27 Aralık 2016 Salı

2016 BİTERKEN...


2016'ya elveda demeye hazırlanıyoruz... 

Son sınavımdan da bugün çıktım! 

O zaman... 

Trabzon yolcusu kalmasın! 

Ben uçaktayken siz de instagram'dan beni takip edebilirsiniz. ;) 


Ha twitter, facebook yok mu dediniz? Olmaz olur mu? Onlar da twitter.com/ofluoglumert ve facebook.com/ofluoglumert. Kısacası sosyal medyada her yerde Mert'i bulabilirsiniz! 

Tabii ki önceliğiniz blogum olsun...

Bu da 2016'nın son yazısı olsun...

Yeni yılla ilgili burada uzun uzun yazmıştım... 

Yeni yıla Trabzon'da gireceğim! (Peki sizler yeni yıla nasıl, nerede giriyorsunuz? Evdeyseniz masanızda nasıl yemekler olacak, hadi biraz iştahımı artırın. Ya da dışarıdaysanız ne giyeceğinizi düşündünüz mü? Sevdiklerinize hediye aldınız mı? Aldıysanız ne aldınız? Kısacası yeni yıl gündeminizi benimle paylaşın!)

2017 benim için İsveç heyecanıyla başlayacak, yılın ilk yarısının İsveç'te geçireceğim. Kalan yarısında kim bilir hayat bana neler getirecek?

Şimdilik, bir sürü dergiyi, kitabı, hayali, umudu, ümidi, dileği kucaklayıp başladım 2017'yi beklemeye... Gündemimde şimdilik İsveç yolculuğu var ama, sizi çok şaşırtacak sürprizlerim de yolda... Nasıl olsa yakında kokusu çıkar...

Herkes için mutlu, huzurlu ve sağlıklı bir yıl olması dileklerimle...

26 Aralık 2016 Pazartesi

BU SEZONUN ENTRİKASI BOL TELEVİZYON DİZİLERİ

CESUR VE GÜZEL 7. Bölüm Fotoğrafları

ENTRİKADAN ENTRİKA BEĞEN! 

İster aile dramı, ister romantik komedi olsun, ekranlardaki televizyon dizilerinde sıkça karşımıza çıkan, mütemadiyen işlenen ve sürekli yeni bir biçimine tanık olduğumuz kavramlardan biri entrika. İçerde'den Hayat Şarkısı'na, Anne'den Cesur ve Güzel'e entrikasız dizi neredeyse yok. Özellikle Cesur ve Güzel için, entrikanın her karakterin hikayesinin temelini oluşturduğunu söylemek mümkün. Daha Kıvanç Tatlıtuğ ve Tuba Büyüküstün'ü bir araya getiren dizinin açılış sahnesinden itibaren, hikayedeki her karakterin görünürden farklı amaçlarla, stratejilerle hareket ettiğini görüyoruz. Cesur, Korludağ Kasabası'na Tahsin Korludağ’dan "intikam" almak için geliyor ve bu uğurda planının bir parçası olarak onun kızı Sühan’la yakınlaşıyor. Cahide, aile içindeki konumunu güçlendirmek ve sağlama almak için hamile olduğu yalanını söylüyor, üstelik bunu kocasından bile saklıyor. Tahsin, kendisinin olmayan bir hayatı yaşıyor ve kurulu düzeninin en ufak bir sarsıntı geçirmemesi için sürekli yeni stratejiler geliştiriyor, özellikle de Cesur hayatlarına dahil olduktan sonra. Korhan, Tahsin’in gözünde ondan hep bir adım önde olan Sühan'ı kıskanıyor ve Cahide’nin bebeğini aynı zamanda bir fırsat olarak görüyor. Bülent, tamamen maddi geleceği için Sühan’la olan birlikteliğinin bozulmasını istemiyor. Mihriban, komşuluk ilişkisi kurma bahanesiyle ziyaret ettiği Fügen’den (Figen değil, Fügen'miş ısrarla öyle söylüyor, Sühan, Fügen, çetrefilli isimler) bazı sırlar öğrenme peşinde. Adalet, karanlık geçmişini unutmak için, güvenli bir liman olarak gördüğü Tahsin’le ilişki yaşıyor. Banu, Sühan’ı Cesur’dan uzak tutmak için, onunla bir ilişki yaşıyormuş gibi davranıyor. Doğuracağı bebeği Cahide’ye verecek olan Hülya, bunu fırsata çevirip onun zengin hayatından olabildiğince yararlanmaya çalışıyor; dahası, bebeği ona vermekten her an vazgeçip bunu yeni bir koz haline dönüştürebilir. Yani, buzdağının en büyük kısmı, görünmeyeni. Dizide belki de şimdilik yalnızca Sühan’ı tüm bu entrika ağının uzağındaki “masum kız” olarak görüyoruz; ancak o da zaman içinde av veya avcı konumuna gelebiliyor, gelecektir de.

CESUR VE GÜZEL 7. Bölüm Fotoğrafları

CESUR VE GÜZEL 5. Bölüm Fotoğrafları

AYNI SOFRAYA OTURDUĞUN BABANA BİLE GÜVENMEYECEKSİN!

Cesur ve Güzel'de, aynı evin içinde yaşayan veya mekansal olarak aynı çatıyı paylaşmasalar bile bir şekilde dost/komşu olan insanlar sürekli birbirlerinin arkasından türlü dolaplar çeviriyorlar. Foyan ortaya çıkana dek gerçek niyetlerini saklamayı başarmışsan, karda yürüyüp izini belli etmiyorsun! Aile fertlerinin bile birbirlerine karşı türlü entrikalar içinde olduğu Cesur ve Güzel için, “Aynı sofraya oturduğun babana bile güvenmeyeceksin!” diyebiliriz. Herkes maskesini yüzüne takıp, saklandığı kılıfın arkasında planlar yapıyor, stratejiler üretiyor. Zaten, Cesur ve Güzel'in modern, ultra lüks ve en az on kapılı bir çiftlik evinde geçmesi de entrikaya uygun ortamı doğuruyor/sağlıyor. Kapalı kapılar ardında konuşulanlar, saksının arkasına saklanıp kulak misafiri olmalar, tam odaya girecekken koridorun başında durup gizlice konuşulanları dinlemeler, avluda dolaşırken gökten bir işaret gelmişçesine pat diye durup pencereden içeriyi gözetlemeler… Cesur ve Güzel'de entrika herkesin hayatının içinde olsa da, kadınları bu konuda erkeklerden bir adım önde görüyoruz (Bu yazımın konusu olmamakla birlikte, bunun sebepleri, erkeklerin yumruklarını konuşturmayı tercih ederken, kadınların daha “sinsi” ve daha “alttan alttan” ilerlediği klişesinde aranabilir. Ayrıca kadınların birbirlerinin yüzlerine gülerken arkalarından iş çevirmelerini izlemek daha “estetik” geliyor da olabilir).

CESUR VE GÜZEL 7. Bölüm Fotoğrafları

Öte yandan şu da var ki, entrika bir dizinin neredeyse olmazsa olmazıdır, çünkü karakterin görünürdeki yaşantısı ve görünmeyen planlarının, bu iki zıt kutbun etkileşimi yeni çatışmalar yaratmaktadır. Cesur ve Güzel'de de zaman zaman bir karakterin “hain” planlarının diğer karakter tarafından öğrenildiğine ve bunun bir koz olarak kullanıldığına tanık oluyoruz. Örneğin Bülent’in Sühan’ı aldattığını öğrenen Cahide ve Cahide’nin aslında hamile olmadığını fark eden Bülent, ister istemez birbirlerinin dediklerini yapmak zorunda kalıyorlar. Bu noktada entrikaların kesiştiğini ve karakterlerin “yola devam etmek için” birlikte yeni stratejiler üretmek zorunda kaldıklarını söylemek mümkün.

CESUR VE GÜZEL 2. Bölüm Fotoğrafları

PORTAKAL SUYU VE POFUDUK TERLİKLER 

Sahiden de, Cesur ve Güzel'i izledikçe o ihtişamı içinde hissetmiyor, heves etmiyor, onlar gibi yaşamak istemiyor mu seyirci? Kadın izleyicinin perspektifinden, Sühan karakterinden ele alacak olursak; güne yataktan uzanıp ayaklarını sarkıttığında pofuduk terliklerini giyerken portakal suyu içerek başlamak, öğlen Nişantaşı’nda "yulaflı salata" yemek (son bölümde), sürekli peşini/etrafını toplayan, sırlarını paylaşan, dertlerini dinleyen hizmetlisine (adeta “dadı”sına) mızıldanmak istemez mi seyirci? Bunu doğru kabul etmez, “böyle yaşayan da varmış” diye düşünmez mi? Ve tabii, kendini bu kadar özdeşleştirdiği herhangi bir karakterin söylediği yalanın, kurduğu kumpasın, izlediği stratejinin de peşinden gidebilir. (Not: Sühan'ın dadısı Şirin Sühan'dan daha konforlu! Ekranlardaki en şanslı dadı o çünkü o Sühan'ın değil, Sühan onun peşinden koşturuyor sürekli.) 

CESUR VE GÜZEL 4. Bölüm Fotoğrafları


Ben bu sezonun en entrikacı, en tehlikeli kadın karakteri olarak Cesur ve Güzel'deki Cahide'yi aday gösteriyorum! Sezin Akbaşoğulları döktürüyor resmen, döktürüyor! 

Bu noktada konuyu tartışmaya açıyorum... 

İşte yazının sonundaki anketim: 

Sizce izlediğimiz dizilerdeki olumlu/olumsuz şeylerden etkileniyor, kendi hayatımızda da öyle davranmaya başlıyor muyuz, yoksa "yok yahu, adı üstünde dizi bu, güzel vakit geçirmek için izler geçerim" mi? 

Dizilerin sonuçta bir "dizi" olduğu hatırlanmalı. Bir kurgu dahilinde ilerleyen bir senaryodan ibaret olduğu... Bunu diziyi izlerken sürekli aklın bir köşesinde tutmak, yeri geldiğinde hatırlamak iyi olabilir. Böylece seyirci hoşça vakit geçirmek için izlediğinin farkındalığını yaşar ve kendini kaptırmaması gerektiğini de bilir. 

Adı üstünde, dizi işte. 

25 Aralık 2016 Pazar

PAZAR KAFASI VE ŞARKILARI

Sınavlar, ödevler, blog yazıları, diziler, önce Trabzon, sonra İsveç hazırlığı, heyecanı derken geldik pazar gününe... Evimizdeki devasa kütüphanenin önünden bu yazıyı yazıyorum...


Aslında bizim evin her yeri kütüphane. Hatta, evde aslında kitaplar yaşıyor da biz onlara misafirliğe gelmişiz gibi bir durum söz konusu. 


Baksanıza, internette bu fotoğrafı buldum. Çok eski yıllardan nostaljik bir Trabzon fotoğrafı... Deniz doldurulmadan, doğal kıyı şeridi yok edilmeden, betonlar, kamyonlar, vinçler gelmeden çoooooook öncesine ait... 



Ane Brun'dan You Lit My Fire.


Funda Arar'dan Skandal.


Hande Yener'den Biraz Özgürlük. Dinlerken sanki uzay boşluğunda salınıyormuş gibi hissetmeyen var mı? 


Yine Hande Yener'den Kim Bilebilir Aşkı. Ve o sound, o klip... 


Feist'ten My Moon My Man. Klibi de çok eğlenceli. 

Yılın son pazar günü... Mutlu pazarlar! 


23 Aralık 2016 Cuma

ÖNCE TRABZON, SONRA İSVEÇ YOLCUSU KALMASIN!

İsveç'te Erasmus günlerimin başlamasına sadece birkaç hafta kala, yani İsveç'e gitmeden önce, evet ondan da önce, önümüzdeki hafta Trabzon'a gidiyorum! Biraz spontane bir şekilde biletimi aldım, çünkü İsveç'e gitmeden Trabzon'u görmek istedim. Tabii yeni yıla da Trabzon'da gireceğim. Yani hızlı bir temponun içine girdim. Peş peşe havaalanları beni bekler! O yüzden önce Trabzon, sonra İsveç yolcusu kalmasın!

Öncelikle, bildiğiniz üzere kendime yeni bir kar botu aldım. Her gün Malmö'nün hava durumunu kontrol ediyorum, ama yok, karın k'si yok! Bizde tüm ülke yağmurun, karın, soğuğun etkisi altındayken, Malmö'de hava ya bulutlu ya da güneşli. Yahu nasıl kar yağmaz oraya? Ben kuzey fantezisi yapayım diye İsveç'i yazdım, orada pastırma yazı çıktı iyi mi diye konuyla ilgili düşüncelerimi şurada detaylıca dile getirmiştim. Malmö umarım kış gibi bir kış yaşatır bize. İsveç'e gittiğimiz belli olsun sonuçta. Ocak ayında kar yağar umarım, tabii çok da donmayalım çünkü soğuğa da pek gelemem. 

Eskiden, yani çocukken falan hep duyardık değil mi? Erasmus'a gidenler hep şu kadar şu kadar hibe alacak derlerdi, vay be derdik, ne güzel bedavaya yurt dışı tatili gibi bir şey bu Erasmus dedikleri herhalde. Ama yok! Hiç öyle değil! Ya da o eskidendi! Okul bize "Çok fazla kişi var Erasmus'a giden" diye çok çok az hibe verecek. Onun da bir kısmını döndükten sonra vereceklermiş. Zaten bu hibe dedikleri şey, hele de benim gibi dünyanın en pahalı ülkesi İsveç'i yazdıysanız, bir kahve, bir fika* parası (*fika nedir, bizzat yaşayınca anlatacağım sizlere). Yani hibesiz gitmekle aynı şey bu. Harcamalar tamamen öğrenciden olacak. 


Yazı arası bilgisi: Her dakika yazı yazamam ya, biraz da karnımı doyurayım. Şanslıyım ki İsveç'e gidince günde üç öğün bundan yiyebileceğim. Mısır gevreği/yulafa kim hayır diyebilir? 

Yazı arası bilgisi 2: Bugünlerde dilime fena halde Deri Eldiven takıldı! Bu, Hande Yener'in alternatif caz ve elektronik yapmaya başladığı ilk dönemlerden enteresan bir şarkı. 

Malmö'deki yurt odamın fotoğraflarına baktım. Çok sevimli bir oda gibi görünüyor. Bina da klasik bir bina; tuğladan ve hayli hoş. Gidince tabii ki sizleri bol bol bilgilendiririm. İki ayrı yurt var ve seçiminizi yapıyorsunuz. Ben yurdumu ve oda tipimi seçtim. Tek kişilik odadayım. Yurt listesi açıklandığında, bizim okuldan iki kızın da benimle aynı yurtta olduğunu gördüm. Onlarla da tanıştım. Zaten bizim sınıftan yine Malmö'ye benimle aynı okula giden biri daha var, Ağustos'tan beri orada ve sorularımı ona soruyorum. Ayrıca yine bu süreçte tanıdığım üç kişi daha Malmö'ye gidiyor bizim okuldan. 

Yani sırf daha şimdiden bizim okuldan 6 kişi Malmö'de. Ben de güya İsveç'i yazdım ki kimse gitmez diye. (Çünkü gerçekten de öyle; İsveç'e 6 Türk gidiyorsa Fransa, Belçika gibi ülkelere 500 kişi gidiyor. Bizim sınıfın çoğu Belçika'ya gidiyor mesela.) Bazen kendi aranda Türkçe konuşmak çok iyi olmuyor. O nedenle her ne kadar tanımasam da bizim okuldan birkaç kişinin daha benimle aynı yerde/yurtta olması iyi mi kötü mü bilemedim. (not: hatta bu sonra tanıştığım iki kişiden biri de benimle aynı gün aynı saat almış uçak biletini - bu kişi başta "ben heyecanlanırım, uçakta birlikte gideriz" falan derken, sonra 360 derece dengesiz bir tavır sergileyerek şöyle bir şey yaptı -işte biraz da bu yüzden iyi mi kötü mü bilemedim.)


Yurtta internet varmış ama ethernet kablosu getirmek gerekiyormuş. Ben de kablo aldım mecbur. Ama kablosuz internet niye yok, bunu anlayamadım. Hayır yani güya gelişmiş yerler, niye bizi uğraştırıyorsun ki ethernet kablosuyla? Niye kablosuz internet yok? Neyse, kablomu aldım, hazırladım. Bilgisayarı bağlayacağım da, cep telefonumdan internete nasıl gireceğim, hiçbir fikrim yok. 

Tabii Trabzon'a gitmeden önce bitirmem gereken bir sürü iş var! Sizce ben bu hafta sonu iki makale yazma ödevimi/projemi bitirip üstüne bir de iki sınava çalışabilir miyim? Bence yapabilirim!

Sevgiler!

Beni sosyal medyadan anbean takipte kalabilirsiniz: 


22 Aralık 2016 Perşembe

MELEK MİSİNİZ SİZ, MASALLARDAN MI GELDİNİZ?


İlkokuldan, hatta anaokulundan beri hep oluyor bu. Öğretmenlerim, hocalarım beni tanıdıktan sonra anne babamdan hep övgüyle bahsediyor, onları tebrik ediyorlar, "beni böyle yetiştirdikleri için". Bana da "Senin gözlerinin içi hep gülüyor, sen çok özel bir çocuksun" derlerdi, ne demek isterler hiç anlamazdım. Geçmişten bugüne çok anekdot var böyle de, yazmıyorum tabii. Niye? Çünkü bazı şeyler özeldir. Bazı sözler söylendiği an güzeldir. Paylaşılmazlar. Hele de böyle kamuya karşı, blog'da! Ama bugün yine bir hocamdan bu sözleri duydum ve bu seferki benim için de şaşırtıcı oldu. O nedenle yazacağım!

Bu dönem online bir ders aldım. Online derslerde ders sınıfta işlenmiyor, hoca notları online'e koyuyor, sen sadece sınav günü hocayı görüyorsun. Ben de kısa zaman sonra Erasmus’a gideceğim için, hocayla mailleşip, bugün erken sınav olmak üzere odasına gittim. Sınav yaptı beni, sınav bittikten sonra tanıştık, genel olarak o kendi hayatından bir şeyler anlattı, konusu gelince ben çıkan kitabımdan bahsettim, bu kadar. Ben giderken, "Annene babana çok selam söyle, çok sevgilerimi ilet, olur mu? Çok iyi yetiştirmişler seni. Umarım benim küçükler de böyle senin gibi olurlar." dedi. “Hocam,” dedim, utanarak (biri beni ya da ailemi övdüğünde hep mahcup olduğum gibi). "Neden böyle söylediniz? Kitabım çıktı, yazılar yazıyorum diye mi? Çünkü daha sizinle yeni tanıştık.” Biraz durdu, sonra gülümseyerek, “Her şeyinden Mert,” dedi. “Ara ara gel böyle, olur mu? Seninle sohbet edelim."

Böyle çıktım hocanın odasından.

Yıllar önce annemle ilgili uzun bir yazı yazmıştım hani. O yazıyı annem için yazmıştım, ama aslında babamla birlikte her ikisini birden tarif ediyordum: "Sanki yeryüzünde bir melek… Öyle yardımseverdir ki...  Birine yaptığı bir yardımı kimseciklerin ruhu duymaz. Öyle sevilir ki... Birbirinden hiç hoşlanmayan insanlar bile, yan yana gelecek olmalarına rağmen, annemin olduğu yere koşarak giderler. Annemin varlığını bilmek onlar için yeterlidir. Öyle bağlayıcıdır ki... Arası bozuk olanlar onun sayesinde barışır. Öyle zekidir ki… Her konuda bilgisi ve inanılmaz bir genel kültürü vardır. Matematikten fiziğe, kimyadan sanat tarihine tek rakibi babamdır. Fikrinin olmadığı bir konuda bile akıl yürütüp sonuca ulaşmayı başarır. Bu yüzden de hayatta hep başarılı olmuştur. Öyle durudur ki... Bazı insanlar sahip oldukları her güzel şeyi sokakta bağıra bağıra anlatmayı marifet sanırlar. Oysa benim annem güzellikleri içinde yaşar. Öyle güzeldir ki… Bazı kadınlarda ya sadece dış güzellik vardır ya da sadece iç güzellik. İşte annemde ikisi birden vardır. Adeta iç güzelliği dışına yansımıştır. Öyle zarif, öyle asildir ki… Sanki önceki hayatında bir masal prensesi, bir kraliçedir. Kimsenin kalbini kırmaz, gönülleri fetheder. Öyle dinleyicidir ki... Bir kişinin sorunu olduğunda, dertlerini anlatıp fikir almak için başvuracağı ilk kişi annemdir. Başta da benim! Öyle sorun çözücüdür ki... Hayran kalırım. Ben birini suçladığımda, o hep empati kurarak karşı tarafın da haklı olabileceğini gösterir. Hatayı kendimde aramamı söyler. İçimi ferahlatır. Öyle mütevazıdır ki... Ben böyle bir yazı yazdığım için abarttığımı düşünüp bazı yerleri düzeltmemi bile isteyebilir!" Bunları demiştim işte. Bu yazımda aslında babamı da tarif etmişim. Bir de babam için ek olarak, profesör olmayan profesör diyebiliriz! 

Bizimkilerin ikisi de melek işte, masallardan gelmişler. Hep diyorum ya en büyük teşekkürüm onlara benim. Zaten ilk kitabımı da onlara ithaf etmiştim, "Kalplerinde herkese yer olan ve herkesin kalbinde yerleri olan anne ve babama" diye... 

Not: Fotoğraf olarak da çektiğim bu fotoğrafı koymak istedim. Sevgiler... 


20 Aralık 2016 Salı

HİÇ SERGİ/MÜZE GEZİYOR MUSUNUZ?


Hiç sergi/müze geziyor musunuz? Resim galerilerine gidiyor musunuz?

Hadi hep birlikte itiraf edelim: Instagram'da gördüğümüz tabloları, heykelleri "like"lamakta üstümüze yok ama konu gerçekten o müzelere, o sergilere gidip o eserleri canlı canlı görmeye gelince, sanırım hepimiz biraz üşengeciz.

Ama ben değilim.

Ben sergi/müze gezmeyi seviyorum. Tiyatroya, sinemaya gitmek gibi bir etkinlik bu da. İnsan haftada ya da hadi ayda bir saatini bu tip bir etkinlik için ayırmalı. 

Hele İstanbul'daysanız, ücretsiz olarak ulaşabileceğiniz pek çok sergi mekanı var. İstanbul Modern, Arter, Salt gibi...





Bu yazımda, size Arter'de görülebilen "Kayıt Dışı" sergisini anlatacağım. Nil Yalter'in sergisi bu. Resim, fotoğraf, yazı, kolaj, performans, video gibi farklı mecraların bir araya geldiği pek çok yerleştirme var sergide. Aslında 14 Ekim'den beri açık, ben bitti sanıyordum. Ama 15 Ocak'a kadar açıkmış, geçen hafta gidip gördüm hemen. 

Sergide pek çok çalışma var. Bir tanesinin üstünde durayım. Sergi odalarında ilerledikçe karşıma çıktı "Orient Express". Sergideki belki de en anlaşılabilir çalışmalardan. “Acaba sanatçı burada ne mesaj vermek istiyor?” diye çok düşünmüyorsunuz incelerken. Çünkü bir hikâye anlatılıyor burada. Bir yol hikâyesi bu aslında. Bu çalışmada Yalter, 1976 yılında Lyon Garı’ndan hareket edip İstanbul’a varan Direct Orient Express’teki yolculuğu sırasında fotoğrafladığı yolcuyla empati kurmamızı istiyor gibi. Duvarda asılı olan her bir polaroidin altında, Fransızca alıntılar var. Bunların yanı sıra birtakım çizimler ve notlar göze çarpmakta. Örneğin bir fotoğrafın altına, trene bir Bulgar köylünün bindiği not düşülmüş. El yazısıyla yazılıp çizilmiş birtakım notlar görmek, yapılan işe çocuksu bir samimiyet katıyor ve serginin genel havasına verilen kısa bir mola gibi, adeta nefes aldırıyor.

Tren yolculukları ne güzeldir... Ben de Danimarka'ya gidince, İsveç'e trenle geçeceğim. İki ülke arası trenle yalnızca yirmi-yirmi beş dakika. İsveç heyecanım başladı!

instagram.com/ofluoglumert

twitter.com/ofluoglumert

facebook.com/ofluoglumert 



19 Aralık 2016 Pazartesi

YENİ YILA NASIL GİRİYORSUNUZ?


Herkese merhaba... Benim acayip Trabzon'um geldi! Neyse ki an itibariyle biletimi aldım, yeni yıla Trabzon’da giriyorum!

Trabzon öyle bir şehir ki, nereye giderseniz gidin bütün yollar denize çıkar. Ama artık denize dolgu yapıla yapıla şehir Karadeniz'den uzaklaştı, İç Anadolu'da kaldı! Hatta bakın, denizden bahsettiğim bu yazımda bile fotoğraf olarak Trabzon’un yaylalarından (merak edenler için: şehre birkaç saat mesafedeki Maçka) bir fotoğraf kullanmak zorunda kaldım, o derece. Masmavi deniz, kayalar, yosunlar, balıklar, kumsallar, doğal kıyı şeridi giderek yok oldu; yerini betonlar, kamyonlar, vinçler, tozlar, dumanlar, ha bir de Araplar aldı. Doğal olanı yok et, yaşasın yapaylık! Trabzon artık yalnızca dizilerde ve eski fotoğraflarda güzel sanırım… Neyse, seni yine de çok özledim Trabzon!

Bu arada okul sınav günlerini nihayet (!) geçen salı günü açıkladı. Sınav takviminin 4-17 Ocak olduğu baştan beri belli ama hangi gün hangi sınavın olduğu, diğer çoğu okulun aksine, bizim okulda işte böyle hep son dakikada anons ediliyor. Benim sınavlarım 10'undan sonraymış mesela. Ben de İsveç'e gideceğim için, erken yani önden gireceğim sınavlara. Projelerim, ödevlerim de var. Her şey sıkıştı yani biraz şu ara. Çünkü gitmeden önce sınavlara girip projelerimi teslim etmem gerek ki İsveç'te bunları düşünmeyeyim. Biraz da hasta gibi oldum... Bende son durum böyle işte...

Ee, sizler yeni yıla nasıl, nerede giriyorsunuz? Evdeyseniz masanızda nasıl yemekler olacak, hadi biraz iştahımı artırın. Ya da dışarıdaysanız ne giyeceğinizi düşündünüz mü? Sevdiklerinize hediye aldınız mı? Aldıysanız ne aldınız? Kısacası yeni yıl gündeminizi benimle paylaşmayı unutmayın! 

instagram.com/ofluoglumert

twitter.com/ofluoglumert

facebook.com/ofluoglumert 

16 Aralık 2016 Cuma

DOĞAL OLANI YOK ET, YAŞASIN YAPAYLIK! AH TRABZON...


İsveç'e gitmeden bir Trabzon'a gideceğim sanırım. Ki bu eğer gideceksem bir iki hafta sonra gitmem gerektiği anlamına geliyor ama henüz bilet milet alamadım, malum projeler ve benim önden gireceğim sınavlar henüz tam kesinleşmedi...

Trabzon'a gideceğim zaman hep heyecanla doluyorum. Ama sonra aklıma şehirdeki Arap nüfusu (evet, Trabzon'da önümüz, arkamız, sağımız, solumuz Arap oldu! Araplar her yerde! Şehirdeki ilan/billboard'lar tamamen Araplara yönelik hazırlanıyor. Araplar, villa tipindeki evlere günlük 2 bin lira verebiliyor. Ama geride bıraktıkları çer çöp yüzünden ev sahiplerinden çok sayıda şikayet geliyor. Ayrıca Araplar yalnızca evlere kiracı olmakla kalmıyor, aynı zamanda Trabzon'un gözde semtlerinden ev, yayla ve ormanlardan da arsa alıyor, turistik yerlerdeki işletmelere ortak oluyorlar), doldurulan deniz, artık olmayan sahil şeridi, artık olmayan ormanlar, binalar dikilen dağlar, denizin üstüne yapılan AVM'ler, çay bahçeleri, kafeler, hatta yolda olan bir sürü başka proje geliyor... Bir içim daralıyor... 

Trabzon denizine dolgu yapıla yapıla şehir Karadeniz'den uzaklaştı, İç Anadolu'da kaldı!

Artık kumsalı, denizi, sahili, doğal kıyı şeridi yok Trabzon'un... 

DENİZİ DOLDUR, YEMYEŞİL ORMANLARA GRİ BİNALAR DİK, SONRA "ÇAY ADASI" YAP! DOĞAL OLANI YOK ET, YAŞASIN YAPAYLIK! TRABZON ARTIK YALNIZCA DİZİLERDE VE ESKİ FOTOĞRAFLARDA GÜZEL... 

Bir de, buna yalnızca Trabzon'da değil her yerde rastlanıyor, diyelim AVM yapılacak, önce orayı tamamen betonla kaplatır, sonra içine birkaç yapay palmiye dikerler ya...

Şimdi bir de Turizm Adası yapılacakmış, bir "çay adası"! Yine deniz doldurulup yapılacakmış bu ada. Çay parkı, çay hobi bahçesi, çay satışı falan olacakmış bu adada... Trabzon'da güzelim Beşirli-Akyazı sahilinde denizin son beş yıldır son sürat doldurulduğu, iş makinelerinin sahilde tozu dumana kattığı yetmiyormuş gibi, bir de yeni projeler yolda yani... 

Trabzon artık yalnızca dizilerde ve eski fotoğraflarda güzel...

...diyeceğim...

...artık Karadeniz dizisi de çekmiyorlar!

Belki Ters Düz bir ilk olur, uzun zaman sonra.


15 Aralık 2016 Perşembe

BU ARALAR HERKES DENGESİZ! BAKIN BAŞIMA NE GELDİ?


Herkese merhaba.

Aslında yazmak hiç aklımda yoktu, ama dedim daha fazla içimde tutamayacağım ben bu konuyu. Düşüncelerim klavyeye dökülmek istiyor.

Sizin de dikkatinizi çekiyor mu?

Bu aralar herkes bir garip, herkes bir dengesiz.

Okuldan, arkadaşım diyebileceğim, ama öyle pek içli dışlı olmadığım bir arkadaşımla (bu kişi kız) telefonda bir ödev/proje için mesajlaşırken, bir anda "uyarı" mesajı aldım!

Üstelik iki farklı arkadaşımda başıma geldi bu durum...

Modern teknoloji hayatımızı kolaylaştırdı mı yoksa daha beter zorlaştırdı mı bilmiyorum! Yani yüz yüze konuşuyor olsak bir anda böyle değişebilirler mi, sanmıyorum.

Ama aslında mesele tam da "mesajlaşma" meselesi. Okuyunuz, anlatıyorum... 

Bu olayların ikisinde de, hadi tek birinin üstünden anlatayım işim kolay olsun, ortak proje hakkında mesajlaşırken arkadaşım pat diye bir anda aynen şöyle dedi:

"Bu ara kimseyle konuşmak istemiyorum. Ailemle bile. Uzun dönem kimseyle konuşmak istemiyorum. Anlayış göstermeni umuyorum."

Ben… Ben bir afalladım. Biz ödevden, projeden konuşuyorken… Konu ne ara buna döndü? Bu  arkadaşım da güya en konuşkanlardan biri, hatta hep kendi der ben çok konuşkanım falan diye. O nedenle şaşırdım. Hadi ona X diyelim. "X bir şey mi oldu?" dedim.

"Yok. Zaten bu samimiyet nereden geliyor?" dedi.

Ben iyice şok oldum tabii ki. Bir anda ters bir tavır... Ne yazacağımı bile bilemedim. "Projeyle ilgili konuşuyorken konuyu farklı bir yöne çekiyorsun, anlayamadım" dedim.

"Kişisel algılama, proje dahil hiçbir konuda konuşmak istemiyorum" dedi.

"Anladım da bunu bana demesen, iç dünyanı bana yansıtmasan da olurdu." dedim. Projemiz için konuşuyoruz sonuçta. Bir anda böyle bir dengesiz tavır sergilemesini cidden garipsedim.Yani eğer ailesiyle veya kendiyle ilgili bir problemi varsa bile, bunu bana yansıtmasını anlayamadım. Benimle dertleşmek ister gibi bir hali hiç yoktu çünkü. Doğrudan, "yazma artık" demeye getiriyor. Hatta tokat atarak diyor resmen. 

"5 YIL SONRA OLMASI MUHTEMEL POTANSİYEL ERKEK ARKADAŞIM BAŞKA ERKEKLERLE KONUŞMAMI İSTEMİYOR. LÜTFEN ARTIK BANA YAZMA. 10 YIL SONRA, EĞER HALA SEVGİLİ DEĞİLSEK BANA YAZABİLİRSİN. ÖPTÜM BAY."

O da sanırım bu noktada biraz pişman oldu ve "Ya aslında şöyle bir durum var, ciddi olarak konuştuğum bir çocuk var ve onunla bir şeyler olma durumu var ve erkeklerle konuşmamı istemiyor ve onu kaybetmek istemiyorum." dedi. 

İşte mesele tam olarak bu.

Erkek arkadaşı kızın başka erkeklerle yazışmasını istemiyor meselesi. 

Peki cidden böyle mi? 

Yoksa kızlar mı böyle olmadık senaryolar uydurarak kendilerinin değerini yükseltmeye çalışıyor?

Yoksa hakikaten erkekler mi hep kıskanç, şüpheci? Kızlar cidden güvenilir değil mi de erkekler böyle kıskanç oluyor?

Anlayamadım.

İkidir mesajlaşırken başıma geliyor bu.

Arkadaşım dediğim kişi, bir anda böyle farklı biri olup konuyu "erkek arkadaşım istemiyor bana yazma"ya getiriyor.

Ne kadar büyük bir saygısızlık bu. Sebebi ne olursa olsun. Bu saygısızlıktan başka bir şey değil. 

Günlük hayatta sen biriyle konuşuyorken ona "bir saniye dur, ben artık seninle konuşmayacağım, çünkü olmayan, ama beş yıl sonraki potansiyel erkek arkadaşım seninle konuşmamı istemiyor" diyebiliyor musun da telefonda kendinde bu hakkı görebiliyorsun?

Ortak bir konu hakkında, kaldı ki bir proje hakkında mesajlaşıyorken bir anda herkes birbirine "bana yazma, benimle konuşma, bana bakma, benimle göz göze gelme sevgilim istemiyor" dese bu işin içinden çıkılmaz.

Anket: Sizin başınıza böyle bir olay gelse tepkiniz ne olurdu? 

Çünkü ben hala bir tepki bile veremeyecek kadar şaşkınım... 


13 Aralık 2016 Salı

BEN BU HANDE YENER'İ ÇOK ÖZLEDİM!


Hande Yener... Apayrı, Nasıl Delirdim, Hipnoz ve Hayrola albümleriyle bir zamanlar çıtayı öyle bir yükseğe koydu ki, şu an kendisi bile o noktaya ulaşamıyor.

Bu dört albümüyle yenilikçi, öncü, cesur, cüretkar, yaratıcı, ikon, tarz gibi sıfatların hepsini hak etti Hande Yener. Bugün tüm müzik otoritelerinin de söylediği gibi, özellikle Apayrı ve Nasıl Delirdim (ama hiç şüphesiz Hipnoz ve Hayrola da) başyapıt niteliğinde, gerek sound gerek sözleriyle zamansız albümler oldu. 2006-2009 Hande Yener'in kariyerinin zirvesi. O yıllarda yaptığı bu dört albümle, cazdan elektroniğe, alternatiften R&B'ye, danstan house'a dinleyenleri mest etti. Bu albümlerde kendi yazdığı ve bestelediği şarkıları da seslendirdi. Ama özellikle Mete Özgencil'le olan iş birlikteliği onu zirveye taşıdı belki de. En iyi 47 Hande Yener şarkısını daha önce şurada yazmıştım.)

Hande Yener çıkışını 2000 yılında yaptı (benim onu bilinçli olarak keşfetmemse 2009 yılında yaptığı 7. albümü Hayrola ile oldu). 3 pop albümünün ardından, kariyerinin dönüm noktası hiç şüphesiz 2006'nın başında çıkardığı 4. albümü Apayrı oldu ve kariyerinin iyi bir yerindeyken müzikal tarzını değiştirmesiyle müzik piyasasını şoke etti. Herkes onun bir andaki bu tarz değişikliğiyle şaşkınlığa uğramıştı ama Apayrı albümünün bugün bile özlemle hatırlanan başarısı karşısında Hande Yener zirveye oturdu. Apayrı'yla birlikte, sound'ın ön plana çıktığı, daha alternatif, yer yer caz sularında yüzen ve elektronik altyapılı işler yapacağının sinyalini verdi. Kim Bilebilir Aşkı (klibi), Apayrı, Kelepçe, Unut, Kanat, Sakin Olmalıyım, Sorma, İnsanlar Çok, Nasıl Zor Şimdi, Yola Devam, Düş Bozumu, Aşkın Ateşi, Şefkat Gibi şarkılarla yapılması zor olanı yaparak Batılı, özgün ve orijinal bir sound yakaladı. 

Kim Bilebilir Aşkı, Apayrı ve Kelepçe elbette albümdeki muh-te-şem şarkılardan. Kim Bilebilir Aşkı her zaman, her zaman favorim. Hande Yener'in bu şarkıyı akustik olarak da canlı yorumladığı klibi mutlaka izleyin.  Bu üç şarkının yanı sıra, evet albümü her şarkısı muazzam, ama şu dörtlü de ayrıca ilgiyi hak ediyor: 

Unut: Albümün en en en iyi parçası. Hande Yener'in en az bilinen ama en iyi olan şarkılarından. Acayip kaliteli bir şarkı. Muhteşem. "Her gece yatmadan önce, her sabah aç karnına." Mutlaka dinleyin.

Sakin Olmalıyım: Hande Yener'den farklı bir rock. 

Sorma: Sesi yine duru, yine su gibi, yine muhteşem. Bu da geç keşfettiğim bir Hande Yener şarkısı. House, blues ve alternatif sularda yüzen. 

İnsanlar Çok: Sanki caz ve elektronik notalardan oluşan bir köpük banyosunun içinde yuvarlanıyorsunuz. Sözü yok denecek kadar az, enstrümantal bir dans parçası.



Dediğim gibi, Apayrı Hande Yener'in en iyi albümlerinden. Hatta en iyi albümü. Bundan tam 10 yıl önce, 2006 yılında yapmış bu albümü ama şu an bu albümdeki müzikalitesinden çok çok gerilemiş durumda... Apayrı albümü enstrümantal olarak da şiirsel olarak da muazzam. Saksafon, flüt, piyano, akustik gitar... Alternatif caz denemelerini elektronikle karıştırıp naif, ruhu okşayan şarkılar yaptı. Apayrı albümünün kartonetindeki fotoğraflar da, sanki cep telefonuyla evin arka odasında çekilmişçesine hiç profesyonel görünmüyor. Ama belki tam da bu yüzden dikkat çekiyor. 


Bu albüm, gürül gürül olan sesiyle öz, samimi ve hakiki Hande Yener’i takdim etti. Albüm yalnızca müzik otoriteleri tarafından zirvede olarak yorumlanmadı, internette de Hande Yener’in başyapıt albümü olarak nitelendirildi. Bu övgüler gayet haklı övgülerdi. Bugün maalesef Hande Yener'i bugün yaptığı son derece klişe pop şarkısı Mor'la tanıyanlar, aslında dönüp onun geçmişteki albümlerine bakmalılar. Demet Akalın'la kıyaslanamayacak farklı bir tarzı var onun. Yani bir zamanlar vardı en azından. Apayrı albümündeki çoğu şarkının sözü ve bestesi Mete Özgencil'e, düzenlemesi Erdem Kınay'a aitti. Yıl 2016, internette hala Özgencil ve Yener'in internette birleşmesi isteniyor. İkiliyse şimdilik birbirlerine çok uzak görünüyor. Şimdilik. 

Ona pek çok ödül kazandıran albümü Apayrı'da elde ettiği, daha doğrusu ancak bugün rahatlıkla teslim edilen başarısından sonra, yine 2006'da çıkardığı Biraz Özgürlük şarkısıyla cesur ve cüretkar şarkılar (ve hiç şüphesiz klipler) yapmakta ısrarcı olacağını gösterdi, üstelik can acıtan kar efektinde şarkı söylemesini izlemek çok eğlenceliydi. Bir canlı yayında, elektronik olan bu şarkıyı piyano üstünde caz tarzında seslendirdi, büyük beğeni topladı. Biraz Özgürlük'ü dinlerken sanki uzay boşluğunda salınıyormuş gibi hissetmeyen var mı? 



2007'de Nasıl Delirdim’le elektronik sulara cesurca ve kesin olarak yelken açtı ve sektördeki klişe pop şarkılarla "eller havaya" diyen kitlelere meydan okudu. Kibir, Yalan Olmasın, Ne Yaparsın, Romeo, Fırtına, Paranoya, Şu An Erken, Seni Sevi… Yorumlar yok, Nasıl Delirdim, Sen Anla, Kurtar Beni, Aşkın Gücü ve Naciye ile leziz elektronik ve şiirsel şarkılara imza attı. Şarkı sözleri sloganlaştı. Kibir ve Romeo, tüm zamanların en çok dinlenen şarkılarından oldu. O sıralar, şimdi Neslihan Atagül'le evli olan Kadir Doğulu'yla sevgiliydi ve Romeo'yu ona ithafen yazmıştı. 

2008'deki Hipnoz albümünü çıkardığında, ancak dar bir kitleye hitap eden elektronik ve alternatif müzikte çoktan ustalaşmıştı artık. İp, Hipnoz, Pinokyo, Sanma, Yarasa, Yaban Gülü, Gece Gündüz ve İyi Günler’de, her dinleyişte ilk kez dinliyormuş hissi veren şarkılara imza attı. Hipnoz'un klibi olay yarattı. Albümdeki her parça iddialıydı. Özellikle İp, albümün en iddialılarındandı. Albümden sadece Hipnoz'a klip çekildi. Zaten kısa süre sonra da Hayrola çıktı. 

2009'daki Hayrola, baştan sonra elektronik olan son albümü oldu. Hayrola, Ok Yay, Sarhoş Dünya, Deliler, Senden Uzakta, Arsız, Narsist, Siz, Ne Rüyası ve En Uzun Gece, yalnızca aşkı değil, sosyal hayatı da eleştirdiği şarkıları oldu. Bu albümden de yalnızca Hayrola'ya klip çekildi. Bu nedenle diğer şarkılar pek duyulmadı. Ok Yay ve Sarhoş Dünya'yı kesinlikle dinleyin. 




Bu 4 albümü boyunca çektiği her klip bir sanat eseri olarak yorumlandı. Kim Bilebilir Aşkı, Kelepçe, Aşkın Ateşi, Biraz Özgürlük, Romeo, Kibir, Hipnoz, Hayrola, bunları bulup izlemenizi tavsiye ederim (Kelepçe Londra'da, Kim Bilebilir Aşkı, Aşkın Ateşi ve Biraz Özgürlük de İtalya'da Luca Tommassini tarafından çekildi ki kesinlikle bu yüzden çok farkılar zaten). İç mekanda çekilen bu kliplerde kılıktan kılığa girdiği, tuhaf objeler taktığı/giydiği kliplerinde yaptığı hareketler ve figürler hala dikkat çekiyor. Hande'ye Neler Oluyor Apayrı'dan itibaren yaptığı müzikal tarzı bırakıp tekrar eski pop türüne dönüş albümü olarak lanse edilse de, elektronik alt yapısı ve Bi Gideni Mi Var, Kal Kal, Boşa Ağlayan Kız, Neden Ayrıldık, Ben Kimim, Böyle Olacak, Sopa, Çöp ve Yasak Aşk’la alternatif ve deneysel Hande Yener'den hoşlanan dinleyiciyi memnun etmeye devam etti. Uzaylı da kısmen iyiydi. Ancak maalesef, sonra yaptığı 4 albümüyle, yani Teşekkürler, Kraliçe, Mükemmel ve Hepsi Hit ile muhteşem bir düşüşe geçti. Özellikle Teşekkürler ve Kraliçe olumsuz eleştiriler aldı, önceki albümleri gibi kalıcı olmadı. Sürekli Sinan Akçıl'ın yaptığı şarkıları seslendirmesi kemik Hande Yener dinleyicisini memnun etmedi. Çoğu müzik otoritesi, Kraliçe ve Teşekkürler'i Hande Yener'in "en vasat albümü" olarak değerlendirdi. Mükemmel'de Apayrı ve Nasıl Delirdim'deki deneysel/alternatif tarzına geri dönüş yapar gibi oldu (detayları şurada yazmıştım). Hepsi Hit'te zamanında söylediği Kırmızı'nın mor hali olan Mor'u seslendirdi, yani yine yeni hiçbir şarkı dinlemedik. Kendini tekrarlayıp durdu. Çıkış şarkısı Mor, Kırmızı'nın taklidi oldu (şurada yazmıştım). 

Yani albümün adını Kraliçe, Mükemmel, Hepsi Hit koymakla olmuyor bu işler... Hande Yener bugünlerde, önceki albümlerinden çok daha düşük işler yapıyor ve su gibi olan sesine maalesef yazık ediyor. Ticari kaygılarla "eller havaya" şarkıları yapan Hande Yener'i değil, gerçek Hande Yener’i istiyorum ben. Ama o da bir yerde daha dile dolanan, içi boş, sözü yok, anlamı yok, tekerleme gibi olan şarkıları yapmaya mecbur kaldı. Çünkü genel kitle bu tip şarkıları talep ediyordu ve Hande Yener de piyasada kalmak için mecburen ticari/genel kitleye hitap eden şarkılar yapmaya devam etti. 

Ama...

Apayrı, Nasıl Delirdim hiç eskimeyen, hala dinlenen albümler... Bir de sor ki son albümünden hangi şarkıyı hatırlıyorsun, hiç!

Uzun lafın kısası, ben Hande Yener'in Hande Yener olduğu zamanları özledim… 

Bir gün belki tekrar o güzel sesine yakışan, kendisine yakışan şarkıları söylemeye yeniden başlar...

Beni sosyal medyada eklemeyi de unutmayın:




SİNEMADA İKİ FİLM

Son günlerde sinemada iki filme gittim. İlki, The Substance. Yani Cevher. Bence mutlaka görülmesi gereken, ama son derece rahatsız edici bir...