18 Ağustos 2015 Salı

TERS DÜZ - BÖLÜM 1


KONU: Trabzon'un Bozbalık Köyü'nde doğan Ece’nin çocukluğu, annesi onu doğururken öldüğü ve babası başka bir kadınla evlendiği için çok kötü geçmiştir. Ece on yaşına geldiğinde, üvey annesinin hamile olduğunu öğrenir ve İstanbul’daki teyzesinin yanına taşınır. Şimdi yirmi sekiz yaşında, yakında yeni kitabını çıkaracak olan tanınmış bir yazardır. Eski hayatını tamamen geride bırakmayı başarmıştır ve hiçbir şeyin bunu bozmasına izin vermez. Ta ki, yıllardan beri hiç iletişim kurmadığı babasının kaybolduğunu öğrenene dek. Artık herkesten, kendisinden bile sakladığı geçmişiyle yüzleşmek zorundadır.
 
"On sekiz yıl, tam on sekiz yıl olmuştu… Şimdi bu telefon da neyin nesi oluyordu? Hal hatır sormak, hatta selamlaşmak bile yoktu. Ece bir felaket haberi alacağından emin, 'Seni dinliyorum,' dedi."

Ece Duman, yazmaya başlaması gerektiğini hatırlatırcasına beyaz ekranda yanıp sönmekte olan imlecin sabırsızlığı karşısında yine kayıtsız kaldı. O gün bilmem kaçıncı kez kar gibi beyaz olan Microsoft Word sayfasını açmış, sanki ilham kendiliğinden gelecekmiş gibi ekranla bakışıp duruyordu. Her şey ne saçma bir hal almıştı. Yayınevi kitabın ilk taslağını ocakta bekliyordu. Ne var ki bunu bilmek, baskı altında hissetmesinden başka hiçbir işe yaramıyordu. Adı Hayatını Renklendirmeyi Unutan Adam olan üçüncü kitabında, elli yaşlarında bir ressamın, hem aile hem aşk hayatında bocalamasını ve sonu intihara giden yaşamöyküsünü anlatacaktı. Üstelik bu sefer çoksatanlara girmesi gerekiyordu ama içinde en ufak bir yazma arzusu bile yokken bunu başarıp başaramayacağı şüpheliydi.

Umutsuzca bilgisayarın başından kalktı ve pencere kenarında duran kırmızı koltuğa yerleşip sokaktaki telaşı izlemeye koyuldu. Saat iki buçuk olmasına rağmen yollarda daha şimdiden iş dönüşü trafiği oluşmaya başlamıştı. Yayınevinin ofisi Taksim’de, İstiklal Caddesi’nde daha birçok yayınevinin yan yana, alt alta sıralandığı bir ara sokakta, üç katlı daracık bir apartmanın ikinci katında, Tarlabaşı manzaralı evden bozma bir dairedeydi. Alt katında bir başka yayınevinin ofisi, üst katında ise pek rağbet görmeyen bir oyunculuk ajansı bulunuyordu.

Ece tam masasına geri dönecekken oda kapısı hafifçe tıklatılarak açıldı ve kapı aralığında elinde tuttuğu iki kahve kupasıyla Kerem göründü. "Biraz mola. Sana kahve getirdim."

"Yazmıyordum. Bu ödül hakkım değil."

Kerem bir süre durup düşündü. “Bak ne diyeceğim. İstersen şimdi çık ve romana evde devam et. Zaten halam diğerleriyle birlikte depoya gitti. Bir tek Asena burada. Birazdan onu yollayıp ben de çıkarım.”

"O kıza tek başına tahammül edebilecek misin?"

"Sanırım."

"Geri çevrilecek bir teklif değil bu o halde.” Ece askılığa gidip trençkotunu eline aldı. “Ha, bu arada, akşam yedide bekliyorum. Geçen seferki gibi halanı önden yollayıp da bir saat sonra peşinden gelme sakın. Geç kalırsan hiç acımam, yemekleri biz yeriz, sen de pizza söylemek zorunda kalırsın, ona göre."


Sofrayı bir kez daha kontrol etmeye karar verdi. Masadaki örtü tertemizdi. Tabakları ve bardakları tam sayıya göre ayarlamıştı. Tuzluk biberlik yerindeydi. Bıçaklarda eksiklik yoktu. Domates çorbası için hazırladığı ekmekleri misafirleri gelince kızartacaktı. Kaşarı çoktan rendelemişti. Soslu tavuğu fırındaydı. Pilavla aynı tabakta servis etmeyi düşünüyordu. Yemekten sonrası için tatlı –büyük ihtimalle eli alışık olduğundan krem karamel– da yapacaktı ama Kerem mesaj atarak gelirken baklava getireceğini bildirince buna gerek kalmamıştı.

Ece hızla odasına geçip giyinme işini halletti. Hem rahat hem şık olacak şekilde, arkasında beyaz kurdeleleri olan mavi bir ev elbisesi giydi. Saçlarını nasıl toplayacağını düşünürken kapı çaldı. Oldukları gibi bırakıp açmaya gitti. Misafirleri gelmişti, Kerem Çağdaş’ın elindeki tatlı paketini alıp, doğrudan masaya buyur etti onları. Biraz sonra kaseler çorbayla dolmuş, yemek başlamıştı.

“Bugün ofiste neden keyifsizdin? Yazma çalışmaları iyi gitmiyor mu?”

Kerem’in sorusu yayından fırlatılan bir ok kadar hızlı gelmişti. Ece derin bir nefes aldı ve “Aslında daha çalışmalar başlamadı bile,” diye itiraf etti. “Elimde romanın adı var sadece. O kadar.”

“Yapma,” dedi Kerem. “Seni engelleyen hiçbir şey yok, bence tek derdimiz senin bir türlü kitaba odaklanamaman. Ayrıca yayınevindeki iş yükünü de azalttım, sosyal medya güncellemelerini olduğu gibi Asena’ya verdim, biliyorsun. Artık tamamen kitaba yoğunlaş. Hatta istiyorsan yayınevine gelmeyip evde yaz, değil mi hala?”

“Bari yemekte iş konuşmayalım çocuklar, çok rica ediyorum,” dedi Ayla. Dizlerine peçete sermişti ve tek derdi çorbayı üstüne dökmeden yemeyi başarmakmış gibi bir hali vardı.

“Bir dakika…” dedi Ece. Bakışları Kerem’e kilitlenmişti. “Ben internetteki paylaşımları senin yaptığını sanıyordum. Bana öyle demiştin.”

“Başta öyleydi ama altından kalkamayınca Asena’yı görevlendirdim.”

Ece’nin şaşkınlığı yüzünden okunuyordu. “Koca bir markayı ona teslim ettiğine inanamıyorum Kerem. İnanamıyorum. O kıza nasıl güvenirsin?”

Asena Bülbül üç buçuk ay önce yazı işleri asistanı olarak işe aldıkları elemandı. Kerem onu işe alım sürecinde Ece’ye danışmış, Ece de estetik operasyonla büyütülmüş memeler dışında Asena’da başka hiçbir şey görememişti. Ama kız okuldan yeni mezun olduğunu ve iş bulamadığını itiraf edince, Kerem ona ertesi gün gelip çalışmaya başlamasını söylemişti. Ne var ki daha ilk günden pişman olmuşlardı. Asena hiçbir işi doğru dürüst beceremediği gibi, haddi olmayan konularda ileri geri konuşmak dışında bir eylemde bulunduğu da yoktu. Diğer çalışanlar da onu bir türlü benimseyememişlerdi.

“Ben… Şey… Aaa, bu akşam senin dizin yok muydu hala? Hadi bir an önce yiyelim de televizyonun karşısına yerleşelim!” Kerem konuyu değiştirmeye çalışıyordu. Ama sevgilisinin sözü bitmeden konuyu kapatmayacağı gerçeğini hiçe sayması büsbütün aptallıktı. Kerem bu aptallığı yaptı.

“Kız malumatfuruşun teki! Güya yayınevine layık olduğunu kanıtlamaya çalışıyor ama aslında yaptığı tek şey rol kesmek. Ona bilgisayar verdiğinde sana ne kadar kızdığımı hatırlasana Kerem… Hala da kızgınım çünkü bence tüm gün Facebook’ta gezinip duruyor. Hele şimdi sosyal medya paylaşımlarımızı da ona verdiysen, bu bahaneyle internetten hiç çıkmayacak, gör bak.” Ece çorbasını kaşıkla doldurdu, tam ağzına götürüyordu ki vazgeçip konuşmasına devam etti. “Ya kız haftalık toplantılara bile bir misafirmiş gibi katılıyor. Ayrıca her nedense arkamızdan dedikodumuzu yapıyormuş gibi hissediyorum."

"Bak buna ben de katılıyorum,” dedi Ayla, çorbayı üstün başarıyla yiyip bitirdiği için kendiyle gurur duyarak. “Çaycı Atakan var ya hani, işte o, bu Asena dümbeleğini, yeni stajyer çocuğa benim giydiğim gömleklerin ellilerden kalma olduğunu söylerken yakalamış! Şu densize bakar mısınız hele? Ben her daim şık giyinirim.”

"Pek tabii hala,” dedi Kerem hemencecik. “Neyse şimdi o kızı boş verelim Allah aşkına. Ben o konuyu tekrar gözden geçireceğim Ece. En son senin kitapta kalmıştık…”

Ece ikna olmamıştı ama Ayla Hala’nın yanında daha fazla uzatmak istemedi. “Aralığın sonuna kadar yazıp bitirebilecek miyim, emin değilim,” dedi sıkıntı içinde. “Bir yandan da Turgut Amca’nın gözünden düşme endişesi var tabii.”

"Ah, kuzum, aylardan ekim olmuş, Turgut daha ağustosun kitaplarını editleyemedi, sen rahat ol,” dedi Ayla, elini havada sallayarak. “Hiç baskı altında hissetmene gerek yok. Ben eminim, sen yine harika bir roman çıkaracaksın ortaya, gör bak."
“Hala, beni ne kadar rahatlattığını bilemezsin!” dedi Ece. Böylece konu değişti ve üç yayıncı kelimenin tam anlamıyla her şey hakkında sohbet ederek harika bir yemek yediler. Saat dokuz olduğunda masadan kalkıp televizyonun karşısına geçmiştiler. Ayla’nın dizisi reklama girmişti ki telefon çaldı. Üçü de birbirinin suratına baktı. Bu yüzyılda, akşamın onunda, ev telefonundan kim arayabilirdi ki? Ece ahizeyi merakla kaldırdı, “Alo?” bile demeye fırsat bulamadan karşı taraf konuştu.
“Ece? Kızım ben Hasan Amcan…”
Ece bir anda müthiş bir şekilde heyecanlandı, olduğu yerde donakalmıştı. “Amca?” dedi şaşkınlık içinde.
“Evet, kızım, benim. Sana bir haber vereceğim Ece.”
On sekiz yıl, tam on sekiz yıl olmuştu… Şimdi bu telefon da neyin nesi oluyordu? Hal hatır sormak, hatta selamlaşmak bile yoktu. Ece bir felaket haberi alacağından emin, “Seni dinliyorum,” dedi.
“Baban, Kadir, kayboldu kızım…”
Kerem ve Ayla, Ece’nin yüz ifadesinin nasıl da birden değiştiğini, renginin nasıl da anında solduğunu gördüler.
“Ne demek babam kayboldu?”
“Günlerdir yok. Eve dönmedi. Çocuklar perişan.”
“Çocuklar?”
“Ah, kızım, senin hiçbir şeyden haberin yok tabii. Babanın dört tane çocuğu oldu o kadından. En büyükleri Nilgün, on yedi yaşında. Hani sen gitmiştin ya, Münevver hamileydi, işte o.”
Ece daha fazlasını duymak istemiyordu. Tahammülü yoktu. Telefonu yüzüne kapatacaktı. Ama merakı ağır bastı. “Münevver nerede peki?” diye sordu.
“O da yok, kızım. O da yok ama sen siktir et şimdi Münevver’i. Baban kayıp diyorum. Atla gel.”
---
Ece atladı gitti. Amcasıyla Trabzon havalimanında buluşmak üzere sözlendiğine pişman olmuştu, yıllardır aklına her düştüğünde öfkeyle andığı babasının başına ne geldiği aslında umurunda bile değildi, ama o sabah uçağın cam kenarında otururken bunları düşünmek için çok geçti. Onu harekete geçiren tek şey kabaran merakı ve çocuklardı. Amcası, babasının çocuklarından bahsetmişti. Hasan Kara’yla hararetli saatler geçireceğini şimdiden tahmin edebiliyordu.
Trabzon aşağıda, kıyı şeridi boyunca bir inci gerdanlık kadar zarif uzanıyordu. Ne var ki Ece’nin tepeden gördüğü Trabzon’un çocukluğundan hatırladığı görüntüyle uzaktan yakından hiçbir alakası yoktu. Bir zamanlar şehrin can deposu olan ormanlarla kaplı yemyeşil dağlara artık gri binaların egemenliği hakimdi, en uzak köylere bile yüksek apartmanlar dikilmişti. Ece çocukluğunda kısa bir dönem gittiği resim kursunun sarı binasını hemen tanıdı. Eskiden deniz kenarında olan bina şimdi denizden metrelerce içeride kalmış, önüne küçük alışveriş merkezleri yapılmış, şehirlerarası yollar döşenmişti. Yıllar önce dalgaların çarptığı kıyılardan artık arabalar geçiyordu. Deniz acımasızca doldurulmuştu ve görünen o ki iş makineleri hala mesaideydi. Ece denize girdiği plajı ve balıkçı barınaklarını da aradı ama bulamadı. Yokluğunda Trabzon’da epey değişim olmuş gibi görünüyordu. Bu duruma üzülmeden edemedi.
Uçaktan inince doğrudan havaalanındaki kafeteryalardan birine gidip oturdu. Bu, hiçbir el bagajı dahi olmadan yaptığı ilk –ve muhtemelen son– yolculuktu. Amcasıyla konuşacak, sonra da yer bulduğu ilk uçakla İstanbul’a geri dönecekti. Onu beklerken biraz heyecanlı, biraz gergindi. Ismarladığı kahvesini bile doğru dürüst içemiyordu. Az sonra arkasından bir sesin “Ece?” dediğini duydu. “Kızım sen misin?”
Ece oturduğu sandalyeden kalkıp baktı. Başını sallarken gözleri yaşlarla dolmuştu bile. Sarıldıktan sonra oturdular, ama on sekiz yıldır görüşmeyen amca-yeğen sarılmasına hiç benzemiyordu bu, içinde hasret yoktu. Daha çok, yıllar önce aynı işte çalışan iki kişinin mesafeli selamlaşması gibiydi.
“Kızım…” dedi Hasan. Ece bu kelimeyi ondan en son duyduğunda on yaşındaydı. Hiçbir zaman evlenmemiş olan amcası ona her zaman kızı gibi davranmıştı, hatta ona kendi babasından bile daha yakındı. “Sensiz geçen onca yıl…” Ece hiçbir şey söylemedi. Amcası ne kadar da yaşlanmıştı, şimdi altmış sekiz yaşında olmalıydı. Saçları bembeyazdı. Kiloluydu. “Baban, Kadir, bir gün geri döneceğini bilerek yaşadı…” Ece bekledi. “Yıllar içinde o Münevver cadısı, zavallının adeta kanını emdi…” Ece dikkatle dinledi. “Allah’ın cezası kadın…” Ece çok dikkatle dinledi. “Baban onun yüzünden bir sürü borca girdi…” Ece her bir kelimenin ne anlama geldiğini düşünerek dinledi. “Köydeki neredeyse herkese borcu vardı…” Ece gözlerinin içine baktı. “Boğazına kadar borç içindeydi…”
“Ne demek istiyorsun amca? Lütfen daha açık konuş.”
Hasan başıyla onayladı. “Arıcılıkta yaz sonu sezonun da sonu sayılır, biliyorsun. Baban o gün bana gelecekti. Bu yılki gelirimizi konuşacak, ilaç firmalarıyla olan muhasebe hesaplarımıza, dosyalara bakacaktık.”
Ece sessizce iç çekti. Başını sallayarak dinlediğini gösterdi ama bir kez daha hangi akılla işi gücü bırakıp taksiye biner gibi uçakla Trabzon’a geldiğini sorgulamaya başlamıştı.
“Geçen salı günüydü, Kadir’i sabah sekizde bekliyordum. Bilirsin, ikimiz de erkenciyizdir. Ama baban gecikti, meğerse arabası bozulmuş. Bana yürüyerek geldiğinde sekizi çeyrek geçiyordu. Bu bozulma işinin kaybolmasıyla direkt bir ilgisi yok. Ama çok önemli bir detay, göreceksin.”
Hasan kendine bir çay söyledikten sonra devam etti.
“Gün boyu hesaplarla uğraştık. Hasılatımız iyiydi ama önceki yıla göre küçük bir azalma vardı. Paylarımıza düşen parayı bölüştük. Kadir çok sıkıntılıydı. Bu para bile borçlarının tamamını ödeyebilmesine yetmiyordu. Ben ona destek olacağımı, bu kadar stres yapmaması gerektiğini söyledim, ama o kafasında kurdukça kuruyordu. Akşam yemeğini bende yedikten sonra, saat yedilerde gitti.”
Hasan garsonun önüne bıraktığı çaya kibarca teşekkür ederek konuşmasına devam etti.
"Gece geç vakitte, yanılmıyorsam on bir sularında, Nilgün aradı, babasının eve dönmediğini söyledi. Ben saatler önce benden çıktığını, nerede olduğunu bilmediğimi söyledim ama fazla üstünde durmaması gerektiğini de belirttim. Kadir’in kafa dağıtmak için kahveye gitmiş, orada sızmış olabileceğini söyleyerek onu panik yapacak bir şey olmadığına ikna ettim. O da buna ihtimal vermiş gibiydi. Telefonu kapattı. Ertesi sabah saat onda yine beni aradı. Kadir hala eve dönmemişti.”
Hikaye Ece’yi yavaş yavaş içine çekmeye başlıyordu. “Sonra?” diye sordu.
“Baban o gün kayboldu kızım. Mehmet –Nilgün’den iki yaş küçük olan kardeşin– ve ben, soluğu hemen jandarmada aldık. Köyde hummalı bir arama çalışması başladı. Tam bir hafta boyunca Kadir’i aradık. Ama ona dair en ufak bir iz bile bulunamadı.”
Ece dehşete düşmüştü. “O zaman…” diye kekeledi. “Yani tüm bunlar… Babam öldü mü?” Bunu der demez elini ağzına götürdü.
Hasan cevap vermeden önce soğukkanlılıkla çayından bir yudum aldı. “Başta ben de senin gibi düşündüm.” Bir yudum daha. “Belki ayı saldırdı, belki bir çukura düştü ve kurtarılmayı bekliyor diye.” Bir yudum daha. “Ama düşündükçe bunun saçma, hatta neredeyse olanaksız olduğuna karar verdim.” Bir an duraksadı. Dramatik etkiyi yükseltmek için bekledikten sonra, “Bence Kadir kaçtı,” dedi. “Herkesi, her şeyi bırakıp kaçtı. Tıpkı o deli karısı gibi. Çocuklarını düşünmeden firar etti.” Sonra çayı bitti, kendine yeni bir çay söyledi.
“Amca sen neler söylüyorsun?” dedi Ece hayretle. Konuşma başladığından beri kahvesinden tek bir yudum bile almamıştı. Şimdiye kadar buz gibi olmuş olmalıydı. “Bunun oluru var mı ki Allah aşkına?”
“Jandarma köyün altını üstüne getirdi be kızım, biz de öyle. Biz de onlarla aramaya katıldık. Her eve girdik, kuyulara indik, ahırları, odunlukları, depoları didikledik. Sana yemin ederim ki her taşın altını aradık. Girilmedik ne bir kulübe ne bir baraka bıraktık. En sığ yerinden en derin suyuna derelere girdik. Günlerce, günlerce Kadir’i aradık ama ona ait hiçbir şey bulamadık.”
“Yapmayın amca,” dedi Ece yalvarırcasına. O ana dek başına ne iş geldiğini umursamadığı babasından ilk defa endişelenmeye başlamıştı. “Başına köyün dışında bir şey gelmiş olamaz mı?”
“İşte tam da burada sana ilk olarak anlattığım konu devreye giriyor. Eğer dediğin gibi olsaydı, arabası bozuk olduğundan, Kadir’in köye minibüsle ya da yürüyerek inmesi gerekirdi ve biri onu mutlaka görürdü. Ama hiçbir görgü tanığı yok. Adam sanki yer yarıldı da içine girdi!”
“Peki, ama madem arabası bozuktu, o zaman nasıl kaçtı?”
Hasan Kara ellerini iki yana açtı.
“Emin değilim. Ama babanı tanıyorsun, avucunun içi gibi bilir Bozbalık’ı. Biz onu çok zıt bir yerde ararken o da o sırada ormanın içinden geçerek köyden çıkmış olabilir. Zira benim aklıma başka bir ihtimal gelmiyor."
Sessizlik.
“Baban bir yanlışın esiri olup senin hayatını mahvettiği için çok üzgündü Ece. Şimdiki aklı olsa böyle bir şeyi asla yapmayacağını söyleyip dururdu bana. Ama annenin seni doğururken ölmesi onda derin bir çaresizliğe yol açmıştı. Seni yıllarca tek başıma büyütmeye çalıştıysa da, artık dayanamıyordu. Münevver’le sırf bu yüzden evlendi. Sen altı yedi yaşlarındaydın, değil mi? O kadınla aranda daha başından beri bir soğukluk vardı. Biz babanla geçer sandık, ama geçmedi. Bu huzursuzluğun büyümemesi, Münevver’in sana kendi çocuğuymuş gibi şefkat göstermesi ve senin de ona saygılı davranman için elinden geleni yapmaya çalıştı Kadir. Derken, hiç beklemediği bir anda, hatta Kadir boşanmayı bile düşünmeye başlamışken, o hamile kaldı.”
“Ne?” dedi Ece şaşkınlıkla. “Babam ondan boşanacak mıydı?”
Hasan üzgün bir şekilde başını salladı. Bunu söylemek için çok geçti artık, o yüzden üstünde durmadan anlatmaya devam etti. “Sen bu durumu öğrenince, üvey annenden doğacak olan bir üvey kardeşi kabullenemedin. Haklıydın, sen de çocuktun ne de olsa. Daha on yaşındayken İstanbul’daki teyzen seni yanına aldı. Baban da işte cahil, Münevver’in kışkırtmalarına kanarak, senin elinden uçup gitmene izin verdi. Teyzenin seni almasına müsaade ederek çok büyük bir yanlış yaptı. Beni de affet kızım, ne olur. Buna engel olamadığım için beni de affet…”
Ece acı acı gülümsedi.
“Babanın aklında hep sen vardın. Üstelik Münevver’in aklı da onda değilmiş. Küçük kızı Melek’i doğurduktan sonra bir gece aniden evi terk etti. İlk başta hepimiz bunun geçici bir gidiş olduğunu düşündük ama o bir daha geri dönmedi. Aslında bunun nedenleri var: O kadın, babanla parası için evlenmiş. Evlenme teklifini de, köyde arsaları var diye kabul etmiş. Yani bu bizim Kadir’le olan düşüncemiz, zaten onun ne kadar paragöz biri olduğu aşikâr. Ama yıllar içinde baban onun sonu gelmeyen isteklerine ve çocukların okul masraflarına para yetiştiremeyince arsalarını satmak zorunda kaldı. Hatta köylüye borçlandı. Artık ondan alabileceği hiçbir şey kalmadığını anlayınca Münevver babanı, çocukları, evini bırakıp kaçtı. Zaten Melek’e hamileliğinden beri yeni yeni icatlar çıkarmış, içki ve sigaraya başlamış, iyice sorumsuzlaşmıştı.”
Ece büyük bir şaşkınlıkla dinliyordu. Oysa o bunca yıldır babasının Münevver’le mutlu mesut yaşadığını sanıyordu.
“Dört çocuğu oldu babanın, kulağa ne garip geliyor değil mi? En büyükleri Nilgün, on yedi yaşında. Mehmet on beşinde. Bora onunda, Melek de altısında. Nilgün ile Mehmet annelerini tanıyor, Bora da onu hatırladığını söylüyor ama Melek'in annesinden haberi yok. Belki de sırf bu yüzden en şanslıları o. Gerçi annesi ona hamileyken sigara ve içki içti diye, yani bence bunlardan dolayı, doğduğundan beri biraz kendi âleminde Melek. Biraz saf. Ama an gelir öyle bir şey der ki, seni bile şaşırtır!”
Hasan sustu ve kendine yeni bir çay söyledi. Anlatacakları bitmiş gibiydi. Ece doğru anlayıp anlamadığından emin olmak için kafasına takılan bazı yerleri ona tekrarlattıktan sonra, “Peki şimdi ne olacak?” dedi. “Yani… Eğer babamın ölüsü bulunursa… O çocuklar… Bir başlarına mı…”
“Ben her zaman onların yanında olacağım, kızım,” dedi Hasan. “Ama elbette ben artık o senin bıraktığın dinç adam değilim. Yaşlandım ve her geçen gün daha da yaşlanıyorum.”
Ece ne diyeceğini bilemiyordu.
“Onlarla tanışmak ister misin?” diye sordu Hasan aniden.
Bu Ece için çok daha aniydi. “Ben…”
“İyi bir aile değil onlarınki Ece. İyi bir kardeşlik duyguları yok. Bunun için onlara kızamayız, çünkü Münevver gibi bir anneyle büyüdüler. Münevver’in ne bok olduğunu senden iyi kimse bilemez, değil mi?”
Ece sessizce başını salladı. Münevver’i ondan iyi kimse tanıyamazdı.
"Şimdi eğer İstanbul’a gideceksen git, sana engel olacak değilim," diye devam etti Hasan. "Ama bir düşün. Bozbalık’a gelip kardeşlerinle tanışabilirsin. Senin gibi güzel kalbi olan birinin onlara kardeş olduklarını hatırlatması gerek." Duraksadı. "Sen de onların kardeşisin, belki bunu kendine de hatırlatmalısın."
 
DEVAMI HAFTAYA...
 
Yazan: Mert Ofluoğlu

6 yorum:

  1. Merakla beklenen ilk bölüm başladı. Sürükleyici, düşündürücü,heyecanlı.
    Sanırım sonraki bölümler de sabırsızlıkla beklenecek...

    YanıtlaSil
  2. Merakla beklenen ilk bölüm başladı. Sürükleyici, düşündürücü,heyecanlı.
    Sanırım sonraki bölümler de sabırsızlıkla beklenecek...

    YanıtlaSil
  3. enteresan olmuş mert. eline saglik. ;)

    YanıtlaSil
  4. trabzonlu musun Mert :) kendi memleketimden blogdaşlar görünce ayrı mutlu oluyorum, başarılar dilerim, kalemine kuvvet..

    YanıtlaSil
  5. ayyyy bak bi daa okumuş oldum. şimdiye dek yazdıkların arasında en sevdiğim bu. sona devamını da okurum :)

    YanıtlaSil
  6. Trabzon deyince bir anda algılarım değişiyor ama tam olarak okuyamadım daha, inşallah akşama daha müsait bir anımda sakin kafayla okuyacağım. :)

    YanıtlaSil

Gmail hesabı olmayanlar, anonim seçeneği ile yorum yapabilir... Yorumlarınız için çok teşekkür ederim!

KİTAP ALINTISI

Yeni romanım Benim Küçük Şaheserim'den bir alıntı:  "Kitaplar onun ecza dolabıydı. Hastalanırsa -ruhu hastalanırsa- hangi kitabı aç...