriyordu.
   
Irmak hala gözlerinin önünde tuttuğu telefonu aşağı indirdi ve birbirlerine baktılar.
   
“Atlas Siyah… O sensin değil mi?” dedi yutkunarak. Aslında söze “sen” değil “siz” diye girmeyi planlıyordu. Ama karşısında kendisiyle aynı yaşlarda birini görmeden önceydi bu. Gerçi dış görünüşe bakarak yaş tahmin etmek onun için en az matematikteki havuz problemlerini çözmek kadar zordu.
   
“Evet,” dedi Atlas. “Oturabilir miyim?”
   
“Elbette.” Onu yanına oturtmaması için kör ya da aptal olması gerekirdi.
   
Atlas banka oturur oturmaz Irmak’ın burnuna keskin bir... mürekkep kokusu yayıldı. Mürekkep? Bu mümkün olabilir miydi? Ama bu acı, kesif bir mürekkep kokusu olmaktan çok; alt notalarında sanki gül reçeli, vanilyalı çörek, neredeyse çürümek üzere olan fazla olgunlaşmış muz, yeni yıkanmış kot pantolon ve eskimiş saman kağıdı kokuları olan bir esanstı. Çocukluğundan beri kokulara ilgisi vardı Irmak’ın. En çok sevdiği şey de kitap kokusuydu. Bir kitabı alır almaz okumaya başlamadan önce ilk yaptığı şey, ortasından rastgele bir sayfa açıp burnuna yapıştırmak olurdu. Ama şimdi burnunu bastırmak istediği, Atlas Siyah’ın tüm bu kokuların kaynağı olduğunu düşündüğü boynuydu. Bu düşünceyi derhal kafasından atmaya çalıştı. Atlas ondan beş-altı santim yana oturmuştu, anlaşılan resmiyeti kaybetmek istemiyordu. Fakat nedense biraz gergin ya da utangaç gibiydi.
   
“Tanışalım... Ben Irmak Güven,” dedi Irmak ve elini uzattı.                          
  
“Atlas Siyah,” dedi Atlas Siyah. Ah, tabii. Başka ne olabilirdi ki?
  
Irmak elini sıkar sıkmaz, onun vücudundan yayılan sıcaklık kendi vücudunu ele geçirdi. Ona neler oluyordu? Atlas onu daha ilk bakışta etkilemiş miydi? Acaba sahiden kaç yaşındaydı? Irmak şimdi onun da kitapta yazdığı, kendisiyle aynı adı taşıyan karakter gibi yirmi üç yaşında olduğunu tahmin etmeye başlamıştı. Kitabı çıkarıp aralarına koydu.
  
“İşte burada.” Kitabın yıpranmış halinden kendisinin sorumlu olmadığının altını çizmek istercesine davrandı hemen: “Ben aldığımda ıslanmıştı.”
  
Samimiyet yaratmak için gülümsemeye çalıştı. Aynı anda aklından sayısız şey geçiyordu. Atlas, 1950’lerin Amerikan sinema aktörlerinin gençlik hallerini andırıyordu. Dalgalı, gür ve sağlıklı saçları ona müthiş bir hava katıyor, adeta başının üstünde ahenkle dans ediyordu. En mutlu olduğu anlarda bile yüzünde melankolik bir gülümseme beliriyordu. Omuzlarında görünmeyen bir hüzün bulutunun ağırlığı vardı sanki, o ağırlığın altında eziliyordu. Bununla beraber, üstünde her şeye karşı genel olarak bir umursamazlık havası da vardı. Irmak onu siyah-beyaz bir fotoğrafta, üstünde bol gelen bir kazakla bir gökdelenin tepesinde durmuş, hüzünlü bir yüz ifadesiyle şehri kuşbakışı izlerken hayal etti. Seyyar bir sahaf tezgahında bulduğu ikinci el bir kitabın yazarının böyle biri çıktığına hala inanamıyordu. Cem bunları duyunca acaba ne diyecekti? Belki de bu kısımları, yani Atlas’ın nasıl göründüğünü, ilişkilerinin geleceği için ona hiç anlatmamalıydı.
   
Atlas kitaba tiksinti ve şefkat karışımı bir ifadeyle baktı. Parmağıyla kapağa dokundu. “Ah, bu...”
   
“Efendim?”
  
“Biliyor musunuz, siz bunu okuyan–”
   
“Bana sen de lütfen. Ya da affedersiniz, benim de siz diye konuşmam gerekirdi.”
  
“Hayır, bana içinden geldiği gibi hitap etmeni isterim,” dedi Atlas. Sonra bakışlarını tekrar kitaba indirdi. “Sen bunu baştan sona okuyan tek kişisin. Yüz tane basılmıştı. Ama doksan dokuz tanesini hemen topladım, onları satmaları için götürüp bıraktığım yerlerden kendim geri aldım yani. Bir türlü bulamadığım ve okurla buluşan tek bir tanesi de işte sende.” Konuşurken gözleri kitap ve Irmak arasında gidip geliyordu.
   
“Ne?” dedi Irmak şaşkınlıkla. Bir an ne kadar çekici bir erkekle yan yana oturduğunu unutmuş ve onları orada buluşturan konuya geri dönmüştü. “Bana bu kitabın tek okuru olduğumu mu söylüyorsun?”
  
“Evet.”
   
“Ama neden böyle bir şey yaptın? Yani neden kendi kitaplarını topladın? Yoksa ünlü olmak istemiyor musun?” Irmak gülümseyerek kolunu hafifçe Atlas’ın koluna vurdu, ama sonra onun bunu hoş karşılamadığını anlayarak hemen geri çekti.
  
“Çünkü,” dedi Atlas tuhaf bir sesle. “Çünkü bu bir roman değil. Bu gerçeğin ta kendisi Irmak. Bu benim yaşamöyküm.”
   
Ona şaşkınlıkla baktı Irmak. “Ne yani sen gerçekten de birinin..?” Birinin ölümüne mi sebep oldun?
  
“Evet,” dedi Atlas çabucak. Bir yandan da bunu başka birine anlattığı için hala sıkıntılı gibiydi. “Bak ben zaten yazıyorum. Yani kendimi bildiğimden beri sürekli bir şeyler yazıyorum. Ama onu kaybettikten sonra, bu durumla başa çıkmak için tamamen yazıya teslim olmam gerektiğini anladım. Yaşadıklarımı birileriyle paylaşmak için duygularımı yazıp bunu bir kitap olarak bastırmak istedim. Bir blog açıp da yazabilirdim ama gerçek olsun istedim, yaşadıklarım sanala hapsedilemeyecek kadar gerçekti çünkü. Böylece Atlas Kitabı’nı bastırdım ve onları kendim dağıttım. Aslında bunun doğru bir fikir olduğundan başından beri çok da emin değildim. Kitabın adını ve kapağını bu yüzden sıradan tuttum. Ve sonunda da zaten bastırdığıma pişman oldum. Her şeyi itiraf etmiştim çünkü. Birilerinin okumasından korkup onları götürdüğüm sahaflardan hemen geri aldım. Defalarca aramama rağmen bulamadığım bir tanesi hariç.” Aralarında duran kitaba baktı.

“Ama,” dedi Irmak neredeyse itiraz edercesine. Çok alçak sesle konuşuyordu, bu konu hakkında neredeyse Atlas’ın kendisinden bile daha temkinli olması gerektiğinin farkındaydı. “Ama sen tam da bunun olmasını istedin! Kitabını bu yüzden bastırdın! Yani birileri okuyup farkına varsın, senin acılarını bilsin diye, öyle değil mi?”
   
“Sen hiç sevdiğin birini kaybettin mi?” diye sordu Atlas aniden.
   
“Ben mi?” dedi Irmak şaşkınlıkla. Buna ne cevap vermesi gerektiğini bilmiyordu. Sonra Aslı’yı, Uzay’ı, ailesini düşündü. “Evet. Yani ölüm değildi ama... Belki de daha zor, biliyor musun? Ölüm olduğunda bir şekilde kabullenmen gerektiğini biliyorsun. Ama yaşarken kaybettiklerin...”
   
“Ne iş yapıyorsun? Öğrenci misin?”
   
“Evet. Sen?”
   
“Ben... Okula gidemiyorum.”
   
Okula gidemiyor musun? Pekala, “okula gitmiyorum” demek başka, “okula gidemiyorum” demek çok başka bir şeydi. Irmak sebebini deli gibi merak etti, ama daha tanışır tanışmaz sorulacak bir soru gibi görünmüyordu bu.
  
“Ama ailen...”
  
“Ailem ne?”
   
“Ailen sana destek olmadı mı?” Konuya böyle hızlı girerek Irmak kendini ne kadar da büyük bir tehlikeye attığının farkındaydı. İşin aslı, birinin ölümüne sebep olmuş bir yabancıyla yan yana oturmuş, ölüm olayını onun açısından dinliyordu.
   
Ailem yok,” dedi Atlas, gözlerini kaçırarak. Bu Irmak için pek de inandırıcı ve yeterli bir açıklama gibi değildi ama bir şey söylemedi. “Tek ailem oydu. O da öldü. Ben öldürdüm.”
   
“Ah evet, bunları okudum,” dedi Irmak. Sonra bu söylediklerinin kulağa ne kadar trajikomik ve tuhaf geldiğini fark etti. “Ama arkadaşların var, değil mi? Eminim seni yalnız bırakmıyorlardır.”
   
Atlas net bir cevap vermedi ama belli belirsiz başını salladı.
   
“Sonra bir de şu adamlar var.”
   
Atlas'ın gözleri bir anda buz kesti. “Evet.”
   
“Onun akrabaları sanırım… Değil mi?”
   
“Öldürdüğüm kızı mı diyorsun?”
   
Irmak ürperdiğini hissetti. Bu belki Atlas'ın söyleyiş biçiminden kaynaklanmıştı, belki de durum başlı başına ürkünç olduğu içindi.
   
“Kitapta yazdıklarından... sana istemediğin bir şey yaptırıyorlar gibi anladım?” diye devam etti, Atlas’ın cevap vermesini beklemeden.
   
“Evet. Ama şu an bundan bahsetmeyi hiç istemiyorum.”
   
Eh, Irmak bunu konu açıldığından beri Atlas’ın bedeninin kasılmasından anlamıştı.
   
“Atlas Siyah... Bu senin gerçek adın mı? Yoksa mahlas ya da takma ad gibi bir şey mi?”
   
Atlas cevap vermek üzere ağzını açtı, ama tam o sırada telefonu çalınca “Affedersin,” diyerek telefonunu cebinden çıkarmaya yöneldi. “Evet… Hayır… Hayır… Tamam.” Kapattığında bir parça daha sıkıntılı görünüyordu. Irmak kiminle konuştuğunu çok merak etti. “Benim gitmem gerek.”
  
“Anlıyorum,” dedi Irmak, ama onun gitmesini hiç istemiyordu. “Konuştuğun onlardan biriydi, değil mi? Şu adamlardan biri?”
  
Atlas şaşırmış gibiydi. “Nereden anladın?”
   
“Tam da kitapta yazdığın şeylerden. Onlardan nefret ediyorsun ama dediklerini yapmaya mecbursun, çünkü aynı zamanda kendini onlara karşı borçlu hissediyorsun. Şu anda yüzünde aynen bu ifade var.”
   
Atlas bir şey söylemedi.
   
“Sadece merak ediyorum. Başından geçenleri anlattığın bir kitabın tek okuruyum. Sakın burnumu sokuyormuşum gibi düşünme,” dedi Irmak. Gerçi, yaptığı basbayağı buydu. Başkasının özel hayatına burnunu sokmak. Ama bu hakkı ona Atlas vermişti. O, bu kitabı bastırıp dağıtmıştı ve şimdi birilerinin okuması sürpriz olmamalıydı. Ayrıca bunu engelleyemezdi de, değil mi?
  
“Haklısın...” dedi Atlas. “Bak. Senin de dediğin gibi kitabı yazma amacım, birilerinin okuyup acımı paylaşması, beni anlamasıydı. Kitapla ilgilendiğin için gecikmiş teşekkürlerimi kabul et lütfen. Sana belki sonra yazarım, olur mu?”
   
Bir an için sözleri bitmiş gibi öylece kaldılar. Sonra Irmak:
   
“Peki kitabın bende..?”
  
“Fikrim değişmedi. Okunmasını istemiyorum. Yani... Onu para verip satın aldın ama artık olayların içyüzünü biliyorsun. Çöpe atalım mı?” diyen Atlas, niyetinin ciddi olduğunu göstermek istercesine bankın kenarındaki eski çöp kovasını işaret etti. Daha yirmi üç yaşındaydı ama elli yaşlarında bir adamın olgunluğunu taşıyor gibiydi.
  
Irmak bir an, kısa bir an için düşündükten sonra, “Bende kalsın,” dedi. Bunu kararından dönmeyeceğini belirten net bir sesle söylemişti ve sesi istediğinden çok daha ciddi çıkmıştı. “Başka birine vermeyeceğim, bunu başka kimse okumayacak, söz veriyorum. Gerçi benden önce biri okumuş olabilir. Çünkü bir sahafta buldum. Yani en iyi ihtimalle benden önce bir kişi daha okumuştur. Ya da belki senin bıraktığın sahaflardan birinden almış olabilirim. Yağmur yağdığı için biraz eskimiş görünüyordur. Yani dediğin gibi, ben tek okuruyumdur.”
  
“Mail’inde röportaj yapalım demişsin?” diye sordu Atlas.
   
“Şey… O yalnızca seninle tanışabilmek içindi. Ama istersen yapacak birini bulabilirim. Okul dergisini çıkaranlar çok yakın arkadaşlarım.”
  
 Atlas cevap olarak sadece yarım bir tebessümde bulundu. Konuşmaları burada bitmişti ama sanki ne Atlas gitmek istiyor, ne de Irmak buna müsaade ediyordu. Adeta banka çivilenip kalmışlardı. Ya da belki tüm bunlar tamamen Irmak’ın uydurmasıydı. Ama birden bir şey oldu. Irmak ve Atlas ellerini aynı anda kitabın üstüne koydu, parmakları öylece, ansızın birleşti. Sonra Irmak, sanki bir mıknatısın çektiği küçük bir metal parçasıymışçasına, ona doğru eğildiğini hissetti. Atlas'ın vücudunun da tepki verdiğine yemin edebilirdi. Irmak o an, Cem de dahil olmak üzere, hayatındaki herkesin, her şeyin önemini kaybettiğini sandı. Bakışlarını birbirlerinden ayıramıyorlardı. Sonra, göz açıp kapamak kadar kısa bir süre içinde, Atlas'ın bakışlarından bir ışıltı geçti ve ıhlamur renkli gözlerine bir mesafe yerleşti. Irmak’tan uzaklaşıp ayağa kalktı. Bu hareketi, o ılık sonbahar akşamüstünde buz gibi bir esinti yaratmıştı.
   
Irmak da ayağa kalktı. İkisi de hala garip bir durumdaydı. Aralarında tuhaf bir atmosfer oluşmuştu. Gizemli yazar ve meraklı okur. Irmak bir okurun bir yazara duyduğu (evet, her ne olursa olsun Atlas bir yazardı) hayranlıktan aldığı cesaretle, yüzünü onunkine yaklaştırdı ve birbirlerini yanaklarından öptüler. Atlas'ın yüzü tahmin ettiği gibi yumuşacıktı, tıpkı bebek (ya da pudra sürülmüş kadın suratı) gibi. Onu dudağından öpmenin nasıl bir şey olacağını çok merak etti. Herhalde fırından yeni çıkmış kek yemek gibi bir his olurdu bu.
   
“Bana güven tamam mı?” dedi Irmak, kitabı eline alarak. “Başkasına okutmayacağım. Ayrıca sen yetenekli bir yazarsın. Bunların gerçek olduğunu kimse anlamaz.”
   
Atlas nezaketen başını salladı. Yüzündeki tebessüm, kibar ve mesafeliydi. Kitabın onda kalmasına hala isteksiz görünüyor, bunu bir kez daha teklif etmenin yakışık alıp almayacağını kafasında tartıp biçiyor gibiydi. Belki bir an için aklından kitabı onun elinden zorla almayı bile geçirmişti. Ama sonunda başını hafifçe eğerek selam vermekten başka bir şey yapmadı. Bu hareketi neredeyse resmi bile sayılabilirdi. “Seninle tanıştığıma memnun oldum,” dedi, keskin bir çeviklikle arkasını döndü ve geldiği yöne doğru yürümeye başladı. Onu gözleriyle takip eden Irmak, kendisiyle son bir kez vedalaşmak için arkasına bakacağından emin bir şekilde bekledi. Ama bu olmadı. Atlas Siyah parkın içinde öylece gözden kayboldu.
  
Kendi kendine gülümseyen Irmak şaşkınlıkla banka çöküverdi. İçinde, sanki tam karnının üstünde bir yerde, tuhaf bir mutluluk hormonu salgılanıyor gibiydi. Yüzünde aptal, eğreti bir gülümseme belirmişti ve bunun tek sebebinin bir yazarla tanışmış olmak olmadığını biliyordu. İlk görüşte bu kadar etkilendiği başka bir kişi daha olmuş muydu diye düşündü, bulamadı. Ne var ki onu bir daha görüp görmeyeceği bile şüpheliydi. Atlas “sana yazarım” demişti. Söz verdiği gibi, onu yeniden görebilecek miydi? Bu olan biteni Aslı’ya anlatmak için sabırsızlanıyordu. Ama sonra aralarının açıldığını hatırladı. Belki hala arkadaş olsalardı bile Aslı bu hikayeyle ilgilenmezdi.
   
Elindeki kitaba baktı. Atlas Kitabı'na. İki gün önce hayatında Atlas diye biri yoktu ama şimdi her şey değişmişti. Biraz öteden kendi yaşlarında iki genç kızın fısıldaşmalarını, bir kedinin miyavlayışını duyar gibi oldu. Yüzünde hala yerini koruyan o çocuksu gülümsemeyle kafasını kaldırdı ve onu gördü: Karşı bankta oturan Cem, ağzı sanki nefes almak ister gibi açılmış bir vaziyette ona bakıyordu. Yüz ifadesi kesinlikle hayal kırıklığıyla harmanlanmıştı ve suskun gözleri adeta “Bana bunu nasıl yaptın?” diyordu.

İşte Irmak o an buhar olup uçmayı istedi. 
2.bölüm sonu, devam edecek
-----------********------------

8 yorum:

  1. Buluşma güzel olmuş. Ama yine de Irmak'ın yerinde olmak istemezdim. Hele ki Cem onu gördükten sonra. Devamını merakla bekliyorum. Kaleminize sağlık...

    YanıtlaSil
  2. Kalemine sağlık canım.Çok güzel olmuş.
    Devamını merak ediyorum.
    Sevgiler

    YanıtlaSil
  3. güzel hikayeymiş ilk bölümü kaçırmışım dönüp okudum tabi hemen..

    YanıtlaSil
  4. güzeldi bu bölüm de. iyi oldu biraz gizem geldi. tahmin edemiyorum herhangi bir şey. aman zaten sürpriz olsun daha iyi. ırmaka bişi olmasın yeter :)

    YanıtlaSil
  5. Çok severek okudum birine aşık olmayı tekrar yaşadım adeta :)

    YanıtlaSil
  6. Çok güzeldii :) Irmak ve Atlas’ın buluşmasını okurken çok heyecanlandım valla

    YanıtlaSil
  7. kurgu harika olmuş.. üçüncü bölüme koşuyorum..

    YanıtlaSil
  8. Sonu çok heyecanlı bitti!
    Yalnız Irmak'a karşı soğudum, resmen sevgilisini aldatma girişiminde bulundu, hem de tanımadığı biri için!
    Yine çok severek okudum, kalemine sağlık! ^_^

    YanıtlaSil

Gmail hesabı olmayanlar, anonim seçeneği ile yorum yapabilir... Yorumlarınız için çok teşekkür ederim!

KİTAP ALINTISI

Yeni romanım Benim Küçük Şaheserim'den bir alıntı:  "Kitaplar onun ecza dolabıydı. Hastalanırsa -ruhu hastalanırsa- hangi kitabı aç...